I.
Nesi var bu adamın?
Bütün bir öğle sonu (dün, önceki gün, bugün)
öyle kaldı gözlerini bir aleve dikerek.
Akşam üzeri bana çarptı merdivenden inerken.
Şöyle dedi bana:
“Beden ölür, su bulanır, ruh
kararsız kalır
ve unutur yel, hep unutur
ama değişmez alev.”
Sonra ekledi:
“Biliyor musunuz, belki de öteki dünyaya göçmüş olan bir kadın
seviyorum ben; ama bundan değil böylesine terkedilmiş halim,
bir aleve tutunmaya çalışıyorum
çünkü değişmiyor alev.”
Sonra yaşam öyküsünü anlattı bana.
II. Çocuk
Büyümeye başladığım sırada, aklımdan çıkmazdı ağaçlar,
neden gülüyorsunuz? Yoksa küçük çocuklara
acımasız davranan ilkbahar mı geldi aklınıza?
Çok sevdim yeşil yaprakları;
Biraz okuma öğrendiğim sıranın üzerindeki kurutma kağıdı da yeşil
olduğu için öğrendim
Çıkmazdı aklımdan ağaç kökleri, gelip bedenime sarılırlardı kışın sıcağında,
başka düş görmezdim ben çocukken;
işte böyle tanıdım ben kendi gövdemi.
III. Yeniyetme
Yazın, yabancı bir ses şarkı söyledi kulaklarımda, on altı yaşımda,
deniz kıyısındaydım, anımsarım, kırmızı ağlar ve kumsalda sanki bir
iskelet gibi unutulmuş bir sandal arasında,
o sese yaklaşmak istedim kulağımı kuma dayayıp
yitti ses
ama bir akanyıldız
sanki ilk kez bir akanyıldız görüyordum
ve denizin tuzu dudaklarımda,
ağaçların kökleri gelmedi artık, o akşam.
Bir yolculuk açıp kapattı sayfalarını içimde ertesi gün
bir resimli kitap gibi;
deniz kıyısına gitmeyi düşündüm her akşam
önce deniz kıyısını öğrenmeyi ve sonra açılmayı denize;
üçüncü gün bir kıza aşık oldum bir tepede
bir beyaz evi vardı küçücük bir kilise gibi ıssızda
pencerede yaşlı bir ana, gözünde örgüsüne eğilmiş gözlükler, hep sessiz,
bir saksıda fesleğen, bir saksıda karanfil
adı; Vasso, Froso ya da Bilo’ydu galiba
böylece unuttum denizi.
Bir Pazartesi günü Ekim ayında
kırık bir testi buldum beyaz evin önünde
Vasso -böyle diyelim kısaca- göründü, üzerinde siyah bir entari,
nedenini sorunca:
“Öldü, dedi, kara horoz kesmediğimiz için ölmüş temel atılırken,
böyle diyor doktor… Nerede bulacağız kara horozu buralarda…
yalnızca beyaz ve piliçler bile yolunmuş satılır pazarda…”
Acının ve ölümün düşünmemiştim böyle olacağını
uzaklaştım oradan ve denize döndüm.
Gece, “Aya Nikola”nın güvertesinde
ağlayan çok yaşlı bir zeytin ağacı gördüm düşümde.
IV. Delikanlı
Bir yıl dolaştım Odiseas kaptanla
mutluydum
güzel havalarda deniz kızının yanına kurulurdum geminin puruvasında
kırlangıç balıklarına bakarak şarkı söylerdim al dudaklarına
bir köşeye sinerdim ambarda beni ısıtan geminin köpeğiyle birlikte
fırtınalı havalarda.
Bir yıl geçince minareleri gördüm bir sabah.
“Bu Ayasofya’dır, dedi lostromo,
seni kadınara götüreceğim bu akşam.”
İşte böyle tanıdım çoraptan başka bir şey giymeyen kadınları,
hani şu seçmelik kadınları, evet, onları.
Tuhaf bir yerdi
bir bahçe, içinde iki ceviz ağacı, bir sarmaşık, bir kuyu,
ve çepeçevre üzeri kırık cam döşenmiş duvar
ve “Hayatımın akışında” diye şarkı söyleyen su harkı.
O zaman gördüm işte ilk kez o ünlü okla
delinmiş yüreği kömürle duvara çizili.
Asmanın sararmış yapraklarını gördüm
yerlerde
pis çamurda taşlara yapışmış.
Gemiye dönmek için davrandım.
Ama yakamdan tutup lostromo kuyuya attı beni;
ılık su ve teni saran bunca yaşam…
Sonra, dalgın dalgın sağ memesiyle oynayan kız:
“Rodosluyum, dedi, nişanladılar beni yüz para için on üçümde”
ve “Hayatımın aşkına” diye şarkı söyleyen bir su harkı.
O serin öğle sonu gördüğüm kırık testi geldi aklıma
“Bu da ölecek bir gün, diye düşündüm,
nasıl ölecek acaba?”
Bir tek şunu söyledim kıza:
“Dikkat et, hırpalama onu, yaşamın ona bağlı…”
Akşam yanaşamadım deniz kızının yanına. Utandım.
