yüreğim
yorgun
bir yıkıntının yüzyıllık
çaresizliğinde
bembeyaz bir kuğudan
süzülen kan kadar belirgin
duruyor
umudu aşındıran sızı
sakın gelme yanıma
zamansız bir güz mevsimi
yaşanan şimdi burada
Nur Bulum
Şub 23
Şub 23
geçtikti bir gün hani
ormandan ve aydınlıkların fısıltısından
kenti görmeye gittikti yağmurda
yürüdüktü dar sokaklarda saatlerce
girdikti sonunda yanık yağ kokulu
çinko tezgahlı bir meyhaneye
göz göze geldikti sevimsiz bir papağanla
demiştin o gün bana, anımsıyorum
ah, acısız boğulabilir insan
eylüldü, mavi dönemiydi sanki picasso’nun
-denize inen atlılar-
sonra sonra guernica ve
‘chat et oiseau’
yıl bin dokuz yüz otuz dokuz
yas içinde bütün dünya
şehirler yanmış yıkılmış
gördüktü ne kadar yorgun
ne kadar çaresizdi isa
ve demiştin bir gün, anımsıyorum
mutsuzluk da boğabilirmiş insanı
bir gün, akşama doğru, alacakaranlıkta
başını menekşeye koydu, uyudu
bir güvercin çalılığın orada
hani
görmeye gittikti güneşli günde
parkı ve ördekleri
yıllarca sonra savaştan
ekmek kırıntıları attıktı havuza
bir elim omzunda seyrettikti uzun uzun
dünyayı ve çiçekleri
nedense durgunlaşıverdindi bir ara
çok değil, en fazla birkaç dakika
ve dedindi, mutluyken de boğulabilir insan
ilkyazları sevmiyoruz artık, yaşlandık da ondan mı
aşkımızı seyrediyoruz sanki uzaktan
oysa yok biten bir şey aramızda, yok da
hep aynı kalmıyor ki yakın duygular
demiştin bunları bir bir, anımsıyorum
mutlu da olsa insan mutsuz da
her an yeniden yaratabilirmiş kendini
demiştin, bir sabah, bir başka aşkla
sen ölüm!
seni hiç düşünmeden yaşadık
seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra da
Edip Cansever
Şub 23
geceyarısı, karanlık bir bozkırda
ışıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya
soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
ve bilmeyen sonsuzluk nedir
haklı olan kim bu kargaşada
ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
ucu bucağı olmayan bu çığlığın
ortasında nasıl barışılabilir
anlamak isterim, hangi yasa
bir beşikle bir darağacını
aynı ağaçtan, ne adına var edebilir
sorular sormak için geldim şu dünyaya
yasım acıların yasıdır
boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
ya da sabah yellerinden bir taçla
yürüdüğüme inanırdım – yanılırdım
geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
bu söylencenin bir yerinde durakladım
ve anlatamadım, konuşamadım bir daha
acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
yitirdim çünkü onları da
ilenmiyorum, el çırpmıyorum artık
ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
ne de geleceğime dair bir tasa
gelirken çan çalmıyor yalnızlık
bir adam, bir sokak, bir ev
yüzler, gülüşler, susuşlar boyunca
soruların vardı senin, ne çok soruların
gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
bir fısıltı gibi başladı sevgim
çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
sonrası.. mutlu bile olduk bazı
artık sen yadsısan da ne kadar
ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
anlatsın yollar, yollar, yollar
şimdi gece, soluğumu verdim içime
az önce kağıtlara gül kuruları serptim
dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
öylece serptim, seni yazacağım diye
sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
aklımın almadığı bir yerde, öylesin
şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
bize artık yeter de artar bile
dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
en yakın dostlarımın birer birer
vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
ölümünü gördüm; ama kimse
inandıramaz beni öldüğüne sevgilerin
yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkça
yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
vereceğimiz tek şey budur dünyaya
şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
yüreğimi bir gün yollara atarsam
bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
suyumun çoğu senden yana akacak
bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
güldeniz, gülekmek, gülyağmur, gülşarap
gülaşk, gülşiir, gülahmet, gülerhan
ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim
gecelerdi, solgun – sessiz tüterdi yüzün
yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
kokundu, bedenimi saran o ince buğu
esintisinde usul usul yürüdüğüm
ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla
sanki bir kız yürürdü yollarda
evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
kapımı açardı gümüş bir anahtarla
sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
tozlu kitapların yığıldığı odalarda
kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tını
yatağımda bedeninden bir oyuk
benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
saçlarına saçlarına doğru titrerdi
şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
titremiyor artık, yolunu biliyor şimdi
geceyarılarını çoktan geçti
bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
süzülüp alçalıyor karanlığa doğru
bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
bir akdeniz kentinde limon koklayan
ve hep ufkun ardına bakan çocuk
acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
çaldı yüzünü bir yaşamlık
geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
şaire çıkar adı – az buçuk kaçık
yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
ama haykıracağim laflarını tuzla kesip
yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek
beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
neresinde yanıldık biz bu yaşamın
hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak
kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
hep direnen bir yanım kalacak
adımın soluk izi, acının seyir defterinde
şimdi gece, bin dokuz yüz seksen ikiyle
üç yüz altmış beşi çarp – oradayım işte
yorgun değilim, umarsızım yalnızca
geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde
bir nokta gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
onlara köprü olacak bir beden yoksa da
bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
titreyen bir ışık karanlıklarda
onu kim görebilir, kim tanıyabilir
sonu da hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır
her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
yaşamımın bir dilimini özetleyen
unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
donuyor bir gülüş tek bir dizede
yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
çivileniyor beynimin bir yerlerine
geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen
nefret ediyorum ve seviyorum seni
girdiğin bütün kapıları açık bırak
birazdan git diyebilirim çünkü
çağım yalnız bırakmıyor beni
ellerini tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
uzayan, akan bir irin yolu gibi
sözcükleri güden çobanları var kalbimin
beynimin yaşamı saran kıskaçları
bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam
çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
yollarda bir savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
donup kalır sesim kendi göğünde
onu ne anlayan, ne de duyan bulunur
yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
kendi içimde ya da uzak yollarda
bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce
bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
ırmakların birleştiği o nokta benim
itilip tekmelendiğim bütün kapılarda
bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor
bir gün anlarsın beni neden suskunum
dünya içimde konuşurken böyle
bedenimi aşıyor yorgunluğum
karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor
adını çoktan unuttum, yüzün aklımda
ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
bunun için ben gül dedim sana
yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
kökleri toprağı saramaz olur
üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan
söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
çizerim yüzünü kuşların kanatlarına
her çırpınışta gökyüzüne dağılır
yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur
kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler
yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna
sana artık bir sığınak olsun bu şiir
noterlere ver onaylasınlar – her hakkı saklıdır
düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
öyle acemilikler yaptım ki ben
hiç kalır bu şiir onların yanında ve
nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen
görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
bir yeniyetmenin altını çizeceği dizeler benden
senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak
Ahmet Erhan
Şub 23
seni, anlatabilmek seni
iyi çocuklara, kahramanlara
seni, anlatabilmek seni
namussuza, haldan bilmez
kahpe yalana
art arda kaç zemheri
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
dışarda gürül gürül akan bir dünya
bir ben uyumadım
kaç leylim bahar
hasretinden prangalar eskittim
saçlarına kan gülleri takayım
bir o yana
bir bu yana
seni, bağırabilsem seni
dipsiz kuyulara
akan yıldıza
bir kibrit çöpüne varana
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne
yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin
yitirmiş öpücükleri
payı yok, apansız inen akşamdan
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene
seni, anlatabilsem seni
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini
Ahmed Arif
Şub 23
Roger Garaudy
Roger Garaudy, Fransız Komünist Partisi’nin 19. kongresinde, 6 Şubat 1970’te, konuşmasını yapmış, Fransa’da sosyalizmin zaferi için zorunlu bulduğu en önemli noktaları açıklamış. “Son sözcüklerimi korkunç bir sessizlik izledi” diyor. Çıkmış kongre salonundan, arabasına binmiş, nereye gideceğini bilmeden hareket etmiş. 35 yıllık Parti üyesi, 24 yıllık Merkez Komitesi üyesi, 12 yıllık Siyasi Büro üyesi Garaudy, “Yaşamımda ilk defa intihara niyetlendim” diyor. Bir saat kadar dolaşmış sokaklarda, “tarifsiz kederler içinde.” Sonra, “Nereye gitmeli?” diye sormuş kendi kendine. Evine gitmek istememiş; bu ezici kederi çocuklarına, bütün aileye taşımak istememiş. Saat, öğleden sonra iki. Kurulmuş bir makine gibi tekrar yola koyulmuş, kendini itenin ne olduğunu pek de bilmeden bir de bakmış ki 1937’de evlenip 1945’te terk ettiği ilk karısının evinin önünde. Bir uyurgezer gibi çıkmış merdivenleri. Kapıya vurur vurmaz kapı hemen açılmış. Kapının arkasında biri kapıyı açmak için bekliyormuş gibi. Garaudy, açılan kapıdan içeride iki kişilik bir masanın hazırlanmış olduğunu fark ediyor ve birden davranışının yersizliğini anlıyor. Bir adım geriliyor:
“Bağışla, belki birini bekliyordun.”
