I Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;Aşındırarak bütün güzel duyguları.Bir yarım umuttur elimizde kalan,Göğüslemek için karanlık yarınları.Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,Damağımda kösnüyle gezinirken;Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,Dışarda rüzgar acıyla inilderken.Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,Seninle bir döşekte …
‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin. Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’ İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, …
İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağGibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdiSeyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlarBir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzündeHerkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariçHiçbir …
kendimden başkakimseye kızmıyorumkendime yakıştırmadığım her davranışher sözkalbimiiçinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyoryaşamaktansınıfta kaldımoysasınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim ölüm hak, ecel gerçekancak merhametsizlikten deölüyor insanlar omuzlarımda dağlaravuçlarımda ardıç kuşutaşıyorumve kalbimde umudum Allah’ım…her hatamdan sonra merhametinleyeniden …
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun. Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce …
Yazdıklarımın özeti: kuğuda boğulan havuz Avcıların yanında poz verdiği ölü ceylan Kendini kanatan gül imgesi Leyla içerikli korkak kahraman … Beni yanlış bir masala kilitledi çağ Yazdıklarımın özeti: Aşkın kirlendiğidir
Kendine saplanan bir hançerle tanıştım Duydum kuş çığlığını fırtınalı günlerde Raydan çıkacak trene herkesten önce bindim Umutsuzluğun yakıştığını gördüm bu çağa Bin bir güçlükle edindim aşk markalı kumaşı Usta kılıklı çıraklar gömlek dikemedi bana
Daldan düşen yaprağı en iyi ben anladım Güz okulu mezunu olabildim sonuçta Onca kitabın özeti: Yama tutmayan yırtık
Pop seven çocuklara yaylı tambur dinletmek Bunda ısrarcı olmak, yazdıklarımın özeti Çekilmek konusunda sabırsız tetik Aşk iksiri biçiminde mermi çekirdekleri
Abdülkadir Budak
“Uçurum Hakkı” adını taşıyan bir şiir yazarak şiir yazmaya veda etmiştim bir zamanlar. Yayımlamıştım bu şiiri, kendimi okurlar ve şair arkadaşlarım önünde bağlamak istemiştim; ama, ne oldu o şiir çıktıktan sonra? Hayat asıl anlamını tümüyle yitirdi sanki. Bu anlamda sözümde duramadım, hemen döndüm şiire. Hızla kirlendiğimi fark etmiştim, intihar ediyordum sanki yazmadığım zamanlarda. Bu dünyaya şiir yazmak için gelmiş insanlardan biri olarak gördüm kendimi hep. Yazgımdı şiir, çaresizliğimdi. Bakmayın siz “düşerken ellerimden tutmuşsa şiirlerim/ dizlerimde niçin yara var peki?” diye sorduğuma. Geçirdikleri bir kaza sonunda yakınlarını yitiren bir insanın, onların ölümüne ağlarken daha çok kendi kurtuluşuna seviniyor olması halidir belki de. “Külleme ateşimi yandıkça bahtiyarım” demektir olsa olsa.”
Şiir: Güzel uykusuzluk Kuşa gökyüzü demek, çatlayan dudağa su Kırık nota aferin, dersi asmayı öneri Şiir: güzün kopardığı yaprağı Bir dala usulca eklemeyi öğretti
Ne çok şey öğretti şiir Hancı kimdir, ne demektir yolcuya Hanı hangi yoldan ele geçirdi Şiir ince sorulara her zaman İnce sorularla karşılık verdi
Şöyle dedi şiir: -Uzak dur ey genç Bir avcıyla yanyana fotoğraf çektirmekten Yol sana bir kimlik ekleyecektir Tozu eksik etme gömleklerinden
Ne çok şey öğretti şiir Hangi dille, nerde, nasıl yapılır Örneğin yaralı kumla söyleşi Hangi yangınların sularıyla yıkanır Sevdaya ilişkin iç çekişleri
Abdülkadir Budak
Kitaplar: Düşlerinin dinlenme yeri Bir umudun, bir özlemin uğrağı Kitap kurak yalnızlığa Bir yağmur sağanağı
Kitaplarıdır onun sevdiği sokak adları Bir bardak demli çaydır, mahalle kahvesinde Kitaptır ağda çırpınan Balıkları geri veren denize
Limanın anlamını çözer mi yanaşan gemi Bunu denize sorsam daha derine iner Liman bir şey söylemez belki de gemilere Açıklarda içine demir atmışsa eğer
Babam limandı belki, yanaşmayan gemi ben Aynı suların açığı, kıyısıydık ikimiz Susmak ona özgüydü eşlik etmekse bana Ben şimdi anlıyorum, martıydı eksiğimiz
Abdülkadir Budak (1952)
BABAM VE YOLCU
Babamdı içimdeki yolculuklardan biri Uçuruma çıkmasını hangi oğul isterdi?
