Olric

Ne zoruma gidiyor biliyor musun Olric? O’na yazdıklarımı O’ndan başka herkes okuyor..

Biliyor musun Olric, benim bir çok dostum var.Görüyorum efendimiz, hepsinin sırtınızda izleri var..

Saat Kaç Olric? Onunla bir ömür olmaya daha çok var Efendimiz!

-Kendi düşen ağlamaz derler Olric, ben neden ağlıyorum .?
– Gidenin arkasından ağlanırmış efendimiz
-Neden giderler Olric?
– Sevdiyseniz giderler efendimiz…
-Dediğime geliyoruz suç bende !
………- Kalkın efendimiz kimse sevmiyor..!
-Ama ben sevdim Olric !
– Sevdiyseniz vazgeçmelisiniz efendimiz !
-Vazgeçmeli miyim ? Vazgeçilebilir mi ?
– Vazgeçmeler gidenler içindir efendimiz, siz sevmelere devam etmelisiniz..
-O halde sevelim Olric !
– Vazgeçtiyseniz sevelim efendimiz…

—-
kendi istemedi mi gelmeyecek mutluluğum…
sahip olmayacak hayatımıza olric..
işte bu yüzden al yalnızlığımı ört üzerine…
Al yalnızlığımı olric.

—-

Nefes alamıyorum Olric.
Bu insanlar içinde kendime rol biçemiyorum. Ah Olric ölemiyorum bile….

—-
+Elimde olmayan şeyler var olric.
-Nedir efendimiz.
+Elleri olric elleri …

—-
-Daha ne kadar ıskalayacağız hayatı Olric?
-Oklarımız bitene kadar efendim.


Ve ben olric düşmeseydim düşlerimin sırtından zaten inecektim..!
—-

“-Sevmek nedir olric?
-Sevmek sessizliktir efendimiz…
-Susarsam bilmez ki sevdiğimi olric?
-Susarak haykırınız efendimiz…”


Ne umuyorduk ki olric ?
öptüğümüz kurbağa prens çıktı diye hayatımız peri masalına mı dönüşecekti ?
Umma olric,yasak düşler kurma….


Sanırım aşık oldum olric…
-Yandın, demektir efendimiz…


Ne çok şey biliyor bu insanlar Olric?
– Herkes işine geleni biliyor efendimiz..!

Az´ım olric…azımsanıyorum…azım sanıyorum!…gidip bir köşede biriktirme zamanım geldide geçti bile…ki az zamanda ne şiirler biriktirmiştim içimde…sen şiirleri bilir misin olric? Ben bildiğini bilirim…yorgunluğumun kimsesizliğinde titrediğin her gece …olric bir tek sendin omzunda dinlendiğim…Sen ile ben olric…öğrenmeliydik yalnızlığın kaç bucak olduğunu…

Dilencileri bilir misin Olric?…
Sizin sayenizde onu da öğrendik…
Benimle hiç böyle konuşmazdın Olric…
Bir tek Acınızın Asaleti kaldı, onu da kaybetmeyin efendimiz…

– Kolundaki yaralar efendim ?
– Tutunurken öyle oldu Olric..

– Ya”Yüreğindeki yaralar…” Efendim ?
– Tutulurken öyle oldu Olric..!

– Peki ya gözlerindeki suskunluk ; Ne Efendim ?
– Hiç dokunma..! Sus Olric!..
– Sustum Efendim…

-Gördün mü Olric? Yine yanlış anlaşıldık.
-Asıl doğru anlarlarsa yandık demektir, efendimiz…!!!

—-

-Sabahlar olmasın Olric..!!!
-Siz zaten hep geceye mahkumsunuz efendimiz…


-Söyle bana Olric, aşk nedir?
-Hiçbir zaman sahip olamayacağımız şeydir, efendimiz.

Herkes geçer diyor. Geçer mi Olric ? Herkes ne bilir acımı. Herkes ne bilsin acımızı. Yaşar gibi yapmaktan. Özlemez gibi yapmaktan iyiymiş gibi yapmaktan…Nefes alıp onu içimde tutmaktan. O nefeste boğulmaktan. Sıkıldım. Ki nefessizlikten değil nefesten bogulmaktır marifetimiz Olric.
– Evet efendimiz.
– Bana katıldığını bilmek güzel. Arada ses vermen güzel. Içimin sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan.

Gözden ırak gönülden de ırak olur mu efendim?
-Hayır Olric.
Yüreğinde bi yer açıp oraya oturttuğun her kimse seninle birlikte gider her yere…

Bazen insan öyle bir özlenir ki

Bazen insan öyle bir özlenir ki..
Özlenen bilse, yokluğundan utanır.

Aziz Nesin

Savrulan Külleri Ömrümüzün

Bir kızın kocaman gözlerinde gördüm
bulutların dağlara sessizce çöküşünü
Çocuksu susuşları gördüm, kırılan sevinci
Ve kalbimi puslu yamaçlardaki pusulara saldım
çobanlar çoktan inmişlerdi ovaya
bense yapayalnız bir ağaçtım doruklarda

Harelenen sularda bir yanık kokusu
ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi
Işık zamana bağlı zamansa onun
kocaman gözleridir artık
Anladım tarih de yazılmaz
bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün

Yalnızdım, yapraklarım dökülmüştü bir bir
deryalara savrulup çöllere düşmüştü
Bir duman tütüyor yine hangi kent yandı
hangi sokakta vuruldu sevgilim
Bir demet menekşe bir avuç toprak
burkulan bir yürek miyim hep

Sesimde bir yanma bir kekrelik
uzayıp giden bir çöl yalnızlığı
Gazeteleri okumuyorum başım dönüyor
sulanmamış çiçekler gibi kuruyor her şey
her şey bir yolculuğun hüznünü taşıyor
gidip de gelmemek üzere bütün yüzler