“Evet, birini bekliyordum: Seni. Konuşmanı az önce radyoda dinledim. Sonra o ölüm sessizliğini. Buradan başka bir yere gidemeyeceğinden emindim. Gir de bak: 25 yıl geçti; ama sanıyorum sevdiğin şarabı unutmadım, çavdar ekmeğini de.”
Sessizlik içinde yiyorlar yemeklerini.
Garaudy, bir saat sonra, eski karısının alnını öperek ayrılınca her şeyin değiştiğini görüyor. Bir tek varlık, binlerce terk edişi karşılamaya yetiyor. Yaşamın ölüm üzerindeki zaferi. “Yaşamak hala mümkündü” diyor Garaudy.
Fethi Naci
Şub 23
Torba Suat: niye böyle oldu be abi? ben çok sevmiştim be abi. o kadar mektup gönderdim insan bir cevap yazar. benim günahım ne be abi?
Hacı: bak koçum! belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. artık acı çekmekten ve acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. sevgililer! bizim olanlar ya da olmayanlar… hepsi iz bırakır. bu izler şimdi seninki gibi çok derinini çiziyor. hepsi kalır! ama inan yeni izler de olacak. yaşlıları düşün… sanki her şeyi bilirlermiş gibidirler. ama öyle değil… ne kadar acı çekersen çek şunu hiç unutma; çizilecek bir yer hep vardır ve çizecek bir yer… ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya, ya da resim olurlar senin gibi; kazına kazına.
Torba Suat: beni çok derin kazıdılar abi… ama altından sarı yeşil çıktı! (kalecisi olduğu esnaf spor’un renkleri) sen demiştin ya abi, hani sonbaharda dağlarla çamların arasında görünen yaprakları sararan çınar ağaçlarına bakıp, işte bizim takım demiştin. işte bizim takım o abi.
Hacı: evet, bizim takım, hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar. hayatta torba, yeşil kalmak da var sararmakta. dağın rengi bunlar dağın rengi. neyse, serkan senin takım arkadaşın, nurten de artık ya yengen ya da bacın. o artık yok, belki de hiç yoktu. hadi sil gözlerini,bu kadar diyet yeter.
Torba Suat: evet abi, o artık yenge, ben de kaleci. kaleci torba suat.
(kalkar, çıkar)
(Aynur gelir)
Aynur: konuşmanı özlemişim.
Hacı: senin için kelimelerim bitti. sen bitirdin.
Aynur: sen yanlış yaptın hacı, olacak iş değildi bizimkisi, anlamadın.
Hacı: biliyorum, bazen seninleyken bile böyle düşünürdüm. anlamadığımı düşünürdüm. kendi elimle seni kaybettiğimi. o zaman ölmek gelmişti içimden, geberip gitmek. bu aralar yine oluyor ama kimse yok ki, kimi kaybediyorum? niye hâla böyleyim, bilmiyorum.
