Paradigmaya kafa tutan simitçi

Her sabah köşede gelip geçeni umursamayan ama belli bir nezaket ölçüsünde izleyen duruşuyla tezgahının başında görürdüm. Kırık dökük küçük iskemlesine oturmuş tezgahta kalan simitleri düzeltir bulurdum hep. Gelip geçene satıcı gözüyle bakmaz, kendi halinde bir şeylerle oyalanır bulurdum hep.Tanıdık müşterilerinin gözünün içine bakarak “bu sabah da almıyor musunuz” baskısından kaçınmanın bir yolu olduğunu düşündüm. Selam verdiğinizde sessiz bir nezaketle alır ama hiçbir zaman tipik simitçi tavrını takınmazdı. “Buyurun, taze simit” türü bir tezgahtarlık yaptığını hatırlamıyorum.

Müşterisi yoksa o, şehrin en işlek caddesindeki köşe başında oturur eline tutuşturulmuş gibi tuttuğu gazetesini okur bulurdum.

Bazen simit tezgahının başında bulamadığım olurdu. Beklemek zorunda kaldığım çok olmuştur. Koşarak gelir kendine özgü sessiz nezaketiyle “buyurun” derdi. Koşarak gelişi bir müşteriyi kaçırmaktan yahut yalnız bıraktığı tezgahının başına bir iş geleceği endişesinden çok orada, camekanlı simit tezgahının başında sizi bekletmeme kaygısından kaynaklandığı hissine kapılırdınız. Bunu hissederdiniz, tüm sermayesi simitlerini, o günkü satıştan elde ettiği bozuk paralarını biriktirdiği kutuyu caddenin ortasında bırakıp gitmesinden bu anlamı çıkartırdınız.

Sabahları erken gelen ilk partiye yetişememişseniz saat 10”dan sonra fırından yeni çıkan ikinci parti sıcak simit için sipariş verebilirdiniz. Büyük iş merkezlerinin katlarına hızla tırmanır kaç simit istemişseniz soğumadan poşet içinde getirirdi. Bu arada tezgahını, simitleri ve bozuk para kutusuyla birlikte bu devasa şehrin kalabalığına terk eder, tavırlarından bir şey olacağı endişesi taşımadığını rahatlıkla çıkarabilirdiniz.

Bir ara okullar tatil olduğunda ilk okula giden oğlu yardımcı olarak geldi yanına. Arasıra tezgahı oğluna emanet ettiği de oluyordu.

Geçmiş zamanlardan kalma bilge, yaşlı, piri fani ihtiyardan bahsettiğim sanılmasın. Orta yaşlarda hafif minyon, kıpkırmızı yanakları en küçük tepkide renklenen bir modern şehir satıcısı… Biraz mahcup, sessiz kendi halinde, uyuşuk değil ama dünyaya fazla metelik vermeyen, yırtıcı bir esnaf görüntüsünden uzak ama ekmeğini çıkarmak için alın teri döken bir görünümü vardı.

Herhalde hayatımda ilk defa son bir yıl içinde sabahları düzenli simit almaya başladım. Kimileri çay simit nostaljisine bayılsa da ben pek hazzetmedim. Simit tadı hiç çekici gelmemiştir. Ama sadece bu adını bile daha bilmediğim simitçiden sıcak simit almak için tezgahın başında bazen sıra bekledim bazen sabırla orta yerde bıraktığı tezgahının başına dönmesini bekledim kaldırımın ortasında.

Ramazanın ilk günü hafta başı sabahı o köşeye vardığımda bir şeyin eksik olduğunu fark ettim. Simitçi yoktu. Hayır, sadece simitçinin kenidisi değil tezgahı da yoktu. O an oruç olduğumu hatırladım.

Ramazan geldiğinden beri simitçinin köşesi boş.

Hayatını simit satarak kazanan birinin Ramazanda çalışmama lüksü olabilr miydi?

Kendisi oruç tutuyor diye oruç tutmayanları sabah çay-simit zevkinden mahrum bırakmaya hakkı var mıydı? Böyle ramazanda simit satmayarak oruç tutmayan vatandaşlarımıza dolaylı baskı uygulamış olmuyor muydu? Ne yani, sabahın erken saatlerinde kahvaltı yapmadan yola çıkıp yoğun trafikte ofislerine gelen insanlar çaylarının yanında alıştıkları damak tadını bozmak zorunda mı kalacaklardı?

Tüm bu sorular karşısında bu simitçinin ramazan eylemini nasıl değerlendirmeli? Belli ki bu ekonomik şartlarda rasyonel bir izahı yok bu davranışın.

Her şeyden önce oruçlu olduğum halde ilk bana orucu, ramazanı hatırlattı. Onun o gün, o köşe başında olmayışı ile sokakta, meydanda, işyerinde, otobüs duraklarında ramazanın geldiğini hatırlatan bir boşluk bırakmıştı. Hayatımıza adeta bir işaret bırakan bu çekiliş, aslında hayatımıza giren, gelen ve dolduran ramazana yer açmak isteyen bir çekilmeydi .

Sokaktan akıp giden kalabalıktan birilerinin eteğinden çekerek haberin var mı oruçtan diyen bir çekilme…

Orucun hayatın merkezinde olduğu, asıl olanın oruç tutmak, orucun insanları tutması olduğunu ihtar eden bir çekiliş. Oruçluya karşı gayrı Müslim komşusunun bile saygı duyduğu, açıktan yemediği, birlikte iftar yapılabildiği bir iklimi hatırlatan çekilme. Oruçludan oruç tutmayana neden tutmadığını hatırlatırcasına oruçlu oluşunu açığa vurduğu için ayıplanmadığı bir toplumun erdemine bürünerek çekilme.

Hayatın kredi kartlarına, aylık ödemelere göre ayarlandığı günümüzde orucu hatırlatmak ve orucu yaşatmak adına tek geçim kaynağını “piysadan çekme”nin izahı olabilir miydi? Artık bu sorunun cevabını oruç tutanlar bile bilmiyor. Veya bu soruyla yüzleşmekten kaçınıyor. Oysa o simitçi tam da bu nedenle kaçmıyor, çekiliyor; meydanlarda oruca yer açmak için. İnsanların “mabudu para, mabedi banka” olduğu bir çağda ne anlamı olabilirdi bu tavrın. Bu çağda böylesi bir tevekkül anlayışının yeri olabilir miydi?..

Evet, simitçi hala gelmedi; çünkü Ramazan bitmedi henüz.

Piyasadan çekilerek kendi çapında sisteme posta koyuyor. Oruca saygı göstererek toplumsal dayatmaları alt üst ediyordu. Aslında çok tehlikeli bir çığır açıyor; dinin kamusal alanı kuşatmasına yardımcı oluyordu böylece. Toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik bir kalkışma olarak bile yorumlanabilirdi. Aslında o sıradan bir müslüman gibi yaşamaya çalışıyordu, ne eksik ne fazla.

Her anlamda paradigmayı parçalıyordu köşebaşındaki simitçi.

Akif Emre

                                                         

Yanıbaşındakine dahi derdini anlatamayan insanın kadim hikayesi

Filmi ilk izlediğimde Kim Ki Duk’un İlkbahar-Kış-Sonbahar-Yaz filmi geldi aklıma. Mevsimsel bir devinim var ve sonunda ümitle bitiyor. Kalandar Soğuğu’nu da izledikten sonra aynı hissiyat oluştu.

Yolun başındaysan her şeyi bilinçle ve akılla yapmıyorsun zaten. Bir içgüdü ve hevesle yapıp sonra ona bir anlam yüklüyorsunuz. Filmde mevsimin olmasının bir kaç sebebi var. Bu sebeplerden bir tanesi en düz anlamıyla Karadeniz’in doğasını çok sinematografik buluyorum. Karadeniz olmamdan dolayı da bunu söylemiyorum. Rus sinemasına olan yakınlığımdan dolayı iklimin ve atmosferin insanda bir his bıraktığını düşünüyorum. Mevsim meselesiyle ilgili de şöyledir. Sonbaharda bütün yapraklar dökülür o ağaçlarla olan doğa adeta ölüme yaklaşan bir kanser hastası gibidir. Ağaçlar ayakta zor duruyor ve ufacık bir rüzgarda kırılacak gibidir ve sanki bir ölüm duygusu yaratır insanda. Bu durum bir sonraki mevsimin olabilmesi için de mecburidir. Hayatın kendi döngüsü gibi. Her şey güzellikle başlıyor ve sona yaklaşıyor. Her sona yaklaşmak bir sonrakinin başlangıcı gibi. Ölüme yaklaşmazsak bir sonraki hayatın başlangıcına geçiş yapamayacağımız gibi. Bu döngünün hayatın içerisinde neler ifade ettiğini, mevsimlerin de insanların hayatı ile benzeştiğini filme yerleştirerek hissettirebilir miyiz gibi bir gerekçeyle filmde var. Bir taraftan da öykünün kronolojik bir hikayesi var. Başlayan ve devam eden tek bir dönemde geçmiyor. Zaman dilimini kronolojik olarak ilerletirken nedir o kronoloji; bir adam bir iş yapıyor. İşinde başarısız oluyor, devam ettirebilmesinin önündeki engel mevsim. Yeni bir umudun peşinde koşuyor ve yeni umudun peşinde koşarken eşini, ailesini ve hanımını ikna ettikten sonra bir bahar açıyor adamın dünyasında. Filmde, “Kuymak yapayım yer misin” diyen Mehmet ama ikna ettikten sonra çökmüş ve yalvaran Mehmet… Hanımının peki olur dedikten sonra ayağa kalkıp güçlenen Mehmet başka bir Mehmet… Bütün o ölümden sonra Mehmet yeni bir bahar gibi yeni bir başlangıca başlıyor.

Yazarken mevsimi, insanın bu döngüsüyle birleştirme fikri var mıydı?

İlk yönetmen görüşünde de bu iddia vardır. Bu mevsimin, doğanın, insanın kendi serüveniyle eş zamanlı ilerlediği, buna etki ettiğine dair bu öngörüyü filme de katmaya çalıştık. Bu durumun bir sürü handikabı da var. Geçişi doğru sağlayamayabilir, filmi öyküyle doğru örtüştüremeyebilirsiniz. Sadece doğanın güzelliği adına bir mevsimi filme sokmaya çalışırsanız o power pointe dönüşür. Bunu ne kadar başarıp başaramadığımızı bilmiyorum ama bu yolda uğraştık.

Başka bir şey de çıkabiliyor değil mi karşınıza?

Sinema kağıt kalemle değil görüntüyle yapılan bir sanat. Lakin salt görüntüyle oluşan bir sanat değil. Görüntü ve içerik doğru biçimde örtüşmezse yarardan çok zarar da verebilir. İkisi birbirinden ayrı ilerlememeli. Bir filmde sadece iyi görüntüyü bulmaya çalışmıyor, iyi görüntüden vazgeçmeye de çalışıyorsun.

Onca güzelliğin için de çekilenlerden vazgeçmeyi bazı yönetmenler başaramıyor ve gereksiz uzun sahneler ortaya çıkıyor. Sahnelerin ayıklamasını nasıl yaptınız?

Akılla ve mantıkla yapıyorsun, aynı zamanda içgüdüyle yapıyorsun. Her şey bilgi ile yapılmıyor. İç güdüyle, biriktirdiklerinizle, ruh dünyanızın size söyledikleriyle yapıyorsunuz. Bir sahneyi canlandırırken burada neyin üzerinde durmam lazım diye düşünüyorum. Asıl üzerinde durman gereken şeyi belirleyip ona destek amaçlı yapmaya çalışıyorsunuz.

Sanat filmleri, popüler yapımlara göre halen istenilen oranda izleyicisini oluşturmuş değil. Bağımsız sinemanın halkla olan bağındaki kopukluğun sebebi nedir sizce?

Toplumun bağımsız sinema dediğimiz sinemayı izleyememesinin bir çok nedeni var. Bunların başında; alışageldiğimiz film algımız bulunuyor. Holwood’un ve Yeşilçam’ın bize dayattığı bir sinema algımız var. Siz bu algının dışında bir şey sunduğunuzda ya reddediyorlar ya da onunla bir bağ kuramıyor. Dünyanın hiçbir yerinde kolay anlaşılanın dışındaki meselelerle ilgilenen filmlere kitlelerin ilgisi çok yüksek oranda olmuyor. Sadece bizim gibi ülkelerde piramit bu kadar açık değil.

Sanatçıların halka sunduklarıyla da ilgili değil mi?