Puslu yamaçlarda bir çakal gölgesi
bir dağ suskunluğu yürüyor kentlere
yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı
bir kızın kocaman gözlerinde görüyorum
savrulan küllerini ömrümüzün
Bu kenti ayrılıklar yıkacak birgün biliyorum

Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin
ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor
Acılar dehşetli kinlendiriyor beni
Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus
yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim
yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında

Ahmet Telli

Unutuyorum Sensizliğe Alıştığımı

Aşkın ve acının vadilerinden
Geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Gözlerin var mıydı senin
Görebilir miydin duygularımın
Maverada açan çiçeklerini
Ellerin var mıydı senin
Tutabilir miydin uzatsaydım ellerimi
Nefesin zor fırtına dağıttı bedenimi
Parmaklar arasında duman duman her akşam
Ölümle randevumu hatırlayıp yeniden
Mezarıma yürürken
Unutuyorum sensizliğe alıştığımı
İçimin kan rengi okyanusunda
Zıpkın yemiş balık gibi yüreğim.

Nurullah Genç

Dilimde ay tutuldu…/…dilsizim

(akşam şaraba yatıracağım yüreğimi../..yarına bi’şeyciğim kalmaz)

korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili
sağanak yağışlı günlerimde sığınacağım bir yer bulunsun
bari, şiirlerde bir ev’cağızım olsun

üç oda bir salon yalnızlığımı kiraya vereceğim
heveslenme, senin için düşlerim başka
aklını başından alıp, gezmeye götüreceğim

ne güzel gülüyorsun, dudaklarında eski Istanbul resimleri
öyle kal lütfen, yüzüme baktığın anın resmini çekeceğim

sana söz veriyorum, sen de bana umut ver
sonra her şeyi unutup, ülkeme geri döneceğim

bende bir hoşum, şarkıların belalı güzelliğine vuruldum
o uzak ay’da kaldı onayladığım gülüşler
raks eden sevişmelerin çingene zamanındayım,
‘gel’ desen, gidemeyecek kadar sarhoştur özlemler

anlayışımı kaybettim, beni anla
karşılığında gözlerimin kahvesinden içireceğim
düşe kalka düşledim, son baharım kaldı
beni şimdi tutmazsan, dudaklarına devrileceğim

oturaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili
yorgun günlerimde dinleneceğim bir yer bulunsun
şiirlerde bari, bir nefeslik yerim olsun

Pelin Onay

 

Yokluğunda her şey kokusunu kaybediyor.

“’Dokunma yoluyla kendi kişisel tarihimizden daha uzun ve daha geniş bir tarihte yer alıyor olduğumuz duygusunu yaşarız.’ Dokunma, beden-dünya iletişimi sorgulamasında görme ve dokunma duyularını karşı karşıya koyar: Her ne kadar görme baktığımız şeylere sahip olduğumuz duygusunu veriyorsa da, yaşadığımız dünyanın bir parçası haline gelmemiz için uzaklıkları bedenimizle aşmamız, Yalnızca birer gözlemci değil, dokunan bireyler haline gelmemiz gerekir. Gerçekliğe egemen olduğumuz hissini veren görme duyusunu temel aldığımızda yaşamın belirsizlerinden ve acılarından kaçabiliriz, ama yaşamla bire bir etkileşimimizi de yitirmiş oluruz.
Seçkin bir edebiyat düşünürü olan Gabriel Josipovici, Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları’ndan Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sine, spor dünyasından bağımlılık duygusuna, Sophokles’in bir oyunundan Ortaçağ hac yolculuklarına, büyükanne ve büyükbabasının düğün fotoğrafından Chardin’in gizemli resimlerine uzanan yolculukta dokunma duyusunun yaşamdaki yeri üzerine ilginç ve önemli yorumlar getiriyor. Josipovici kitaplardan, filmlerden, kültür tarihinden ve kendi deneyimlerinden hareket ederek ancak dokunma duyusunu öne çıkardığımızda ve uzaklığa saygı duyup gene de onu yenmeye çalıştığımızda dünyayla daha rahat iletişim kurabileceğimizi ortaya koyuyor.
Ona göre, bakmak hiçbir şeye mal olmaz, oysa dokunmak hem bir seçimi hem de bir bedeli içerir. Akıcı bir dille, geniş bir hayal gücüyle yazılmış olan Dokunma, farklı okumalara açık, beden-dünya ilişkisine yeni bir açıdan bakmamızı sağlayacak bir kitap… “
(Arka kapak tanıtım yazısı)

“Şiir, duygunun gel-git’i hakkındadır, ben ile yerin karşılıklı ilişkisi hakkındadır. Bellek, imgelem ve insanın çevresindeki dünya şiire esin kaynağı olup şiir de buna karşılık imgelemi harekete geçirdiğinde ve imgelem ödüllendirilip ödüllendirdiğinde, duygunun dumura uğraması ile duygunun geri dönüşü hakkındadır.”

“Aynaların getirdiği zorluk çok fazla şey göstermeleridir. Normal yaşam akışı içinde bedenimi aynada gördüğüm gibi görmem. Bedenim aynada olduğu gibi bakışıma açık bir nesne değildir; bakan, hisseden, hareket edendir. Benim açımdan dünya, onu gördüğüm için değil, onun bir parçası olduğum için vardır…Aynaların kendilerine özgü dehşeti ve çekiciliği, bize dünyayı normalde yaşadığımız şekliyle değil, bakışımıza açık, buna karşın ulaşım alanımızın sonsuza dek ötesinde olarak sunmalarında yatar. Dünya ile olan günlük ilişkilerimizde, çerçevelere rastlamayız ve bakmayız. Bir arkadaşımla konuşurken, dikkatimi canlı tutan şey, onun yüzü ya da bedeni değil, yalnızca kendisidir. Birisiyle el sıkıştığımda, etten ve kemikten bir eli sıkmakla olduğumun değil, birisiyle karşılaşmış olduğumun bilincindeyimdir. Konuşmada da aynı şey olur. Ne söylediğini anlamak için arkadaşımın sözlerini tahlil etmem, yalnızca kastettiği şeyi kavrarım. Bir kitap okuduğumda, sözcükleri okumam, kitabı okurum…”