(kalkar, kapıya gelir)
Aynur: dur! biraz daha konuşalım. aslında bunları özlüyorum…
Hacı: seni diyemiyorsun di mi? seni özledim demiyorsun. her zaman kraliçelik peşindesin. hep ulaşılmazsın. halbuki ben o kadar çok şeyi özledim ki unutuyorum bazen, artık fark etmez diyorum. dünya artık böyle benim için; sen yoksun, yoktun zaten. bunu niye yapıyorsun? aklımı karıştırıyosun. bu iş bitmedi mi ha? 5 yılımı senin için harcamadım mı? ben yapamam, hem senle hem sensiz olamam. ne yapalım? ben böyleyim. ben gidiyorum.
(çıkar, aynur rakısını içer. ekran kararır.)
Şub 23
Bana esintini yolluyorsun ara ara. Hoş, uzaktan hoş geliyor ya sesin soluğun.
Tıpkı balından koparılmış arıyı şekerle kandırmak gibi birşey bu.
Bu..bu yetmez bana; daha çok konuşmak istiyorum oysa seninle. Kendi iklimimden bambaşka iklimlere götürmeni ve de. İçimde güç gösterisi yapan
amansız kasırganın şiddetinden öfke nöbetleri tutar oldum; sıramı salacağım günün nöbeti. Bütün bu olanların öncesinde
sessizlik vardı elbet. Herneyse girmeyelim bunlara. Bana esintini yolluyorsun ya
ara ara;
daha çok konuşmak istiyorum oysa seninle.
“Anlat ki çözülsün dilim
Ben rüzgârım demeliyim
Rüzgârlığı anlat bana
Senin gibi esmeliyim
Gir içime usul usul..
Beni bu dertten kurtar!”
Dengemi bozdu,
ne zehir zemberek bekleyişlere gark etti beni, şu kendini bilmez
saatl.. Her şeye ilaç olacak yerde,
izbelerle birleşip beni hapsetti yalnızlığıma. Çaresizliğimle drama oynayan çocuk
kesildi başıma adeta.
Meğer
“Bizi zamandan başkası öldürmüyor”
imiş.
Ne kadar hazlansam da sana yetişmek için zaman, kendini o kadar ağırdan alıyor.
Formülle de olmuyor anlayacağın, y..ol eşit değil zamanın hızla çarpışmasına. Şimdi
‘deli bir rüzgâr alsa da aklımı başımdan, savrulsam’
diye diye
‘geçmişte kalan hayallerde ağlarım’.
Mağlup olur gibiyim, çok yara aldım;
ellerim titriyor, ışığı yakıp kapatıyor gözlerimden b’iris-i.
“Kim o densiz” diye sormaya çalışıyor ses tellerim.
Kulağıma çalınan da neyin nesi? Ne anlatmaya çalışıyor allahın ‘baş’ belası’m? Altüst oldu görüntüler; yardım et
Poyraz!
Hızırlan, yetiş -nolur! Korkuyorum; tecellimiz yakın.
Nefesini kesme benden, devam et esmeye.. Vakit dolmak üzere; an kaybediyorum.
Kesme sakın yüreğimden
ne-f..
Bir düşün ortasında bir cümle
“İkilem vardı hayatın sınırlarında”
Bu mevsim bu cümleyle kilitli
Durmadan esen deli bir poyraz gibi
ha durdu ha duracak
Bu mevsime adını veren kim
Rüzgâr mı düş mü gerçek mi
Bir kentin bozkırında yaz mevsimi
Tropikal bedeninden fışkıran yanardağlar
hülyalı bir iklim demem o ki
Eklentilerle bütünlenerek darda kaldıkça
Şaşkınlıkla bakıyorum geçen her anıma
Nasıl diyeyim sanki bir boşlukta
Düşler gerçek boyutlarında
Bu cümlenin ardındaki neydi
Şimdi öldü mü poyraz ölmedi mi
Belki vaktinde bitmesidir
Düşleri gerçek kılan
Çünkü yalnız poyraz değil
Bozkıra bağlanıp parçalanan
Ahmet Güntan
Şub 23
-Araf-
Ustaların bir kaçı atladıktan sonra,
tüm korkularını bir kenara bırakıyor acemi yağmur damlaları..