Bir sürü ayağı var bunun. Sadece sinemacılarla ilgili değil. İnsan her şeyle bağ kuramayabilir ama insanın kadim hikayesi ve zaafları aynı. Taşradakinin de aynı şehirdekinin de aynı… Biri içerisinde bulunan durumu iyi tarif ediyor diğeri edemiyor. Bu filmin çıkış noktası da bundan mütevellit. Yaşadığımız sıkıntılar ve kaygılar sadece bugüne dair değil. Binlerce yıl önceki insanın kaygıları da aynıydı. İnsanlar değişiyor ama yaşadığımız şey aynı. Her seyirci anlamaz dediğimiz filmlerle de bağ kurabilir. Sadece bu tecrübeyle daha önce karşılaşmamasıyla ilgilidir. Bir meselesi varmış gibi zorla okumalar yapan, zorla anlamlar yükleyerek seyreden seyircinin de anlamadığında haşa kendini cahil hissetmesini sağlayan filmler de sinemacılarla bağın kopmasına da sebep olmuştur. Topluma üstten bakış yaratılmıştır. Herkes her filmle doğrudan bağ kurmak zorunda değildir.

Ortaya konulan eserin de biraz anlaşılabilir olması gerekmez mi?

Bir sanat eseri yapılırken ilk kendini anlatmak ve anlaşılmak üzere yapılır. Yönetmenler de kendi sıkıntısını anlatmak için film yapar ama anlaşılacağı insanların nasıl anlayacakları sorusu üzerinden giderse o zaman da tehlikeli. Anlamak meselesi sadece anlatanla değil anlamaya çalışanla da ilintili. Sizin hayatla kurduğunuz bağla da önemli.

Seyirci anlamak adına kendini zorlamıyor mu?

Seyircinin de artık zorlaması lazım kendini. Ben seyircinin zorladığını düşünmüyorum. Dünyada da çok farklı diyemem. Bizdeki seyirciyi konuşuyorsak hazıra talip olmaktan dolayı tembeliz. Tv’de ve sinemada verilenden başka bir şey talep etmeli seyirci. Anlamadığında bende de bir sorun var mı diye zorlamak gibi. İnsan kendini zorlamadığında hayat da bu vasatlığa dönüşüyor ve tüm çevresini anlamamaya başlıyor.

Kalandar Soğuğu’nu çekmeye başlamadan önceyönetmen olarakfikri anlamda nasıl bir beslenme süreci yaşadınız?

Ben yolun başında bir sinemacıyım. Uzun yıllar sektörde çalıştım. Hayatla ilgili gelişmeye çalışıyorsunuz. Bunu formülüze edemiyorsunuz ama tecrübe sizi bir yere getiriyor. İlk filmimi sevmem, beğenmem yolculuğu ve macerası başkadır. Bu yolculuk içinde sorular soruyorsunuz sürekli kendinize. Öğrenme süreci film çekimi esnasında devam etti ve hala devam ediyor. Sizin hayatla kurmuş olduğunuz yaralarınız ve derdinizin ilgisi var. Çok kaygınız varsa bir şekilde yolunuzu buluyorsunuz. Neyi, nasıl çekmeliyim sorusunu sordukça bir yolunu buluyorsunuz.

Karadeniz’de film çekmek zor olmadı mı?

Kalandar Soğuğu zor, bizim ülke şartlarımız içerisinde kolay değil. Dört mevsim tekrar bir set kuruyorsun. Senaryoya doğayı ve hayvanları dahil etmeye çalışıyorsun. Filmde kameranın önündeki 5 kişi oynamıyor. Filmde hayvanlar oynuyor. Her mizanseni katmayı çalışıyorsun. Doğa bizim için bir oyuncu ama ona hükmedemezsiniz onun kurallarına göre oynuyorsunuz.

Filmde kamera yok gibi, çok hakiki ve doğal.

Hiç kamera koyulmayacak yerlere kamera koydum. Doğallığı aynı zamanda içerisindeki oyuncularında onu canlandırmasıyla da ilgili. Hayat da böyle bir şey. Senaryo aşamasından beri hayatın içerisindekileri benzetmeye çalıştım.

Rüya sahneleri çok etkileyiciydi. Bu sahnelerin kurgusu nasıl oldu ve bu kadar gerçekçi nasıl olabildi?

Nihayetinde senaryo ve film yaşayan bir şey. En azından ben öyle düşünüyorum. Mehmet karakteri boğa güreşlerine yaklaştığı süreçte korkularının ve kabuslarının arttığını düşünüyordum. Buna farklı sahneler arıyordum. Bu senaryoda yazılmış bir sahne değildir mesela. Biz evin içinde başka bir sahne çekmeye çalışıyorduk. Evin kapısında duran boğayı tutamadılar ve herkes kaçışmaya başladı. Görüntü yönetmeni de tam kaçacaktı ki onu tuttum ve çok değerli bir şey gördüğümü söyledim. Mehmet’in baraka evinin içerisine boğası düşüvermişti. Bu sahneyi devam ettirdim ve Mehmet’in kabusuna ait bir şey bulduğumu o an orada idrak ettim.

Siz kendinizi dışardan değerlendirecek olursanız yönetmen Mustafa Kara, yapım ve kurgu aşamasında müdahalelere imkan tanıdı mı?

Herkesin kendine göre bir yoğurt yemesi var. Nasıl ürettiğinizle ilgili. Ben kendimi dışarıya mümkün olduğunca açıyorum. İyinin ve güzelin nereden geleceğini bilemeyebiliyorsunuz. Setteki oyunculardan filmin bir çok yönüne kadar dışarıya açık oldum. Karakterim gereği evet demediğim hiç bir şeyi de dahil etmedim. Filmin kuyudaki finalinde, Mehmet kuyu kenarına getiriyor Musti’yi kuyunun kenarında görüp şaşkın ifadeyle alıp kuyuya indiriyordum. Kardeşim sinemayla ilgisi olmayan biri. Bir gün dedi ki: “Sinemada her şeyi biliyormuşuz gibi davranıyorsunuz ama kusura bakma bu sahne Kara Murat çekiyor gibi. Öyle bir baba kuyu kenarına gelip çocuğunu kenara almaz mı?” dedi. Doğru bir şey düşündüğünü düşündüm ve mizanseni değiştirdim. Ortaya bir şey atılıyor ve değerlendiriyorsunuz. Bazı şeyleri hissetmelisiniz. Film yapma süreci bir yönetmenin en yalnız olduğu süreç. Etrafınızda kalabalıklar olsa da kendinizi çaresiz hissediyor, güzel oluyor duygusu arıyorsunuz. Son aşamada yönetmen olarak karar veriyorsunuz. Eğer öyle olmazsa kendi ruhunuzdan çıkan bir şeyi anlatmış olmazsınız. Size ait olmaz.

Bağımsız sinemada bunalımla, ümitsizlikle biten yapımlarla dolu. Lakin Kalandar Soğuğu, tam bitti dediğimiz noktada bir ümit ışığı veriyor…

Filmin üzerinde en çok durduğumuz yeridir finali. Bu final mi olmalı ya da başka türlü bir final mi olmalı, fazla mı iyimser diye çok düşündük. Filmin finalinde mutlak bir mutluluktan bahsedilemez. Başında da Mehmet buluyor madeni yine öyle olabilir. Mehmet’in filmde maden bulması bir zaman dilimi tanıyabilmesini sağlıyor. Orada müthiş bir lütuf ve zenginleşme yok aslında. Bu filmle birlikte bizim bütün çabalarımızın sonucunun olması, insanın kendi kısır döngüsü içerisinde kendi karanlığına dönmeyeceği ve ne kadar umutsuz olursa olsun bir umut kapısının olduğuna dair bir söz söylemeye çalıştık. Bu söz için çok tereddütlerde bulunduk. Yalandan ve sahte bir umuttan bahsetmek bir yanlışsa, salt bir karanlıktan bahsetmek de haksızlık olacaktı. Kime ne söylediğimden önce kendime dürüst olabilmek adına bu kararı verdik. Bu kadar karamsar olmanın haksızlık olacağını da belirtmek istedim. Kendi hassasiyetlerim, durduğum, kendi bakışım üzerinden bu finali söyledik.

Filmin bütünü, Mustafa Kara’nın bütünü gibi aslında…

Her yönetmen kendi sözünü söylüyor en nihayetinde. Benim durduğum ve söylediğim şey filmin toplamı.

Annenizin canlandırdığı nene karakteri, filmde torunuyla Rumlara ait bir manastır üzerine sohbet ediyor. Bu sahnelerle ilgili eleştirildiniz…

Eleştirilere son derece açığım. Bir arkadaş bir yerlere selam çakmak için yapıldığını yazdı. Hiçbir zaman öyle bir derdim ve kaygım olmadı. Ne olduğunun anlaşılamamasının ve belirsizliğin sebebi o bölgede o belirsizlikle yaşanıyor olmasıdır. Çocukluğumda yaşanan bir olayı anneme anlat dedim, diyaloğunu bire bir yazmadım. Olayın eksiği ve fazlası yoktur. O manastır Rumlara ait bir manastırdır, birlikte yaşanırken bir kopuş oluyor. Manastırın korumasını da dedem yaparmış. Haksızlık etmeden filme dahil etmeye çalıştım.

Her gittiği festivalde güzel ödüllerle döndü film, pek yakında Oscar yolcusu. Ne hissettiriyor bu gelişmeler ve takdirler size?

Kalandar Soğuğu bizi ulusal ve uluslararası alanda bizleri utandırmadı. Takdir görmek ve beğenilmek insanı mutlu ediyor ve yeni bir film yapmak için insanın şevkini artırıyor. Ulusal ve uluslararası alanda yolculuğu devam ediyor. TV hakları TRT’de, TRT’de gösterimini yapacak.

Böyle yoğun bir süreçten sonrası nasıl devam edecek? Yeni bir film yapımına yakın zaman da geçme ihtimali var mıdır?

Şuan iki öykü üzerinde çalışıyoruz senaryo çalışması devam ediyor. Sadece senaryo da yetmiyor. Öğrenmek ve yapmak gerçekleştikçe zorlaşıyor. Nasıl anlatırım ve ne anlatırım sorusu da devam ediyor.

Röportaj: Ayşe Şahinboy Doğan

Olmak Ya Da Vurmak Öldürmek

Bir suç oluyorum ben de külümü karıştırınca
Kimleri, kimleri, kimleri vursam
Önce kendimden mi başlasam şakalaşmaya
Önce kendimden mi başlasam

Ben istesem Horoz gibi öterim

Alıngan ve içli çocuk olduğum için
Rahatlarım Bankanın camını kırsam
Sularım sonra atımı bir derede
Ne zaman ne zaman kırlara kaçsam

Ben istesem Kilidimi kırarım

Kumral bir Yaz peşimdedir, dolaşırım ben
Altı yaşında tütüne gittim, oğlak güttüm, çırak
Neler de çıkıyor eşelenince
İnsan büyüyor adam vurarak

Ben istesem Pusu bile kurarım

Duygulu ve sivri bir öğrenci oldum
Ateş okudum kitap yakarak
Artı-değer kavramını ve günlerce Matematik
Bıçaklar edindim Bursa’ya giderek

Benim şimşir Kazıklarım vardır

Ne zaman seni vursalar öcünü komam
İpekli dokunur gibi işliyor zaman
Öfke çiçeğim, av borum, işlek çıngırak
Bütün gün kan içinde yoğruluyorum

Yorulmam dersem Yalan olacak

Bir suç oluyorum ben de külümü karıştırınca
Kimleri, kimleri, kimleri vursam
Önce senden mi başlasam şakalaşmaya
Önce senden mi başlasam

Ergin Günçe

Hacize gelmiş memur gibi ölüm, televizyona el koyacakken ağrılı bir ömrü götürmüş.

Samsun’da, kirasını ödeyemediği için kendini astığı iddia edilen kişinin haberini/fotosunu gördüm.
Orhan Veli’nin “Kitabe-i seng-i mezar”ının hiç yazılmamış dördüncü kısmı geldi dilime.

İçim acıdı ve hâlâ acıyor.

Üzerinde bir don bir fanila, boynunda çamaşır asmaya yarar bir sicim… Belli ki zemberek boşalmış.
Ne bayramlık, ne misafir karşılamalık bir hal…

Asılan bayrak yerine bir yorgun beden.

Hacize gelmiş memur gibi ölüm, televizyona el koyacakken ağrılı bir ömrü götürmüş.

Komşular şimdi hep iyi bilirdik diyecek. Ev sahibi de helal eder hakkını…

Fakat kim bilir kaç kez boynu bükük dolaştı mahalleyi kahveyi, belki halden anlayan çıkar da ne derdin var deyip sorar diye.

