Güz Okulu Mezunu

Yazdıklarımın özeti: kuğuda boğulan havuz
Avcıların yanında poz verdiği ölü ceylan
Kendini kanatan gül imgesi
Leyla içerikli korkak kahraman

Beni yanlış bir masala kilitledi çağ
Yazdıklarımın özeti: Aşkın kirlendiğidir

Kendine saplanan bir hançerle tanıştım
Duydum kuş çığlığını fırtınalı günlerde
Raydan çıkacak trene herkesten önce bindim
Umutsuzluğun yakıştığını gördüm bu çağa
Bin bir güçlükle edindim aşk markalı kumaşı
Usta kılıklı çıraklar gömlek dikemedi bana

Daldan düşen yaprağı en iyi ben anladım
Güz okulu mezunu olabildim sonuçta
Onca kitabın özeti: Yama tutmayan yırtık

Pop seven çocuklara yaylı tambur dinletmek
Bunda ısrarcı olmak, yazdıklarımın özeti
Çekilmek konusunda sabırsız tetik
Aşk iksiri biçiminde mermi çekirdekleri

Abdülkadir Budak

“Uçurum Hakkı” adını taşıyan bir şiir yazarak şiir yazmaya veda etmiştim bir zamanlar. Yayımlamıştım bu şiiri, kendimi okurlar ve şair arkadaşlarım önünde bağlamak istemiştim; ama, ne oldu o şiir çıktıktan sonra? Hayat asıl anlamını tümüyle yitirdi sanki. Bu anlamda sözümde duramadım, hemen döndüm şiire. Hızla kirlendiğimi fark etmiştim, intihar ediyordum sanki yazmadığım zamanlarda. Bu dünyaya şiir yazmak için gelmiş insanlardan biri olarak gördüm kendimi hep. Yazgımdı şiir, çaresizliğimdi. Bakmayın siz “düşerken ellerimden tutmuşsa şiirlerim/ dizlerimde niçin yara var peki?” diye sorduğuma. Geçirdikleri bir kaza sonunda yakınlarını yitiren bir insanın, onların ölümüne ağlarken daha çok kendi kurtuluşuna seviniyor olması halidir belki de. “Külleme ateşimi yandıkça bahtiyarım” demektir olsa olsa.”

Şiir: Güzel uykusuzluk
Kuşa gökyüzü demek, çatlayan dudağa su
Kırık nota aferin, dersi asmayı öneri
Şiir: güzün kopardığı yaprağı
Bir dala usulca eklemeyi öğretti

Ne çok şey öğretti şiir
Hancı kimdir, ne demektir yolcuya
Hanı hangi yoldan ele geçirdi
Şiir ince sorulara her zaman
İnce sorularla karşılık verdi

Şöyle dedi şiir: -Uzak dur ey genç
Bir avcıyla yanyana fotoğraf çektirmekten
Yol sana bir kimlik ekleyecektir
Tozu eksik etme gömleklerinden

Ne çok şey öğretti şiir
Hangi dille, nerde, nasıl yapılır
Örneğin yaralı kumla söyleşi
Hangi yangınların sularıyla yıkanır
Sevdaya ilişkin iç çekişleri

Abdülkadir Budak

Kitaplar: Düşlerinin dinlenme yeri
Bir umudun, bir özlemin uğrağı
Kitap kurak yalnızlığa
Bir yağmur sağanağı

Kitaplarıdır onun sevdiği sokak adları
Bir bardak demli çaydır, mahalle kahvesinde
Kitaptır ağda çırpınan
Balıkları geri veren denize

Abdülkadir Budak

Babam ve Liman

Limanın anlamını çözer mi yanaşan gemi
Bunu denize sorsam daha derine iner
Liman bir şey söylemez belki de gemilere
Açıklarda içine demir atmışsa eğer

Babam limandı belki, yanaşmayan gemi ben
Aynı suların açığı, kıyısıydık ikimiz
Susmak ona özgüydü eşlik etmekse bana
Ben şimdi anlıyorum, martıydı eksiğimiz

Abdülkadir Budak
(1952)

BABAM VE YOLCU

Babamdı içimdeki yolculuklardan biri
Uçuruma çıkmasını hangi oğul isterdi?