Dokunma Kitabı-Gabriel Josipovici-
Ayrıntı Yayınları

Ses (İm) Duvardan Düştü… /… Kaldırın

(ses düşerse, kelimeler yara alır)

– pardon,’seni seviyorum’ diyen bir ses buradan geçti
mi acaba?
– hayır bayan, görmedik

bir adam çıplak sesle şarkı söylüyor,
sesi üşeyecek diye çok korkuyorum
bir kadın limanda günah çıkartıyor,
günahları denizi kirletecek diye tedirgin oluyorum

tut(ma) beni gece
karanlığında şarkılara gebe kalıyorum

– pardon, ‘seni özledim’ diyen bir ses uğradı mı acaba
buraya?
– hayır bayan, uğramadı

tutkularım çiçek verdi, kokusunu saldı
satamadım biriktirdiğim dağ özlemlerini
İsmet Teyze yaşasaydı söylerdi, anılarla nasıl başa çıkılacağını
herkes ölüyor, sevdaların öldüğü gibi

kandır(ma) sın beni şiirler,
yokluğumu isimlendirmeye gidiyorum

– pardon, ‘kadınım’ diyen bir ses bir not bıraktı mı
acaba?
– hayır bayan, bırakmadı

cinayeti ellerim gördü
bir de yüreğim
gözlerim inanmaz yüze değmeyen bakışlara

beni rahmine al ve yeniden doğur anne
yanılgılarımın kapısını tekrar çalmayacağım
kuş tüyü vaatlerde kaybettim gerçeğimi
kandır(ıl) dığımı bırak unutayım

– pardon, ‘sen benim elma şekerimsin’ diyen bir ses
sizde kaldı mı acaba?
– hayır bayan, kalmadı

yorgun turuncu açtı gözlerini,
geceye tutundu
kıskanmasın canım mavi, onu da unutmadı
sır küpüdür şehvet bedenimde,
kapıma dayan(ma) dı

bacaklarım mecalsiz artık aşk
sana kapıları açamayacağım diye korkuyorum

– pardon, ‘artık bensiz bir yaşamın olsun’ diyen bir
ses ağladı mı acaba?
– hayır bayan, duymadık

kanım çekiliyor dostlar
ayrılıkların en dokunulmaz şahidiyim

Pelin Onay

Kalabalık bu aralar gönül ülkem

Kalabalık bu aralar gönül ülkem, hani iğne atsan yere düşmeyecek cinsinden. Herkes kendini önemli sayıp öncelik istiyor, birini sustursam diğeri fırlıyor, o sussa öbürü başlıyor konuşmaya, beni yaz diyene sıranız gelecek diyorum, hayır beni yaz bırak onu diye atlıyor meydana diğeri, ama diyorum henüz vaktin değil, bırakmalıyım seni bir kenara şimdi, bırakırsın tabi, çünkü yazamazsın ki diye nanik yapıyor küstahça. Dikkatim dağılıyor sonunda, Offff sessiz olun, zaten uykusuz, yorgun, yalnızım diyorum, çekemem şimdi kaprislerinizi, başım da zonkluyor, yumuşak bir kahve içmeli, şöyle sütlü şekerli, eritmeli derdi kederi.
Bilmiş bilmiş şiir oku o zaman diyor içimdeki fırlamalardan biri: Sen hep öyle yaparsın ya, üzgün ya da neşeli olduğunda, yalnızken; kalabalıklarda ya da dört duvar arasında, mutsuzken gündüzde ya da gevşediğinde koynunda gecenin şiir okursun ya!
Susmak adasına düşünce, susturmak istediğinde çevrendeki ve içindeki gevezeleri şiir okursun ya!
Kimseler anlamadığında seni, nakite dönüşmeyen her şeyin değersizleştirildiği bir çağda gereksiz melankoliklikler diye yaftalandığında ruhunun sicili dağlara kaçıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istersin ya, dağlar, alıp başını gidemeyecek kadar uzaklarda… Taşıdığın kimlikleri, sırtlandığın rolleri bırakamayacak kadar sarmalanmışken hayatla. İşte tek sığınak yine şiir, gir mağarana oku bağıra bağıra. Üşüdüğünde üstüne ört, sarılmak istediğinde sarıl kelimelerin sıcak kollarına. İçindeki boşluğu doldur, hakikat arayışındaki sevdalarla. Bu fikir cazip gelince bana yine bıraktım kendimi şiirin, yani yaşamın sularına. Aşka düştüm yine, bambaşka bir hal sarsın diye içimi dışımı. Renklerin birbirine geçişi kadar naif, karanlığı silecek, soğuğu ısıtacak kadar yakıcı… Karmakarışık, sarmaşık gibi bir düş, katışıksız, yatışmasız, tartışmasız bir hal olan yaşam biçimime, şiire verdim yüreğimi yine…
Tükenme dedi mesela şairin biri, tuttu elimden kaldırdı beni, baharı müjdeledi diğeri. Bismillah de başla, götürür seni götüreceği yere şiir bineği diye fısıldadı öteki,taş gibi ol, moleküllerini değiştiremesin kimse dedi taş gazeli. Kurşun gazeli ile hasret dile geldi, yine seni özlemek birikti, bir dağ gibi yürüyüp üstüme, altına aldı beni. Kimi sevsem sensin diye hatırlattı diğeri. Gam dağları kurup, kayaları kelimeler olan zirveye, çağırdı öteki.
Firar ettim seve seve içimin zindanlarından, bir gamzelik rüzgar yetecekken ha itti beni ha itecekken, bir dolmuşta yorgun şöförler için bestelenmiş bir şarkıdan bir kelime düşünce içlerine, karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin, beton apartmanların, sağır duvarlarını yumruklayan, ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde gezinen gencecik aşıkların yürekleri gibi tutundum yine şiire.

