Yalnız Adam

Yalnız bir adam tanıdım,
Yüreği pamuktan.
Gönlü harap olmuş yorgunluktan.
Ellerindeydi kalbi,
Tanıyan herkes onu severdi.
Anlattıkları can kulağıyla dinlenirdi.

O nasıl bir hüzündü,o nasıl bir bakış,
Belli ki çok şey görmüş,
Çok şeyler yaşamış.
İşlemiş yüreğinin üzerine sevdasını
Nakış nakış.
Aklı hala son sevdiğindeydi.

Yalnız bir adam tanıdım
Yüreği maviydi,eylüldü gözleri.
Hazan yaprakları gibi buruktu
Dilinden dökülen sözleri.
Bir valize sığdırmıştı dertlerini.
Gökyüzüydü onun her şeyi,
Maviye tutkusu da bu yüzdendi.
Kuşlar gibi
Özgür olmaktı tek dileği.

Yalnız bir adam tanıdım
Unutmak istiyordu elemi,
Yalnız kalmak
Anılardan uzaklaşmaktı isteği.
Gözlerime bakarak şöyle dedi:
Hayatı alma ciddiye
Bu devran böyle gelmiş,böyle gider
Sen sen ol çok bağlanma kimseye.

Yalnız bir adam tanıdım.
Mertti,dürüsttü,
Kocamandı yüreği
Ve;
Her şeye rağmen
Maviydi hayalleri

Figen Yıldırım

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine -2

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir toz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Şuna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca’da Emirgan’da
Kandilli’nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili

Sezai Karakoç

Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair

“Telgrafın tellerini kurşunlamalı’’
Öyle değildi bu türkü bilirim
Bir de içime
-Her istasyonda duran sonra tekrar yürüyen-
Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar dökerek
Bazan gelmesi beklenen bazan ansızın çıkagelen
Haberler bilirim mektuplar bilirim.

Gamdan dağlar kurmalıyım
Kayaları kelimeler olan
Kırk ikindi saymalıyım
Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma saçlarıma
Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından
Baştan ayağa ıslanmalıyım
Gam dağlarına çıkıp naralar atmalıyım.

İçimde kaynayan bir mahşer var
Bu mahşer birde annelerinin kalbinde kaynar
Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde
Ya da çamaşır sererken bahçelerinde
Birden alıverirler kara haberini
Okul dönüşü bir trafik kazasında
Can veren oğullarının.

Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim
Bir dolmuşta yorgun şoförler için bestelenmiş
Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine
Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin
Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan
Ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde
Örneğin Hint Okyanusu gibi derin
İsyanın kapkara sularına dalan.

Nice akşamlar bilirim ki
Karanlığını
Bir millet hastanesinde
Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda
Başını kalorifer borularına gömmüş
Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiplerden
Haber sormaya korkan
Genç kızların yüreğinden almıştır.

Bir de baharlar bilirim
Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği
Anadolu bozkırlarında
İstanbul’dan çıkıp Diyarbekir’e doğru
Tekerleri yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen
Cesur otobüs pencerelerinden
Bilinçsiz bir baş kayması ile görülen
Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında
Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının
Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken
Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen.

Yazlar bilirim memleketime özgü
Yiğit köy delikanlılarının
İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları
Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan
Üstüne cehennem güneşlerde göğermiş mor sinekler konup kalkan
Diğeri kan ter içinde yayla yollarında
Mavzerinin demirini alnına dayamış
Yüreği susuzluktan bunalan
İçinden mahpushane çeşmeleri akan
Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp
Apansız silahına davranan
Nice delikanlıların figüranlık yaptığı
Yazlar bilirim memleketime özgü

Güzler bilirim ülkeme dair
Karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir
Kalakalmış bir kıyıda melül ve tenha
Kalbim gibi
Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri
Titreyen kenar mahalle çocukları
Bir sıcak somun için, yalın kat bir don için
Dökülürler bulvarlara yapraklar gibi.

Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Göğüsleri Çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.

İsyan şiirleri bilirim sonra
Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden
Harfler harp düzeni almıştır mısralarında
Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır
Kimi bir soygun sofrasında ışıklı sofralarda
Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır.

Müslüman yürekler bilirim daha
Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet
Eller bilirim haşin hoyrat mert
Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır
Her kırışığı sorulacak bir hesabı
Her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır.

Bütün bunların üstüne
Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
Adın kurtuluştur ama söylememeliyim
Can kuşum, umudum, canım sevgilim.