Hadi ben hayırsızım raydan çıkmış trenim
Daha acısı baba, yolcu da benim!

Abdülkadir Budak

Kalbin Öteki Yarısı

kuşun yeni karılmış zifte konması gibidir
kefeni yeğlemesi bir kışın kar yerine
yakıcı yaz gününde gölgenin çekip gitmesi
çekilmesi gibidir kabına sığmayan nehrin
çarmıhlı bir yorumla belki de İsa özeti

ikiye bölünür bir kalp, duymaz acıyı öteki
bir köy boşaltılırken Dilan’ın aşkı eskir
çocuklar büyür birden, anneler şaşırmaz buna
yıldızlar erkenden yatar, lambanın gazı tükenir

kerpiç düşer yarım kalır bir duvar
geyiklere rastlanır avcıların gözlerinde
ah böyle zamanlarda sıradan biri olur
saçları kırk belikli güzelim Dilan bile

Elbet veda edilemez bir köy boşaltılırken
varsa sandık odaları anılar kalır orada
gözyaşıyla çizilmiş bir kalp resmi bulunur
Dilan’ın D’si görülür öteki yarısında

Konuşma ustasıyız kısık seslerimizle
habire kül üretiriz ateşlerden habersiz
körükleriz bir yangını söndürmek umuduyla
kendimizi temize çektik sanırız
Bir köyün boşaltılması nasıl şey sorusuyla

Abdülkadir Budak

Yanlış Anka Destanı 1

Ürkekliği kimliğine ekleyen
Bir ceylanın ikizidir yazdığı şiir
O eski huyudur, bırakamadı
Hep yaralı imgelere rastlar da
Tutar ellerinden eve getirir

Öteki özelliği sürüyor daha
Yeterince gizleyemez kendini
Yanlış anlaşılmaya bu yüzden alışıktır
Ve usulca ağlamaya

Avcılardan korktuğunu söyler o
Tutup ikinci dizede açıklar nedenini
Hangi kıyılarda denizi seyrediyor
Arıyordu, buldu mu o özgün kimliğini

Abdülkadir Budak

Yüzümdeki Sürgün

Yoldayım bu kadar karanlık nasıl doldu gövdeme
Burçlara bakarak gidemem hava bulutlu
İhtimal bir suç gibi yakışır ayaklarıma
Uzun gecelere benzeyen arkadaşlar yok artık
Vesikalık bakışlar selamlıyor birbirimizi
Yabancı demek çokça acı gelse de
Acıyarak yabancıyız artık dünyaya bile
Sabır gelip takılıyor boğazıma bu iyi
Artık ne kılıcım var elimde ne kalkanım
Ölmeye çok var demeye kimsenin dili varmıyor
Oysa ölmek tüm yalanları ters yüz ederek
Geceyi gündüz ederek dolaşıyor aramızda
Çok ciddiye alıyoruz ya her şeyi
Sevinirken düşüyor ya bütün kalelerimiz
İşte tam da bundan
Ölüm omzumuzun en değişmez ev sahibi
Yine yolda olmak iyi, karanlık da olsa içimiz
Belki arındırır bir pınar başı cümle dertlerden
Kahrolsun terk etmeler, yarı yolda bırakmalar
Kahrolsun iyiyim derken içimizdeki titremeler
Değmez demiyorum değer
Bir gül gelip içimizde açsa iyidir
Sonra yok olmak fark edilmektir biraz
Hep kıyı köşe bizim marifetimiz
Dışarısı içeriden daha ilkbahar
Yüzümüz bir sürgünden çok eski
Bunları bile bile
Yakamızda güzden kalma derin bir leke
Dünyaya küsmeye gerek yok
Yitirdiğim ne varsa hepsi bir fısıltı
Tabanlarıma bir merhem avcumdaki ateş
Kuşların kanatlarından savrulan küller
bunları geçmekle olmaz – köle değil ruhumuz

Mustafa Uçurum

Kendime Öğüt

Çok sevmek de öldürür bazen.