Belli ki sormadılar ve sormuyoruz işte…

İsmail Keskin

Paris Tesadüfleri

Paris Tesadüfleri I

Montparnasse garının duvarına dayanarak armonikasını çalan kör delikanlının yüzü bir melek kadar güzeldi; ayrıca sımsıkı kapanmış siyah kirpiklerinin altında, söylediği şarkıya göre her lâhza mânâ ve ifade değiştiriyor, bazan bir bıçak gibi sertleşiyor, bazan imkânsız denebilecek bir merhamette yumuşuyor, biraz sonra içten gelen bir geçmiş zaman aydınlığında siliniyordu. Hakikaten güzel olan sesinden, hakikaten Paris olan armonikasından fazla bu çehre beni sarmıştı. Bu anadan doğma kör, bütün ömrünce musikisi ile yaşamıştı. Yüzünü, daha doğrusu tebessümünü sesinin idare ettiği ne kadar belli idi.

Tecrübe benim için yeni değildi. Âşık Veysel’i dinlerken de aynı şeyleri düşünmüştüm. Nasıl o, kıraç
Anadolu’yu sımsıkı kapalı kirpiklerinin altında kendi iç aydınlığı ile yaratıyorsa, bu delikanlı da doğduğu Paris’i onun çok santimantal, zâlim aşklarını, kolay vuslatlarını ve ayrılık azaplarını öylece kendi başına yaratıyordu. Ve şüphesiz bu yüzden uzun parmaklı güzel ellerinin armonikası üzerine kapanışında sevilen bir kadını okşar gibi bir hal vardı. Bu kör şarkıcının etrafında her akşam, aynı sessizlik ve dikkat halkası toplanırdı. Her sınıftan halk ayakta, dakikalarca, ihtiyar kadınlar ağır yiyecek paketlerini yere, ayaklarının ucuna bırakarak, izinli neferler tahta çantalarını bir ellerinden öbür ellerine geçirerek onu dinlerlerdi.

Asıl garibi para verecekleri zaman hiç de çekingen olmıyan Parislilerin ellerinde tuttukları parayı ona verirken geçirdikleri tereddüddü. Bu tereddüd sayesinde «küçük yardım» mahiyet değiştirir, daha ziyade büyük bir sanatkâra yapılan bir cemile halini alırdı. Hakları da vardı. O her şeyin üstünde Paris’ti, Paris’in trajik sesiydi.

*

Athéna tiyatrosunun biraz ilerisindeki bir sokakta yağmurdan sığındığımız küçük barda Edith Piaff’ın sesi birdenbire Paris’in imzası oldu.

*

Montparnasse’ın arka sokaklarında küçük bir bistrodaydık. Eski talebelerim olan iki ressam dostum
beni buraya «Talihiniz varsa gelir, bir kaç şarkı söyler» diye getirmişlerdi. Böylece dinlemeyi
umduğumuz adam, huyunun acayibliği, fazla içki düşkünlüğü, keyfine göre yaşamak arzusu yüzünden büyük kahvelerde dikiş tutturamamış veya hiç girememiş bir şarkıcıydı.
Biz gittiğimiz zaman kendisini barın kenarına yapışmış, arkadaşı ile konuşuyor bulduk. Uzun boylu, geniş gövdeli, esmer, kırklık bir adamdı. Çok güzel bir başı, insana tesir eden bakışları vardı. Arkadaşı orta boyu, zayıf yüzü, boynuna kadar ilikli ve kukuleteli, geniş işçi gömleğiyle bir Roma konsülüne, bir fransisken rahibine, herhangi bir katedral tempanında görülebilecek bir meleğe benzetilebilirdi. Garib, hiçbir hecenin üzerine basmadan, kelimeleri sabun köpüğü üflüyormuş gibi havaya bırakan yumuşak bir konuşması vardı. Durmadan içiyor ve her yudumda biraz daha maddesinden sıyrılıyor, sanki adımları yerden kesiliyordu.

Bardaki kadın, arkadaşlarına fısıldadı: «Bu akşam kafiyen…» Cenublu… İspanya hatıralarım anlatıyor. Filhakika Franco’nun medhiyle meşguldü. «Beraber dövüştük, diyordu. Ne adam, görmeliydiniz. Tam Fransa’nın muhtaç olduğu insan! Kendisine çocuk arabaları için icad ettiğim arkalığı gösterdiğim zaman şaşırdı kaldı. Bana hep, yazık, çok yazık… Benimkiler büyüdüler, diyordu.»

Bistronun sahibi, gedikli müşterisini konuşturmayı biliyordu. «İcadınızı niye piyasaya
çıkartmıyorsunuz?» diye sordu. Adam yüzünü buruşturarak cevap verdi: «Çocuğumu karım alıp kaçtıktan sonra…» Ve ellerini, her şeyin bittiğini anlatmak ister gibi ileriye doğru fırlattı.

Bizim Türk olduğumuza çok sevinmişti. «Elbette sizin memleketinizde böyle şeyler olmaz,» dedi. Ve
önündeki sigara paketini bize doğru uzatarak üzerindeki deseni gösterdi. «Bu benimdir. Ben yaptım. Fakat parasını alamadım… Çaldılar. Tabiî anlıyorsunuz ki ben aynı zamanda ressamım.» Omuzlarını silkti. «Duvar boyacılığı ile geçiniyorum. Sıvacılığı küçümsemeyin, müsyü. O, ressam doğmuş olanlara Allah’ın en büyük lûtfudur. Onun sayesinde dehamızı feda etmeden yaşarız.» Ressam arkadaşlarım bu söze hiç itiraz edemezdiler. Paris’te tutunabilmek için bu asil sanatın yardımını onlar da epeyce görmüştüler.

Kendisinden şarkı istediğimiz zaman hiç nazlanmadı. Sadece sesinin kısıklığından bahsetti. Üç gündür kapıcısıyla kavga ediyordu.

Şarkı başlayınca her şey değişti. İlk şarkı, karısı çocuğunu beraber alıp kaçan bir erkeğin ağzındandı. Bir kaç kıt’ada bütün bir aile geçimsizliği arasında giden çocuğun tebessümü, evde kalmış oyuncakları, onun anlayışlı bakışlarından yoksul kalmış hayat ve nihayet geçimsiz kadına karşı duyulan hasret insanın içine saplanıyordu. Bistro’nun sahibi ilk fırsatta bize anlattı: «Bu şarkıyı yeni yaptı, on gündür onunla meşgul. Hayatına mal etmek istiyor…» İkinci şarkı büsbütün başkaydı. Bu, duvar kelimesinin 1871’den beri kazandığı çift mânâ ile kendi hayatım sembolleştiriyordu. Kıt’alar «adamı duvarın dibine dayadılar, kadım duvarın dibine dayadılar, şâiri duvarın dibine dayadılar» diye bitiyordu. Son kıt’ada ressam, ekmek parasını kazanmak için boyayacağı duvarın önünde kendisine benzeyen bütün hayat mağlublarını hatırlıyordu. Üçüncü istenen şarkı çapkınca bir şarkı olacaktı. Fakat adam bunu söylememekte ısrar etti. Bizi sesiyle, sanatıyla taşıdığı noktadan dönmemizi istemiyordu.

*

Montparnasse mezarlığının karşısındaki gece ile büsbütün ıssızlaşan sokaklardan birinde, tabldot gibi
muayyen yemekler veren küçük bir lokantada üstüste üç akşam yemek yedik. Bu lokanta her akşam yedide açılıyor, dokuzda müşteri almayı kesiyordu. Gelenlerin çoğu gedikli müşterilerdi. Son derecede nazik, alabildiğine gayrişahsî lokantacı kadının istibdadı altında yaşıyorlardı. İçeriye girer girmez evvelâ selâmlıyorlar, onunla bir kaç kelime konuşuyorlar ve galiba yerlerine geçtikleri zaman da onun müsaadesi nisbetinde birbirleriyle sohbet ediyorlardı. İşin garibi, onlar da lokanta sahibi gibi yabancı müşterileri yadırgıyorlar, fazla gürültülerinden rahatsız oluyorlardı. Daha ilk akşam bu lokantanın Julien Green’in LeViathan’mdaki lokantanın tam eşi olduğunu anladım. Tek bir kadın, varlığı ve yaşama iradesiyle iki saat içinde bir iki defa değişen bu insan kalabalığım zamanla şahsiyetlerinden sıyrılmış, muayyen bir sınıf bütçesinin çok sıkı ve dar nizamına tıkmıştı. Fransızlar için o kadar mühim olan yemek yeme burada bir çeşit ceza gibi tatbik edilen fizyolojik bir vâkıa idi. Son gidişimde bu kadının yüzündeki çizgilerin biraz değiştiğini, adeta mesud gülümsediğini gördüm. Fakir bir kaldırım fahişesine işlerin nasıl gittiğini soruyordu. Hattâ bu işi yapmak için yerinden kalkmış, onun bulunduğu masaya kadar gitmişti.

*

Rotonde’un altındaki küçük lokantada bir akşam gördüğüm sahneyi hiç bir zaman unutamam. Bütün
masalar bomboştu. Herkes dipte, başucunda kocaman bir kurt köpeğinin bir büyük anne şefkatiyle
beklediği bir çocuk arabasının etrafında toplanmışlar, hep bir ağızdan gülüyorlar, konuşuyorlar,
arabasında kral gibi kurulmuş, kahkahalarla gülen, ellerini çırpan çocuğun şerefine içiyorlar, onunla
şakalaşıyorlardı. Asıl garibi, çocuğa sarfedilen şefkatten köpeğin ve hemen onun yanıbaşındaki ihtiyar kedinin de hissesini almasıydı. Hiç bir cümle ve iltifat yoktur ki onlar için bir benzeri behemehal söylenmesin. Bu neşeye mutfak da iştirak etmişti. Ardına kadar açık kapısının önünde, yarı çıplak üç kadın, en gencinin elinde cızırdayan bir omlet tavası, hayran ve tebessümle, alınlarındaki teri silmeyi unutacak kadar kendilerini kaybetmişler, içerdekilerle konuşuyorlardı. Tavayı tutan kadının dizlerinin üstüne kadar çıplak bacakları, çok temiz esmer profili arabanın başındaki annenin dolgun göğsü az rastlanacak şekilde İtalyandı. Ve bütün lokanta garib surette eski İsa’nın doğuşu tablolarıyla Murillo’nun «Meleklerin Mutfağı» arasında sallanıyordu. Ahengi bozmamak için geriye dönmek istedim, fakat bırakmadılar, bana da arabanın başında bir yer hazırladılar, hattâ kasada cam sıkılan büyükbaba damlalı ayaklarını sürüye sürüye elinde şarab kadehi, yerinden inerek geldi, karşıma oturdu ve bana kırk senedir görmediği İtalya’dan bahsetti.

(Cumhuriyet, 13 Nisan 1958, nr. 12112)

Paris Tesadüfleri II
Meşhurların Evleri

Fontainebleau’da Valvins’i bulmak pek güç olmadı. Vâkıa Fransızlar da yol tarif ederken
bizimkilerden pek farklı değiller. «Dosdoğru gidiniz,», «İstasyonun yanından sola sapınız», diye
verdikleri sağlıklar, hepsi yanlıştı. Fakat yer yakındı. Köşkün önünden ve çarşıdan ayrılır ayrılmaz ancak bir iki dakikalık bir yol ve bir dönemeç; hemen arkasından Mallarme’nin karısıyla, kızıyla, küçük atlı arabasında üzerinden o kadar çok geçtiği köprü yahut onun yerine yapılanı karşınıza çıkıveriyor. Asıl güçlük evi bulmada oldu. Kime sorduksa «Mallarme mi?.. Bilmiyorum» diyor ve tenis raketini sallıyarak, yahut oltasını koltuğunun altına biraz daha sıkı yerleştirerek acele acele yoluna devam ediyordu. Nihayet babası Mallarme’yi çok seven genç bir liseli bizi evin önüne kadar götürdü. Meğer nehir boyunca giden caddenin üzerinde ve bizim arabamızı bıraktığımız yerden yirmi, otuz adım ötede imiş. Belli ki nehir kıyısındaki sandal ve motörler ve karşıdan bütün saltanatıyla inen orman dikkatimizi çelmişti. Vaktiyle Mallarme’nin küçük yelkenlisi şüphesiz bu kıyıda, bu sandalların yanıbaşında bir yerde bağlıydı.

Ev küçük ve dar cepheli. Zihnimizdeki —niçin hayatımdaki demiyorum sanki? — çehresiyle şâir
Mallarme’den ziyade devrin maarif nâzırlarına şimdi okurken insanın gözüne yaş getiren o mütevazı istidaları yazan orta mektep hocasına yakışacak gibi, kapısının üstünde tunç bir kabartma ve bir de levha. Fakat küçük bahçedeki ağaçlar örtüyor. Geçen harpte bir bombadan çok zedelenmiş olduğu için cephe hemen hemen yeniden ve betonla yapılmış. Yazık ki yeni sahipleri —veya kiracıları’— bizi içeriye almadı. Sarışın bir kız —Amerikalı veya İngiliz — bütün ricalarımıza karşı başını salladı, sonra da küçük bahçenin kapısını arkamızdan kapadı.

