Postnişin

Füsun ki, gözlerinin postnişini o idi,
Kederdir yüregimin degişmez postnişini
Kırmızı mavi deniz karardıgında akşam
Yüregim zaten soğuk, çek yalnızlık! Elini
Birazdan görünecek o çatık kaşlı adam,
Ve serbest bırakacak anıların selini….
Karda soğuk kokardı paltosu Peder Bey’in
Soğuğun da kokusu mu olurmuş? Demeyin
Babalar paltolardır, siyah, gri, lacivert
Her pederin pederi kendi yüreğine dert,
Her anne yüreginde kendi annesi anı,
Bilinç okyanusunun köpek balıklarıysa,
Parçalar anılara biraz derin dalanı
Suç bende biliyorum, hep orda kalmalıydım
Sandık odasında hiç geçmezdi belki zaman,
Yaşardı Fevzi Paşa, yaşardı komşu Hanım,
Denizde mayınlara aldırmazdı Chamberlain
Füsun ki, gözlerinin postnişini o idi,
Kederdir yüregimin degişmez postnişini
Ey Keder! Yüreğimin degişmeyen konuğu,
Seni bazan unuttum, yalancı bir coşkuyla
Fakat neşemin birden kesilince solugu,
Beni süzüp durursun, alaycı bir kuşkuyla
Kalbimde sana yer yok! Çek yalnızlık, elini
Kederdir yüreğimin değişmez postnişini

Hüsrev Hatemi

İyi okuyucu az bulunan, ürkek bir kuş gibidir. Kapıdan girer girmez kaçırmamalı onları.

İşte bizim kitabevi. Çerçeveleri, sokaktaki öbür dükkânlardan farklı bir renge boyanmış. İstediğimiz kitapları burada bulabileceğimizi sanıyorum.

Yaylı kapıyı iterek geçti. Burnuna hafif küflü ve keskin bir kitap kokusu geldi. Kitapçı dükkânlarının özel bir kokusu vardır Olric: nevi şahsına münhasır derler eskiler, işte ondan. Kasada duran genç adam başını kaldırdı ve gülümsedi. Taşra usulü bıyık bırakmış kibar bir adam. Kitapçı olabilir: bu sıfata uygun bir adam. Kitapçıların ve çiçekçilerin bazı özellikleri olmalıdır Olric. Gelişigüzel insanlar bu mesleklerin içine girmemeli. Kitaplar ve çiçekler özel bir itina isteyen varlıklardır. Ne yazık, bu meslekler de artık olur olmaz kimselerin elinde, sattıklarıyla ilgileri olmayan kişilerin. Durmadan kitaplara ve çiçeklere eziyet ederler, onlara nasıl davranılacağını bilmezler. Bana kalırsa, bir “kitapları koruma derneği” kurmalı ve kitaplara kötü muamele edilmesini önlemeli. Herkes bu işi yapamaz. Bazı zalim insanlar, binbir itinayla hazırlanan o çiçek gibi kitapları alırlar, hiçbir koruyucu tabakaya sarmadan, evet olduğu gibi, üst üste koyarlar; sonra kalın ve çirkin bir iple bağlarlar. Zavallı kitapların, özellikle en üstte ve en altta kalanları, bu işlem sırasında kurban edilirler: kapaklarının üstünde haç biçimi yaralar meydana gelir. Kaba taşıyıcılar da onları oradan oraya fırlatırlar. Lekeler ve buruşukluklar kitapları incitir. Kapaklar, dizgiler, baskılar için gösterilen bunca itinaya yazık olmaz mı? Satıcılar da gelişigüzel dizerler onları: isimlerini bile öğrenmeden. Onlar için en iyi kitap, en çok satılan kitaptır. Müşterinin ne biçim bir insan olduğuna bakmadan, yalnız en çok satılan kitapları överler onlara. Bu adamları bir imtihadan geçirerek yeterlik belgesi verilmeli Olric. Herkes kitap satamamalı. Cahil kitapçıların, iyi okuyucuları rahatsız etmelerine izin verilmemeli artık. İyi okuyucu az bulunan, ürkek bir kuş gibidir. Kapıdan girer girmez kaçırmamalı onları. Bir zamanlar Selim, Balkanların ve Ortadoğu’nun en hassas okuyucusu olmakla övünürdü. Bu çeşit okuyucular, daha kapıdan içeri girer girmez sonsuz bir hürriyet havası duymalıdırlar. Kitapları serbestçe koklayarak başıboş dolaşabilmelidirler. Oysa, bu cahil kitapçılar hemen yanına yaklaşır, tüyler ürpertici kitap adları sayarlar. Kendi akıllarınca müşteriye yararlı olmak isterler. Ne gibi bir kitap istediğinizi sorarlar size: polisiye bir şey mi olsun, yoksa bir aşk romanı mı? Bazı kitapları insanın burnuna sokarak, bunların çok tutulduğunu, herkesin satın aldığını söyleyerek baskı yaparlar. Oysa bu okuyucular, kaçmak için küçük bir bahaneye bakarlar: uçup giderler hemen. Bu az bulunur kuşların çekingenliğini hep yanlış yorumlarlar aptal kitapçılar. İşte, derler, ne istediğini bilmeyen bir müşteri daha. “Aşkın Günahları”nı sattım gitti. Olmazsa, Gece Kokan Cinayet’i yuttururum. Bu “iyi” kitapları uzatmakla, zavallılara nasıl hakaret ettiklerini bilmezler. İnsan bazı kitapçıları kapıda görünce, onların bekleyişinden korkar da içeri adımını atamaz.

