Kabuk

Ah, bütün kalbimle öyle hissediyorum,
Öyle ümit ediyorum ki,
Ölümün kendisi geldiğinde,
Ölümün bu her günkü ağırlığı,
Her günkü hükümranlığı
Sıyrılıp düşecek, a ruhum,
A kuzum, a beyaz farem,
Sözümüzün, sazımızın,
Şenliğimizin üzerinden,
İyileşmiş bir yaranın
Kabuğu gibi.

Ve içimizde açtığı yaranın yüzü,
Yaranın gülümseyen yüzü,
Yaranın sarhoşluk veren ışıltısı,
Oyunlarımıza delilik katan,
Çocukluk katan ışıltısı,
Yaranın soru soran,
Konuşan ışıltısı,
Düşünen, tasarlayan
Ve yaratan ışıltısı,
Yarayı yara yapan ışıltısı
İnsanı insan Yapan’ın
Işıltısına karışacak,
Denize ulaşan bir derecik gibi.

Cahit Koytak

ağır kesik

yanan kibritin
boynunu bükmesi bir tükenişti
…gördüm.

o büyük suskuyla düştü
korunaksız balkonlardan ömrüm.

camın kenarından
girdi içeriye o karanlık.

or’dan düştü bu serçe,
bu suç…

kendini tellerinden kanatan
bir kemanın sesiyle
kalbimdeki çatlağı büyüterek
nasıl da geçiyor zaman.

ki et ve kan
hoşnutluğu değil tenimde yatan
öyle bakma, çok eski sevdim.

sondan başladık söz’e
şimdi başa dönelim.

her ne varsa yalan…

bir yılan sayıklar
kendileriyle bu rüyâda,
tüm yalanları kadınlar
çiçek kılığında saklar.

bur’da uzak
“gözlerini kısıp ardından bakmak-“
-la başlar… yol uzar

çünkü sabır,
boşluğa ipek tellerle yaslanır
diye…söz,
dirimin ölüme kınsız yasıdır.

hayat! ölü biri gibi uzuyor gövden
irinler, siyahlar akıyor
uykusu ağır kesiklerinden
kendini tekrar ederse
aynalarda suretler
şehirlerin arka yüzlerinde
iç çekişini saklar gölgeler.

her şeyi ben inkâr ettim râvî
artık ters çevirme kum saatini.

yol gitmeye meyillidir,
belli bir
vakti yoktur akıp gitmenin
ne gündüzdür
ne de gece…

mesafelere yol taşıyorum işte
uzak yakına gelebilsin diye

diye…

Beşir Sevim

Bir Günün Dökümü

1.saat

otur dizimin dibine ıssızlık tanrısı
ben sana yarım kalmış aşklardan bahsedeyim
sen bana yaratamadığın güzelliklerden bahset

otur dizimin dibine ıssızlık tanrısı
gözyaşın var mı senin, varsa dök de git

*

2.saat

severim yarıgeceleri
yarıgeceler suskundur, konuşkandır yerinde
hüzünler yağdırır hüzünler yağdırır hüzünler yağdırır
derinlerden hissetmesini bilenlerin üstüne

*

3.saat

bünyamin, nerde senin belâ çiçeğin
sen onsuz yaşayamazsın, düşük kalır sol omzun
içine yağan karın haddi hesabı olmaz
giremezsin bir şiire ferahfeza giremezsin
kurtlar basar ormanını, boynundan devrilirsin

bünyamin, nerde senin belâ çiçeğin

*

4.saat

taş yerinde ağırdır
onu bilirim

her yerde ağırdır aşk
onu da

*

5.saat

bir damlasısın sen yaşamak ırmağının
yaşamak ırmağının diyorum anlıyor musun?