Güçlendirsin istedim beni şiir, yaslandın mı çınar, sardın mı umut gibi olayım, isyan şiirleri okuyayım sonra, kelimeler ki tank gibi geçsin yüreğimden, harfler harp düzeni alsın mısralarda, varlık denizindeki bülbüle sesleneyim sitemvari, kıyametler koparmasına gönül koyayım yoklar bataklığında.
Derdiyle dertlenip şairin unutayım dertlerimi, bir bomba gibi taşıdığım yüreğimle savaşa gireyim, ne denli acı varsa arayıp bulan beni, en ağır yükün altına sokan buyruk gibi, kalbi sökülmüş çağı yeniden kurmak bize düşmüş gibi okuyayım istedim mısralarını şairlerin.
Kırgın kırgın bakmasın yüzüme Roza, henüz dinlememişken her saza uymayan türkülerimi, mektup mektup büyüyüen umutlarım düşmesin aşk uçurumuna. “Bilmesin kalabalıklar yağmura bakmayı cam arkasından, insandan insana şükür ki, fark var, birine cennetse, birine zindan gelen sözler” desin şairim. Hayatla doldursun boş yelkenimi o masum bakışlar, sonunun bir kaza kurşunu olduğunu hatırlatsın süvarisiz şaha kalkan atların o yakıcı satırlar.
Yine sarsın beni, içinden şiir geçen şarkılar, dudaklarıyla dudaklarımın arasında kalan. “Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara; ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara” desin şair, siyah gözlerine beni de götürsün, artık bu yerlere sığamadığım demlerde, kurtuluşun mu harabın mı gözlerin, gözlerinde mi serap, serabın mı gözlerin diye inlesin içimin uçsuz bucaksız çöllerinde.
Beni ırmağa karıştırsın yeniden, düşürüp düşürüp kaldırsın yeniden ve yeniden, yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi dedirtsin, güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmasa desin pervasız sözlerin.
Sigara külü kadar yalnızlık sardığında kızamayayım ona, gördüğü her dilbere tutulan yüreğine, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslının bitmek bilmeyen gelgitlerine ben de katılayım mısralarında. Şairdir, ne yapsa yeridir, ne söylese doğrudur diye biat edeyim ona, şiirin bir yalan, bir büyü olduğunu bilen aklıma sen karışma deyip çıkışayım mesela. Yürek kredimi kefilsiz vereyim, kapıma gelen şair olduğunda. Acıdan acıya, sevdadan sancıya düşürseler de vize soramıyorum hala, elinde şiir pasaportu olana.
Düzenin, intizamın hakim olduğu lügatımda her şey serbest şairlerime, tabi gerçekten şiirleşmiş olanlara. Aşktan bahsederken, sevdadan, adanmaktan, yanmaktan, kalbimi eline alıp dilediği kadar acıtabilir şair mesela, varlığın da yokluğunda yetmediği bir menzile fırlatabilir beni. Kesse kanım akmaz, ağlatsa beni güldürmüşcesine severim yüreğini sergilediği şiirini.
“Bir yıldız kayıyor, bir dal uzuyor, bir gül kanıyor bir seher vaktinde, yanıyor bir ateş için için, içimde içimin de içinde, bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda, aşkın bir adı da yorulmamaktır.” dediğinde şair kalkarım şevkle bir asker gibi girerim emrine. “Kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omuz hizana” diye seslenip sorgulamam kelimeyi kanatlandıran şiirin sağdan mı soldan mı estiğini mesela. Ruhuma deyip geçen, değmeyip delip geçen rüzgarlardır mısralar, nasılsa çıktığı yerden ulaşırlar gidecekleri noktaya.