Sen hala düşmekten korkuyorsun..
-Sahne 1-
Yağmur yağdığında bu şehre, hiç sevilmez şemsiyeler.
Her yalnızlık yeni bir sevgili edinir,
dindiğinde, şemsiyelere nefrete kalınan yerden devam edilir..
-Sahne 2-
Reglini saklamıyor Tanrıça İrene,
göğün kapısı şimdi bembeyaz..
Ayetlerin kırmızı zamanlara yer çektiğinden beri böyle bu,
bir de hikaye içinde altı ilk çizilen cümlelerin küfü var,
eskiyen kokusu..
Bazen bir köprü uzuyor karşı kıyıya,
geçmek istiyorsun
bacaklarından yere doğru yumuşacık akıyor kasların.
Kimse geçmeden kapanıyor köprü,
sözlerinin dudaklarındaki çatlaklar iç içe giriyor,
metanet katlediliyor..
-Sahne 3-
Uyuyamıyorsun,
yatağın altında şehrin gürültüsü,
dolabından sızan, annenin patiskalara sarılı ninnileri,
komşudan yayılan yanık et kokusuna karışıyor odanda.
Yalnızlığın anormal alkol tüketimi,
senden çok daha önce ölen bir sesin çığlık gereksinimiyle,
şehrin üzerine kusuyorsun herşeyi.
Gardiyan yatağının kenarında,
elinde yağlı ebonit bir jop
ne zaman sigara isteyeceğini bekliyor tutkuyla..
Belinde sallanan anahtarlar
daha önce hiç duymadığın bir özgürlüğün şarkısını mırıldanıyor,
köprü açılıyor,
senin canın sadece sigara istiyor..
-Sahne 4-
Beni affedebilecek misin ?
İçimde seni saklamaktan öyle yoruldum,
cehenneme gidiyorum..
Düşsel
Şub 23
Silinsin diye midir tüm kelamlarım…
Deniz kumsalını silmek için mi dalgalanır…
Ya rüzgâr ne varsa silip süpürmek için mi ıslık çalarak geçer şehrimden…
Sözlerde öyle değil midir uçup gitmez mi dimağın dilinden…
Nasıl da iz bırakır sözden anlayanın zihninde…
Söz ağızdan çıkmaya görsün kalem kağıda dokunmaya kıyamazken…
Sen dilini döndürürken ağzında en acı cümle yerini almıştır bile…
Aç gözlü bir kurdun masum kırmızı başlıklı kızı tuzağa düşürmesi gibi acıdır söz söylemek…
Kelimelerinde mayınlar saklı…
Adım atsam patlayacak göğsümde…
Dipsiz bir yara açılacak tinde…
Yar yar diye bağırasım gelir de…
Sesim düşmez kâğıdın üzerine…
Uç biter kalem kırılır…
Evvel zamanın diline düşer zaman…
Samanlık seyran olur da seyrine dalamazsın saçlarımın…
Günahın kucağındayken -günah çiledir elzem elzem yazılır alnına- herkesin iki meleği vardır…
İyiler ve kötüler gibi…
Hasibe…
Şub 23
piramit tepesine evvela köleler çıkar
şaşı bir peygambere hiç bir mürit in…anırdır
bir körün peruk takması kadar feci
kıyamet de herkese kendi gibi kopacak
usta terziler mezurasız anlarlar
gidip gelen trenlerle akarak
en güzel gar lokantaları’nda içilir
-bir şey var.. bir şey hep var-
musalla taşı’na serçeler konar
hurma ağaçları sögüt gölgesi arar
pabuçlarım su çekiyor saçım sıfır numara
ben bu hayatın yalancısıyım
ayran içmedik lakin yine de ayrı düştük
ömrümden bir daha geç yoksa cüce kalırım
hayatmetre iki din açılıyor
tevatür boz duru ziyade kirli
tekerlek üzeri cam kenarı aşk
çıldırmak da uzun zaman alıyor
sesi insana benziyor diye
konuşan kuş sayılır ya papağan
hüzünlerin de patenti oluyor
renkler bile yan yana
gelmeye ürküyor
gökkuşağı geceleri çıkıyor
ya kalbim acıkır da çekerse seni