Halbuki bu kapıdan girmeyi, çalıştığı, notlarını sakladığı küçük odayı görmeği ne kadar isterdim.
Mallarme bu küçük evde genç Valery’ye «Bir zar atışı…»nın matbaadan yeni gelen provalarını göstermiş ve baskı için düşündüklerim anlatmış. Bunlar senelerdir o kadar beraberlerinde olduğum, adeta hayatım boyunca yaşadığım şeyler ki…

Mallarme, bu evde bir eylül sabahı (1898), beklenmedik bir anda, hem de doktoruyla konuşurken
boğazındaki bir spazm yüzünden birdenbire ölür. Kızı Genevieve, Valery’ye telgrafla haber verir: Babam öldü. Valery de etrafa ve tanıdıklarına telgraf çeker. Bu iki şâirin birbirine bağlılığı bu asır başının en güzel masallarından biridir. Cenaze günü, şimdi parmaklığından baktığımız bu bahçede Heredia, Henri de Regnier ve birkaç dost ve Valery toplanmışlardı. O zaman Valery bu şöhretlerin yanında çok gençti ve edebiyatı hemen hemen bırakmış gibiydi. Fakat şahsiyetiyle kendisini kabul ettirmişti. Büyük bir saltanatın gurbette yaşayan tek vârisi gibiydi.

Bir kedi, sade sevilme ihtiyacı ve sokulganlık, kapının pervazına sürtünerek nazlı ve israrlı
miyavlıyor. Onu seyrederken, kendisine dair hafızamın toparladığı bilgilerden çok başka ve canlı şekilde bu evin asıl sahibiyle karşılaştığımı sanıyorum. Mallarme kedileri severdi. Tek başına bu evde kaldığı bir mevsim, kızına yazdığı mektuplarda, kedisinin çapkınlıklarını âdeta mühim havadisler gibi anlatır. Huet’ye verdiği o meşhur mülâkatta kedisinden uzun uzadıya bahseder.

Evin duvarına dayanarak şehre, karşı kıyıda suya sarkan ağaçlara, uzakta sonsuz uzanan ormana bakıyoruz. Bunlar şâirin her gün hayatına karışan manzaralardı. Bu rüya prensi tabiata bağlıydı. «Büyük bir parkım da olsa kapının önündeki sırada oturmayı tercih ederim.» (Hafızadan). Bu hissi ne kadar iyi anlıyorum. Şüphesiz ölümü ânında iç ve dış âleme o kadar güzel bakmasını bilen gözlerinde son sarsılan şey bu manzara idi. Valery, M. Teste’ine senelerden sonra ilâve ettiği parçalardan birinde «Biraz sonra bir görüş tarzı sona erecek!» derken, belki de ustasının bu âni ölümünden duyduğu ıztırabın ötesindeki şeyi, asıl dramın uyandırdığı düşünceyi, yani asıl ıztırabın kendisini anlatıyordu. Çünkü Mallarme her şeyden evvel bir görüş tarzıydı.

Bir ara arkadaşlara şâirin Samorandaki mezarına kadar gitmeği teklif etmeği düşünüyordum. Fakat
bizi buraya getiren Rükneddin’in henüz araba kullanmağa hakkı olmadığını ve bu yüzden çektiği korkuyu hatırlıyor ve vaz geçiyorum. Başka şey yapamayacağımız için birkaç fotoğraf çekiyoruz.

Dönüşte köprüden tek başıma, yayan geçmeği düşündüm. Bir akşam Mallarme bu köprünün üstünden
bütün ev halkıyla —karısı, kızı— geçerken aşağıda sudan yeni çıkarılmış bir gencin başı ucunda
telâşlanan bir kalabalık görür. Bu, ustasını evde bulamadığı için nehirde yüzmeğe kalkan ve suya kapılan Valery imiş. «Deniz Mezarlığı» şâiri yüzmeyi severdi ve iyi yüzerdi. Deniz ve su onun için her şeydi. Fakat bu kazanın daha manalı bir tarafı var. Valery, Valery olmasa idi, bir çokları gibi Mallarme’nin eşiğinde boğulabilirdi.

Köprüden yayan geçmedim. Çünkü hatırıma Valery’nin naklettiği Sir Fraser’le Henri Poincare’nin
konuşması geldi. «Charles d’Orleans’ı bu köprüde öldürdüler.» Büyük riyaziyeci cevap verir:
«Ehemmiyet vermeyin, bir daha öldüremezler.» Valery psikolojik ârızalar dediği şeyleri ve benzerlerini başkalarında bazan da lüzumundan fazla önleyen adamdı.

Halbuki kendi hayatında santimantale gidecek kadar duyguluydu. Fakat her şeyde olduğu gibi burada
da hususi bir ekonomisi vardı. Ve şüphesiz böyle olduğu için duygu hamulesini ve cihazını o kadar
kuvvetle muhafaza edebildi.

*

Valery gençliğinde Quartier Latin’de, Luxembourg’da oturduğum otelin biraz ilerisindeki Gay Lussac
sokağında 12 numarada iki defa oturur. Birincisi annesiyle ve belki de kardeşiyle beraber o kısa Paris
gelişinde 1891’de, İkincisi 1907’de. Bu sokağa açılan L’Abbe de L’epe sokağında 5 numaralı evde ve
1914 muharebesinden evvel Rilke oturmuş. Şâiri eserlerinden tanıyan o güzel ve esrarengiz kadın, Bonnaventurs adıyla hayatına geçen kadın bu evde onu ziyaret etmiş.

Otelimin hemen yanıbaşındaki otelde de bir zaman Verlaine kalmış. Belki de ölümünden bir evvelki
oturduğu yer burası. M. Teste muharriri çok güzel bir yazıda geceleri geç vakit ona tesadüflerini anlatır.

Hugo’nun çocukluğunu geçirdiği Feuillantine de buralarda bir yerde. Ara sıra Saint-Jacques
sokağındaki Pension Scola’ya Selim’i, Avni’yi ve Abidin’i (Paris’i fethe hazırlanan üç mükemmel
ressam)
görmeğe giderken yakınından geçiyorum. Dostlarımın oturduğu bu pansiyonun da bir yığın
hikâyesi var. Geçen asrın ve bu asır başının birçok şâirleri burada verilen konserlere gelirlerdi.

Bazı günler dostlarımla beraberken yandaki binadan taşan etüd seslerini dinliyorum ve ilk gençliğimin büyüsünü yapan bir yığın başı bu seslere eğilmiş tasavvur ediyorum.

Fakat bütün bunlar bana, ne odamın kötü ışığını, ne de karyolamın bozuk somyasını unutturabiliyorlar.

Paris Jules Cesar’dan başlıyarak bütün bir medeniyetin hatırasıyla öyle sıkı sıkı dolu ki, ister istemez
zihnimizde bir çeşid hâtıralar inflation’u oluyor.

*

Dün otelimin bana temin ettiği büsbütün başka cinsten bir eski zaman konuştuğunu öğrendim. Paris’te uzun müddet yaşayan ve şehri iyi bilen bir dost, onunla yanıbaşındaki otelin (Verlaine’in kaldığı otel) yerinde bulunan büyük konakta, vaktiyle yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin misafir olduğunu söyledi. Şimdi uykusuz gecelerimde binayı bütün etrafla beraber sarsan tren ve kamyon gürültülerine benim için bu sefaret heyetiyle İstanbul’dan gelen atların kişnemeleri karışıyor. Kim bilir, Yirmisekiz Çelebi, benim şimdi yattığım odanın yerinde bulunan bir odada yatıyordu ve yanı başındaki odada kendisini o kadar rahatsız eden ziyaretçi kalabalığının karşısında yemeklerini yiyordu. Paris içindeki uzun ve yavaş yavaş bir takım hakikatlere uyanan dolaşmalarında etrafındakilerden güçlükle sakladığı hayret ve ümitsizliklerini yakınlarına ve bilhassa oğlu Mehmed Said Galib Paşa’ya gene bu odalardan birinde anlatıyordu. Tarihimizde hiç bir şey, bu baba ile oğulun Avrupa ile şahsî temasları kadar faydalı ve mühim olmadı. İlk Türk matbaası bu sayede açıldı. Onlar gittikleri yerlerden bir şey getirmesini bilen insanlardı.

Fakat Yirmisekiz Çelebi’nin hâtıralarına yakınlık bile odamın çalışmaya imkân vermeyen ışıksızlığı
ile ödenecek şey değil.

(Cumhuriyet, 20 Nisan 1958, nr. 12119)

Paris Tesadüfleri III
Tablolar Önünde İken

Paris’te her şey sokakla Sorbonne’un arasında hallediliyor. College de France, Sorbonne’un doğrudan
doğruya sokağa açılan kapısı. Aradaki müesseseler bir nevi vasıta, katalizör gibi bir şey olmaktan ileriye gitmiyor.

İster istemez yaptığım mukayeselerde beni en çok üzen şey, otuz kırk senedir sokağın yavaş yavaş hayatımızdan çekilmesi. Sokak, bize şimdi yalnız sefaletini ve ihtiyaç listelerini gönderiyor. Halbuki sokak, kendi medeniyetinin ve harsının içinde olmak şartıyla daima icaddır.

Zaten Şehzadebaşı tiyatroları, Karagöz ve ortaoyunu bir tarafa bırakılırsa, sokak ve şehir hayatımıza
ne zaman girmiştir?

*

Paris sokağı, daha Madame de Pompadour’le Onbeşinci Louis’nin yatağına girer. Asıl garibi, bu
gözdenin, meselâ Marie-Antoinette’den çok daha mükemmel kraliçe olmasıdır.

*

Fon müziği, Cafe de Paris’te yağmur, şimşek ve gök gürültüleri. Ben gözlerim camda sinemaların bizi alıştırdığı şekilde büyük ve korkunç bir vak’anın, ana hâdisenin olmasını bekliyorum.

Seine sokağındaki küçük galeriye girer girmez sağ tarafta asılı resimleri tanıdım ve geldiğim
günlerden beri dost olduğum dükkâncı kadına «Bunlar Fikret Muallâ, değil mi?» diye sordum. İhtiyar kadın «Evet… diye cevap verdi, demek tanıyorsunuz?» ve devam etti: «Acaip ressam… Daha doğrusu acaip insan. Biraz kendisini idare edebilse, eserlerini sağa sola yok pahasına satıp piyasasını kırmasa… Bilir misiniz ki Paris’in bir tarafını yakaladı.» Sonra bir sır söyler gibi bana eğildi. «Paris kendisini sevenleri mükâfatlandırmasını bilir. Bilhassa resimde. Hele biraz samimî ve şahsî olursa. Hemşehrinizde işte bu var…»

Resimlere bir daha baktım. «İyi ama, dedim, bu resimlerde asıl konuşan şey İstanbul… Kadın gülerek cevap verdi: «Unutmayınız ki, Paris güzel bir kadın gibidir. Her dilde ilân-ı aşk edilebilir.»
Odéon’da Pirandello’nun «Altı Kişi Muharririni Arıyor »unda genç kız rolünü oynayan Maria Casares aslen İspanyol’du. Buna rağmen Parisliydi. Paris onu iliklerine kadar ısırmıştı. Sesi, jest, hiddet, ümitsizlik, kendisini arayış, herşey onda büyük şehirdi. Ödünç şahsiyeti arasında saatlerce Bastille’i, On dört Temmuz’u, Pantin’i veya Villette’i yaşadı. Çok zengin bir mevsim gibi benliğinin etrafında dağıldı, durdu.

Bununla beraber ara sıra Paris’in altından İspanyol kanı sıcak ve anarşist Fransız’dan çok başka türlü
Latin, icabında başka türlü bayağı ve ümitsiz, âni feveranlarda kendisini bulmağa, hattâ kendi kanını seyre alışık, şimşekleniyordu. Ye bu kısa şimşeklenmeler bizi üstüne düştükleri zemin kadar mesut ediyordu.

Millet denen şeyi kabile olmaktan kurtaran ve asıl zenginliğini veren şey biraz da bu karışmalar değil
mi?

O gece Odéon’dan çıktıktan sonra hep Michelet’in sözünü düşündüm: Paris denen büyük pota.

*

Her millet başlangıçta bir politika —yani zaman içinde birbirinin hareketini devam ettiren bir kaç
kişi, o devirlerde zaruri olarak bir kaç hükümdar — ve bir şehirdir. Fransa Paris’ten büyüdü, tıpkı
İngiltere’nin Londra’dan büyüdüğü gibi. Bizim tarihimizde bu politika —Orhan Gazi ve çocukları— tek başına kalır. Bunun eksikliğini daima gördük. Filhakika İstanbul’un rolü daha ziyade tedafüi oldu.

