Şairlik alınyazısıdır, kaçamazsın.

-Neden şiir?

Tembel işi olduğu için. Çünkü yazarsın beş satır, on satır, en fazla onbeş satır. Temize çekersin, bir daha temize çekersin, bir daha temize çekersin, son şeklini alıncaya kadar. Yaz-boz tahtası gibi üzerinde uğraşırsın, son şeklini aldığı zaman “oh” dersin. Düz yazı yazsan beş-on kere temize çekilir mi onbeş sayfa, çekilmez! Sonra esin derler, esin geliş şekli şiir halinde oluyor. Düzyazı olarak yazsam o şiirdeki güzellik olmuyor. Zaten, yazdığım şeyin kendimce beğenilmesi, en önemlisi budur. Yoksa atarım çöpe. Bir de şunu söyleyebilirim. İnsanın başına türlü türlü şanssızlıklar gelebilir, etki altında kalır. Bu etkiden kurtulmanın çaresi şair için ne olabilir? Oturur bir şiir yazarsın, şiir biter, bakarsın hafiflemişsin. Ondan sonra oh,r ahat uyursun. Sabah uyanırsın o yazdığın şiiri büyük bir merakla okursun, bir de bakarsın ki şiire benzemiyor, kaldırır atarsın. Önemli olan onu yazmaktır. Deşarj olursun. Bu da şiirin tedavi işlevidir.

-Neden mahlas?

Ben yazmaya başladığımda,onsekiz yaşlarındaydım. Gazeteye verince kendi ismimle verseydim, evdekiler “Ne boş şeylerle uğraşıyorsun” diye kafa ütüleyeceklerdi, ondan kendimi kurtarmak için Zahrad diye bir isim uydurdum. Gün geldi, kendi ismim unutuldu, Zahrad tanındı.

-Sizin şiiriniz üzerine yazanlar, konuşanlar hep bir iyimserlikten bahsediyorlar. Bunun, ölüm fikrine çok yakın yaşamış olmanızla bir ilgisi var mı? Babanızın verem olmasından dolayı sizin de verem olacağınız korkusunun hayatınızdaki yeriyle mi ilgili bu?

Gayet tabii. İlk gençlik yıllarımda, veremin kalıtımla babadan geçtiğine inanılırdı. Etrafımdakiler “Zavallı çocuk, genç ölmeye mahkûm” diye düşünürlerdi ve acırlardı. Ben bunu hissederdim. Kendi karakterimin yoğrulmasında bu duyguların da rolü olmuştur. Bu bana hem hüzün vermiştir hem de buna karşı bir reaksiyon göstermek durumunda kaldım. O reaksiyon da bir hoşgörü olarak ortaya çıktı ve zamanla bu iyimserlik şiirimde esas bir öğe oldu. Hatta biliyorsun Ermenice yazıyorum ve Ermeniler nezdinde çok önemli yazarlar kendi makalelerinde şiirimi ele almışlardır. Bunların en meşhurlarından biri olan Hrant Matevosyan’ın (Ermeni Yazarlar Birliği’nin başkanıydı, Yerevan’dan) bir sözü var; diyor ki “Zahrad ilk olarak Ermeni şiirine gülümsemeyi getirdi.” Bu demek oluyor ki, o zamana kadar Ermeni şiirinde gülümseme diye bir hafiflik yokmuş.

-Son seksen yıl dışında İstanbul hep Ermeni edebiyatının kalbinin attığı bir yer oldu. Siz de bu mirası taşıyanlardansınız. Sizin şiir yazmaya başladığınız yıllarda nasıl bir ortam vardı?

Ben şairin müstakil olmasından yanayım. Ancak, dönemin estetik anlayışına karşı kürek çekmenin faydası yok. Benim ilk yazıya başladığım yıllardaki on-onbeş şiirim klasik tarzda yazılmıştır. O şekilde yazmakta da ustaydım. Sonra o formu bıraktığımda bunu beceremediğimden değil, günün modasına uymak için bu şekilde yazmaya başladım. Moda deyince, etek kısa olur, uzun olur, saç yandan mı ayrılır, ortadan mı ayrılır gibi bir moda anlayışından bahsetmiyorum. Edebiyata bakış açısından, estetik bakımdan diyorum. Klasik olan şeyler vardır elbette, ama ben çoğunlukla yeni olana bakıyorum. Türkiye’de Orhan Veli’yle gelen Garip Akımı filizlenmişti ve kabul görmüştü. Melih Cevdet, Oktay Rifat gibi yazarlar…O zaman henüz Nâzım Hikmet’i okuyamazdık. Sonra belli oldu ki, o da bu estetiğin, bu yolun yolcusu. Şimdi Nâzım’ı serbestçe okuyoruz ve ne kadar büyük bir şair olduğunu anlayabiliyoruz.