Bu adam onlara benzemiyor. Kitaplara bakacağını söyledi. Bu söze karşılık vermezse, gerisi kolaydır. Vermedi. Kitapların arasında biraz kaybolalım. En iyisi büyük kitapçılardır. Müşterilerle fazla meşgul olamadıkları için, koridorlarda, rafların arasında rahatça dolaşabilirsin. Kasaba kitapçılarında da, tükenmiş nice kitabı bulabilirsin. Selim de Oblomov’la böyle bir kitapçıda tanışmış. Çalışmak için gittiği bir taşra şehrinde rastlamış ona. Okuduktan sonra bir hafta kendine gelememiş: o ayrı hikâye. Önce rafları gözleriyle bir taradı: birinci keşif. Hiçbir sırayı, hiçbir kitabı atlamadan, kitap yığınlarını gözden geçirdi. Acele etmeden dolaşıyordu. Bir kitap çekti, sayfalarını karıştırdı: iri harflerle basılmış bir kitap. Bizdeki kitapların çoğu iri harflerle basılıyor Olric. Kültür seviyemizi gösteriyor bu iri harfler. Okumayı yeni öğrenen bir millet olduğumuz için iri harfleri tercih ediyoruz. Daha harfleri yeni söktüğümüz için, onları satırlar arasında kaybetmekten korkuyoruz. Az gelişmiş harfleri seviyoruz. Geniş aralıklı satırlar, sayfanın kenarlarında büyük boşluklar, içimizi serinletiyor. Bütün babalar, oğullarına: “Oku da adam ol” diyorlar. Gene de kimse okumuyor. Biz adam olmayız Olric. Efendim? Faydalı kitapları okuyoruz tabii: bizim kayınpeder gibi. Ben ne yaptım bugüne kadar? Satın alıp kütüphaneye yığdım. Sonra hepsini geride bıraktım. Hiç olmazsa onları yanıma almama izin verilseydi. Benim gibi kim bilir ne kadar çok insan vardır: alır okumaz. Kulaktan dolma aydın: Turgut Özben. Artık vaktimiz olacak Olric. Selim de şaşırmamış mıydı Oblomov’u bana okuttuğu zaman; beğendiğimi görünce, gerekli sözleri söylediğimi görünce sevinmemiş miydi? Bende, kitaplarla doğuştan bir akrabalık olduğunu söylememiş miydi? Dur bakalım, bununla daha ne kadar övüneceğiz? Bıktırıncaya kadar. Kimi bıktırıncaya kadar efendimiz? Bilmem. Öyle ya, kimi? Belki seni, Olric. Biliyorsunuz, ben her seferinde yeni duymuş gibi olurum anlattıklarınızı. Size yakışıyor, deme Olric. Artık beni kandıramazsın. Bir iki kitabı ayırarak tezgâhın üstüne koydu. Boşuna dolaşmıyoruz sayın kitapçı: endişelenme. Selim’de, okuduklarını anlatmak için bitip tükenmez bir heves vardı Olric. Farkına varmadan ne kadar çok şey öğrenmişim ondan. İnsan zekâsının durmadan değişen görünüşlerine hayrandı. İşte Tolstoy: bunu da alalım. Bu Dostoyevski’yi de. Neden hiç anlaşamamışlar acaba? Tolstoy gibi bir deha neden değerini anlayamamış Dostoyevski’nin? Ben ikisini de anlıyorum. Aynı devirde yaşadıkları halde hiç görüşmemişler. Hiç mi merak etmemişler birbirlerini? Nasıl kaçırmışlar bu fırsatı? Bir bilseydiler. Dostoyevski’nin kanında Yahudice bir şey var diyor Tolstoy. Ne yazık. Yazarlar birbirlerini değil de yazmayı seviyorlar galiba efendimiz. Selim, sürrealist bir resim göstermişti bana Olric. Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hatıra fotoğrafı gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da arkada ayakta duruyor. Sanki bir mektebi yeni bitirmişler de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevski’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyuyorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bilsen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına dayanamıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öldükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyenlere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insanlarla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek istemiyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncelerime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi. Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım? Kendi seviyemizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bulunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuyacak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Kelimeleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardımıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, kelimeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.

Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevski’yi çok etkilediği söyleniyor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı. Böyle bir roman vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskilerimizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa. Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni Ömer Seyfettin’i severdi. Efruz Bey’di galiba, kendini birdenbire kahraman sanıp sokağa fırlayan. Bu öğretmen ilginç bir adamdı Olric. Bize okuma sevgisi aşıladı biraz. Bizlere ne kadar aşılanabilirse o kadar. İşini seven, az bulunur öğretmenlerden biriydi. Efruz Bey var işte. Onu da ayıralım. Dikkat ediyorsan, itibarlı bir müşteri oluyoruz yavaş yavaş. Duruma çok sevinip de kitap tavsiye etmek gibi bir çılgınlığa kalkışmazsa, bulunmaz bir kitapçı. İnsan, Goethe’yi okumazsa olur mu? Olmaz. Bu adam da hiç kitap satamıyor galiba. Her çeşit kitap var. Bilirsin, bizde biten bir kitabın yerine yenisi konmaz; o kitap çabuk bitmemişse tabii. Biraz dedikodu yapalım gene: bu Goethe’yi de Beethoven hiç sevmezmiş. Burada Goethe kazanıyor: çünkü öbürü müzisyen; o anlamaz. Beethoven de kızmış, Dokuzuncu Senfoni’ye Schiller’in şiirini koymuş. Malumu âliniz, Schiller’le Goethe’nin arası biraz şekerrenk. Zaten Beethoven, Goethe’ye parkta imparatora selam verdi diye içerliyor. Anlayamadım efendimiz: yani Beethoven’in arası iyi değil mi imparatorla? Ne aptal şeysin Olric. Ondan değil. Sosyal meseleler bakımından canım! Sosyal bakımdan bilinçlenmiş her adamın evinde bu nedenle Dokuzuncu Senfoni bulunur. Yalnız, bu Goethe hakkında çok iyi şeyler duydum. Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kâğıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra, Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot’u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada.