Madrit’de bu daha iyi görülüyor. Madrit her şey olup bittikten sonra bir gözde gibi, yahut İkinci
Philippe’in kendi icadı olan o bürokrat mutlakiyet cihazının mahfazası gibi geldi.

*

Gece yarısı, Vavin’den geçerken, sert rüzgârda Rodin’in Balzac’ı Paris gecesini, bulvarların
ıssızlığına varıncaya kadar her şeyi mantosunun altına toplamış bir yere götürüyor gibiydi.
(Günlerce önünden geçtiğim bu eseri, bu bir saniyelik «zan» veya vehim sayesinde başka türlü yaşadım. O bana heykeltraşın asıl düşüncesini keşfettiğim hissini verdi.) Hesaba böylece girmiş olmam sayesinde Rodin’i iki müzesinde geçirdiğim zamanlardan fazla tanıdım.

(Fakat bunu zıddı da, sanat eserlerinin bize dışardan olduğu kadar, kendi içimizden geldiği de
düşünülebilir. Görmek, tatmak o kadar karışık şeyler ki… Bazı eserleri kabule bizi bütün hayatımızın hazırlamadığını nasıl iddia edebiliriz? Bütün hayatımız
veya onunla beraber bizde teşekkül eden bir şey.)

Louvre’da, bazı büyük psikolojik vaziyetler gibi yıkılış ve çöküş fikrinin tam ifadesi ancak «Ben» ile
kabil. Rembrandt’ın ihtiyarlık devrinde yaptığı (1660) kendi portresinde bu çok iyi görülüyor. Ressam, ayakta şövalesinin karşısında, şişkin ve âdeta kan çanağı gözlerle, dudaklarının bütün acılığıyla, yaptığı esere — belki de hiçbir yere— bakıyor. Günler var ki bu bakışlardan ayrılamıyorum. Bana öyle geliyor ki, Rembrandt, talihinden veya kendisinden, hülâsa bir şeyden korkuyor. Bu karanlıklar şâiri, her rastladığını kendi zengin gecesine götürüp orada değiştiren adam, sanki karanlıktan daha tehlikeli bir şeyin kendisini beklediğini biliyor.
İyi ama sanatının tam kemal noktasında, bütün sırlara sahip iken bu korku niçin?

*

Yavaş yavaş bu portrede resim dediğimiz san’atı geçen bir şey olduğunu anlıyorum. O bana
Dostoievsky vâri psikolojik romanın başlangıcı gibi geliyor.

Rembrandt’ın bu portresinin karşısında Baudelaire’i, Balzac’ı, görmek isterdim. Hakikaten Balzac bu
eserle karşılaşmadı mı? Goriot Baba’ya o kadar yakın ki…

Baudelaire’e gelince, şiirlerini o kadar keskin ve azaplı yapan nefis hesablamalarını Rembrandt’ın
bakışlarında muhakkak tanırdı. Çünkü bu tablonun korkusunda ihtiyarlıktan başka bir şey, kendisini
suçlandırma var. Korku ve kendini suçlandırma… Asıl garibi, bu bakışların o kadar iyi birleştikleri
çehreyi her lâhza yeniden dağıtır gibi olmaları.

Rembrant kendi kendisinden kaçmıyor. «Ben» kelimesini o kadar fazla kullanan romantiklerden farkı
da bu olsa gerek.

Şu var ki romantizm daima genç kaldı. Cazibesi ve bilhassa mazereti bu.

*

Hayret edilecek şey! Bu kadar gürültüye, inkâra rağmen Jaconde hâlâ yerinde ve hâlâ güzel.
Kayalıklarda Meryem, hâlâ resim denen şey benim diye haykırıyor. Fakat hakikaten böyle mi? Yoksa
ayakta olan Leonard’ın kendisi mi?

Jaconde’un aksayan tarafı, bugünün insanına o kadar yabancı olan rahat kibarlığı…

*

Botticelli’nin iki freski. Vaktiyle Floransa denen bir zarafet ocağı vardı. Sanat, bir şeyin her şeyin
yerine geçmesi veya bütün hayatı onun etrafında kurması. Bu fresklerde her şey, bütün hayat ve devir denen büyük âlem var. Fakat sade zarafet olarak.

Fakat neden Botticelli ayak parmaklarında bu kadar ısrar ediyor? Bu kadar zarif ve müzikal eserde bu
kadar teferruatlı olmaya ne lüzum vardı sanki? Korkarım bazı büyük eserler de insanlar gibi fazla düşüp kalkmaya gelmiyor.

*

Resimde büyük eb’ad galiba yalnız bazı Venediklilerde çekiliyor.

*

Daüssıla.

Café Mahieux’de:

Türkçe konuşmağa başlayınca birinin Kula’lı, öbürünün Muğla’lı olduğunu öğrendiğim birkaç Rum.
Biri öbürüne söylüyor:

— Papazın nasihatini sen de hatırlarsın Panayot, türkçe bilmeyen cennete giremez.

— O eski darbımeseldir. Bana anam da söylerdi,

«İyi ama ben bilmiyordum.»

*

Bu gece Concorde meydanında ermeni olduklarını tahmin ettiğim iki ihtiyar kadınla bir ihtiyar erkek, Kâtibim türküsünü söylüyorlardı. Kadınlardan birisi bir ara bilmediğim bir oyunu oynar gibi oldu.

*

Reims’e beraber gideceğimiz otomobil sahibi arkadaşla buluşacağımız saati beklemek için girdiğim
Gallierie müzesinde duvar tezyinatı sergisi ve duvar kâğıdı koleksiyonu o kadar ayrı ihtisas işi idiler ki can sıkıntısından boğulmak üzereydim.

Fakat birdenbire olan bir hâdiseyle her şey, can sıkıntısı, yalnızlık, içimdeki boşluk duygusu hepsi
değişti.

Belki dört beş saniye bu olan şeyi anlayamadım; daha doğrusu iki ayrı şey birden oluyor sandım. Bir
tarafta herhangi bir musiki başlamıştı ve onunla beraber müzeye çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim ve
bilmeden beklediğim birisi girmişti. Sonra ikisi birleştiler, Mozart’ın «Küçük bir gece musikisi», o
harikalar harikası eser oldular.

(Paris tesadüfleri’nin bundan evvelki kısmında mesuliyeti bana ait, fakat izahı benim için de güç bir
yanlış oldu. Rilke’yi 1914’te Paris’te ziyaret eden kadına büyük şâirin verdiği ad Benvenuta’dır. O
zamanlar Rilke Montparnass’da Campagne Premiere sokağında oturuyordu. Bu kadın, hatıralarını şâirin kendisine yazdığı mektuplarla beraber Maurice Betz’in fransızcaya çevirdiği «Rilke ve Benvenuta» adlı bir kitapta neşretmiştir.)

(Cumhuriyet, 26 Nisan 1958, nr. 12123)

Paris Tesadüfleri IV
Tiyatrolar ve Kahveler

Seyahat denen yalnızlık mektebi. Hep ayni hızla çok uzaklara sıçrıyan, geldikleri yerde dönmek
veyahut büsbütün kaybolmak için bir yığın şeyin bize gelmesi, bize çarpması, bir taraflarınızı kanatması, acıtması.
Dün akşam Champs-Elysees’de oturduğum kahvede büyük bir kuş sürüsünü ürkütmüş bir adama benziyordum. Bana doğru gelen bir yığın renkli ve telâşlı uçuş, yüzümü, gözümü sıyırıp geçen kanatlar. Ve sonra boşluk…

Bazan bu kadarı bile olmuyor. Her şey, bütün hayat, ölü bir dalga gibi ayaklarımızın ucunda kırılıyor. Ve siz, kirli bir suda bir yığın çakıltaşı, yosun parçaları arasında yalnızlığınızı seyrediyorsunuz.
*

Zihnin hazmı konuşma ile oluyor. Biz düşüncelerimizi başkalarının dikkatinde, başkalarının
kayıtsızlığında veya hiddetinde, hattâ zulmünde yaşarız.

Son günlerde kendi kendimle o kadar çok konuştum ki pekâlâ kendimi iki ayrı insan farz edebilirim. Bu yüzden bütün bir tarafıma dargınım. Söylediklerimi ya hiç dinlemiyor, yahut durmadan bana baş sallıyor.

Bir şeyi veya bir insanı hakkıyla tadabilmek, sevebilmek için kendisiyle alâkası olmayan ne kadar çok şeye muhtacız.

*

Jean Vilar ve arkadaşları «Katedralde Ölüm» (yahut cinayet) ü çok güzel oynadılar. Dekorsuz, her
türlü süsten mahrum, zarurî birkaç parça eşyadan, daha doğrusu sembolden başka bir şey bulunmıyan, projektör ışıklarıyla oyunun merkez yeri tâyin edilen geniş sahnenin çıplaklığında bile Eliot’un üslûbuna yakın, hattâ dramın kendisinden doğmuş denebilecek bir tokluk vardı. Fakat asıl güzel olan, oyundaki ekip fikriydi. O kadar üstün istidadın bir arada bulunmasına rağmen trajedi tek bir çizgide devam etti. Hiç kimse kendisini öbürlerinden fazla kaptırmadı, parlamadı, coşmadı. Bu kadar üslûb-oyun pek az görülen şeydi. Bir sahne eserinden ziyade her lâhza gözlerimin önünde bir mimarî kuruluyor gibiydi.

Çıktığım zaman daha ziyade bu ustalığa nefsini fedaya benziyen ekonomiye hayrandım. Dört saate
yakın bir zaman bu kadar ölçülü şekilde başkası ve başkalarıyla beraber olmak ve bilhassa katillere
yaptıkları işi müdafaa etmek imkânını veren son sahnelerde bunu devam ettirebilmek bana bir mucize gibi geldi.

Bu hayranlığın verdiği heyecanla geceyi uzatmak istiyordum. Girdiğim kahve de seyrettiğim oyun gibi güzeldi. Yarı aydınlık meydan, çoğu benim gibi hâlâ oyunun havasında, ondan kalma bir ürpermeyi muhafaza eden bir kalabalık, gecikmiş saatin daha arzulu ve güzel yaptığı kadın bakışları, mücevher ve çıplak omuz parıltıları, yumuşak gülüşler…

Birden yanıbaşımdaki masada oturan ihtiyar Fransız torunları olması icab eden genç kızlara dert
yanmağa başladı:

«Zavallı Paris… Kim derdi ki bu kadar fakirleşecek, ışıksız kalacak ve eğlenmesini unutacak! Siz bu meydanı evvelce görmeliydiniz; hiç de böyle mahzun değildi. Bu kahveler nasıl kalabalıktı! Hele bu biçimsiz, fukaralığın ta kendisi riyaziye formülü gibi tiyatro binası! Piyesin bîçâreliği, can sıkıcılığı da caba! O nutuklar, bütün o panayır ilmühali, sözüm ona ahlâk, püritanizmin çarmıhına gerilmiş katoliklik…» Kızlardan birisi itiraz edecek oldu: «Ama oyunu çok iyi oynadılar, büyükbaba!»

«Felâket o ya! Şimdi canımızı sıkan şeylere eğlence diyoruz.»
Ben olduğum yerde Yahya Kemal’in mısraını hatırladım:

Eski Paris’te bir ömür geçti.

*

Müze, Louvre’da her gün bir şaheser benim hatırım için birkaç benzerini öldürüyor. En sona kalanı da muhakkak ben öldüreceğim. Ve böylece mutlak hürriyete, yani kayıtsızlığa çıkacağım.

Bu ihtiyar kadının sattığı çiçeklere karışan, onlar kadar güzel tebessümünü görmek, bu mor, yeşil,
kırmızı, sarı akislerin doldurduğu gölgede onun tatlı bonjurunu işitmek, kendisini silerek size, işlerinize dair sorduğu gönül alıcı suallere cevab vermek… İşte üç haftada beni Paris’te mesut eden şey. Yazık ki bugün bu saadeti kendi elimle bozdum. Ona hayatına dair sualler sordum. Biri harbde öldürülen, öbürü hapiste çürüyen iki oğlunun macerasını, kızının bîçâre talihini, kocasının hoyratlığını öğrendim. Hülâsa bu güzel tebessümü altmış sene içinde hazırlıyan şeylerin hepsini biliyorum şimdi. Fakat pişman değilim. Demetimi sararken ihtiyar elleri bugün bana başka türlü güzel göründü.