Erdem Beyazit

Gülce

Uçurumun kenarındayım Hızır

Ulu dilber kalesinin burcunda

Muhteşem belaya nazır

Topuklarım boşluğun avcunda

Derin yar adımı çağırır

Dikildim parmaklarımın ucunda

Bir gamzelik rüzgâr yetecek

Ha itti beni, ha itecek

Uçurumun kenarındayım Hızır

Civan hazır

Divan hazır

Ferman hazır

Kurban hazır

Uçurumun kenarındayım Hızır

Güzelliğin zulme çaldığı sınır

Başım döner, beynim bulanır

El etmez

Gel etmez

Gülce’m uzaktan dolanır

Uçurumun kenarındayım Hızır

Gülce bir davet

Mecaz değil

Maraz değil

Gülce bir afet

Peri değil

Huri değil

Gülce beyaz sihir

Gülce ölümcül naz

Buram buram zehir

Yar yüzünde infaz

Bir gamzelik rüzgâr yetecek

Ha itti beni, ha itecek

Güzelliğin zulme çaldığı sınır

Uçurumun kenarındayım Hızır

Ben fakir

En hakir

Bin taksir

Ateşten

Kalleşten

Mızrakla gürzden

Dabbetülarz’dan

Deccal’dan, yedi düvelden

Korku nedir bilmeyen ben

Tir tir titriyorum Gülce’den

Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan

Nutkum tutuluyor, ürperiyorum

Saniyeler gözlerimde birer can

Her saniyede bir can veriyorum

Ömer Lütfi Mete

Kır Çiçekleri

Sen ki; bilirsin kır çiçeklerini,
Hangi rüzgar dağıtırsa dağıtsın
Düştükleri yerde yeniden çoğalırlar
Taşlara taşça sorarlar baharı,
Toprağa toprakça.
Koysan sığmazlar saksılara,
Dağların öfkesiyle uyanır,
Yağmurun sevinciyle dağılırlar
Ve birgün;
Güneşin suyu öptüğü zaman
Özgürlük renginde sevgiye açılırlar.
Toprağın ilk su ve güneşi gördüğünden beri
Kaç ihanet gördü kır çiçekleri,
Kaç kurban verdi çığlara
Ne yıllar tükendi, ne de baharlar,
Bitmedi sürüyor o kavgalar
Ve de sürecek;
Yeryüzü sevginin, aşkın yüzü oluncaya kadar
Sen yine de renk renk aç her zaman
Kıyamet kopuncaya kadar kır çiçekleri……

Osman Çift

Faktöriyel

.I.
annem pencereleri sardunyalara bakan bahçeli bir evdi
çocukluğum onu çok sevdi
etine temas eden elleri vardı zamanın
eskiten ve yıllanmış şarap tadı.
vita kutularında büyüyen bir hayaldi
kayboldu metropol yalnızlıklar içinde
hepsi hepsi beyaz badanalı bir özlem…

.II.
halkına tutuklama kararı çıkaran bir ülkenin yaşattığı fay kırıklığı oldu kalbim
üç vakte kadar ölmeli
ve gömülmeli üç vakte kadar avuçlarındaki asfalta.
gözlerimden içine dökülenleri toplayıp, çıkardıklarına matematiksel bir boyut katmalı şimdi
uzamsal bir içsellik…
belki biraz çelişik.

.III.
ve sevdiğim
gökyüzünün kaotik duruşuna bir bakış da biz atmalıyız
ve sevişmeliyiz münir nurettin dinledikten sonra
havadaki tüm profesyonelliğe inat bir o kadar acemi ve bir o kadar asi.
duvarlarda yankılanmalı etine geçen tırnağımın sesi.

.IV.
annem ömrümü dolduran körpe bir masal bûsesiydi
iman ederdi kalbim
ne vakit yanağıma konsa içimdeki putlara tüneyen tüm kuşlar kanatlanırdı.
ve şimdi sevdiğim
kalabalık bir göç sürüsü akınındayım
dönüp dolanıyorlar konmak için başına.

Sema Enci

Öyle Bir Gitmek

a/
gitmeliyim buralardan
bana özgülenmiş soylu bir ata binerek
ardımda bir virgül dahi bırakmaksızın
karışa karışa gitmeliyim toza-dumana
varsınlar kuşatsınlar yollarımı

mataramda dağlarımın ağır gölgesi
ezber ettiğim hatıralar olmalı çıkınımda
babamdan kalan şapkadaki terin kokusu
sonra her yıkılışımda açan o çiçek
varsınlar budasınlar dallarımı

açısız açılımsız bakışlarla çevriliyim
duygusuz omurgasız duruşlar ortasında
dostum stefan zweig, zehirlediler beni
-mış gibi hayatlarla
varsınlar harcasınlar yıllarımı

gördüğüm her yaraya sarılmakla hükümlü
ellerim bedenimden soyutlandıkça
ısındığım soğuduğum ne varsa artık
akmalıyım akarsuların hafızasıyla
varsınlar savursunlar küllerimi
b/
kurtarmazmış öğrendim insanı şiir
bunu sindirerek gitmeliyim aşk’a ve kavgaya