Biraz da kâğıt almak istemez misiniz efendimiz? Kâğıt mı? Ne kâğıdı? Kâğıt, efendimiz yazmak için. Ne yazmak için? Benim büyük ve mustarip bir ruhum yok ki Olric. Ben on ikinci dereceden resmî bir Türk vatandaşıyım. Törelerime bağlıyım. Yazamam ben. Ben fakir bir Turgut’um. Turgutların en önemsizi. Şimdiye kadar yaptırdığım bütün tahliller normal çıktı; böyle bir şeye rastlanmadı. Ben, düz bir çizgi üzerinde sürüp giden yaşantımın, bazı beklenmedik olaylar -bunlara olay demek de fazla iyimserlik olur- nedeniyle küçük titreşimler göstermesi üzerine, aslında çok zayıf olan bağlarımı kopararak -buna koparmak dersem fazla kötümserlik olur- süresi ve sonu belirsiz bir atılışa, benden başka kimsenin farkına varmayacağı bir kavgaya sürüklenmeye karar vermek için elindeki imkânlarla düşünmeye çalışan bir macera heveslisi, bir karınca, bir ne bileyim, böyle şartlar altında herkesin aptallık sayacağı bir teşebbüsün basit bir noktasıyım. Beni ilerde kimse tarihe sormayacak. Belki bir soran bulunur, efendimiz. Belki günün birinde kendini, gene sizin gibi önemsiz sayan biri, çağınızı merak eder, bütün belgeleri karıştırır. Bugünden kalan her şeyi araştırmaya kalkışır. Sayısız belge inceler, bugünün özellikleri hakkında sayısız bilgi edinir. Gene de sonunda, bakarsınız, bir eksiklik duygusu kalır içinde, size benzediği için. Sizin gibi, yani kendi gibi birinin ne düşünmüş ne duymuş olduğunu, nasıl bir insan olarak yaşadığını merak eder bakarsınız. Saçma! Benim gibi bir adamsa bu sayın araştırmacı, benim gibi bir adamın arkasından belge gibi bir soğukluk bırakmayacağını da bilir; böyle bir davranıştan hırs duyacağını bilir. Bunu çok konuştuk, artık bırakalım Olric. Bu sayın incelemeciye sıra gelinceye kadar eleştiri kargaları cesedimi didik didik mi etsin istiyorsun? Bu belgeye ondan başka önem verecek biri çıkmayacaktır ki efendimiz. Ne bugün, ne yarın, ne de bu adam sizi buluncaya kadar kimse sizi rahatsız etmeyecektir. Herkes kendi başının çaresine baksın Olric. Size de yardım eden olmadı mı efendimiz? Aynı şey değil Olric. Ben kendim bulup çıkardım bir sürü karmaşıklığın içinden onları Olric. Bu adam da öyle yapacak efendimiz. Yalnız, bu karmaşıklığın içinde sizden de bir şey bulunmalı. Ben de öyle karışık yazarım ki hiçbir kelimesini anlamaz. Beni, olduğumun tam tersi olarak değerlendirir. Ben de içimden ne kadar sevinirim. Ne anlamsız bir araştırma. Ben böyle adamları sevmem Olric. Sizin gibi bir adam efendimiz. Ben, benim gibi olanlardan hiç hoşlanmamışımdır. Ne sıkıcı bir karşılaşma olurdu. Bu kadar şiddetle karşı koymanızdan, bu düşüncenin size çok yabancı gelmediği kanısındayım efendimiz. Öztürkçe konuşan bir Olric: seni gülünç buluyorum. Yeter artık: bu konuşmayı çok uzattık. Kitapçı farkedecek. Masanın üstüne bir Gorki daha koyun efendimiz: ağzı kapanır. Adamın ağzını açtığı yok Olric. Kâğıt da alın biraz: kitapçı sevinir. Yeni bir yazar doğuyor, diye mi? Beni kandıramazsın Olric: gülünç olurum sonra. Biraz önce gülünç olmayı göze alan ve bu nedenle rahmetli Don Kişot’u örnek veren siz değil miydiniz? Kitaplar senin terbiyeni bozuyor Olric.

Buradan bir an önce çıkmalıyız. Ayrıca, bütün kitap kurtlarımızı burada dökmeyelim. Çok para harcamayalım birden. Sevgili ailemizden gizli biriktirdiğimiz paralarımızı da çabuk bitirmeyelim. Bir organımızı kaybetmiş gibi oluruz. Henüz yerini nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz bir organ, bu para denen şey. Bu parayı kimse bilmediği halde, gene de bankadan çekerken heyecanlandım Olric. Oysa bu çok gizli bir hesabımızdı. Küçük hesaplar, diyeceksin belki. Henüz o kadar cesur değilim belki. Seni de nasıl gizledim uzun süre. Başlamak için böyle gizli hesaplara ihtiyacım vardı. Kitapları, camlı tezgâhın üstüne yığdı. Kitapçı da, kitapçılarda bulunmayan bir içgüdüyle, belki bu adamla fazla konuşmamak gerektiğini sezmişti. Adam kitapların parasını hesapladıktan sonra, Turgut, bir paket de kâğıt istedi. Bir kelime söylemek yok Olric. Peki efendimiz. Kitapları sardırmadı. Kitapçıyla birlikte onları arabaya taşıdılar, arka kanepenin üstüne yığdılar.