Hadi ben hayırsızım raydan çıkmış trenim Daha acısı baba, yolcu da benim!
kuşun yeni karılmış zifte konması gibidir kefeni yeğlemesi bir kışın kar yerine yakıcı yaz gününde gölgenin çekip gitmesi çekilmesi gibidir kabına sığmayan nehrin çarmıhlı bir yorumla belki de İsa özeti
ikiye bölünür bir kalp, duymaz acıyı öteki bir köy boşaltılırken Dilan’ın aşkı eskir çocuklar büyür birden, anneler şaşırmaz buna yıldızlar erkenden yatar, lambanın gazı tükenir
kerpiç düşer yarım kalır bir duvar geyiklere rastlanır avcıların gözlerinde ah böyle zamanlarda sıradan biri olur saçları kırk belikli güzelim Dilan bile
Elbet veda edilemez bir köy boşaltılırken varsa sandık odaları anılar kalır orada gözyaşıyla çizilmiş bir kalp resmi bulunur Dilan’ın D’si görülür öteki yarısında
Konuşma ustasıyız kısık seslerimizle habire kül üretiriz ateşlerden habersiz körükleriz bir yangını söndürmek umuduyla kendimizi temize çektik sanırız Bir köyün boşaltılması nasıl şey sorusuyla
Yoldayım bu kadar karanlık nasıl doldu gövdeme Burçlara bakarak gidemem hava bulutlu İhtimal bir suç gibi yakışır ayaklarıma Uzun gecelere benzeyen arkadaşlar yok artık Vesikalık bakışlar selamlıyor birbirimizi Yabancı demek çokça acı gelse de Acıyarak yabancıyız artık dünyaya bile Sabır gelip takılıyor boğazıma bu iyi Artık ne kılıcım var elimde ne kalkanım Ölmeye çok var demeye kimsenin dili varmıyor Oysa ölmek tüm yalanları ters yüz ederek Geceyi gündüz ederek dolaşıyor aramızda Çok ciddiye alıyoruz ya her şeyi Sevinirken düşüyor ya bütün kalelerimiz İşte tam da bundan Ölüm omzumuzun en değişmez ev sahibi Yine yolda olmak iyi, karanlık da olsa içimiz Belki arındırır bir pınar başı cümle dertlerden Kahrolsun terk etmeler, yarı yolda bırakmalar Kahrolsun iyiyim derken içimizdeki titremeler Değmez demiyorum değer Bir gül gelip içimizde açsa iyidir Sonra yok olmak fark edilmektir biraz Hep kıyı köşe bizim marifetimiz Dışarısı içeriden daha ilkbahar Yüzümüz bir sürgünden çok eski Bunları bile bile Yakamızda güzden kalma derin bir leke Dünyaya küsmeye gerek yok Yitirdiğim ne varsa hepsi bir fısıltı Tabanlarıma bir merhem avcumdaki ateş Kuşların kanatlarından savrulan küller bunları geçmekle olmaz – köle değil ruhumuz
Ey altmışına sâl-i hayâtının eren âdem; Altmış senelik ömrün, elinde nesi kaldı?
Gaflet mi tegafül mü nedir? Neyse uyan bak Bî-hûde güzâr eylemesin müddet azaldı
Tahirü’l Mevlevî
***
Ben didişmekden usandım savlet-i ağyar ile Cây edindim külbe-i ahzânı kalb-i zâr ile
Dem-güzârım şimdi nây-i sîne-i bîmâr ile «inzivada zevk-i halvet buldu dil, dil-dâr ile»
***
Ey nâle, yeter çırpınışın tâk-i sipihre Ben öyle sağır mâkes-i şivenden usandım
Ey âh-i tehassür, feleğe saçma şerâre Tâbınla olan leyle-i rûşendcn usandım.
Ey tîr-i kazadan açılan şerha-i sine Dil-hânedeki perdeli revzenden usandım.