Anlayacağınız eski bir hikaye bu. Hatta yürek kredimi sonuna kadar kullanabilecek şairlerle ve şiirlerle, tanıştığım zamanı hatırlamıyorum desem yeri var, belki anne karnından, belki ruhlar aleminden aşinayım yürek tınılarına, bilemiyorum. Bu tanışıklığı hatırlatan adamsa hala kalbimin sahibi, ilk aşkım, babam; sonraları en çok şiire düşmemden, şiirden düşmemden şikayet etse de kanıma bu zehri ilk şırıngalayan adam, babam. Okuma yazma bilmediğim zamanlarda şiirlerini ezberlediğim şairler vardı, mesela onun çabasıyla. Şiir okuyan ve okutan, kitaplığında Niyazi Mısri’ den, Yunus’a, bir çok divan bulunduran yufka yürekli bir realistti benim babam. Bir gün büyük bir üzüntü ile geldi yanıma, Necip Fazıl ölmüş dedi, beş-altı yaşlarında bir çocuktum o zaman. Dün gibi hatırlıyorum seyrettiğim cenaze törenini…Saatlerce ağlamıştım şairimin ardından…Okumuştum ezberlediğim şiirlerini hiç durmadan, yaşım anlamaya elvermese de, ruhum kabul etmişti demek ki haykırdığı hakikatleri. Yıllarca onun kelimelerine meftun oldum sonra, her gittiğim yerde okudum usanmadan…
O zamanlar daha bu kadar esiri değildi insanlar paranın…Genişti zamanlar, niyedir bilinmez: Yoksa şiir miydi vakti açan, bizi idealler etrafında tutan. Durun Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye çığlık attığında şair dinlerdi onu kalabalıklar.
Bir genç arıyorum diye seslendiğinde umursamaz bir halde en hızlı mesaj atma, kontür kapma çılgınlığında değildi çocuk yaştaki sevdalılar.
Oğlunun, kızının kalbi olsun, davası olsun telaşındaydı anneler-babalar.
Edebiyat öğretmenlerinin bile şiir okumadığı, okutmadığı hapishaneler değildi okullar. Çile’nin kutsallığına inanmış son çocuklardık o zamanlar. Oysa şimdi bu kelimeyi izah etmek istesek ne deriz, bir dediğini iki etmediğimiz efendilerimize bilmiyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ ın bir yazısını hatırlıyorum bu noktada. Yer, beş yıldızlı bir otelin yemek salonu, konu, tasavvuf, dervişler…Yanında liseye giden büyük oğlu var. Konuklar sıcak-soğuk-ara sıcak çeşit çeşit yiyeceklerden hangisini alsam diye düşünürken tabaklarına, dar zamanlarda geniş gönül sürebilmekten bahsediyorlar konuşmalarında. “Çilehane” diye yabancı olduğu bir terim geçince sohbet esnasında babasının kulağına eğilip soruyor, sekiz yaşında ezbere bildiği şiir sayısı bugün şairim diye gezen bir çok adamdan fazla olan,o nadide genç. Ve babası yemek masasına bakıp bu kavramı nasıl izah edeceğini bilemiyor o an.
Çilehane, çile, mukaddes, derviş, dava ne kadar da uzak şimdilerde hayatlarımızdan. Aynı adla anılan yalanlar ya da sahtecilerin çoğalttığı suretler dolaşıyor ellerimizde, okusak da hiçbir kelime inmiyor gözümüzden, dilimizden gönlümüze.
Vakit yok diyor spiker, duran düşer, durma devam et yola. Çıkmaz sokak yok, bas üstüne şairin, geç git, mutlaka çıkar yol bulunur bu zamanda. İstediğin kişiye sekiz dakikada nasıl evet dedirtirsinizi oku, beden dilinin öğren ki, maskele kendini, farket samimi halini gizleyemeyen safi gönülleri, kullan sonra bir kenara at beceriksizleri, hala kalp taşıyan çaresizleri.
NLP ile kontrol et kendini, CEO gibi düşün, yönet istediğini ya da yönettiğini zannet, sıradan bir şarkının klibine kadar inen bilinçdışı mesajlarla doldurulan zihnini.
Galiba çok öncelerde dilimizi aldıkları gibi şiirimizi de alınca devrildi içimizdeki hakikat kuleleri. Onları yeniden inşa edecek yine, yeni şairler olacaksa, şiirlerle yürünmeli yollar. Sahih kaynaklara dönmeli, ona göre çizilmeli projeler planlar. Tanımalı, tanıtmalı gerçek şairleri, şiirleri tüm çabalar.
Kendimizi yeniden bulmak için, yitirilmiş cennete giden yolu açmak için muhtacız yine şiire, eskimeyen sözden beslenen, besleyen söze.
Mesela, ARAMAK’ ta“Ey hep bir kelime arayan kalbim, Sonra arayan tekrar arayan kalbim” diyen şaire, Erdem Bayazıt’a tutunmalıyız yine, yeniden. BULMAK’ına kulak vermeliyiz gecikmeden.
Yaşamak sandığımız kaostan yaşayamadığımız günler için, dalımıza yaprağımıza aşk suyu yürüsün diye, bir gülüş içimizdeki lambaları yaksın, göz çeşmemiz suya ersin diye, çağrılan isimler kurtuluşumuz olsun diye, bir yol bulmak için öteye, düştüğümüz kuyulardan çıkıp, ansızın patlayan bahara pencere açmak için, gözden döküleni, gönülden geçeni, ah hep o kelimeyi bulmak çabasındaki gönüllerimize sıcacık şiiri ile yeniden düşmeli şair bize bırakıp gittiği şiirleriyle.
Hüngür hüngür ağlayarak dualar ederek uğurladığım ikinci şairimdir Erdem Bayazıt, gönlümün aşk sultanları geçidinin en gür seslisi, “cankuşum, umudum, canım sevgilim” diye diye yaşadığım hayatın bestecisi.
Orta okul yıllarımın içimdeki sesi, aşkın risalesini yazan edep abidesi bir fanidir bahsettiğim. Ne yazsam ne söylesem sönük kalacağını bilir onu tanıtmaktan haya edip bu işi şiirlerine bırakırken, mısralarını hala zihnime kazınan kendi sesinden, yorumundan dinlediğimi de ifade etmek isterim.
Çok az şair vardır, kendi şiirini güzel yorumlayan, onlardan biridir şairim, duyduğunu duyumsatan.
Onu hiç tanımadım, yıllarca ses kasetlerini dinlesem de, dergilerde kitaplarda buluşsam da gönlüyle, sezişin görselliğin önünde gittiği zamanlarda tanıdığımdan belki, tek resmini görmedim, merak da etmedim, kelimeleriydi ilgilendiğim. Yok sayılan güzel adamlardan olduğundan devlet televizyonunda seyretmedim o yıllarda, detaylı bir hayat hikayesini dinlemedim bir belgesel sunumundan. Ama onu ve arkadaşlarını, o yedi güzel adamı çok sevdim, mısralarında dolaşıp durdum, yüreğimi hangisine emanet edeyim bilemedim, en sonunda yıkıp içimin eskiyen yapılarını yer açtım hepsine. Ve itiraf ediyorum, en çok onların dostluklarına özendim, birbirine rakip olmak yerine yapbozun vazgeçilmez parçaları olmayı becerebilmelerine, muhabbetlerine imrendim. Birbirlerini bulmalarını kıskandım, hayatımın her durağında. Artık yalnızlığı içselleştirsem de, bırakın kırkı, yediyi, üçü, iki tane kalbimi anlayan adam yeterdi bana, tamam, bir de olur, dost gibi dost, adam gibi adam ya da kadın…Hiçbir şey acıtmadı gönlümü yüreğimden tutacak dost bulamadığım kadar. İnsan yalnız yaşar, yalnız ölür, konuştukça yalnızlaşır hakikatini bilsem de omzuna başını yaslayacağım, beraber ağlayacağım, sırtımı dönüp giderken yalnızlığıma dostluğuna dair en ufak kaygı taşımayacağım bir dosttur hasretiyle yandığım. Yorulsam da aramaktan, kırık dökük olsa da içim, yaşadığım sürece Sahibi’ mden ümit kesmeyeceğim. Gönül sultanlarımdan budur, devşirebildiğim. Sadakatle durma gayretime binaen belki açılacak bir gün kapılar, dostlarım olacak, sarılacak bir bir yaralar. Ama o güne kadar aşkım şiirdir, her daim şairlerdir beni anlayacaklar.