Turgut adama, bir açıklama yapmış olmak için, uzun bir yolculuğa çıktığını, bu yolculuğun ne kadar süreceğini bilmediği için, yolda okumak üzere bu kitapları aldığını söyledi. Bir inceleme yapması gerekiyordu. Bütün ülkeyi dolaşacaktı. Adamı konuşturmamak için, bu incelemenin antropomorfolojik olduğunu söyledi. Anadolu’nun sosyomorfolojik değil de antropomorfolojik bir incelemeye konu olmasını üniversitede bazı arkadaşları eleştirmişlerdi; fakat Turgut, haklı olduğu kanısındaydı. Kitapçı da böyle kültürlü bir insanla görüşüp ona kitap sattığı için sevindiğini söyledi. Turgut gibi, bu kasabaya gelip kazı yapan birçok genç tanımıştı. Turgut şimdilik, yerüstündeki bulgularla yetineceğini, olmazsa, yeraltına da ineceğini açıkladı. Kitapçı da, kazı yapacaksa, muhakkak bu kasabaya uğramasını tavsiye etti. Almanlar bile en çok burasını beğeniyorlardı. Turgut
giderken adama el salladı: allahaısmarladık Bizim Kitapçı. Kasabayı hızla geride bıraktı.

Tutunamayanlar
Oğuz Atay

Güvercin Gerdanlığı Alfabetik İndeks

Güvercin Gerdanlığı Alfabetik İndeks (7777 Paylaşımın Linkleri)

Kısadır Hayat

kısadır hayat,
çok ama çok kısadır;
diyelim, altmış ya da yetmiş yıldır.

kaç pirinç yetişecek bu kadar sürede bir tarlada?
kaç ekmek pişecek taş ocaklarda?
öğretmenler aynı şeyi kaç defa tekrarlayacak?

gramer ve matematikle, balığın ve
ıvır zıvırın ekolojisiyle doluşturulacak
gerçek dünyaya hazırlanan çocuğun kafası.

sonra sıra gelecek tüm o eleyici seçimlere;
korkunç kurallarla boğuşacak
adaletsizlikle çarpışacak
anlamsız bir savaşın ardından
angarya ile ezilecek ruhlar.
ve sonra okul, iş, evlilik gelecek.

minik bir bebek doğacak ve ardından
endişe kaplayacak her yanı.
kendine dair her şey bir lükse dönüşecek.

dünyadaki sayılı günlerin sonuna geldiğinde
hayatını gözden geçirirken fark edeceksin
gerçekten yaşadığın günlerin ne kadar az olduğunu
ve hayrete düşeceksin.

birkaç taneden fazla olmayan o yaşam dolu ışığı
belki sadece kız arkadaşının
ilk bakışında bulacaksın.

elbette vardır hepimizin sahiden yaşadığı günler.
hatta bir mücevher parıltısını andırır bazıları:
hayat dolu kızıl bir sabah
atölyede geçen sessiz bir gece
bahçenin ortasında bir öğlen vakti
ya da belki şafak öncesi başlayan karmaşa…

Noriko Ibaraki
Çeviri: Ümid Gurbanov

Şiir

Ben de pek hoşlanmıyorum şiirden: çok daha önemli şeyler
olmalı bütün bu zırıltıdan öte
Ne var ki insan katkısız bir nefretle okuyunca şiiri,
gene de
gerçeğin bir yeri olduğunu görüyor onda.
Kavrayabilen eller, açılabilen
gözler, gerekirse diken diken
olabilen saçlar, öyle şatafatlı yorumlara açık
oldukları için değil, yararlı oldukları için
önemlidirler. Anlaşılmayacak kadar uzaklaşırlarsa
asıllarından,
aynı şey hepimiz için de söylenebilir, anlamadığımız
şeye hayranlık duyamayız, denir: baş aşağı bir
tavana tutunan ya da yiyecek arayan yarasa,
ileri doğru iten filler, başıboş dolaşan bir at,
bir ağacın atında
yorulmadan duran kurt, sinekten huylanan bir at gibi
derisi seğiren oturaklı eleştirmen,
beysbol meraklısı, istatikçi uzman –
ne de onlar apayrı şeyler deyip
“iş yazışmalarına ve okul kitaplarına” karşı çıkmak
geçerli bir davranış olur; hepsi önemlidir
bu olguların. Gene de bir ayrım yapmalı insan:
sözde-şairler önem verdiler diye şiir olamaz her şey,
aramızdaki şairler her türlü gözü pekliği
ve saçmalığı aşıp “hayal gücünün
harf sektirmeyen titiz bekçileri olmayı üstleninceye”
ve “içlerinde kurbağalar olan düşsel bahçeleri”
denetimimize sununcaya dek kavuşamayız
şiire,
bu arada, bir yandan şiirin hammaddesini tümüyle
ham, öte yandan da sahici olmasını
istiyorsanız, o zaman ilgi duyuyorsunuzdur şiire.