Beni bu psikoloji tecrübesine dâvet eden ünlü âlim, çocukların zevk itibariyle olgun ve seviyeli
insandan farksız olduklarına gerçekten inanmıştı. «Siz de göreceksiniz. Çocukların asıl sevdiği artist
sanılan Malek’e bakmıyacaklar bile. Sadece Charlo’yu beğenecekler ve alkışlıyacaklardır.» Tecrübe
bittabi tam aksi netice verdi. Sekiz ile onbir, oniki yaşlarındaki küçük seyirciler Charlo’dan âdeta
sıkıldılar ve Malek’in budalalıklarına çılgınca güldüler, onu alkışladılar. Fakat lütufkâr dostumun imanı hiç sarsılmamıştı. Çıkarken «Çocuk muazzam âlemdir. Hiç Malek’i beğenir mi?» diyordu. Çok kötü bir duygu ama bazı şeylerin dünyanın her tarafında aynı olduğunu gördüğüm için bayağı mesuttum.

*

Evvelki gün Saint-Germain’de elime, bir reklâm tutuşturdular. Paris’in ilk kahvesi olan Procope
yeniden açılmış. Diderot’nun, bütün aksiklopedistlerin oturdukları masalarda oturabilecekmişiz. Gece birkaç dostla gittik, hissemize Voltaire’in masası düşmüştü.
Onun içimizdeki bakışları arasında yemeğimizi yedik ve kahvelerimizi içtik. Regence’in tamir yüzünden hâlâ kapalı olması ne fena! İşe başlamışken pekâlâ yarın da öğle yemeğini Napoleon’un gençliğinde sık sık gittiği bu kahvede yerdim.

Galiba Voltaire’i, Diderot’yu, Napoleon’u hiç düşünmeden hatırlamak için en iyi çarelerden biri de. budur. Bununla beraber bu eski kahvenin, veya, uzun zaman kapalı kaldığına göre, hiç olmazsa adının ayakta durmasında, tıpkı iki asır evvel olduğu gibi, bir takım insanların oraya gene kahve olarak gidebilmesinde hayatı zenginleştiren ve insanı destekliyen bir şey var. Bizde olsaydı evvelâ kahvelikten çıkardı, berber, muhallebici dükkânı, bugünlerde banka şubesi yapar, daha sonra da bir çaresini bulur, belki de Voltaire’in ve arkadaşlarının hâtırasına saygı göstermek için yıkardık.
Değişmekten o kadar korkan, zihniyetlerinde, modalarında hiç değişmiyen Şark, eşyayı ve
müesseseler! yerinde bırakmağa bir türlü razı olamaz. Unutulması, kendi köşesinde, kendi hayatım rahatça yaşaması gereken şeyler bizi âdeta rahatsız ediyor.

Ah Namık Kemal, ne olurdu bize her şeyden evvel bir «seviye meselesi» olan hürriyet kelimesi
yerine, o kadar âşıkı olduğun medeniyetin «birikme» olduğunu ve gerçek ilerlemenin «mevcudu muhafaza etmek» gibi bir esas şartı bulunduğunu öğretseydin.

Procope, 1684 de, Merzifonlu Mustafa Paşa’nın o meşum Viyana seferinden bir sene sonra açılmış. Ve birkaç sene içinde (daha 1689’da) edebiyatçılar kahvesi olmuş. O kadar şöhret kazanmış ki yüksek tabakadan hanımlar bile arabalarını kapısında durdururlar ve yeni moda olan bu kokulu içkiyi getirtirlermiş. Filhakika bu devirde saray daha ziyade kınakınaya alışıktı. Dün bütün sabah okuduğum Georges de Vissant’ın Cafés et Cabarets’inde (1928) bu kahvenin bütün bir tarihi var. Procope, Onbeşinci ve Onaltıncı Louis devirlerinde tiyatro muharrirlerinin, artistlerin, edebiyatçıların, filozofların toplandığı belli başlı yerlerden biriydi. Sonra Büyük İhtilâl’de bayağı bir merkez halini aldı. XIX, asırda Musset ve romantikler de devam ediyor.

Yine Georges de Vissant’a göre çayı da XVIII. asırda Fransa’da yayan bu kahve imiş.

Georges de Vissant çoktan beri kapanan Vachette dolayısiyle iki Türkten de bahsediyor. Genç
Osmanlılardan Sağır Ahmed Bey-zâde Mehmed Bey (Mahmud Nedim Paşa’nın kardeşinin oğlu) ile Hoca Tahsin Efendi. Bu muharririn söylediğine göre Mehmed Bey içkiye ve bilhassa konyağa çok düşkünmüş. 1870 muharebesinde Fransız ordusuna gönüllü yazılmasına Mouffetard sokağından bütün bir gönüllü bölüğü toplayan Cahun isminde bir gazeteci sebeb olmuş.

Tahsin Efendi’nin adını Tashyn diye yazıyor ve biraz şakalı bir dille de olsa materyalist olduğunu
kaydediyor.

Fakat her ikisinin hayatı için yazdığı şeylerde epeyce yanlış var. Bilhassa Mehmet Bey’in 1870-71
muharebesinden sonra tekrar Paris’e geldiği ve orada birkaç ihtilâlci Türk mecmuası çıkardığı kaydı
tamamiyle asılsız olsa gerek. Belli ki muharrir Ebüzziya’yı yanlış hatırlıyan bir Türk’e sorarak bunları yazmış. Vachette’in daha sonraları da birçok Türk müşterisi vardı. Jön Türklerin çoğu ve İkinci Meşrutiyet’te tahsile gönderilenler. Vachette, Moreas’ın çıktığı kahve idi. Yahya Kemal bize yakından tanıdığı bu büyük şâir dolayısıyla sık sık bu kahveden bahsetmişti.

(Cumhuriyet, 7 Mayıs 1958, nr. 12134)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Yaşadığım Gibi
Dergah Yayınları

Sıkıntı

Sana geliyorsam bu akşam, ey hayvan, amacım
ne bir halkın günahlarıyla dolu gövdeni yok etmek,
ne de öpücüğümü akıtan onmaz sıkıntı altında
ve iğrenç saçlarında hazin bir fırtınayı eşelemek;

Azabın bilinmeyen perdeleri altında uçan
hiçliği başkalarından daha iyi tanıyan senin
ancak kara yalanlardan sonra tadabildiğin
düşsüz ağır uykuyu istiyorum yatağından;

Çünkü, katıksız soyluluğumu kemiren çirkef
senin gibi beni de kısırlığıyla damgaladı.
Ama, senin. bağrında hiçbir suç dişinin yaralamadığı

Taş bir yürek çarparken, ben, bozguna uğramış,
solgun, kefenimi kuşanmış, kaçıyorum
yalnız yattığım zaman ölmekten korkarak.

Stephan Mallarme

Zangoç

Sabahın arınmış, saydam, derin havasına
Yayıyor yine çan, sesini, aydınlık, duru
Okşuyor, lavantalar, kekikler arasına
Duasını bırakan küçük bir çocuğu,

Çıkmış üstüne eski bir ipi geren taşın,
Dilinde dua, zangoç, üzgün, mırıldanarak
Dinliyor inişini uzak çınlamaların
Bir kuş geçiyor yanından, ona dokunarak.

Ben arzulu gecenin o adamıyım. Yazık!
Boşa çekiyorum Ülküyü çalan halatı
Bir tutam tüy söylüyor soğuk günahlarımı,

Çok usul geliyor kulağıma sesler artık!
Ve bir gün, yorgun, boş yere çekmekten bu ipi
Taşı atıp ucuna asacağım kendimi.

Stephan Mallarme

Çoğumuzda göçmen meseleleri karşısında rahatı kaçırılmış bir insan hali var.

Göçmen Dâvası

Tunanın evleri, alçacık evler,
İçinde oturur paşalar, beyler,
Örtün perdeleri görmesin iller…

Bir Rumeli türküsünden

Bir kaç aydır, millî bir fâciayı, hatta millî bir felâketi sessiz ve sedasız yaşıyoruz. Yarım milyondan fazla Türk, dedelerinin Osmanlı fethinden çok evvel doğdukları, şenlettikleri topraklardan yabani otlar gibi sökülüyorlar, mal ve mülkleri ellerinden alınarak kapı dışarı ediliyorlar.

Hicret, milletimizin talihinin iki asırdan beri, en acı tarafı oldu. Arkada bırakılan yurda ağlamak, ona ağlaya ağlaya yeni toprağa sarılmak, sapanının açtığı izde doğduğu evi ve babasının gömüldüğü yeri hatırlayarak yaşamak… İşte büyük katliamların dışında asıl serencamımız! Rumeli, kesilerek ve insanı kovularak başka milletlerin vatanı oldu.

Kaç nesil var ki kızlarımız baba evlerinde gelin olmanın sevincini kaybettiler, erkeklerimiz aynı
tarlada, aynı pazarda üstüste çalışamaz oldular.
Şehirlerimiz çehrelerini, hayatımız birliğini kaybetti. Türkülerimiz ve şivelerimiz birbirine karıştı.

Bu zoraki hicretin nasıl bir meramla hazırlandığını söylemeğe lüzum var mı? Bunu benden evvel ve
çok selâhiyetli, resmî ağızlar söylediler. Bulgar hükümetinin bu kararı ile sadece yarım milyon insan, — şimdilik yarısı — yerinden yurdundan edilmiyor, sade nesillerin üstüste çalışmasıyla yığılan bir servet, — en aşağı bir milyar! — çok verimli tarlalar, bağlar, bahçeler ve bütün bir tarihin hakkı elden alınmıyor, ayrıca da, on bir yıldır süren bir seferberlikle harab bütçemiz, üstünden bu ağır yılların bir silindir gibi geçtiği halkımızın refahı da bir kat daha yıkılmak isteniyor. Kasıt sade Rumeli Türklüğüne değil, bütün Türkiye’yedir.

Bu satırları Bulgarlara karşı milletimize kin aşılamak için yazmıyorum. İyi ve faydalı politikanın
hislerimizi dışarıda bırakan politika olduğuna inananlardanım. Kaldı ki tarihin kör düğüşünün bir yerde artık durması icab ediyor.

Hayır, ben bir kin alevlemek için yazmıyorum. Yalnız bize karşı çok değişik, çok tehlikeli bir silâhın kullanıldığını tekrarlamak istiyorum. Hudutlarımızdan içeriye bomba bırakmadılar. Yarım milyon kardeşimizi, bağrımıza derhal basmamız lâzım gelenleri bıraktılar.

Bize karşı silâh olarak tarihimizin ve kendimizin bir’ parçasını çevirdiler. Şurası da var ki bu cinsten bir hadiseyi her gün bekleyebilirdik. Hatta buna her cihetle hazırlıklı olmalıydık. Yani böyle bir ihtimali karşılayacak, her tarafı evvelden düşünülmüş, seneden seneye eksikleri tamamlanmış bir; yerleştirme elde bulunmalıydı. Tarihimizin istisnası denebilecek kadar uzun bir sulh devresinden bunu beklemek hakkımızdı. Fakat biz realitenin çıplak iklimine, Balkan ittifakı gibi ütopyaların şampanya sarhoşluğunu tercih ettik. Kendimizi kandırmağa çalıştığımız bir muvazaa sarhoşluğunda etrafımızdaki düşmanlığı unuttuk!

Gazetelerde göçmen havadislerini her okuyuşumda kaç türlü zıd düşüncenin tesiri altında kalıyorum. Bir taraftan 1911 ile 1923 arasının tecrübesi içimde yeniden canlandığı için tarihimizi daha iyi anlıyorum.

Artık dedelerimizi hataları için tenkid etmekten vazgeçtim. Etraflarındaki bu hiç bir anlaşma kabul
etmeyen düşmanlık içinde gösterdikleri cesarete, yaşama kudretlerine hayran oluyorum.
Diğer taraftan memleketteki hareketsizlik beni şaşırtıyor. Vâkıa hükümetimiz, bir yığın ferde ait teşebbüs, göçmenler için bir çok şeyler yapıyor. Fakat efkâr-ı umumîyede henüz böyle millî bir hâdisenin uyandırması lâzım gelen büyük humma yok! «Bize ne oldu böyle? Biz hiç böyle değildik!» diyorum.

Yoksa gelenlerin kim olduğunu bilmiyor muyuz? Yahud sadece arkalarında gizlenen düşmanlığı mı görüyoruz?

Hattâ Bulgaristan’ın kendisinin bile, daha kırk yıl evvel, vatanın, hiç olmazsa resmî salnamelerdeki
çehresinin bir parçası olduğunu unuttuk mu?

Gelenler, mor sabahlı Balkan memleketlerinden her şeylerini, hatta yarına ait ümidlerini bile bırakıp gelenler ise, tarihimizin belki en öz taraflarından geliyorlar. Onların başları etrafında Türk tarihinin yarısı kanlı bir güneş gibi çalkanıyor.