Ey mev’’id-i dîdâr, benim olma serâbım Doydum yalana, va’de-i pürfenden usandım
***
“Cennet, anaların ayakları altındadır” hadisini açıklayıcı olarak ise şu şiiri nazmetmiştir:
Evladım diyerek candan kucaklar Bulsa imkânını ruhunda saklar Bu kadar şefkat, bu kadar sevgi Bulunmaz sanırım babada belki Onun için demiş Nebiyy-i zîşân:
Ananın ayağı altında cinân Ey evlâd, ananın bastığı yere Sür yüzünü, ruhun cennete gire
***
Vefâtından on yıl önce yazmış olduğu bu şiirde, şiir yazmasının boşa geçirilmiş bir emek olduğunu söylemesine rağmen; o, şiiri, düşünce ve duygularının tebliğ vasıtası kabul ettiği için ölünceye kadar şiir yazmaktan geri kalmamış, İslâm’a yöneltilen saldırılara karşı, yazdığı şiirlerle İslâm’ın yüceliğini dile getirmiş ve İslâm’ı savunmuştur. İslâm’ı savunduğu şiirlerinden biri şudur:
Dini de Dinsizliği de Bilmeyen Bir Densize
Ey zübbelik olusun diye ilhâda hevesle
Söndürmeye kalkan güneşi sıska nefesle
Bir sıska solukla güneşin şu’lesi sönmez
Azminde senin akl u şuurun da görünmez
Bak, bir dene, kandil-i ilâhi’yi git üfle
itfaya muvaffak olamazsın onu püfle
Sıçrar sana Hakk’ın oradan kahrı şirârı
Boylarsın o dem ka’r-ı cehennemdeki nârı
Bigâne kalır ruhuna da rahmet-i Hakk’ın
Takibe koşar hâtıranı la’neti Hakk’ın
Şeytan bile senden olacaktır müteberri
Yapmaz o senin ettiğin ilhâd ile şerri
Sen bâtılı hak, hakkı da bâtıl sanıyorsun
Cehle dayanıp gaflet ile çalkanıyorsun
Bir kerre düşün vârise ger zerre şuûrun
Baykuştur olan düşmen-i bî-rü’yeti nurun
Bir hayvan o, yok nura nigâhında tahammül
Sen insan isen aç gözünü eyle teemmül
Tetkikte çalış dini, onu etmeden inkâr
Insâf ile, ihlâs ile kıl cehdini ikrar
Evvel çalışıp öğrenerek sonra hüküm ver
Zirâ olamaz câhil olan hâkim-i dâver
Çekmekte senin bilmeyerek halt-ı kebirin
Hep hande-i tezyifini bâlâ ile zîrin
Hakkında dua etmede kalbim, sana kinsiz
Ey cehline aldanmış olan sâdece dinsiz
Âkif gibi ben de diyorum Rabbi Kerim’e
Envâr-ı huda gösteri ver halk-ı esîme
“Müminlere imdâda yetiş merhâmetinle
Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle”
Şiirlerinde, yaşamı süresince karşılaştığı sıkıntıları ve ihanetleri de dile getiren şâirin,
Beyanü’l-Hak dergisinde yayınlanan şu şiiri sanki onun çileli hayatının bir aynasıdır:
Gazel
Gâh inşân nâ’il-i ikbâl olur ‘âlem bu yâ
‘Âric-i eflâk âli’l-‘âl olur âlem bu yâ
Gâh darb-ı müşte-i takdire uğrar ensesi
Şadme-i edbâr ile pâ-mâl olur’âlem bu yâ
Gâh bir hiçden’ibâretken çıkar herşey olur
Fikrini infâz, için fa”âi olur âlem bu yâ
Gâh herşeyken düşer piste-i hiçâ hiçede
Mevki’i duçâr-ı istibdâl olur âlem bu yâ
Gâh olur ki cümle indinde görürken ihtirâm
Gâh bir şekvâ-yı kîi-ü kâ! olur âlem bu yâ
Gâh olur ki fethine hasret çekenler meclisin
Şeddine yâ feshine meyyâl olur ‘alem bu yâ
Ser-nüvişt-i millet-i merhûmeden bahş eyleyen
Gah olur beyhude bir kavvâl olur f âlem bu yâ