Tutkuyla bağlandığın herkes gider.
Hiçbir yara iyileşmez aslında.
Bir gün bir köşe başında yorulursun.

Çok sevmek de öldürür bazen.

Korkulara mahkum olan düşlerin,
Birer birer kedere dönüşür zamanla.
Ve acı otağını kurar virane yurdunda.
Su konuşur, dağlar dinler, sen susarsın.

Yalnızlık olursun etinle kemiğinle.
Gün olur dizeler de terk eder seni.

Emin Baş

Ölüm, acaba nerede el sallar bana,

Kimler olur baş ucumda, oğlum ne yapar?

Emin Baş

Ey altmışına sâl-i hayâtının eren âdem

Ey altmışına sâl-i hayâtının eren âdem;
Altmış senelik ömrün, elinde nesi kaldı?

Gaflet mi tegafül mü nedir? Neyse uyan bak
Bî-hûde güzâr eylemesin müddet azaldı

Tahirü’l Mevlevî

***

Ben didişmekden usandım savlet-i ağyar ile
Cây edindim külbe-i ahzânı kalb-i zâr ile

Dem-güzârım şimdi nây-i sîne-i bîmâr ile
«inzivada zevk-i halvet buldu dil, dil-dâr ile»

***

Ey nâle, yeter çırpınışın tâk-i sipihre
Ben öyle sağır mâkes-i şivenden usandım

Ey âh-i tehassür, feleğe saçma şerâre
Tâbınla olan leyle-i rûşendcn usandım.

Ey tîr-i kazadan açılan şerha-i sine
Dil-hânedeki perdeli revzenden usandım.

Ey mev’’id-i dîdâr, benim olma serâbım
Doydum yalana, va’de-i pürfenden usandım

***

“Cennet, anaların ayakları altındadır” hadisini açıklayıcı olarak ise şu şiiri nazmetmiştir:

Evladım diyerek candan kucaklar
Bulsa imkânını ruhunda saklar
Bu kadar şefkat, bu kadar sevgi
Bulunmaz sanırım babada belki
Onun için demiş Nebiyy-i zîşân:

Ananın ayağı altında cinân
Ey evlâd, ananın bastığı yere
Sür yüzünü, ruhun cennete gire

***

Vefâtından on yıl önce yazmış olduğu bu şiirde, şiir yazmasının boşa geçirilmiş bir emek olduğunu söylemesine rağmen; o, şiiri, düşünce ve duygularının tebliğ vasıtası kabul ettiği için ölünceye kadar şiir yazmaktan geri kalmamış, İslâm’a yöneltilen saldırılara karşı, yazdığı şiirlerle İslâm’ın yüceliğini dile getirmiş ve İslâm’ı savunmuştur. İslâm’ı savunduğu şiirlerinden biri şudur: 

Dini de Dinsizliği de Bilmeyen Bir Densize 

Ey zübbelik olusun diye ilhâda hevesle 

Söndürmeye kalkan güneşi sıska nefesle 

Bir sıska solukla güneşin şu’lesi sönmez 

Azminde senin akl u şuurun da görünmez 

Bak, bir dene, kandil-i ilâhi’yi git üfle 

itfaya muvaffak olamazsın onu püfle 

Sıçrar sana Hakk’ın oradan kahrı şirârı 

Boylarsın o dem ka’r-ı cehennemdeki nârı 

Bigâne kalır ruhuna da rahmet-i Hakk’ın 

Takibe koşar hâtıranı la’neti Hakk’ın 

Şeytan bile senden olacaktır müteberri 

Yapmaz o senin ettiğin ilhâd ile şerri 

Sen bâtılı hak, hakkı da bâtıl sanıyorsun 

Cehle dayanıp gaflet ile çalkanıyorsun 

Bir kerre düşün vârise ger zerre şuûrun 

Baykuştur olan düşmen-i bî-rü’yeti nurun 

Bir hayvan o, yok nura nigâhında tahammül 

Sen insan isen aç gözünü eyle teemmül 

Tetkikte çalış dini, onu etmeden inkâr 

Insâf ile, ihlâs ile kıl cehdini ikrar 

Evvel çalışıp öğrenerek sonra hüküm ver 

Zirâ olamaz câhil olan hâkim-i dâver 

Çekmekte senin bilmeyerek halt-ı kebirin 

Hep hande-i tezyifini bâlâ ile zîrin 

Hakkında dua etmede kalbim, sana kinsiz 

Ey cehline aldanmış olan sâdece dinsiz 

Âkif gibi ben de diyorum Rabbi Kerim’e 

Envâr-ı huda gösteri ver halk-ı esîme 

“Müminlere imdâda yetiş merhâmetinle 

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle” 