*

6.saat

tek yıldız yok gecenin sonsuzluğunda
dışarda çıt yok
kalbim dayanamaz bunlara
üstelik uykum kaçmış
can çekişen aşklara kaçmış
ağır bir yenilginin dumanı üstünde sıcaklığına
allah yorulmaz demeyin, allahın yorgunluğuna kaçmış

ben senin sözcüklerden arınmış aykırılığına kaçmışım

*

7.saat

ağlayacağım
başka çarem yok
dostlarımın beni birer ikişer terk etmesi var
ağlayacağım

ağladığımı sonbahar ağaçlarına anlatacağım

*

8.saat

kimi güzellikleri savsaklasam da
iyi kötü yaşadım işte yaşıyorum
kazık atmadım kimseye
harama uçkur çözmedim
didiştim dövüştüm seviştim

en çok kendi karanlığımla öpüştüm

*

9.saat

gece
fokur fokur kaynayan bir cehennemdi
gözlerimi kapatsam gövdemin üstünde binlerce zebani

*

10.saat

ey acı, beni bekle
sana yaz yağmurlarından selâm getireceğim
çocukluğumun akide şekerlerinin ayartıcı kokusunu
leblebi tozlarını ve panayır şenliklerini
sana guguk kuşlarının ötüşlerini

ey acı, beni bekle
beklemezsen söker atarım kalbimi

*

11.saat

senin ömrün:
yağsa bir türlü yağmasa bir türlü bir uzun yağmur
devlet ricâli tarafından soldurulmuştur

*

12.saat

gidersin, giderken dağları da sürüklersin ardından
kelimelerin gücünü de götürürsün, güçsüzlüğünü de eli böğründe kalmaların)
ben anlarım ya, başka kimseler anlamasa olmaz mı

ben anlarım ya, başka kimseler anlamasa olmaz mı
senin ayrılıklardan ziyade kavuşmalarda yandığını

*

13.saat

ben bu kadar üşümezdim
ölümden ve şiirden düşmeseydim hayat’a
hayat beni mukayese etmeseydi yolların
yolların telâşıyla
ben bu kadar üşümezdim

*

14.saat

saklandığın yerden sen kolay kolay çıkmazsın
kelebekleri sıkmazsın parmaklarının arasında
terörle mücadele şubesi’nin önünde ağlak ağlak oturmazsın
aman sevgilim, yaman sevgilim, zaman sevgilim
-takla attırıyorum bak kelimelere-
armut dersem çık, elma dersem çıkma!

*

15.saat

ne vakit havalandırmaya kalksam odamı
bir serçe sürüsü içeri hurraaa
bir söyleşiye koyuluyoruz ki canıma minnet:
karl marks’ın öğretisini konuşuyoruz
muhammed ali cinnah’ı, deniz gezmiş’i
sevişmesi bir cehennem kadınları da
elitist erkekler cumhuriyeti’ni unutmuyoruz
kralları ve dalkavukları, dolayısıyla

dolup dolup taşıyoruz, gülten akın’ın mısralarıyla

*

16.saat

aşk:
o ne mümkünsüz diyar!
içi de, dışı da, yaz’ı da, kış’ı da
kapanına kıstırdığını yakar

*

17.saat

jean paul sartre ne demiş:
“çiçek çiçekliğini kendi oluşturmaz
insan insanlığını kendi oluşturur”

jean paul sartre, demiş de ahmaklar dünyasında
iyi halt etmiş

*

18.saat

her eşitlik bir özdeşliktir ama
her özdeşlik bir eşitlik değildir
ben sana özdeş olayım
razıyım buna da

*

19.saat

internetten hazzetmez de, ne etsin ahmet erhan
tutmuş bir e-posta göndermiş geçende
şöyle yazmış irikıyım bir incelikle:
(başka bir şeycik de yazmamış zaten)
“bünyamin, doğru kardeşim benim”

gözlerine perde inmiş: ben imalât hatasıyım
ah ahmet erhan, yanlış kardeşim benim!