Bir taraf da böyle hırgür bir tarafda gîr ü dâr
Hûn-ı nâ-hak çullara seyyâl olur r âlem bu yâ
Kör ebe oynar gibi ba’zen siyâsiyyât-ı mülk
Böylece bâzice-i etfâl olur \âlem bu yâ
Dûd-ı ğafletden kararmış ufkumuz inşâf edin
Belki bir nûr-ı hüdâ cevvâl olur âlem bu yâ “
***
Ey Tâhir hayâtın baharı geçti
Şu mevsim ömrümün artık güzüdür
***
Her ne dem Îsî-i la’l-i yâri tezkâr eylerim
Hâtır-ı zârı onun şevkiyle bîmâr eylerim
Sîneme müjgânlarından çâre ümmîd eyleyip
Cânımı âmâcgâh-ı merge ihzâr eylerim
Yâd edince âb u tâb-ı gonce-i ruhsârını
Dâğ-ı hasretle ser-â-pâ cismi gülzâr eylerim
Hâbdan bang-i enînimle o şûhu kaldırıp
Fitne-i hâbîdeyi nâlemle bîdâr eylerim
Ârzû-yı setr-i mâ-fi’l-bâl ederken yârimi
Gördüğümde aşkımı eşkimle izhâr eylerim
Cürm ise dil-dâde olmak kurretü’l-aynım sana
Ben o cürmü işledim ey mâh ikrâr eylerim
Tîğ-i gamzense cezâ-yı cürm-i ser-bâzân-ı aşk
Ben ona cân u teni minnetle îsâr eylerim
Maksadım Tâhir gazel yazmak değildir böylece
Hâl-i kalb-i zârımı dildâra iş’âr eylerim
***
Nesîm-i ravza-i firdevs hîç dânî çîst
Peyâm-ı yâr ki nâ-geh be yâr mî âyed
(Cennet bahçesinin rüzgârı nedir bilir misin?
Zaman zaman yârdan haber gelmesidir.)
***Kalmadı kalb-i hazînimde nevâdan gayrı Ne olur vâdi-i tenhâda sadâdan gayrı Bana hoş görmemiş olsam da cefâdan gayrı Ne görür ehl-i cefâ bende vefâdan gayrı Ne bulur şem’ yakan kimse ziyâdan gayrı?
***
Mahabbet tarîkı ne dik yokuşmuş
Bu şeydâ tabîat orada koşmuş
Bir zaman sanırdım o koşma hoşmuş
Fakat şimdi artık canımı sıktı
Ne müşkil belâ bu, sevilme, sev de
Olmasın vefâ hiç kühende, nevde
Gönül dedikleri şu vîrân evde
Ne kadar vefâsız oturdu çıktı!
Her kimi sevdimse oldu cefâcı
Birini görmedim olsun vefâcı
Her biri sanırsın birer kiracı
Sîneme girip de içinden yıktı
Aşkın âteşine tutuştum yandım
Bin türlü acıklı renge boyandım
Tâkatim tükendi artık usandım
Sevgiden yaralı yüreğim bıktı
Bakışı ne kadar olsa da süzgün
O süzgün bakıştan içerim üzgün
İnledim, âhengi olmadı düzgün
Sevdâdan rûhumun sazı kırıktı
***
Söyleyen kadar da muammer olmaz
Unutulur gider şi’rin kötüsü
İyisi olunca dâimâ yaşar
Şâirin çürüse bile ölüsü
***
Doğduğumdan beri çekdim durdum
Yine de gelmedi pâyân-ı çileye
Bu sefer karnıma marpûç geçirip
Beni döndürdü felek nargileye
***
Eli boş gidilmez gidilen yere
Rabbim boş gelmedim ben, suç getirdim
Dağlar çekemezken o ağır yükü
İki kat sırtımla pek güç getirdim
***
Sofiyyenin irfânı; bilmekten ziyade, tatmak olduğundan, yalnız tasavvuf kitaplarını okumakla iktifa edip seyr ü sülükta bulunmayanların öğrendikleri kîl ü kâlden ibâret kaldı. Ömründe şeker yermemiş bir kimsenin şekerin tatlı olduğunu bilmesine döndü. Binâenaleyh sofiyye eserlerini okuyup da yanlış- doğru bazı şeyler öğrenmek doğru değildir. Kamil bir mürşidin terbiyesiyle seyr ü sülükta bulunup ilmi zevke tebdil eylemek elzemdir.