meyvanın ekşimesi: küsmesi mi
yoksa can çekişmesi mi
yaraları saya soya seviniyorlar
yara görününce yara’dır
göründü kara yara
-dağlar uçurumlarını dışarı asar-
sevin antepliler sevin
sevgililer günüdür
çocuklar her yeni yüzyıl’a pandik
-evler balkonlarını içeri kısar-
devlet televizyonu’nda oynayan
bbc dizileri gibi soğuk ve silinik
kirlendiysek bu ülke’yle kirlendik
hasılı: bu durmuş bu beklemiş
bu ekmiş bu biçmiş bu sevmiş
bu da ta orta asya’dan gelmiş
‘ya sev ya terket’ demiş
malazgirt ovası’nda
görünmez sarı levha:
“ayağınızı anadolu’ya silin
kılıcınızı bizans’a asın”
durmayı mezarlıkta
folklörü at üstünde
staj etmiş bir zilyet
yol üstündeler diye yol’dur
yoksa gerili ip kuru toprak
bir atı övdüğü kadar
sevmiş mi tebaasını
son hareketi yapamıyoruz
tarih patinaj talih sürmenaj
ankara ankara jüri ankara
biz buradan gidelim
canım bol sıkılıyor
gidelim biz buradan
sıkılıyor canım bol
buradan gidelim biz
bol sıkılıyor canım
çıkış yok yok çıkış
yok çıkış çıkış yok
canım sıkılıyor bol
gidelim buradan biz
sıkılıyor bol canım
buradan biz gidelim
bol canım sıkılıyor
biz gidelim buradan
herkes kod ruhu’yla “burada” ve “şimdi”
aşkta da türkan şoray kanunları geçerli
eskiden ambalajsız sarılıyorduk
yılkı insanları’yız alo burası hephiçyer
öpüşme öncesi gargara yapıyorlar
anla beni ve öldür sana bir şey olmasın
ya da bizi sorup sual eden olursa
kum saati içinde güneşleniyoruz işte
ve kar taneleri gibi yaşıyoruz şu sıra
birbirimize değmeden ayrı ayrı eriyerek
ileride bu olanlara gülüp geçeceğiz mesela
fakat şimdi bir hayatı doldurmak zorundayız
insan insanda bitiyor arkadaş başka sözüm yok
gitgide diğerimiz üşüyor
zartrilyon süren şu hayat çarşı’nda
ömrümüz kışla-camii-bakırköy avlularında
“yaşayacak halimiz mecalimiz yok
artık size emanetiz” yazıyor ilişikteki not’ta
dün dün’den biraz daha normaldi sanki
bugün’nün kafası bulanık zonk zonk zonkluyor
pek çok alamet belirdi
hakikatli sevgililer bir bir delirdi
kimse tertemiz değil
artık ter bile temiz değil çünkü
esmiş gürlemişiz yağamamışız
baki kalan bu kubbede
hoş bir bırt sesiymiş
bu şimdiki açık kalmış zaman’dan
eksik gedik bir çocukluk çıkar mı
hakkımızda konuşurlar da car car
ne telif öderler ne bir nescafe ısmarlarlar
sivas’ı unutmayalım -unutmayalım sivas’ı
erzincan ve dinar hatırlatır kendini
– bekleyeli çok oldu mu hayatım
– yook bir iki haiku kadar işte
ismim bond met üst bond gizli şair’im
damardan yaşarım altın vuruş sevişirim
varlığım lojistik destik’tir hayata
schindler’in listesine giremesem de daha
midas’ın kulakları estetikli kalbi teflonlu
midas’ın yarrock’ı at yarrock’ı
“burdan kaçınız” köşesi’ndeyiz dünyanın
dünya bu bekleme salonu cortlak yuvarlak
altımızdan ters ırmaklar mı geçiyor ne tıss
-nuh’un gemisi’ne de bre damsız girilmez-
karşının herifi’yim buralarda anti’yim
bahçe insanı’yım kaldırım şairi’yim
düsturum: “herkesi memnun edemezsin
kızamadığın birini hakikatli sevemezsin”
el kadar light hayat’la düşmüşüz de dara