*

20.saat

hep söylerim de kim dinler beni:
bu dünya, aşk mekânı değildir dostlar

çenemi tutsam biraz iyi olacak:
-babam, doğum günümde ölmüştü benim-
ibret-i âlem için göreceksiniz
beni doğum günümde vuracaklar

*

21.saat

bir bok gelirmiş gibi sanki elimden
dert küpü kesildim başkalarının
kendi söküğümü dikemem oysa

iki kadeh rakıyı bir kenara bırakın
sevdaya tutulmuşsam bir damla su içemem

*

22.saat

muhayyilem bitpazarı örneği
üçüncü cihan harbi saçım-sakalım
tırnaklarım uzadıkça uzuyor

benden adam olmayacak, anladım
can bu tenden çıkmadıkça

*

23.saat

çiçekçi bir çingene kızının söylediği türküden
düzelecektir dünya

düzelecektir düzelmesine
ben göremem ya!

*

24.saat

sevgilim, ölmek istiyorum, ört beni
söylencesel “otuz kuş”un kanat çırpışlarıyla.

bünyamin durali

Biraz Bahar Gerekiyor Allahım

biraz bahar gerekiyor allahım ben hiç iyi değilim
biraz çağla birkaç erguvan gerekiyor
ahmet hamdi tanpınar biraz da zarifoğlunun geç dönemleri
sağcılık gerekiyor biraz, biraz isyan, biraz unutuş

hem toz olurum istesem hem korkarım gitmekten
karakoncolos bahtım şikayetçidir benden
yordum seni ey yeşil gözlü şair ama gene de korudum
seni koruyunca ben baharı kaybettim

ben baharı kaybettim
benimle birlikte başladı gocuk giyme modası
anlamadım sere serpe anlamadım nasıl sevilir
anlamadım yaşamak nasıl böyle kuzguni
uzun etekler balıkçı yakalar elhasıl kış mevsimi
bu yüzden anlamadım bürümcük nedir
ama şimdi bahar gerekiyor allahım ben hiç iyi değilim
bahar gelince saatlerin ileri alınması gerekiyor
sahilde ellerinden tutulması gerekiyor çok uzun saçlı çok esmer kızların

şırfıntı, sırnaşık bir şeydir bahar belki bilmezsiniz
patronların ağzında bir şakaya dönüşür
bahar en çok içimizin devasa yoksulluğuna yaraşır
ütüsüz pantolonlarımıza, üstten açık iki düğmemize
biber kızartan annemize, iş işleyen kardeşimize

ben bu şiiri bu baharda bitirirsem bahse girerim
bir mavisine bir de gazozuna bahse girerim
sigarayı bırakırım sekiz saat uyumaya başlarım

ben bu şiiri bu baharda bitirirsem dilim çözülür zihnim açılır
hem bahar gelsin diye ihanet ettim musaya
bunun için atıldım senatodan, balıklı havuzlara altın saçtım
el hakü müttekasürü ezberledim hallaçla asılmadan hemen önce
biraz bahar gerekiyor diye başlayan bir şiir yazdım

galiba ben hiç iyi değilim

ismail kılıçarslan

Son taşı günahı olmayan atsın Azize

Bir Gün Azize’ye
“Gel kaybolalım… Kaybolalım ve bizi bulamasınlar!… Kaçarak ve saklanarak değil; ortaya çıkarak gayb olalım!” dedim.

Ama Azize kaybetmeyi seçti. Elindeki her şeyimi kaybetti Sonra da ellerini…

Öyle çok aradım ki onu. Ülkemde çocuklar büyürken… Azize yanında hayatımı da alıp gitmişti.. Şimdi karşımıza haya/t değil tecavüzler çıkıyor.

1)

Cehennem ateşleri Pozantı’yla tutuşturulurken
Azize’nin yolu cennetten geçsin diye oturdum bir kızla büyüdüm!
Annesiyle büyüyen kızların saçlarına ay yaşlar basarmış!
Babasız büyüyen kızlarınkine ise ayyaşlar…

Büyüyünce gözlerini gözlerime bir düğme diye dikip
“Nereye gideyim baba” diye sordu bir gün

“Sen hayata aitsin
Git, istediğin yere git kızım
Git hayatı çalınmışlara…
Yaşa, sev, çoluk çocuğa karış
Benim bilmediğim bir yerde de öl!
Sen bana değil hayata aitsin çünkü…”

diye
yırttım verdim gözlerimi ellerine!