Ermeni şiirine gelince… Bizde de bir-iki gönüllü genç şair, yeni bir akımın öncüsü oldular. Bunlardan biri Garbis Cancikyan’dı diğeri de Haygazun Kalustyan’dı. Bunlarla hemfikir başka şairler de vardı. Cancikyan ile Kalustyan gayet samimi arkadaştılar. 1943’te Balkıs adlı bir kitapçık yayımladılar. İlk başta Cancikyan manifestoyu andıran bir yazı yazmıştı. Yeni şiiri belirledi o yazı. Orhan Veli’nin koyduğu prensiplerdi aşağı yukarı bunlar.  Şairanelikten kaçıyordu. Lüzumsuz kelimelerden kaçınıyordu. Vezin ve kafiyeyi unutmuştu. Ben de o şekilde yazmaya heveslendim. İlk başta bu yazdıklarımın şiir olmadığını,bunları yazanların da neredeyse deli olduğunu iddia eden bir kitleyle karşılaştım (İstanbul’daki Ermeniler). Yine de İstanbul’daki Ermeni yazarlardan ve bilhassa otorite olarak görülen yazarlardan kabul gördü şiirlerim. Bunlar beni devam etmeye yüreklendirdi.

-Siz Ermenice yazarak tüm dünyadaki Ermenilere ulaşabiliyorsunuz. Filipinler’den Amerika’ya dünyanın pek çok yerinde şiirlerinizle tanınıyorsunuz ama kendi yaşadığınız ülkede çok daha az biliniyorsunuz…

Şairin az kişi tarafından okunur bir dilde yazması o şair için büyük bir bahtsızlıktır. Şair kendi ana dilinde yazmalı. Hatta derler ki kendi dua ettiği dilde yazmalı, başka şansım yok. Onun için biz Ermeni şairleri kendimizi tanıtmak için iyi çevirmenlere ihtiyacımız var. Benim şiirlerim parça parça yirmi iki dile çevrilmiştir. Bunları çevirenlerin bir kısmı Ermeniceden çevirmişler, bir kısmı da ikinci bir dilden yani Rusçadan ya da İngilizceden başka dile çevirmişlerdir. İngilizceye çevrilmiş iki kitabım var. Can Yücel de İngilizcesi üzerinden çevirdi bir şiirimi, Türkçeyi onun kadar iyi kullanan az gördüm.

-Tıp fakültesini bıraktıktan sonra çeşitli işlerde çalıştınız, kemer imalatı, kravat ticareti, musluk ve zincir imalatı gibi farklı işlerle uğraştınız. Şairlik ise hep bunların yanı sıra devam eden bir uğraşı oldu…

Şairlik alınyazısıdır, kaçamazsın. Bazen işten kaçar ve kendimi şiire kaptırırdım. Böyle işten çalınan zamanlarda yazdığım şiirler çoğunlukla başarılı olurdu. Onu yapmasaydım, şiiri çoktan bırakmış olurdum. Yirmi seneye yakın bir zamandır emekliyim. Şiir de olmasaydı, hayatımın hiçbir anlamı kalmayacaktı. Bilakis zamanla şiirlerim daha fazla sevildi ve tanındı. Ben de daha fazla sevildim ve daha fazla tanındım.

-Yücel Kayıran, Birikim dergisinde yayımlanan bir makalesinde şiirinizde modern ulus-devlet tarihinin yer almadığını, bu anlamda tarih dışı olduğunu söylüyor. Doğru mu bu? Sizin şiirinizde Türkiye tarihi yok mu?

Tamamen angaje mi olmam gerekiyor? Yollarımız kesişmez.

-Burası sonuçta yaşadığınız ülke, niye kesişmez?

Niye kesişsin? Bir beklentim olmadığı için kesişmez.

-O halde Kayıran’ın söylediği doğru…

Bu enteresan bir konu, düşüneyim… Ben kendi yolumda gidiyorum…

-Siz neredeyse Cumhuriyet ile yaşıtsınız. Cumhuriyet tarihinin tanığısınız. Yaşadığınız ülkenin tarihinin size etkisi olmadı mı?