***
Cihâd: Uğraşmak demektir. Bundan dolayı düşmanla harb etmeye cihâd denilmiştir. Cihâd, asgar ve ekber, yâni küçük ve büyük diye ikiye ayrılmıştır. Cihad-ı asgar; düşmanla, cihad-ı ekber, nefisle uğraşmaktır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz; bir gazâdan avdet ederken; “Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere dönüyoruz” buyururdu. Çünkü nefisle uğraşmak, en çetin bir düşmanla çarpışmaktan zordur. Çünkü düşmanla çarpışmak hayatın birkaç gününe münhasırdır. Nefisle mücahede ise bütün bir ömür müddetince devam eder.
Tahirü’l Mevlevî
Koşma
Seyrine daldığın şu coşkun dere
Gözümden çağlıyan hicrân yaşıdır
Dikkat et basdığın ezdiğin yere
Yüzümden ibâret pınar başıdır
Süzülüp geçerken o gamlı dere
Sıçrar da bir damla durduğun yere
Gelirse o şâyed sana bir bere
Ağlıyan rûhumun sitem taşıdır
Cevrinde kanıyan yüreğim dâğlı
İrâdem zülfünün teline bağlı
Gönlümü doğrayan kılıcı zağlı
Sevdânın kesilmez bir savaşıdır
Felek de benimle olmuş kavgacı
Serpiyor üstüme belâdan saçı
Ölüm dedikleri olsa da acı
Duyduğum acının en yavaşıdır
Alnımın yazısı bezdirdi beni
Kalbinden yaralı gezdirdi beni
Ayaklar altında ezdirdi beni
Belki toprağımı başda taşıdır
***
Terk edip gitdin nihâyet kimsesiz evlâdını
Ayrılıkmış mihr-i bî-pâyânının âhir sonu
Nüh felekden yâdıma târîh-i menkûtun gelir
Ellisinden sonra öksüz koydun anne oğlunu
***
“Mesnevî’de şiiriyet arayanlar şunu bilmelidir ki, Mesnevî’de şiir değil maarif ve hakayık ve tevhide müteallik vekayi’ bulunur. Mesnevî’nin bir beytinde Hazreti Mevlâna:
Mesnevî-i mâ dühkân-ı vahdet est
Gayr-ı vâhid ân çî bînî an büt-est
“Bizim Mesnevî, vahdet dükkânıdır. Münderecatında vahdetten başka negörürsen o puttur” buyuruyor. Nazım Vahdetperesti de, demiştir ki: “Ben kafiye düşünüyorum. Sevgilim ise, benim didarımdan başka bir şey düşünme. Ey benim kafiye endişem! Benim indimde devlet kafiiyesi sensin. Ki vuslat demektir. Harf nedir ki, onu düşünmekle meşgul olacaksın? Harf nedir? Bağların etrafındaki dikenden duvar gibidir. Ben harfi de, savtı da, ondan mütehassıl kelâmı da ortadan kaldırır, bunların vasıtalığı olmaksızın seninle konuşuyorum, diyor.” Demek ki Hazreti Mevlâna, şairliği ve dâhiliği değil, ancak ve ancak ilahîliği düşünmüş ve onu gaye edinmiştir. Cenab-ı Pir Efendimiz, Rabbanî hakikatler neşri emeline mukabil, kafiye perdazlık hevesiyle söz söylemiş olsaydı Farisi edebiyatın şairler sultanı olurdu. Fakat o zaman sadat-ı urefa ve hazeratı sofiyenin Mevlânası olamazdı.
***
Şuarâ için, fart-ı hassâsiyet mahsûlü denir. Tehassüsdeki ifrâtın hastalık olduğu, o nevî mütehassisin hasta bulunduğu söylenir. Şu kavle göre, en hisli, en ziyâde merîz insanlardır. Maalesef ben de o zavalılardan biriyim. Çünkü hassâsiyet denilen devâ nâpüzeyr bir illetin, şifâ nâ ümîd mübtelâsıyım. Bu hasta, dâhilî ve hâricî birtakım âlâm ve esbâbın tazyîkiyle inler, hattâ nâlezenliği bazan da yıllarca sürer. İşitenleri acındırmakla berâber, usanç verdiği de olur. Hasta, verdiği melâli, pekâlâ takdir eylediği hâlde, iniltilerini kesemez. Zîrâ o, tellümât ile iztırâbâtının hafiflediğini tevehhüm eder. Belki aks-i feryâdını duymakla tesellî bulur. Benim de (Dîvân nâmına tertîp eylediğim şu mecmûa, bu türlü tavsiyeleri muhtevîdir ki, herbiri enfüs ve âfâkı muhtelif teessürâtın kalbî ve rûhî şîveleridir. İçlerinde gülümsemeyi andıranlar varsa, o gibileri bâzı mesâib karşısında gayri ihtiyârî salıverilmiş zehrîn handeleridir… Medîd ve mükerrer akislerini yalnız kalbimin duyacağı o iniltiler, ben öldükten sonra da Felek kubbesini çınlatsınlar. İhtimâl ki, birinin bir tanîni, insaflı bir sâmiin merhamati hissini galeyâna getirir de, sâhibi hakkında ALLAH rahmet eylesin düâsında bulunur. Bir tarafa gitmiş olanların, burada kalanlardan bekledikleri de ancak budur.