Azize…
Senin yırtılışını sakladım.
Bir yaprak koydum önüne resmin diye…
Solacak ve düşecekse de kendi dibine düşer en azından…

Plastik aşklar dünyasında yapraklar yapmadır.
Bulaşmasın insan eli değmiş hiç bir kalbe diye
-O kadar yapma demiştim halbuki.
… sana, o kadar!-

Şimdi sana benzeyen bu kıza verdim gözlerimi.
Artık kimin sen olmadığını bile bilemeyeceğim Azize…

2)

Ah Azize, senden sonra kimin hayatına eşlik edebilirim ki?
Konak’ta mumlu bardaklar sattığım ellerime ağlayan bir köre
hayatı sordum:
“Hayata bakılmaz, ellerinle tutamazsın”
“Gözlerinle göremezsin
Bırak herşeyi
Bırak
Sadece derin bir nefes al
Tarihe ilerle” dedi.

Ah, insanın gerçek tarihi yaşanmamış olanmış Azize
“Unutursan intikam olur, hatırla” dedi “hep!”
“Hatırla…
Hatırlamak öldürür” dedim.

Bunca hatıra bir silaha dönmüşken
Ah Azize…
Tetiği olduğum bir topallayışla iniyorum şimdi unutuşlar mahzenine…

Her yer karanlık!
Herkes karanlık!

Kaç el sıkıp da kafama ölmediğimi bilirim
Ölmüyorsa bir insanın içinde diğer insan
Ölsen de içinde bir can hala nefes alırmış,
İçime seni çekerken burun deliklerimi çatlatırcasına
Dışıma da öyle veriyorum kendimi ciğerlerimi kusarcasına…

3)

Bir zihin yerinden kalkmadan beden nereye gidebilir?
“Hicret et” diyorsun Azize!
Götürebildiğim sadece bedenim
“Geride kalan aklıma sen sahip çık Allah’ım”
Bunca mültecinin ortasında
Karısını özleyen bir Afrikalıya yüzünü soruyorum.
-“Dünyanın en güzel siyahı” diyor…

Utanıyorum tüm beyazlardan…
Devletlerden
ve
ellerimden…

Kumkapı-Kurtuluş arasındaki esnaf lokantalarında ömrümüzü veriyorlar tabakta
Polislerin Travestilerin ve Mültecilerin arasında Azize
Oturup ömrümüzü yiyoruz.

Şimdi ezanları okunan bir İstanbul’dan Şam’a kadar koşup
Bütün zindanlardaki erkek çocukların annelerine
Kocalarınıza kiraladığınız aklınızı
başınıza alın çocuklarınızı ve kesin saçlarınızı
ve toplayın şehirlerin ortasında
Yakın!
Babalar da bıyıklarıyla beslesin ateşleri!

Bu taşeron İstanbul cehennemine odun olan Anadolu!
Sen dağılmadan dağılmayacak kalbimin Rabbi…
Rabbim yanıyor şantiyelerde,

Allah’ım Allah’ım sana inandıkça her yer çil çil cami
Her yer kimsesiz gariban ve burası mı sana kılınan secdeler?
Al alnımı geri…
Taşıyamam!

Secde özgürlerin işidir…
Köleler secde etmez; isyan eder!
Şimdi yeryüzünde okunan tüm ezanlar Allah’a çekilmiş kılıçtır!
Bize şehirleri tutacak elçiler değil, bize şehirleri yakacak Peygamberler gönder!

4)

Ah, şaşkın Azizem benim.
arkandan Seâli ateşleri yaktım
Ahali önünde günahını gömdüm haykırarak

Peki beni şimdi kim affedecek?
Öyleyse ilk taşı sen…
Son taşı ise günahı olmayan atsın Azize !