insan amca insan teyze uymayın ben’a
-tashih büyüyü bozuyor yazı mı tura mı yara-
fakirler inanır zenginler satın alır tıss
zenginlik değil komşu fakirlik gerçeküstü
sevgim huylu sevgi metin üstündağ öldü
şarkılarla türkülerle kendimizden geçeriz
filmlerle öykülerle kendimize geliriz
böyle de bir yanımız var işte teneke tıngır
“her şey alnımıza yazılı” der din baba
“her şey olacağına varır” der bilim baba
ikisi de aynı kapıya mı erer hidayet
ya da aynı kapısızlığa mı teneke tıngır
sonsuzluk ülkesi kainat mahallesi
dünya caddesi hayat sokağı ömür apartmanı
otuz bir numarada oturuyorum
kimseye yoktur mahsurum
ve istanbul’un aç horozları aç martılar adına
burada ve şimdi meydana gelen
tüm iyilikleri ve kötülükleri üstleniyorum
neyi nereye yaşayacağımız unuta damıta
her şey birçok şey oldu kaossenfoni
lojmana benziyor gide kala şu ömür
kan kardeşi olmuşuz lösemili zamanla
dün gibi uyandığımız bugün nekahet dönemi
hiçistan’da düşünce suçu yok artık
hiçistan’da düşünen kimse yok artık çünkü
fraksiyon olarak gelişiyor her sevgi
aynı lafları etmekten ağzımız kokuyor
şiir açıklamıyor dünyayı ancak gargara yapıyor
sarışın mizah dergileri gibi eskiyoruz
meğer kavuştukça çoğalan bir ayrılık varmış
yalnızlık psikolojikmiş öpülünce geçermiş
çocuktunuz şimdikinden ortaya daha duble çocuk
yeni bir kıta keşfeden serüvenci hevesiyle
o orasını gösteriyordu sense yaralarını
o gün bugün bir giz gelişti aranızda 3. şahıs gibi
ilk göreni ilk dokunanı oldunuz birbirinizin
konuşsanız kan çıkardı kelimelerden sussanız yazık
öldüğünü duydunuz ağustostan önceki son hazirandı
bir dize geldi düğümlendi boğazınıza:
“bıçak saplanmadığı yeri de yaralar” gibi
evcilik doktorculuk oynuyordunuz hani
ama hep çıplak yatakta bitiyordu oyun sonları
ebeveynleriniz mızıkçılık yapıyordu
hep cızz oluyordu bir yanınız hep uf
o orasını öptürüyordu sense yaralarını
yüz çizgileri derin kuru birer ur ark
aramıza biz engeliz ten nasıl soluyor zinhar
bir tek biz mi fazla kaldık bu aşka
ses oktava sığmıyor hakikatle inleyince
herkesin açığı var kapanmıyor yaralar
tedavi sözlere rağmen kaos hükümdar
ölüm doğuruyor istemese de her kadın
ve cellat oluyor nihayet istemese de her erkek
bu devletin uluslararası bir mutfağı var
gene de halkın açlıktan nefesi kokar
macar topçu urban’a yeni top mu döktürsek
bir yeşilin içinde nasıl sarı ve mavi dursak
gözleri yüzlerinde iki hileli zar
bir öpüşmede tanrım ne çok insan dudağı var
bütün eserleri yaşına geldin mi
tam antolojilik oldun mu
ara sıra alıntı yapıyorlar mı senden
çın çın çınlatıyorlar mı kulaklarını
gitsen özlenir misin kalsan bırakırlar mı
uzaktan nasıl görünüyorsun acaba
karşılığın rengin dengin nedir sahi hayatta
aştın mı yoksa tekrar mı ediyorsun kendini
uzasan mı artık kıssan mı kessen mi sesini
yanlış mı kokluyorsun gülleri
annesi babası mı sanıyor herkes seni
siyasete mi girsen artık intihar mı etsen
diyeceğin her şeyi dedin mi dediğine değdi mi
bütün eserleri yaşına geldin mi
Metin Üstündağ, Tentürdiyot