Şu satırları yazarken ne kadar yer ismi ve insan adı hafızama hücum ediyor. Eski tarihlerimizin
hangisini isterseniz, üç beş sahife karıştırın, daima bir Lofça, bir İştib, bir Filibe, bir Rusçuk, bir Vidin, bir Ziştovi, bir Silistre, bir Plevne âyânına, o yerlerden toplanmış levend endamlı, evliya isimli
kahramanlara tesadüf edersiniz.

Büyük bozgunlar, bugünü hazırlayan felâketler başladığı zamanlar bu isimler tarihimizde büsbütün başka bir mânâ alırlar. Her on beş, yirmi yılda bir tekrarlanan insan kudretinin dışında çarpışmaların, talihle imkânsız didişmelerin hikâyelerini okursunuz. O zaman İstanbul’un bizim elimizde hangi gayretlerle kaldığını, bugün hudutlarımıza, yarın belki kaldırımlarımıza yığılacak bu insanların dedelerinin nasıl adım adım bu yurdu müdafaa ettiklerini anlarsınız.

Hayır, onların geldiği topraklarda en ufak bir tepe yoktur ki Türk tarihinde bir kaç defa hususî bir
maceranın şerefini kazanmış olmasın!
Bütün o serhat kaleleri, palangalar düşüp de düşman orduları,
kuyusundan çıkmış ejderhalar gibi anavatana doğru kıvrıldığı zaman, o köyler, o küçük kasabalar, o
tepeler imanla karşısına dikilirdi. Şehirler, kazalar, köyler, yıkılır, yanar, sonra tekrar yapılırdı.

Rumeli’nin âyân konakları üstüste yığılan muhacir kafileleriyle dolardı.

Evet, Türk tarihinin hemen her safhasında, bugün göçmen adıyla adlandırdığımız ve talihleri
karşısında hâlâ tereddüt ettiğimiz insanların dedelerine rastlarız. En son tarafıyla alıyorum, onlar
Alemdar Mustafa Paşa’nın, Rusçuk yârânının, Midhat Paşa’nın, Cevdet Paşa’nın, Ahmed Vefik Paşa’nın ve daha bir çoklarının tarih karşısında hemşerileridir.

Her Türkün hayalinde, kanları içinde yüzen bir şehid vardır.

Bu, Rumeli Türklüğüdür. Bu gelenler işte onların çocuklarıdır.

Bırakalım tarihi! Hakikate dönelim! Şimdi, bugün, bu saatte, misafirhanelerde, çabuktan tedarik edilmiş imkânlar içinde, yarını olmadan yaşayan kardeşlerimiz var. Erkekler ne ise, fakat kadınlar, genç kızlar, çocuklar var. Dün alnının teriyle kazandığı ekmeği kendi sofrasında, yarma ait hayaller içinde yiyen insanlar bugün gözlerimize bakıyor. Hasta başın muhtaç olduğu yumuşak yastık, sıcak oda, gülümseyen yüz, yarının emniyeti, bu erkekler, bu kadınlar, bu çocuklar için yok!

Bunu kâfi derecede düşünüyor muyuz?

Bu mesele çıktığı günden beri Naci’nin mısraı durmadan alevden bir kırbaç gibi omuzumda şaklıyor.
Misafirim vatanın bir harâbezârında

Gelenlerin ve geleceklerin çoğu çiftçi! Öküzle olsun, makine ile olsun, toprakla, sert, sarı, esmer
buğday habbeleriyle ne zaman tekrar başbaşa gelecekler? Ne zaman iş onları arkada kalan hayatlarına kavuşturacak? Ev, tarla, ahır, kümes, ev tezgâhı, bütün bunlar ancak bizim yardımımızla kurulabilir.

Yazık ki hâlâ işin büyüklüğünü anlamamışa benziyoruz. Hâlâ gazetelerde küçük kıpırdanışlardan başka bir şey yok. Hâlâ milletimiz bu insanlar için seferber olmuş değildir. Herkese soruyorum: Bize ne oldu?

Günler geçiyor, bu çalışkan, sade ruhlu ve bütün imanlı insanların talihi hâlâ aramızda günün tek mühim meselesi olmamıştır. Yarım milyon… Bir kısmı geldi, bir kısmı gelecek… Ve bir an evvel gelmeyenler, korkarım ki, hiç gelemeyecekler.

Böyle olduğu halde evlerde hâlâ dikiş makineleri onlar için çalışmıyor, hanımlarımız lüks manifatura ve yalancı süs dükkânlarının önünden daha ayrılmadı, onlar için Amerikan bezi ve basma aramıyorlar. Yer yer iane listeleri açılmadı. Gençlik nedense bu işi üstüne hâlâ almadı. Teşebbüs eden de yok! Sanki halkımıza bu işte her türlü fedakârlığı yapmamız icab ettiğini söylemekten çekiniyoruz.

Yanlış anlaşılmasın! Ben göçmenlerin yardımla geçindirilmesini teklif etmiyorum. Ben onlara ve bize bu düşmanlığı yapan komşu devletin İktisadî hayatının ve refahının büyük bir tarafını vücude getiren çok çalışkan, uyanık bir unsurun aramıza geldiğine kaniim. Onların bir an evvel çalışmaya müsaid şartlarla yerleştirilmelerini, istihsale atılmalarını, bu memleketin ekonomisine girmelerini istiyorum. Fakat aradaki fasılada ve bu yerleşme için halkımızın en geniş şekilde yardımına ihtiyaç vardır.
Bunu söylerken orta sınıfımızın, memur halkımızın, bir kısım kasaba ve köy ahalisinin büyük
mahrumiyetler içinde yaşadığını unutmuyorum. Fakat refah ve sıkıntı da nisbîdir.

Bir vatanı olmak, hür ve müstakil yaşamak, tarihine sahib yaşamak, bir takım mükellefiyetlerle kabil olan nimetlerdir. Bazan bu külfetler tahammülün de üstüne çıkabilir. O kadar tecrübe geçirmiş, kara günün her nev’ini denemiş halkımız bunu çok iyi bilir. Biz sadece imanıyla ve ruhunun cömertliğiyle yaşamış bir milletiz. Öyle olduğu halde niçin münevverlerimiz ve hatta hükümetimiz en sarih şekilde halkımıza müracaat etmiyorlar? Her şeyden mahrum edilenle elimizde olanı paylaşmak zamanındayız.

Yaşama iradesi bu kadar büyük olan ve bütün varlığının devletin varlığıyla kabil olduğunu çok iyi
bilen bir milletin cömerdliğine müracaattan utanıyor muyuz? Böyle ise Türk milleti bizi affetmez. Bu
düşüncenin bir an kafamızdan geçmesini affetmez.

Çoğumuzda göçmen meseleleri karşısında rahatı kaçırılmış bir insan hali var. Sanki asrımızın insanına rahat hakikaten nasibmiş gibi düşünüyoruz. Rahat, ferdî saadet, kaygısız baş, bunlar on dokuzuncu asrın kısa rüyalarıydı. Doğrusunu isterseniz bizlere hiç nasib olmayan rüyalar… İnsan talihinin azdığı bu devirde bunu akla getirmek bile gülünçtür. Bu devirde olsa olsa vazifesini yapmaktan gelen iç ferahlığı, huzur vardır. Çünkü devrimiz, vazife ve mesuliyet duygusu devridir. Milletimiz bu iki duyguyu çok iyi tanır. Bunu her vesile ile gördük.

Tekrar ediyorum, alâkalı resmî makamlar bir taraftan vazifelerini yapadursunlar. Biz, milletçe bu iş
etrafında seferber olmalıyız.
Türkiye’nin Bulgaristan’a vereceği en güzel cevab, yurdun verimli, insan emeğine muhtaç yerlerinde, çok kısa zamanda, birer kasaba ve şehir olması temennisiyle, yeni göçmen köylerinin, şarkî Anadolu, Orta Anadolu, Filibe veya Lofça’larının, Varna ve Vidin’lerinin kurulmasıdır.

Böylece tarihimizin kaybettiğimiz anahtarlarına yeniden ve vatan içinde sahip oluyoruz.
Bunun için münevverlerimizin bu işi tek dava olarak ele almaları lâzımdır. Unutmayalım, kendi başımıza halledebileceğimiz tek mesele de budur.

Göçmenlerin gelecek mevsimde, yurtta yetiştirecekleri ilk buğday başağının talihe karşı en büyük
zaferimiz olacağına inanıyorum. Onu şimdiden yüzüme gözüme sürmek istiyorum.

Unutmayalım ki fevkalâde hâdiseler, fevkalâde tedbirler ister. Hem kendimizden, hem yeni gelen
kardeşlerimizden mesulüz.

Ahmet Hamdi Tanpınar
(Cumhuriyet, 18 Ocak 1951, nr, 9503)
Yaşadığım Gibi / Dergah Yayınları

Kayıp ve Yas -2

Bu yazı, bir fikri takip yazısıdır.

31 Mart seçimlerinin hemen ardından kişisel ve toplumsal kayıpları irdelemeyi amaçlayan yazımda yer alan iddia ve saptamaların yenilenen İstanbul seçimleri sonrasında gözden geçirilmesidir.

O gün gidenin ardından bu dünyada kalan kişiler açısından kaybın ağırlığını belirleyen kaybedilenin kimliğidir demiştim. Yitip giden geride kalan kişiler için ne kadar önemliyse, onlar için ne kadar fazla bir değer taşıyorsa kaybın acısı o kadar katlanır diye eklemiştim.

Anlaşılan o ki İstanbul, ekonomik ilişkiler açısından muktedir için kaybedilmesi göze alınamayacak kadar önemli ve siyaseten yitirilemeyecek kadar değerliymiş.

Aşk değil tutkuymuş yani. Başka birisiyle paylaşılamayacak kadar hırsmış. Başkasına layık görülemeyecek kadar kibirmiş…

Ama biliyoruz ki aşk ne kadar özgürlükse, tutku o kadar esarettir. Aşkın öznesi, tutkuda nesneye dönüşür. Mülke ve mülkiyete tabi kılınıp boğulur. An gelir “Ya Benimsin Ya Kara Toprağın” hezeyanıyla öldürülmeye bile kalkışılır.

Oysa aşk -tutkunun aksine-, aşığın gitme ihtimalini ilk günden kabul ederek, onu her gün kaybetmemeye çalışmaktır. Maşuğun kendisinde eriyip kaybolmasını isteyen bir teklik histerisi karşısında, bir imkânsızlık düşü olarak iki kalarak biz olmaktır aşk.

Aşk, aşıktan bağımsız olarak maşuğun bir özne olarak yaşama hakkını tanımaktır. Bu hakka saygı göstermektir. Ve günü geldiğinde kendisinin gideceğini bilip “Ben Ölürsem Sevdiceğim Sağ Olsun” diyebilmektir.

Ama kendisinden başka kimseleri sevemeyen narsistler asla aşık olamazlar. Olsa olsa kendi tutkularının esiri olurlar.

Çünkü narsistler kendilerinden başka hiçbir şeye değer vermezler. Paramparça olmuş egoları nedeniyle kendilerinden başka hiç kimseyi görmezler. Gözleri, tıpkı nehirde akseden yüzüne aşık olan Narkissos gibi sadece kendilerine dönüktür.

Başarı ve yeteneklerini abartırlar, sınırsız zekâ ve güç üzerine hayaller kurarlar. Kendilerinin eşi bulanmaz özellikte birisi olduğuna inanırlar. Ancak bu özelliklerinin herkes tarafından fark edilemeyeceğini düşünerek sınırlı ve değişken bir arkadaş grubuyla temas ederler. Hiç kimsenin kendilerinin derinliğini anlayamayacaklarını zannettiklerinden dolayı çevrelerindeki insan grubunu sürekli değiştirirler. Çünkü beğenilmek, çok beğenilmek, hep beğenilmek isterler. Kendilerine yönelecek en ufak bir uyarı ve siteme dahi tahammül edemezler. Her zaman kişileri ve olayları kendi çıkarları için kullanmaya çalışırlar. Tahmin edilemeyecek kadar pragmatistirler. Her şeyi, her başarıyı, her mevkiyi hak ettiklerini düşünürler. O hak ettikleri hedefe ulaşmak için her yolu kendileri için hak olarak görürler.

Empati yapamazlar. Tuz buz olmuş egoları nedeniyle kendilerinden başkasını hissedemezler. Başka bir kişinin gözlerinden dünyaya bakamazlar. Başka insanların ihtiyaçlarını zerre kadar önemsemezler. Ama herkesi kıskanırlar.

Hasettirler. Küstahtırlar.