Kayıpkentli…
Kıztaşı-Fatih

ne tuhaf değil mi

kimse önünü görmüyor.
ne tuhaf değil mi?

herkes gittiği yeri birbirine soruyor.

insan inanmak istemiyor.

herkes birbirinden şüpheleniyor
ve hayretle birbirinin yüzüne bakıyor.

biliyorsun, hayatta her şey gizlidir,
her hadise bir sırdır.

malum, her insanın altında başka bir insan yatıyor.

başka ne olabiliriz?

nasıl yaşayabiliriz?

herkes bunu soruyor, kendi kendine konuşuyor.

herkes kendinden korkuyor,
ben de kendimden korkuyorum

Sevim Burak

Karagün Dostu

biliyorum
matarada su
torbada ekmek
ve kemerde kurşun değil şiir
ama yine de
matarasında su
torbasında ekmek
ve kemerinde kurşun kalmamışları
ayakta tutabilir

biliyorum
şiirle şarkıyla olacak iş değil bu
dalda narı
tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusu
ama yine de
dişler arasında bıçak gibi parlar kavgada
şiirin doğrultusu

göz gözü görmez olmuş
tek bir ışık bile yok
yürek bir yaralı şahindir
döner boşlukta

belki bir şiir
belki bir şiir kırıntısı
çalar kapımızı umutsuz karanlıkta
yoklar yüreğimizi
iğilir yaramıza
dağıtır korkumuzu

ve karşı tepelerden
gürül gürül bir kalk borusu

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Bu Çıkmazda

Ağzını kokluyorlar.
Seni seviyorum demiş olmayasın sakın.
Canını kokluyorlar.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Yolları kesip,
aşkı kamçılıyorlar
yol boylarında.

Aşkı zulalamak en iyisi…

Bu çarpık çıkmazda, bu uğunduran soğukta
kürek kürek şiirlerle, şarkılarla
besliyorlar kendi ateşlerini.
Farklı düşünmeyi aklından bile geçirme.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Gecenin bir yarısı kapıyı çalan
ışığı öldürmeye geliyor.
Işığı zulalamak en iyisi…

Ellerinde kanlı satır ve sopalarla
köşe başlarını tutmuş kasaplar.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Dudaklardan gülmeleri kazıyorlar,
ağızlardan şarkıları.
Neşeyi zulalamak en iyisi…

Zambakların ve leylakların ateşinde
kanaryaları közlüyorlar.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Cenazemizde şölen yapıyor Şeytan,
kendinden geçmiş, zaferine kadeh kaldırıyor.

Tanrıyı zulalamak en iyisi…

Ahmed Şamlu

Her Zaman Böyle Olmayabilir (it may not always be so)

her zaman böyle olmayabilir sevgilim; ve ben
diyorum ki, eğer o meftun olduğum dudakların
dokunursa bir başkasınınkine ve o sevgili güçlü parmakların iyice
kavrarsa bir başkasının yüreğini, benimkine yaptığı gibi kısa bir süre önce,
eğer bir başkasının yüzüne dökülürse o ibrişim saçların
benim de çok iyi bildiğim bir sessizlikte ya da
senin o insanı uğunduran sözlerin arasında
beni cansız bir ruh gibi naçar bıraktığında olduğu gibi;

eğer bu olursa, diyorum canım benim, eğer bu olursa
işte o an hiç durma, küçücük bir sözcük gönder bana
beni ona götürebilecek, ellerini sıkıp,
tüm iyi dileklerimi kabul et, diyebileceğim bir sözcük.
Ancak o zaman yüzümü öteye dönerim ve çok uzaklardan
kayıp ülkelerde şakıyan bir kuşun korkunç şarkısı duyulur

e. e. cummings

Şiir ve Ahmaklar

Şiirin ahmaklar için sıkı sıkıya kapalı bir kapısı vardır, ama masumlar için sonuna kadar açıktır aynı kapı. Anahtarlı ya da kilitli bir kapı değildir bu, ama öyle bir yapısı vardır ki, ahmak ne kadar zorlarsa zorlasın giremez içeri; masumunsa yalnızca görünmesi yeter, sonuna kadar açılıverir bu kapı. Ahmaklığa masumiyet kadar karşıt düşen bir şey daha yoktur. Ahmakın karakteristik özelliği, yerleşik erk düzeninde yerini alıp kendi nüfuzunu kullanmaya sistematik olarak arzulu olmasıdır. Masum ise, farklı olarak, böylesi bir nüfuzu kullanmayı reddeder, çünkü o güç herkese aittir.