V. Adam
Birçok yeni yer gördüm o zamandan bu yana; yeri göğe kavuşturan yeşil ovaları, karşı konulmaz nem içinde toprağı karıştıran insanı; çınarları, çamları; pörsümüş görünümlü gölleri ve seslerini yitirdikleri için ölümsüzleşen kuğuları -çözüp açar bu sahne dekorlarını gönüllü yoldaşım; bu gezgin tiyatrocu, dudaklarını parçalayan uzun deniz kabuğu borusunu öttürerek ve kurabildiğim her şeyi Eriha’nın borusundakine benzer bir tiz çığlıkla yıkarak. Birçok insanın hayranlıkla seyrettiği bir eski resim gördüm, basık tavanlı bir salonda. Lazarus’un dirilişini betimleyen bir resim. Ne İsa’yı, ne de Lazarus’u anımsıyorum. Anımsadığım bir köşede, sanki kokusunu alırmışcasına mucizeye bakan bir yüzde betimlenen tiksinti yalnızca. Başından sarkan kocaman bir bezin ucuyla korumaya çalışıyordu solunum yollarını. Fazla bir şey beklememek gerektiğini öğretti bana bu “Rönesans” efendisi kıyametin Yargı Günü’nden…
Bize değerli, yeneceksiniz boyun eğdiğiniz zaman
Boyun eğdik ve külü bulduk
Bize derlerdi, yeneceksiniz sevdiğiniz zaman
Sevdik ve külü bulduk
Bize derlerdi, yeneceksiniz yaşamınızı bırakınca
Bıraktık yaşamımızı ve külü bulduk.
Külü bulduk. Artık elimizde hiçbir şeyin kalmadığı şu anda, çıkar yol yok bize yaşamı yeniden bulmaktan başka. Sanırım, bunca kağıda, bunca duyguya, bunca tartışmaya ve bunca öğrenime karşın yaşamı yeniden bulacak insan, sizin, benim gibi biri olacak, belleği biraz daha güçlü yalnızca. Bizim için güç, verdiklerimizi anımsıyoruz hâlâ. O, her verişinde kazandıklarını anımsayacak yalnızca. Ne anımsayabilir bir yalım? Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz azını. Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz fazlasını. Ah bir öğretebilse bize, yanarken, doğru anımsamayı! Ben bittim; hiç olmazsa bir başkası başlasa benim bittiğim yerden! Gün olur, amacıma ermişim, her şey yerindeymiş, topluca şarkı söylemeye hazırmış gibi bir duyguya kapılırım. Makine çalışmaya hazır. Onu devinim durumunda bile düşünebilirim hatta, canlı, inanılmaz bir yenilikte. Bir şey dah var! Küçük bir engel, bir kum tanesi, gittikçe küçülen ama hiç yok olmayan. Ne demeli, ne yapmalı, bilmiyorum. Orkestranın çarkları arasında sıkışmış ve kendisi yok oluncaya kadar onun sesine engel olan bir gözyaşı damlası gibi gelir bana bu engel. Ve geriye kalan bütün yaşamın ruhumdaki bu damlayı yok etmeye yetmeyeceği gibi dayanılmaz bir duygu var içimde. Ve beni diri diri yakacak olsalar, enson teslim olanın bu inatçı an olacağı hiç çıkmaz aklımdan.
Kim yardım edebilir? Birinde, daha gemideyken, bir temmuz öğlesinde tek başıma buldum kendimi bir adada, bitkin güneşin altında. Güzel bir meltem tatlı düşünceler getiriyordu aklıma; derken, ince ve diri ceylan vücudunun çizgilerini belli eden saydam bir entari giymiş bir genç kadınla onun gözlerinin içine bakan sessiz bir adam gelip oturdular biraz ötemde. Anlamıyordum konuştukları dili. Kadın, Jim diyordu adama. Hiçbir ağırlık yoktu ama sözlerinde ve gözlerini körleştirmişti kımıltısız ve birbirine karışmış bakışları. Hep onları düşünürüm: Çünkü bir tek onlarda rastlamadım ömrüm boyunca herkeste gördüğüm o yırtıcı, o ürkek bakışa. Bu, onları kurt sürüsüne ya da kuzu sürüsüne sokan bakışı. Adanın, o dışına çıkar çıkmaz unutulan, o hep rastlantıyla keşfedilen küçük kiliselerden birinde tekrar gördüm onları aynı gün. Hep aynı mesafeyi korudular yürürken, birbirlerine yaklaşıp öpüştüler sonra. Buğulu bir görüntü oldu kadın, kayboldu, zaten ufacıktı. Biliyorlar mıydı acaba dünyanın ağırlığından kurtulmuş olduklarını?
Gitmeyelim artık. Denize eğilmiş bir çam biliyorum. Öğleyin, yaşamımız gibi ölçülü bir gölge sunar yorgun gövdeye ve akşamleyin, tuhaf bir şarkı tutturur rüzgâr pürenlerin arasından geçerken, yeniden deri ve dudak olmaya başlar başlamaz ölümü yürürlükten kaldıran ruhlar gibi. Bu ağacın altında sabahlamıştım bir zamanlar. taşocağından yeni yonyulmuşcasına yepyeniydim şafakta.
Ah, bari böyle yaşayabilmeli insan! Önemli değil.
Londra, 5 Haziran 1932
Yorgo Seferis