gülerek (gölgedeki yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle), şöyle diyordu:
-Neden bunca yıl sonra zinciri kırmak? Neye yarar eski acıların yerine yeni sıkıntılar koymak?
Dostum, hiçbir şey bizim için yeni olamayacak belki de. Eski şefkatin kendine has büyüsü sürecek yine de.
Süregelen ve yaşama karşı koyan aşka, gelmez hiçbir şey daha tatlı ve hüzün dolu uzak şeylerden başka.
Dönüşsün aşkımız sakin bir öğleden sonraya, uçuşsun saçların rüzgarsız havada,
güllerin içinde, güneşte, dalga dalga. Menekşe elim konuyor şakağına; ve, çiçeklerimin arasında eğilince alnın, kalbim hissediyor tümünü senin gizli acılarının. Konuşmuyorum seninle. Tanıyorum gölgesini sıkıntının, bazı bıkkınlıkların ve işkence eden ağırlığını etin,
nemli sisi de: Ruhu uzun günlerce sıkıntıya boğan, düşünceler olmaksızın: Ah, işte, yine aynı acılar!
Konuşuyorsan eğer, ara sıra, biliyorum ki kalbin uzakta, sana ‘Dinle’ diye yineliyorum boşuna.
-Peki neden, bunca yıl sonra zinciri kırmak? neye yarar eski acıların yerine yeni sıkıntılar koymak?
Sevmek, sevmek yine, bir zamanlar sevdiğimiz gibi, söylemek yine, o sözcükleri, duymak onları, beklemek
aynı sıkıntıyla zamanın gelmesini, dönüştürmek soysuz davranışları o göksel iççekişlerle, yıldızlardan
güllere, o rüyaları dokumak, ve sonunda varmak o bıkkınlığa, ulaşmak her hissin bilindik sınırına…
İster misin yani kadere meydan okumak? Hiçbir şey, ölüm dışında bizim için yeni olmayacak. O halde sadık kalalım eski aşkımıza! Namusunun tüm peçeleri olmuş zaten paramparça;
ve hiçbir kucaklama, artık hiçbiri yabancı değil sana. Ulaştı sarhoşluğumuz güneşe ve aya.
Peki, yine de, ne derin b,r büyü var bu ıssız ormanında anıların,
usulca ulaştığı rüyamızın: rüzgarsız havada yükselen hafif dumanından buhurdanın daha da yavaş.
O halde sadık kalalım çünkü ne çok güldük, ne çok ağladık bu değişmez gökler altında!
Süregelen ve yaşama karşı koyan aşka, gelmez hiçbir şey daha tatlı ve hüzün dolu uzak şeylerden başka.
Ve ben seviyorum o uzak şeyleri buğulu gözlerindeki. Uzak manzaralardaki buğulu gölleri sevdiğim gibi.
Ya sen, bırakacak mısın sonunda, terk edilmişliğe artık varolmayan şeyleri, artık hiç olmayan şeyleri!
Titrek el ve yüreğimde tek korkum Aşkın bir sığınağa dönüşmesiydi Uçuş değil, kaçış olmasıydı. Ey AŞK, ey AŞK! Mavi yüzün görünmüyor
***
Arhk aşk İçimizdeki soğukluğa alev coşkusu değil yaramızın sızısına uyuşturucu bir merhem Ey AŞK, ey AŞK! Kızıl yüzün görünmüyor
***
Güçsüzlük üzerine karanlık tozlu avuntu ve huzurlu kurtuluş varlığın kaçışına. Mavinin huzuruna Karanlık Ve erguvan üzerine EY AŞK, EY AŞK! Yeşil yaprakçık tanıdık rengin, tanıdık yüzün görünmüyor.