Şiirlerinde, yaşamı süresince karşılaştığı sıkıntıları ve ihanetleri de dile getiren şâirin, 

Beyanü’l-Hak dergisinde yayınlanan şu şiiri sanki onun çileli hayatının bir aynasıdır: 

Gazel 

Gâh inşân nâ’il-i ikbâl olur ‘âlem bu yâ 

‘Âric-i eflâk âli’l-‘âl olur âlem bu yâ 

Gâh darb-ı müşte-i takdire uğrar ensesi 

Şadme-i edbâr ile pâ-mâl olur’âlem bu yâ 

Gâh bir hiçden’ibâretken çıkar herşey olur 

Fikrini infâz, için fa”âi olur âlem bu yâ 

Gâh herşeyken düşer piste-i hiçâ hiçede 

Mevki’i duçâr-ı istibdâl olur âlem bu yâ 

Gâh olur ki cümle indinde görürken ihtirâm 

Gâh bir şekvâ-yı kîi-ü kâ! olur âlem bu yâ 

Gâh olur ki fethine hasret çekenler meclisin 

Şeddine yâ feshine meyyâl olur ‘alem bu yâ 

Ser-nüvişt-i millet-i merhûmeden bahş eyleyen 

Gah olur beyhude bir kavvâl olur f âlem bu yâ 

Bir taraf da böyle hırgür bir tarafda gîr ü dâr 

Hûn-ı nâ-hak çullara seyyâl olur r âlem bu yâ 

Kör ebe oynar gibi ba’zen siyâsiyyât-ı mülk 

Böylece bâzice-i etfâl olur \âlem bu yâ 

Dûd-ı ğafletden kararmış ufkumuz inşâf edin 

Belki bir nûr-ı hüdâ cevvâl olur âlem bu yâ “

***

Ey Tâhir hayâtın baharı geçti

Şu mevsim ömrümün artık güzüdür

***

Her ne dem Îsî-i la’l-i yâri tezkâr eylerim

Hâtır-ı zârı onun şevkiyle bîmâr eylerim

Sîneme müjgânlarından çâre ümmîd eyleyip

Cânımı âmâcgâh-ı merge ihzâr eylerim

Yâd edince âb u tâb-ı gonce-i ruhsârını

Dâğ-ı hasretle ser-â-pâ cismi gülzâr eylerim

Hâbdan bang-i enînimle o şûhu kaldırıp

Fitne-i hâbîdeyi nâlemle bîdâr eylerim

Ârzû-yı setr-i mâ-fi’l-bâl ederken yârimi

Gördüğümde aşkımı eşkimle izhâr eylerim

Cürm ise dil-dâde olmak kurretü’l-aynım sana

Ben o cürmü işledim ey mâh ikrâr eylerim

Tîğ-i gamzense cezâ-yı cürm-i ser-bâzân-ı aşk

Ben ona cân u teni minnetle îsâr eylerim

Maksadım Tâhir gazel yazmak değildir böylece

Hâl-i kalb-i zârımı dildâra iş’âr eylerim

***

Nesîm-i ravza-i firdevs hîç dânî çîst

Peyâm-ı yâr ki nâ-geh be yâr mî âyed

(Cennet bahçesinin rüzgârı nedir bilir misin? 

Zaman zaman yârdan haber gelmesidir.)  

***Kalmadı kalb-i hazînimde nevâdan gayrı
Ne olur vâdi-i tenhâda sadâdan gayrı
Bana hoş görmemiş olsam da cefâdan gayrı
Ne görür ehl-i cefâ bende vefâdan gayrı
Ne bulur şem’ yakan kimse ziyâdan gayrı?