Onlar için öteki’nin tek anlamı, öteki olarak kendilerinden başka bir değer olması değil, tam aksine muktedirliklerinin kanıtı olarak ele geçirilecek bir hedef olmasıdır sadece. Her hedef gibi ele geçirildikten sonra anlamsızlaşan ve ona ihanet edilen bir hedef…

Ne hazin ki ele geçirilecek hiçbir hedef onların egolarının kırılganlığını onaramayacaktır.

Onlar bedensel yok oluşa kadar ruhsal iğdiş edilmişliğin ıstırabıyla hem kendilerine hem de muktedirlikleri oranında çevrelerine elem vereceklerdir.

Bilelim ki, her faşizmin altında patolojik bir narsisizm ve pek çok kişi tarafından paylaşılmış patolojik bir narsistik dava saklıdır.

Şok ve İnkâr

7 Nisan 2019 günü benlikte travmaya neden olan her kayıp bir “şok” ile başlar. Kişi duyduğuna, gördüğüne, apaçık ortada duran gerçeklere inanmaz. Gerçekliği anlamsız biçimde reddeder diyerek reddedişin çoğu zaman rasyonel gerekçelerle de açıklanamayacağını yazmıştım.

Tıpkı muktedirin rasyonel gerekçelerle açıklanamayacak biçimde İstanbul seçimlerine itiraz etmesi ve hukuk dışı bir kararla seçimi iptal ettirmesi gibi.

Oysa ortada apaçık bir gerçek vardı: İstanbul gönlünü başka bir hırsıza kaptırmıştı.

Onca zamandır havuza dönüştürülmüş medya aracılığıyla her gün fırça yemekten, bir ergen gibi atılan triplerden, her yerde hep aynı yüzü görmekten, herkesin hain ilan edilmesinden bıkıp usanmıştı.

Daha önemlisi yeni aşık, ona başka bir dille seslenmekteydi. O da bu sese kulak vermişti. Birlikte biraz zaman geçirerek onu daha yakından tanımak istiyordu.

Aşığın, maşukun bu halini anlaması ve gerçeği kabullenmesi gerekiyordu. Hem belki bu flörtten beklediğini bulamayacaktı İstanbul. Dahası aşığın yaşayacağı kayıp ve özlem duygusu, aşkın insanı insanileştirdiği gibi muktedire de ölümlü bir fani olduğu gerçeğini yeniden hatırlatabilirdi. Onu yeniden insani vasıflara kavuşturabilirdi.

Olmadı: kibir ve tutkusu izin vermedi. İstanbul da bir daha geri dönmemek üzere terk etti muktediri.

Çökkünlük

Her kaybın ardından gözlenen çökkünlük dönemi 31 Mart sonrasında fazla değildi oysa. Ne de olsa yarışın sonucunu foto finiş belirlemişti.

Yani maşuğun gönlü tümüyle kaymamıştı yeni aşığa.

O gün itibariyle aşığa düşen olanı biteni layıkıyla değerlendirmekti. Nefret söylemleri ve hain suçlamalarının nedenlerini ortaya koymak, yüzyıldır yok sayılmak istenen bir halkın temsilcileriyle yeniden temaslar kurmak ve tanzim kuyruklarında ekmeğinin derdine düşmüş insanların önünde sergilenen israf ve şatafattan dolayı özeleştiri vermek gerekiyordu.

Eğer herşey yitip gitmediyse, eğer İstanbul’a gerçekten sevdalanılmışsa ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için neyi değiştireceğini bulmak, ötekini suçlamaktan vazgeçip sahici bir yüzleşmeyle yanlışlarını düzeltip hayata devam etmek şarttı.

Ancak yapılan bunun tam aksiydi.

Oysa bu dünyada çivi çiviyi sökmedi hiçbir zaman. Soylu’ların öfke ve nefret kusan dili hiçbir yaraya derman olmadı hiçbir zaman.

Ama gelin görün ki sadık emanetçi tarafından sürdürülen kısacık bir icraatın içinden molasının ardından bildiğimiz yüzyıllık oyunlar sahneye konuldu. Ahlâk, etik, onur kavramları maşuğu elde etme pahasına insafsızca çiğnendi.

Aslında doğruyu ifade etmek gerekirse başka da bir yol kalmamıştı onlar için. Çünkü insani sınırları çoktan aşmışlardı. Gezi’de bu ülkenin geleceğini yok etmeye kalkışmışlar, bıyıkları terlememiş çocukların annelerini miting meydanlarında yuhalatmışlar, ölüme bile saygısızlık ederek bir annenin cenazesini yedi gün sokaklarda bekletmişlerdi.

Adına Türkiye denilen bu ülkede siyasi iktidarın sınırsız öfkesinden nasibini almayan hiç kimse kalmamıştı.

Memleketin tamamında esen korku rüzgârlarının aksine muktedirin katında yatlar, katlar, çekler, köprüler ve binbir yolla aktarılan milyon dolarlık rakamlar uçuşmaktaydı.

Hayat kimileri için çekilmez oldukça, kısıtlı bir çevre için o oranda güzelleşmekteydi. Ülke içeride ve dışarıda zora ve zorluklara gark oldukça, kimileri için o oranda sefa katlanmaktaydı.

İstanbul seçimlerinin yok yere iptal edilmesi tüm bunların üzerine eklenen bir damlaydı sadece. Milyarlarca damlanın üzerine eklenen son bir damla…

Gelin görün ki an geldiğinde bir damla hayatın tüm akışını değiştirir. İstanbul örneğinde olduğu gibi maşuk, aşığın değişmeye gönüllü olmadığını, aksine kendisini kandırmaya ve bu sayede elinde tutmaya çalıştığını fark etti. Ancak bu tutum herşeyden önce maşuğun aklına, fikrine, zekâsına, onuruna ve sevgisine hakaretti. Bu nedenle aşığa temelden ve esastan bir hayat dersi oldu 23 Haziran.

Muktedirin yaşadığı şeddeli yenilginin yarattığı şokun çökkünlüğü bir önceki ile kıyaslanamaz büyüklükteydi artık.

Maşuk, kastre ederek fallik gösterenini kesmişti. Kibirini ve gücünü ayakları altına almıştı tutkusuna yenilenin…

Osman Elbek

KİTAPLARIN VAKT-İ MERHUNU

Mesut bir ömür, hiçbir yangın felâketini görmemeliydi.

Muhteşem bir ömür, okunmuş kitaplarının bir tanesini kaybetmemeliydi. Eski kitaplarımızın hepsi yanımızda kalmalıydılar. Dostlarımız, kendilerine okunmak üzere verdiğimiz kitapları iade etmeliydiler. Kütüphanemizin bütün kitapları muhafaza edilmeliydi.

Her kitap doğduğu, yaşadığı devrin mânâsı ve hâfızası sayılır. Her okuduğumuz kitap, yaşamış olduğumuz bir zaman, düşünmüş olduğumuz fikirler, duyduğumuz muhabbetler demektir. Onları, ömrümüzün parçaları gibi duyarız. Bir zaman geçtikten sonra, bütün bu kitaplar birer hâtıra sayılır. Görülen gözler, duyulan bir ses ve bir telâffuz hususiyeti gibidir.

Bunun için, hepsi de, her zaman gözlerimizin önünde olmalıdırlar.

İlk mektep kitapları, ilk şiirler, ilk romanlar, ilk tarihler ömrümüzde en mühim bir devri açarlar. Belki bütün kitaplar arasında bizi âdeta büyülemiş olanlar, ilk gençlik zamanlarımızda okuduğumuz, ilk beğendiklerimiz ve muharrirlerini üstad saydıklarımızdır. Bilhassa çocukluk zamanlarımızın kitapları en eski hatıralarla dolu kutular gibidir. Bu kitapları karıştırırsak renkleri, kâğıtları, kapları ile bize hâlâ maddeden bir tesir yapmakta olduklarını görürüz.

Edebiyat-ı Cedide’nin kırmızı kaplı ve isimleri beyaz yazılı kitaplarından ilk beş tanesi: Hüseyin Cahid’in “Hayatı Muhayyeri, Tevfik Fikret’in “Rubab-ı Şikeste” si, Halid Ziya’nın “Bir Yazın Tarihi” ile “Aşk-ı Memnu”u, Hüseyin Cahid’in “Hayal İçinde”si sanki gözlerimden evvel basılmışlardı. Gözlerim açılır açılmaz bunları gördüm. Ancak bu kitaplardan sonrakilerini muasırlarım saymıştım.

Sonra, yine, Hüseyin Cahid’in bir küçük hikâyesinde: “Fransızca sarı kaplı kitaplar” diye bahsettiği ilk okuduklarımla öyle bir istina peyda etmiştim ki hâlâ bunların renklerini, şekillerini görür görmez o zamanların tatlarını ve hazlarını duymağa koyulurum.

Çocukluk hatıralarımız, bazı günlerimize hâlâ karışır, ilk okuduğumuz kitapların kahramanlarını hayatımız boyunca hatırlarız. Bazı kitapların isimleri hatıramızda kalır da, yazanların adları unutulur. Bir gün “Zavallı Necdet”i hatırlar ve o kitabı okumak isteriz. 

Bütün bu yeni doğmuş kitaplar, baharın kelebekleri gibi, bahar çiçeklerine doğru, rengârenk uçuşmağa koyulurlar. Fakat, mevsimleri geçince, hemen hepsi de kaybolur ve yine başka bir mevsim gelince, yine başka kelebekler gibi, uçuşmağa başlarlar. Bu kitaplar, şekilleri ve renkleriyle, tatil ayları, deniz saatleri, mehtap geceleri, sabah kuşları, şiir tatlariyle toplaşır, karışır ve hâfızamızda, bütün bunları artık biribirlerinden ayıramayız. Haklarındaki hükümlerimizi ne kadar değiştirmiş olursak olalım, kütüphanedeki bu kitapları karıştırıp onları renk ve şekilleriyle tekrar görür görmez, hislerimiz bakımından, yine tesirleri altında kalırız.

Yeni şairlerden ziyade, eski şairleri okumağı severiz. Bazı kitaplar vardır ki, bunları ancak bir tek cümlesini bulmak için tekrar karıştırırız. Bazılarım bir bakışta bertaraf ederiz. Bazan da onların içindeki eski zaman seslerini duyar gibi mütehassis oluruz. 

Kütüphanemizin pek kullanmadığımız bir köşesindeki bu raflarda, daha hiç okumadığımız şiir, hikâye, roman, tenkid, tarih, seyahatname, din ve felsefe kitapları bulunabilir. Bütün bu kitapların şimdi hemen hepsini okumağa imkân bulamayız. Fakat bu kitapların bir gün okunabilmesi için şimdiden bir ihtimal imkânı hazırlanır. Bilmediğimiz tesirler altında, okumak ihtiyacımızın evvelden tahmin edilmeyen sebeplerinin de değişmesiyle onlara yaklaşabiliriz. Muharrirler, kitap isimleri ve mevzuları karışarak geçmiş zamanlarla birleşerek bazan da duyulmamış bir meraka kapılabilir, senelerden sonra, herhangi bir gün veya bir gece, bazan bir kitabı, bazan da bir başkasını okumak ihtiyacını duyabiliriz. Ve denilebilir ki, mukadderat her kitabı bir vakt-i merhun için saklar. Zamanla hazırlanıp nihayet onu okumak ihtiyacını duyup kendisini aradığımız kitabı derhal yerinde bulmak için de hepimizin az çok böyle bir kütüphaneye ihtiyacı vardır.

Heva ve hevesimiz, şiirimiz ve şuurumuz, hüznümüz ve neşemiz, hülyalar ve rüyalarımız, dualar ve ilâçlarımız, soğuk veya sıcak, yağmur veya rutubet, günler ve geceler her şeyi karıştırarak, o zamana kadar duymadığımız bazı şiirleri duymak, bazı hikâyeleri dinlemek, bazı mevzuları deşmek, bazı hikâyeleri düşünmek isteğiyle önümüzde kapalı duran bazı kitapları, gözlerimiz önüne açabiliriz.

Mevcut kitaplar, her zaman bir okumak imkânı saklar. Bazan artık bir satır olsun yazmak ihtiyacını duymadığıma emin olacağım gelir. Fakat hiçbir zaman artık okumak istemediğime tamamen inandığım olmamıştır. 

İnsanın bazan meyus ve yapayalnız kaldığı günler vardır. Kendini tamamen kitapsız ve dostsuz bulur. Bomboş gibi doğan bazı sabahlar çölde bir mezar yalnızlığı duyulur. O zaman yeni baştan bir kitap, yeni baştan bir mekân ve makam aramağa başlarsınız. Ve anlarsınız ki bugün, o kitabın günüdür. Anlarsınız ki, her kitabın bir vakt-i merhunu vardır.

Abdülhak Şinasi Hisar