Şiirden şairden bahsedince sözün bitmeyeceği bir iklime giriyor insan. Hepsinden bahsetmek, tanıtmak, alıntılarla gönül çalmak istiyor şiire aşık olan. Böyle güzel bir amaç için toprağından şair fışkıran Maraş’ın güzide bir sivil toplum örgütü olan MARAŞDER’in vefa göstergesi bir çalışmasından söz etmek istiyorum. Çok şık, çok dolu dolu bir hatırat hazırlamışlar şairim dediğim ERDEM BAYAZIT anısına. Yazıları ile devlet adamlarından dostlarına, şairlerden, yazarlardan herkesin kişisel menkıbesine düşülmüş kısa notlar gibi sunduğu ERDEM BAYAZIT’ ın seçkileri ile tarihe not düşmüş bu armağan.
Sözünü ettiğim eser bana da sunulunca nazik bir davetin akabinde, ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek istedim bu satırlar ile. Geçen hafta yazmayı istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bu teşekkür yazısına verdim sırayı ve susturdum nihayet içimde konuşanları.
Bu armağana ulaşma hikayem ise daha da ilginç. Birkaç haftadır blogdaki eski yazılarımı okuyan ve yorum yazma zahmeti gösteren DİLSUHAN isimli bir blogun da yazarı olan hanımefendi öyle heyecanlandırdı ki beni, epeydir yazı ekleyemediğim blogumla her hal ve şartta tekrar ilgilenmem için güç verdi.
İstanbul’a gittiğim bir zamanda tanışıklığımızı gıyabiden vicahiye çevireceğimiz bir buluşma planladık aynı zamanda meslektaşım olan Şebnem Hanım’ la.
Sonunda buluşma gerçekleşti, yağmurun bile bereket ve sel arasında huyunun değiştiği bir günde, şehirlerin şahında, doyurucu bir Maraş kahvaltısı esnasında. Sadece internet vasıtasıyla tanışan iki edebiyat sevdalısı, zor bir mesleğin icrası değildik de, sanki yıllardır birbirini görmemiş ama çok özlemiş dostlar gibiydik verdiğimiz resimde. Uzun ve keyifli sohbetimizde neler konuşmadık ki, MARAŞDER’ in başkanı avukat ve şair olan eşi ile beraber yaptıkları dernek çalışmalarından başladık mesala söze. ŞAİRİME ağabey diye hitap eden, içi dışı çok güzel bir yürekti karşımda duran.
“Bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e hamd olsun” diye yazıp imzaladığı hatıratı okumaya onun yazısı ile başladım dün akşam. Ve öyle çok ağladım ki, tıpkı şairimin ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm diye diye Hakk’a yürüdüğü günkü gibi bendini aşmıştı, gözümde duran.
Bana bu armağanı sunan güzel insan, tabiî ki kişisel hikayemden habersizdi, henüz bilmiyordu şiire olan tutkumu, aşkın yaşam şeklim olduğunu…Yazılar ve sohbetimiz verse de ipuçlarını, aldığım bu güzel hediyenin manevi değerini bir nebze olsun ifade etmek istedim bu yazıyla. Yoksa ne şiir ne şairler konusunda yetkin değilim yazmaya. İyi ki, bir gün uğradığı bu blog vesilesiyle kaynaştı ruhlarımız, kesişti yollarımız.
Hepsini ayrı özenle seçip hazırladığım mektupları, başka başka şişeler içinde bırakıyorum bu blogdan açık denize…sahibine gideceğinden emin bir içsesle.
Ve bir gün o mektubun sahibi buluyor şişeyi açıp okuyor bahtına düşen kelimeleri ve dönüp cevaplıyor kalbimi.
İşte bu nedenle, vakit ve dolayısıyla nakit kaybettiğimi söyleyenlere inat, devam edeceğim mektuplarımı göndermeye, yüreğim açık yedi-yirmi dört, ben de buradayım diyene.

Sevgisini sunarken vesile ettiği kitap, kaderin bir cilvesiyle beni aşka düşüren şairimden gelmiş bir mektup oluyor DİLSUHAN’ın ellerinde, ben de o aşkla alıyorum mektubumu elime.
Şairimi görmüş bir gözle göz göze gelmek ise ayrı bir hediye. Ben de, bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e, şükürlerimi sunuyor, bizi, dostluğun zamanın ve mekanın bağlarından azad edeceği güne eriştirmesi dileğiyle son veriyorum söze.
Demek ki, “Erdem’li şairler çekilse de göğümüzden” birer birer başka alemlere, sesleri davudi bir şekilde hala yeryüzünde, birleştiriyor kalpleri en içten kelimelerle. Dua ve muhabbetle.

HANDAN GÜLER

Rüknettin’in Kalbi İçin Kehanetler

I

rüknettin’in aynalarda ağladığı kadar var.

bir mevsimin kıyısından tutarsan rüknettin
kurak ovalara yağmurlar yağar,
ayak bileklerinden kavrarsan bir harfi,
kalbin şiir olup vadilerini sular.

senin de vadilerin vardır rüknettin!
kehanetler kurarsın, yağmalarsın kendini
kurtarıp o yangında ilk önce kalbini
niyedir, aynalarda azalır sesin.