***

Mahabbet tarîkı ne dik yokuşmuş

Bu şeydâ tabîat orada koşmuş

Bir zaman sanırdım o koşma hoşmuş

Fakat şimdi artık canımı sıktı

Ne müşkil belâ bu, sevilme, sev de

Olmasın vefâ hiç kühende, nevde

Gönül dedikleri şu vîrân evde

Ne kadar vefâsız oturdu çıktı!

Her kimi sevdimse oldu cefâcı

Birini görmedim olsun vefâcı

Her biri sanırsın birer kiracı

Sîneme girip de içinden yıktı

Aşkın âteşine tutuştum yandım

Bin türlü acıklı renge boyandım

Tâkatim tükendi artık usandım

Sevgiden yaralı yüreğim bıktı

Bakışı ne kadar olsa da süzgün

O süzgün bakıştan içerim üzgün

İnledim, âhengi olmadı düzgün

Sevdâdan rûhumun sazı kırıktı

***

Söyleyen kadar da muammer olmaz

Unutulur gider şi’rin kötüsü

İyisi olunca dâimâ yaşar

Şâirin çürüse bile ölüsü

***

Doğduğumdan beri çekdim durdum 

Yine de gelmedi pâyân-ı çileye 

Bu sefer karnıma marpûç geçirip 

Beni döndürdü felek nargileye

***

Eli boş gidilmez gidilen yere 

Rabbim boş gelmedim ben, suç getirdim 

Dağlar çekemezken o ağır yükü 

İki kat sırtımla pek güç getirdim

***

Sofiyyenin irfânı; bilmekten ziyade, tatmak olduğundan, yalnız tasavvuf kitaplarını okumakla iktifa edip seyr ü sülükta bulunmayanların öğrendikleri kîl ü kâlden ibâret kaldı. Ömründe şeker yermemiş bir kimsenin şekerin tatlı olduğunu bilmesine döndü. Binâenaleyh sofiyye eserlerini okuyup da yanlış- doğru bazı şeyler öğrenmek doğru de­ğildir. Kamil bir mürşidin terbiyesiyle seyr ü sülükta bulunup ilmi zevke tebdil eylemek elzemdir. 

***

Cihâd: Uğraşmak demektir. Bundan dolayı düşmanla harb etmeye cihâd denil­miştir. Cihâd, asgar ve ekber, yâni küçük ve büyük diye ikiye ayrılmıştır. Cihad-ı asgar; düşmanla, cihad-ı ekber, nefisle uğraşmaktır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz; bir gazâdan avdet ederken; “Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere dönüyoruz” buyururdu. Çünkü nefisle uğraşmak, en çetin bir düşmanla çarpışmaktan zordur. Çünkü düşmanla çarpışmak hayatın birkaç gününe münhasırdır. Nefisle mücahede ise bütün bir ömür müddetince devam eder.

Tahirü’l Mevlevî

Koşma

Seyrine daldığın şu coşkun dere

Gözümden çağlıyan hicrân yaşıdır

Dikkat et basdığın ezdiğin yere

Yüzümden ibâret pınar başıdır

Süzülüp geçerken o gamlı dere

Sıçrar da bir damla durduğun yere

Gelirse o şâyed sana bir bere

Ağlıyan rûhumun sitem taşıdır

Cevrinde kanıyan yüreğim dâğlı

İrâdem zülfünün teline bağlı

Gönlümü doğrayan kılıcı zağlı

Sevdânın kesilmez bir savaşıdır

Felek de benimle olmuş kavgacı

Serpiyor üstüme belâdan saçı

Ölüm dedikleri olsa da acı

Duyduğum acının en yavaşıdır

Alnımın yazısı bezdirdi beni

Kalbinden yaralı gezdirdi beni

Ayaklar altında ezdirdi beni

Belki toprağımı başda taşıdır

***

Terk edip gitdin nihâyet kimsesiz evlâdını

Ayrılıkmış mihr-i bî-pâyânının âhir sonu

Nüh felekden yâdıma târîh-i menkûtun gelir

Ellisinden sonra öksüz koydun anne oğlunu

***

“Mesnevî’de şiiriyet arayanlar şunu bilmelidir ki, Mesnevî’de şiir değil maarif ve hakayık ve tevhide müteallik vekayi’ bulunur. Mesnevî’nin bir beytinde Hazreti Mevlâna: 