Marianne Moore
Çeviren: Cevat Çapan

Aşk Şiiri

Dün gece evinizin etrafında dolaştım
Saçların gene omuzlarına dökülmüş
Yüzün aydınlık beyaz
Hiç değişmemişsin şaştım

Sonra Kapuz’u dinledim
Balkayada parçalanan dalgaları
Sırtımı bir kiraza dayadım
Düşüncenle serinledim

Görsen yüzümü bile tanımazsın
O kadar uzaklarda kaldı ki
O kadar çöktü ki kalbim kederinle
Hatırlamazsın

Ne kadar isterdim
Sofranda yerim olsun
Tabağıma yemek koyasın
Bardağıma su
Halim diyesin canım benim canım
Ah kader kader kader
kader kör olsun

Halim Yağcıoğlu

Kan

Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım
Anladım ama, iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ

Mesela gökyüzü
Maviydi alabildiğine
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi âlemine

Muzaffer Tayyip Uslu

2018 Şiir Yıllığı

Bugünlerde dünya benim için evimden bile daha küçük.

“O İran’ın Bob Dylan’ıdır, Müziği ise Acem-Blues’dur.” (Newyork Times)

Bir gün New York’ta davetli olduğum bir konserdeydim. Adını hatırlamıyorum ama Suriyeli başarılı bir sanatçının konseriydi. Bu çok üzücü bir hikaye. Bu tarz bir fikrin parçası olmaktan, birbirini kıran insanların bir parçası olmaktan nasıl nefret ettiğimi size anlatamam. Bu fikir beni üzüyor, kardeşini öldürdüğün birini sahnede izlemek… Bunu çok üzücü buluyorum. Bütün ülkeler bunun bir parçası. Bazısı masa altından silahlar, palalar satıyor. Sokaklarda ölü insanlar, kaçabilen dışarı kaçıyor. Bazı ülkeler de kurumlar kurup para toplamak istiyor. İşte hikayenin üzücü kısmı, o adamı oraya çağırma amaçları ‘hadi gel festivalimizde çal, biz de senin için üzülelim’ idi. Böyle bir sistem, bu bir oyun.

İran’ı terk ettim, Amerika’da yaşıyorum ama Türkiye artık benim ikinci evim. Gerçekten benim ikinci evim olacak, çünkü burada yaşayacağım. İki, üç Türkçe kelime biliyorum ama burada kendimi İran’daki birçok yerden daha rahat hissediyorum.

İranlı şairler arasında son zamanlarda Nima Yuşic favorim ama roman konusunda favorim bir İranlı değil, Japon yazar Kazou Ishiguro‘yu okuyorum. Geçen aylarda onun romanlarına ve kısa öykülerine çok sarmıştım.

*

Sami Kısaoğlu: İran’da doğdunuz ve ilk gençlik yıllarınızı orada geçirdiniz. Kısa bir Avrupa döneminin ardından ise Amerika yıllarınız geldi. Farklı coğrafyalarda bulunmak bir müzisyen olarak sizi nasıl etkiledi?