II

doktorum
ben bu kalbimi sarınır örtünürüm
kış gecelerinde o nu yakar ısınırım
üşürsem helak olacağımdan korkarım.

doktorum
gayya kuyusuna inmek istemem
bana bir ip uzat, yağmurlar istemem
aynaları kırarım,suretimi istemem
mevsimler dönedursun, bu dünyayı istemem
yalnız Allah’ı anmak isterim
ben Allah’ı isterim.

III

ben hep aynalardan geçerim doktor
aynalar benden geçer.
Araf’tan bir sepet sarkıtırım aşağı,
doluşur içine narin böcekler
yaşamayı yeni öğrenmiş kelebekler
üşüşür ben kalbimi sarkıtınca aşağı
ben hep aynalardan geçerim doktor!

günahları için ağlayan kim varsa
kanatlarıyla okşar onu melekler.

IV

hep böyle midir
kalbin hep böyle yavaş mıdır rüknettin
aynalar sana bir savaş mıdır rüknettin
yarin dudaklarından trenler geçer de
kalbinin istasyonunda durmaz mı
sen hiç satrançta yenilmez misin
atına binip hep gider misin
bilmez misin, atından ayrı düşen bir vezir
zehir gibi çoğaltır kanında yalnızlığı
ve nihayet şahlar da aynalardan geçer
bir sen mi kalırsın bu rüyada rüknettin
herhalde hep böyledir
bu dünya sevenlere bir tuzaktır rüknettin.

V

Rüknettin’in Kalbi’nin Birinci Muhasarası

buraya kalbinizi kuşatmaya geldiydik
konuşmayı unuttuyduk hâl diliyle söylediydik
dua okuduyduk, yağmur dilediydik
kalbinizi kuşatmaya geldiydik.

hoşgeldiniz. buyrun, işte kalbim.
adımı unuttuğum zamanlarda rüknettinim
gövdesi ihlâl edilmiş bir yetimim.
şu kapıdan buyurun, az ilerisi kalbim.

VI

benim kalbim bir ıslahevidir doktor.
yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde
benim kalbim gövdesi ıslahevlerine
çakılı bir kuştur
uçmayı bilmeden ölür kenar otellerde
kalbim ıslah olmaz bir kuştur doktor
tıkanır, ölür metropollerde
ardından Attar okunur.

VII

bir çiçeği uyandırmak için mi
söner bu ateşgâhlar
kaldırmak için mi yeraltını
o derin uykusundan
kurur bu göl
ne var ve ne oluyor
neden türkü söylüyor fesleğenler
uzakta biri mi göründü
biri İncil okurken düşüp bayıldı mı
bir rüya mı gördü yalnız keşişler
ne oldu?

VIII

adım rüknettin, tanışıyor olmalıyız
bir çay ocağında ya da bir merdiven başında
sunmuş olmalıyım kalbimi size
bakın! demiş olmalıyım henüz avladım onu
iğvanın zehrini boşalttığı kuyularda.
yalnız günah parlar zifiri karanlıkta
ve kuyudan kuyuya bir yol yoktur
bir avcı tüfeğini doğrulttuğunda
ay gibi ışıdığında bir aşk
bir mevsim yönünü şaşırdığında.

hayret etmiş olmalısınız, kalbim
hezarfen misali havalanınca.

IX

korkarım sevgili doktor,bu mektuba kendimi
üzerek başlayacağım
çabuk büyüyen bir çocuk gibi ceplerimin
nerede olduğunu unutacağım önce
ve mazi gizlenecek bir yer bulamayacak kendine.

sonra bir menekşeyi teheccüde kaldırmayı unutacağım
unutacağım hangi şehirde durursam yâr beni karşılar
nerede ölürsem bahtıma idamlar çıkar.
gülümseyen bir arap olacak yüzümün size bakan tarafı
terkedip gitmelerin ağırlaştığı bir güz olacak öte yarısı.

alnımın dokunduğu yerden savaşlar artacak
ve bahar giysilerine bürünmüş gelirken kıyamet
gönüllü mağlupları olacak hayatın doktor
‘yarından korkan adam’ rüknettin böyle söyler.

X

siz doktor yazabilir misiniz bir gülü yeniden
alıştırabilir misiniz baharı çürüyen toprağa
kabaran yağmuru yeraltına
ve bir aşkı ayrılığa
yakıştırabilir misiniz doktor
kanatlarında hüzün ve manolya taşıyan
kuşlarla konuşabilir
ve trampetimi geri verebilir misiniz bana?

XI

ah kalbin moğolları! size verecek ne kaldı
bir kitap olup yandı da o
külünden zehir kaldı
bir hayal olup uçtu da
gökte melekler bağırdı:
‘eve dön! eve dön!’

döndüm ki şehrin ağrıları üstüme kaldı
bulvara uzanmış diskotek kızları
süpermarketler, bankalar
/toplu insan mezarları/
üstüme kaldı.

size ne denir ey kalbin istilâcıları
barbar denir, ‘bir hayal yıkan’ denir

alın onu da götürün, bir kalbim kaldı.

XII

bir ilkokul atlasında gemilerim yandıydı
cenevizden geliyordum,elimde mektuplarım vardı.
elimde ölü bir kızın sağır saçları vardı
bir mevsimin ortasında kalakaldıydım

bakkaldan manavdan değil,
cenevizden geliyordum doktor
o kızın saçlarından geliyordum
yitirilmiş bir mahkemeden
galiba kalbimden geliyordum.

XIII

o ayaklarını değdirdiğin deniz rüknettin,
                                                       yani yarın
o ıssız ve derin ülkesi yavrukurtların
içli kızlarım kederine ilişkin o hakikat
gün gelir, seni açıklarında boğar
ve haykırır ardından
terkedip geldikleri sulara
hiç ağ vurmamış balıklar;

                    eve dön! eve dön!

dönersin aklında hüthüt kuşları kalır
ardında sevmeyen ve sevilmeyen bir adam kalır
ve rüknettin, senin kalbinden, her akşam
utangaç çocuklar yeryüzüne dağılır.