Mesnevî-i mâ dühkân-ı vahdet est

Gayr-ı vâhid ân çî bînî an büt-est

“Bizim Mesnevî, vahdet dükkânıdır. Münderecatında vahdetten başka negörürsen o puttur”  buyuruyor. Nazım Vahdetperesti de, demiştir ki: “Ben kafiye düşünüyorum. Sevgilim ise, benim didarımdan başka bir şey düşünme. Ey benim kafiye endişem! Benim indimde devlet kafiiyesi sensin. Ki vuslat demektir. Harf nedir  ki, onu düşünmekle meşgul olacaksın? Harf nedir? Bağların etrafındaki dikenden duvar gibidir. Ben harfi de, savtı da, ondan mütehassıl kelâmı da ortadan kaldırır, bunların vasıtalığı olmaksızın seninle konuşuyorum, diyor.” Demek ki Hazreti Mevlâna, şairliği ve dâhiliği değil, ancak ve ancak ilahîliği düşünmüş ve onu gaye edinmiştir. Cenab-ı Pir Efendimiz, Rabbanî hakikatler neşri emeline mukabil, kafiye perdazlık hevesiyle söz söylemiş olsaydı Farisi edebiyatın şairler sultanı olurdu. Fakat o zaman sadat-ı urefa ve hazeratı sofiyenin Mevlânası olamazdı.

***

Şuarâ için, fart-ı hassâsiyet mahsûlü denir. Tehassüsdeki ifrâtın hastalık olduğu, o nevî mütehassisin hasta bulunduğu söylenir. Şu kavle göre, en hisli, en ziyâde merîz insanlardır. Maalesef ben de o zavalılardan biriyim. Çünkü hassâsiyet denilen devâ nâpüzeyr bir illetin, şifâ nâ ümîd mübtelâsıyım. Bu hasta, dâhilî ve hâricî birtakım âlâm ve esbâbın tazyîkiyle inler, hattâ  nâlezenliği bazan da yıllarca sürer. İşitenleri acındırmakla  berâber, usanç verdiği de olur. Hasta, verdiği melâli, pekâlâ takdir eylediği hâlde, iniltilerini kesemez. Zîrâ o, tellümât ile iztırâbâtının hafiflediğini tevehhüm eder. Belki aks-i feryâdını duymakla tesellî bulur. Benim de (Dîvân nâmına tertîp eylediğim şu mecmûa, bu türlü tavsiyeleri muhtevîdir ki, herbiri enfüs ve âfâkı muhtelif teessürâtın kalbî ve rûhî şîveleridir. İçlerinde gülümsemeyi andıranlar varsa, o gibileri bâzı mesâib karşısında gayri ihtiyârî salıverilmiş zehrîn handeleridir… Medîd ve mükerrer akislerini yalnız kalbimin duyacağı o iniltiler, ben öldükten sonra da Felek kubbesini çınlatsınlar. İhtimâl ki, birinin bir tanîni, insaflı bir sâmiin merhamati hissini galeyâna getirir de, sâhibi hakkında ALLAH rahmet eylesin düâsında bulunur. Bir tarafa gitmiş olanların, burada kalanlardan bekledikleri de ancak budur.

Tahir Olgun

Tâhirül-Mevlevî

Yazanlar nakş-ı hüsnün gamzesin şemşir yazsunlar

Yazanlar nakş-ı hüsnün gamzesin şemşir yazsunlar
O şemşir üzre kanımla kaza-teşir yazsunlar

Dil-i ser-pençe-i çeşminde göstersün muşavvirler
Ol ahu beçceye her dem şikarı şir yazsunlar

Tılsım-u- vefk hırz-ı ‘akl’ı erbab-ı cünun olmaz
Benim ta’viz-i bazu-bendime zincir yazsunlar

Vecdi (Abdülbaki) 
(Vecdi katl olundukta bu gazel natamam cebinde bulunmuştur.)