Bünyamin Durali

Cin Masalı

kirpiklerinde kar biriktiren
bir kadın anlattı, ben yazdım.

kırk parçaya bölünmüş bir…
kalp kadar darmadağın
geldi ve bozdu dengesini dünyanın.
o an ikiye bölmüş kendini zaman,
ve acı; bir yılan…

uyanmış ağır uykusundan.

ben râci, aşksız ve dahi imansız bir cin…
yersiz bir karanlık dolanıyor aklıma,
deniz eski bir şey bizim oralarda.
unuttuklarımın tarihini tutuyorum sonra.
ağzımda yalanın tadı,
hiç unutmam…

yerini yadırgayan bir eşya kadar
pişman ve mağlubum yaşananlardan.

kanla başlamam gerekti masala
kara bir şeydi… kırışırdı alnımla
kalplerindeki çatlaktan sızdım onlara.
insan denen şer kavmi
gurbetimde çarptı beni.
şimdi aramızda duran
nasıl bir taşsa
çarpıp gidiyorum uzak’larına.

hem kör hem çolaktım
ebced hesabıyla ‘aşk’
kadar yıl yaşadım.
ipini kaçırdığı uçurtmaların
yasını tutan bir çocuğun aklı
ve demirden dudaklarıyla
öptüm ağızlarını.

sen beni anladın mı
tükenir her şey… anlama boşuna
kışa döner sonra temmuz da.

dilimin dönmediği sözcükler var
boğulduğum denize inanırım ki aşkla…
bundandır ellerim dilimden daha zalim,
kırık bir dizede dirildim.
var git muştucu, tebaa’na söyle

ben ölü değilim!
ben ölü değilim!
ben ölü değilim!

beşir sevim

Manolya

Çengelköylü İlya Çarligis’e
ve Mıgırdiç Margosyan’a

kaçak yolcularısınız sanki hayatın
beklediğiniz hep yanlış durak
işler kesat bir agora indiğiniz
hangi kapıyı çalsanız üç günlük misafir karşılaması
oysa yerleşik sevdalara göredir insan
göğsünüzde kutsanmış bir ülke gibi duran
yüreğiniz kocaman bembeyaz bir manolya
limonlu çay kokusuyla serinletir anıları

miras kalmış acılar eşyaların yüzünde
yüzünüzde kıta kıta ayrılık
din din ayrımcılık perçinlenmiş öfkenizde
yine de bir vaftiz gibi hatırınızda kalan
şaraplı Pazar günlerinin fısıltısı
kendi dilini konuş kendi dinini yaşa
ama hayat kocaman bembeyaz bir manolya
her dilde aynı kokar
ve kapatır kendini her dinin akşamında

hala yağmalanıyorsa yarınlarınız
susmak günah çıkaran bir inanç gibi
anlatmalı kendi öğretisini
değerini bulsun diye bu bin renkli mozaik
geleceği kurtarmalı geçmişi yargılayan
yüreğiniz kocaman bembeyaz bir manolya
düşmanca mı susar dostça mı bakarsınız
gözlerinizin rengine karışamam…

Nilay Özer

ağlayan harfler masalı

adındaki ağlayan harften başlayarak
öpüyorum seni aşk,
dedim ve dilimi verdim kışa,
yüzümü döndüm güneşe başladım son-
ra’nın masalına… dediler
iyi şeyler de vardır hayatta
iyi şeyler de… karın yağması,
yağmurun ıskalamaması gibi iyi şeyler…

dedim iyi şeyler de gelir bazen başımıza.
dediler kalbin tam ortasında unutulacak
ayak izleri olsa da… gün gelir bir rüzgâr
nasılsa gün… gelir bir rüzgâr daha…
bir rüzgâr böylelikle siler izleri
kalp katran… ve taştan yoğrulmamışsa
iyi şeyler de gelir bazen başımıza
dedim yanlış anladı beni herkes sonra.

iyi şeyler de dediler… sustum da susamadım
yalnız dedim, yalnız iki harf var bu masalda
ilki tüm aşkların… dediler, ah akşamların
ortasında ağlıyor mahsur ve mahzun
içimde kalmış dedim ikincisi.

dedi, adımdaki ağlayan harften başlayarak
beni öper misin aşk?
ağır sustum ve uzun… diyemedim
ah aşk…
göz yaşın damlıyor
kalbime… eğil de
gözlerimde biriken harfe bak!

beşir sevim