XIV
güvercinler nasıl taşırsa ömrünü 
öyle taşırsın sır misali kalbini 
tabipler o yardan el çekerse 
aynalar sırrına agâh olur rüknettin 
ne bir halvet olur sana bu dünya 
ne tutuşan gövdene bir gölge 
suskun balıkların dilini çözen rüya 
gün gelir sana mihrâb olur rüknettin. 

XV

bir güle boyun eğdiren nedir
o aşk değilse
nedir kalbe çıkartılan
tutuklama emri
aşk değilse
ah, o sığınaklardan
yitikleri toplayan
ve düşlere vuran gemi
nedir aşk değilse

size kendimden bahsediyorum doktor
‘biraz yağmur kimseyi incitmez’.

XVI

iyi ruhların arasında dolaşan
bir gölgeden sözediyorum
acıdan çatlamış kalbi
soğuğa dayanıklı kılan
bir bilgiden
terkedilmiş şizofrenleri
kendine çeken vadiden
keşişlerin hüznünden
ve bir aşk yüzünden
ayları karıştıran kişinin
tababeti ruhiyyesinden

size kendimden bahsediyorum doktor
ben kar yağarken ıslanmam.

XVII

benim öbür adım rüzgâr
uğradığım orman
değdiğim kalp uğuldar.

de ki gayb seferinde kaybolmuşum
yola haritasız çıkanların
yıldızları ve münhâl yüzleri okuyan
şarkısını unutmuşum
sönmüş taşıdığım ateşle beraber
yaz günleri, uğruna okul kundakladığım âyinler.

de ki bulunur elbet
iyi bir hâl üzre kaybolan kişi.

meğer anka değil bîgâneymişim
kalbim kendine varmadıkça
bitmezmiş yolum, dîvâneymişim
uyardı melekler rüknettinmişim
uyandım bir namaz yürür önümde.

benim de buharım tüterdi doktor
bir zaman, aşktan bahsedilince.

XVIII

eve annesiz dönen çocukların
diline musallat olan
ve hazin bir ırmağın
geçerken ışıttığı kentlerin
diline musallat olan
akşamları baharın
ıslattığı mezarın
diline musallat olan

bu dünyayı severken
kalbine ağrılar saplanan kişiye
düşlerin kimyasından
şifalı otlar çıkaran

ben bir ilâhi söylüyorum doktor
ay vakti, dantel kızların
diline musallat olan

XIX

şimdi gitsek
bir yerde güneş kalır mı
biz yokken gülleri sulayacak
bir yağmur içeri girer mi

bak yanaşıyor rüknettin
hayalin bize vadettiği gemi
ömrümüzden bir yaz demir alıyor
içine toplayarak
vadiler arasında sıkışmış
son mümini
tütünle dişlerine
âhir zamanı çizen
son şizofreni
ve köyünden dönerken
zikri kendine yoldaş edinen
son havâriyi

su yükseliyor
iyi ki gemideyiz rüknettin
iyi ki senin öbür adın rüzgâr
iyi ki mevsimden mevsime bir yol
yani inanan bir kalbin var.

XX

gözlerini kapat, rüknettin
hissedeceksin bak
geyiklerin ağlayarak dolaştığı
bir vadiden sana kuşlar uçacak
ve serin denizlerin; kara yelkenlerin
tebdil-i kıyafet gezdikleri ormandan
sana tiner çeken
çocuklar uçacak
ve bir sabah namazından
atayurtlarına dönerken
yolda uyuyakalan meleklerim
duasından sana sevda
tüten şiirler uçacak.

doktorum, uçan insandır aslında
kalp denen ırmak
arayıp denizini bulunca
yağmurla karşılaşmamış bir şehre
âniden kar yağınca
dönüp dolaşıp da ruh
rahmet vadisine varınca
uçan insandır aslında.

o halde hamdolsun
hamdolsun cenneti ve cehennemi
bize bir karşılık kılana
rüknettin ve doktoru konuşturana
kalpleri buluşturana
güneşi ve ayı
aşkı ve acıyı
hamdolsun kavuşturana.

Kemal Sayar

Marguez’den Yaşam İçin 13 İfade

Marguez diyor ki: “Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine de dokunandır.”

Marguez’den Yaşam İçin 13 İfade

1. Seni sen olduğun için değil, senin yanında olduğum zaman ben olduğum için seviyorum.
2. Hiç kimse senin gözyaşlarını haketmez, onu hakeden seni asla ağlatmayacak olandır.
3. Birinin seni senin istediğin gibi sevmemesi onun seni tüm varlığıyla sevmediği anlamına gelmez.
4. Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine de dokunandır.
5. Birini özlemenin en kötü yolu, yanyana oturduğun halde onu hiçbir zaman elde edemeyeceğini bilmendir.
6. Üzüntülü olduğun zamnlarda bile gülümsemeyi asla bırakma, biri gülümsemene aşık olabilir.
7. Bu dünyada bir insan olabilirsin ama birisi için bir dünya olabilirsin
8. Zamanını seninle geçirmekle ilgilenmeyen biriyle zamanını harcama.
9. Belki de Allah doğru kişi ile karşılaşmadan önce yanlış insanlarla karşılaşmamızı istemiştir, böyle olunca minnettar olacağızdır.
10. Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse.
11. Seni kıracak insanlar her zaman olacaktır, öyleyse güvenmeye ihtiyacın var, sadece dikkatli ol.
12. Daha iyi bir insan ol ve yeni bir insanla karşılaşmadan o kişinin de senin kim olduğunu bildiğini ümit etmeden önce kendinin kim olduğunu bildiğinden emin ol.
13. Çok fazla uğraşma, en iyi şeyler ummadığın zamanda olur.

Gabriel Garcia Marguez