SADAKATE DAVET

Ve, kadına şöyle diyordu

gülerek (gölgedeki yüzünde
belli belirsiz bir gülümsemeyle),
şöyle diyordu:

-Neden bunca yıl sonra
zinciri kırmak?
Neye yarar eski acıların yerine
yeni sıkıntılar koymak?

Dostum, hiçbir şey
bizim için yeni olamayacak belki de.
Eski şefkatin kendine has
büyüsü sürecek yine de.

Süregelen ve yaşama
karşı koyan aşka,
gelmez hiçbir şey daha tatlı ve hüzün dolu
uzak şeylerden başka.

Dönüşsün aşkımız
sakin bir öğleden sonraya,
uçuşsun saçların
rüzgarsız havada,

güllerin içinde,
güneşte, dalga dalga.
Menekşe elim
konuyor şakağına;
ve, çiçeklerimin arasında
eğilince alnın,
kalbim hissediyor tümünü
senin gizli acılarının.
Konuşmuyorum seninle.
Tanıyorum gölgesini sıkıntının,
bazı bıkkınlıkların
ve işkence eden ağırlığını etin,

nemli sisi de: Ruhu
uzun günlerce sıkıntıya boğan,
düşünceler olmaksızın:
Ah, işte, yine aynı acılar!

Konuşuyorsan eğer, ara sıra,
biliyorum ki kalbin uzakta,
sana ‘Dinle’
diye yineliyorum boşuna.

-Peki neden, bunca yıl sonra
zinciri kırmak?
neye yarar eski acıların yerine
yeni sıkıntılar koymak?

Sevmek, sevmek yine,
bir zamanlar sevdiğimiz gibi,
söylemek yine, o sözcükleri,
duymak onları, beklemek

aynı sıkıntıyla zamanın gelmesini,
dönüştürmek soysuz davranışları
o göksel iççekişlerle,
yıldızlardan

güllere, o rüyaları dokumak,
ve sonunda varmak o bıkkınlığa,
ulaşmak her hissin
bilindik sınırına…

İster misin yani
kadere meydan okumak?
Hiçbir şey, ölüm dışında
bizim için yeni olmayacak.
O halde sadık kalalım
eski aşkımıza!
Namusunun tüm peçeleri
olmuş zaten paramparça;

ve hiçbir kucaklama,
artık hiçbiri yabancı değil sana.
Ulaştı sarhoşluğumuz
güneşe ve aya.

Peki, yine de,
ne derin b,r büyü var bu
ıssız ormanında
anıların,

usulca ulaştığı rüyamızın:
rüzgarsız havada
yükselen hafif dumanından
buhurdanın daha da yavaş.

O halde sadık kalalım
çünkü ne çok güldük,
ne çok ağladık
bu değişmez gökler altında!

Süregelen ve yaşama
karşı koyan aşka,
gelmez hiçbir şey daha tatlı ve hüzün dolu
uzak şeylerden başka.

Ve ben seviyorum o uzak şeyleri
buğulu gözlerindeki.
Uzak manzaralardaki
buğulu gölleri sevdiğim gibi.

Ya sen, bırakacak mısın
sonunda, terk edilmişliğe
artık varolmayan şeyleri,
artık hiç olmayan şeyleri!

Gabriele D’annunzio

Çeviren: Müge Yüksel

İçimizdeki Soğukluğa

Titrek el ve yüreğimde
tek korkum
Aşkın bir sığınağa dönüşmesiydi
Uçuş değil, kaçış olmasıydı.
Ey AŞK, ey AŞK!
Mavi yüzün görünmüyor

***

Arhk aşk
İçimizdeki soğukluğa
alev coşkusu değil
yaramızın sızısına uyuşturucu bir merhem
Ey AŞK, ey AŞK!
Kızıl yüzün görünmüyor

***

Güçsüzlük üzerine
karanlık tozlu avuntu
ve huzurlu kurtuluş
varlığın kaçışına.
Mavinin huzuruna
Karanlık
Ve erguvan üzerine
EY AŞK, EY AŞK!
Yeşil yaprakçık
tanıdık rengin, tanıdık yüzün görünmüyor.

Ahmed Şamlu