Elbette en üst düzey şiirsel tavır olan masumiyetin potansiyel sahibi halktır. Halkın içerisinde ise, iktidarın baskısını bir acı olarak hissedenlerdir. Masum, bilincinde olsun ya da olmasın, (en başta aşk olmak üzere) bir değerler dünyasında hareket eder; ahmak ise yegâne değerin nüfuzun kullanılmasıyla elde edildiği bir dünyada hareket eder.

Ahmaklar gücü otoritenin herhangi bir formunda ararlar: Öncelikle parada, sonra hükümetin en üst merciinden bürokratların en mikroskobik ama çürümüş ve kötücül nüfuzuna kadar, kilisenin nüfuzundan basının nüfuzuna kadar, bankerlerin nüfuzundan kanun koyucuların nüfuzuna kadar tüm devlet kurumlarında ararlar. Bütün bu iktidar odakları şiire karşı örgütlenmişlerdir.

Şiir özgürlük demek olduğu için, otantik insanın, kendini gerçekleştirmek isteyen insanın onaylanması demek olduğu için kuşkusuz ahmaklar nazarında hatırı sayılır bir prestiji vardır. Kendi kurdukları bu yapay ve tahrif edilmiş dünyada ahmaklar lüks nesnelere ihtiyaç duyarlar: Ambalajlara, bir sürü ıvır zıvıra, mücevherata ve bunlara benzer bir şekilde şiire ihtiyaç duyarlar. Onların kullandıkları bu şiirde, söz ve imge dekoratif ögelere dönüşür ve bu halleriyle şiirin kendine has akkorluğundan gelen asli gücünü kırarlar. Böylece ortaya şu “resmi şiir” denen şey çıkar; allı pullu bir şiir, dokununca tınlayan tıntın bir şiir.

Şiir, kendi içinde, insanı harekete geçiren şey olduğunun açıkça onaylanması ihtiyacından başka bir şey değildir. Evcilleştirilmiş kalabalıklara rehberlik etmemesi için yapılan çağrılara karşı çıkar, nüfuzunu kullananlardan olduğu görülenlerin yanında olması için yapılan çağrılara karşı çıkar.

Ahmaklar yapay ve sahte bir dünyada yaşarlar: Öteki insanlar üzerinde tatbik edebildikleri bir nüfuza dayanarak, içi boş şablonlarla ikame ettikleri insanca şeylere özge değirmi gerçekliği reddederler. Muktedirlerin dünyası, anlamdan boşalmış, gerçekliğin dışına düşmüş bir dünyadır. Şair sözde kendisini ifade etmenin bir yolunu aramaz, gerçekliğe katılmanın bir yolunu arar yalnızca. Söze başvurur ama onda sözcüğün kökenindeki o ilk değeri arar; kelimenin yaratıldığı andaki, kelimenin bir gösterge değil de bizzat gerçekliğin bir parçası olduğu andaki o büyüyü arar. Şair söz aracılığıyla gerçekliği ifade etmez, gerçekliğe katılır, onun bir parçası olur.

Şiir kapısının bir anahtarı ya da kilidi yoktur: Kendisini şiire özgü akkorluk haliyle savunur. Yalnızca saflaştırıcı ateşe alışık olanlar, parmakları ateşten tutuşanlar, yani masumlar bu kapıyı açar ve gerçekliğe katılırlar.

Şiir bu dünyanın yalnızca ahmaklar için yaşanılabilir olmaması için çabalar, tüm derdi budur.

Aldo Pellegrini (1903-1973)