Yok demeyeceğim ama var da demeyeceğim. Anlatabildim mi?

-Hayır anlamadım.

Şiirlerimde bir etki pek göremezsin. Kişisel olarak etkilenirim ama şiirlerim etkilenmemiştir.

-Nasıl açıklıyorsunuz bunu?

İnsan şiir yazarken her hissettiğini kâğıda dökmez. İnsanda bir kontrol vardır. Bilhassa sanat eseri ortaya çıkaran biri için o kontrol şarttır. Ben şiirin sırf edebiyat ürünü olarak değil, bir sanat eseri olarak ele alınması taraftarıyım. Ve sanat eserinde de ufak aksaklıklar bütünü bozar. O kontrol sayesinde şiire bir nutuk kuruluğu vermemeye çalıştım. Bazı şeyleri benzetmeyle geçiştiririm. Şairin görevi muhakkak ki dünyayı güzelliklerle donatmaktır.

Şair dediğin kendi duygularını anlatmaz ancak yazar. Kendi duygularını hemen kaleme almaz, bekler. Olgunlaşmasını ve bir düşünceye evrilmesini bekler. Benimsemesini bilir. Ve benimsediğini sırası geldiğinde anlatmasını bekler veya hiç anlatmaz.

-O halde sizin şairiniz, pek de yaşadıklarını yansıtmayan daha çok yaşadıkları üzerine uzun uzun düşünen ama az yazan biri midir?

Öyledir. Laf ustasıdır.

-Şiirinizi okuyan yabancı okurlar, sizin şiirlerinizde yaşadığınız yere ve kimliğe ilişkin kimi etkiler görüyorlar…

Şiiri benim anladığım gibi, iyidir diye düşündüğüm şekilde yazıyorum; onun analizini yapmak okuyanlara düşer. Demek ki onlar benim şiirlerimde kimliğimi buluyor, ne olduğumu şiirlerimden anlıyorlar. Bunların galiba hepsi psikolog, felsefeci… Psikanaliz yapar gibi inceliyorlar kimbilir! Ben neysem oyum, arzu ettiğim gibi yazıyorum.

-Zahrad’ın yaşadığı yerin, yani İstanbul’un kendisi için önemi ne?

İstanbul’da doğmuşum. İstanbul’dan başka yerde de yaşamak istemiyorum. Ben İstanbul çocuğuyum. Derin bağlarla bağlıyım İstanbul’a. İstanbul’un bana verdikleri çoktur.

-Ne verdi?

Hayatı vermiştir bir kere.

-Nasıl bir hayat?

Tatlı bir hayat. Diyeceksin ki hiç sıkıntı yaşamadınız mı; sıkıntıları karşılayacak kadar terbiye edilmiş bir ruh halim vardı.

-Bu terbiyeyi neye borçlusunuz?

Kendi felseme borçluyum.

-Nedir o?

Ben kaçmaya bakıyorum, sen daha soruyorsun… Felsefemi şiirlerimde bariz olarak görebilirsiniz… Tamam mı?

-Peki. Ermenice edebiyatın bundan sonrasını nasıl görüyorsunuz?

Önümüzdeki dönem umutsuzluk dönemi. Biz kendi tarzımızı kendimiz yarattık ve yepyeni bir akımın öncüleri olduk. Ama Ermeniceye karşı ilgi çok azaldı. Ermenice yazanlar da yavaş yavaş kayboluyor. Aynı şey İstanbul Ermenileri için de geçerli.

-Türkiyeli şairler ne kadar farkına vardı İstanbul’daki Ermeni şiirinin?

Türkiye’de şairler pıtrak gibi. Yüzlerce. Onların arasında herhangi birinin Ermeni şiirine dikkatini çevirmesi zor. Benim hakkımda aşağı yukarı on, on beş tane eleştiri çıktı Türkçe. Bazıları gayet iltifatkar. “Zahrad’ın şiirleri okunmaz, içilir” diyor Pakize Barışta. Ankara Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenci geldi “Garip Akımının iki temsilcisi: Orhan Veli ve Zareh Yaldızcıyan” başlıklı bir tez hazırladı ve kabul edildi.

-Türkiyeli okur, İstanbul’da bir Ermeni şiiri olduğunun farkında mı?

Hayır değil.

Kaynak: nabukednazar

Bir yanıt yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.