Mohsen Namjoo: Yaklaşık altı yıldır İran`dan uzakta yaşamaktayım. İlk yıl Viyana`da Almanca öğrenmek ve müzikoloji çalışmak için bulunmaktayken bu fikrimden vazgeçip ABD`de altı şehirde ve birkaç ay sonra Kanada`da solo konserler verdim. Bu konserler esnasında Kuzey Amerika’ya yerleşmeye karar verdim ve California’daki Stanford Üniversitesi’nden araştırmacı olarak bir burs kazandım. 2012 yılının yaz ayında eşimle birlikte New York’a taşındık. 2 yıldan fazla bir süredir yaşamakta olduğum New York’u ve ABD’nin doğu sahilini evim olarak görüyorum. İran ile ilgili olarak içimde taşıdığım ya da üzerinde çalıştığım tek şey İran müziği ya da daha genel olarak Ortadoğu müziğidir. Bundan bir rahatsızlık duymuyorum, yani müzikal olarak bir İranlı, bir yurttaş olarak İranlı olmayan. Şu anda dürüstçe söyleyebilirim ki duygusal olarak İran’la ilgili birçok şeyi unutmuş durumdayım.

Sami Kısaoğlu: Amerika müzikal anlamda oldukça zor ve karmaşık bir pazar. Sizin bu yapı içindeki varoluş serüveninizi dinleyebilir miyiz?

Mohsen Namjoo: Amerika gerçekten coğrafi olarak çok geniş bir ülke, bir kıta. Amerika’daki müzik ile ilgili olarak aklımda şöyle bir benzetme var, ülke Pasifik Okyanusu gibi, içinde balinalardan küçük balıklara kadar pek çok canlı beraber yaşıyor fakat su her yerde ve her canlı için aynı. Amerika’daki müzikten bahsederken aslında küresel olarak tanınan çok popüler müzisyenlerle beraber daha az tanınan çok özel müzisyenlerden de bahsetmek zorundayız. Örneğin, Amerika’da 25,000 kişinin bir pop şarkıcısını dinlemek için bir araya geldiği konserlere gidebilirsiniz aynı zamanda New York’ta beş dolar giriş ücreti ödeyerek küçük bir kafede sadece on kişi ile birlikte bir caz piyanistini dinleyebilirsiniz. Bu piyanist hakkında biraz araştırma yaptığınızda belki de alanında dünyadaki en iyilerden biri olduğunu duyarsınız, mütevazı bir kariyeri olan bir müzisyen. Ben kendimi de en büyük ve en küçük balıkların arasında bir yerde bulunan bir balık gibi düşünüyorum. Finansal olarak Amerika’da hayatımı kazanmam çoğunlukla buradaki İranlılar sayesinde mümkün oluyor, müzikal olarak ise çok rahat bir durumdayım, çünkü müzisyen arkadaşlarınızla bir düşüncenizi paylaşmanızın bile çok zor olduğu İran gibi bir ülkeye kıyasla müzikal anlamda hem özgür hem başarılı bir şekilde yaşayabiliyorsunuz. 

Sami Kısaoğlu: Edebiyat ve şiir müziğinizin önemli hayat damarlarından ikisi. Özellikle İran şiiri. Dünya edebiyatı ve şiiri ile aranız nasıl?

Mohsen Namjoo: Edebiyat ve şiir oldukça ilgimi çekiyor. Eğer müzisyen olmasaydım bir yazar ya da şair olmayı isterdim. Şairlerden Allen Ginsberg, Charles Bukowski, T.S Elliot, Ezra Pound, William Butler Yates, Çin ve Japon geleneksel şiiri, yazarlardan ise Gabriel Marques, James Joyce, Raymond Carver ve Orhan Pamuk okuduklarım arasında. Onların ürettikleri üzerine bir şeyler yapmaktan çok ilham kaynağı olarak alırım. Şu an İngilizce de başlangıç düzeyinde sayılırım, en büyük isteklerimden biri İngiliz Edebiyatı konusundaki bilgimi artırmak. İngilizce dışındaki dilleri öğrenmeyi de o dillerde yazılmış eserleri orijinal metinlerinden okuyup bir duygu yakalayabilmek için isterim. Örneğin Pablo Neruda’yı anlamak için İspanyolca’yı, Arthur Rimbaud ve Mallarme’yi anlamak için Fransızcayı, Nazım Hikmet’i anlamak için Türkçe’yi. 

Sami Kısaoğlu: Geçtiğimiz sonbahar Brown Üniversite’sinde “Devrim ve Şairler: İran Şiirinde İçerik ve Form” başlıklı bir ders vermiştiniz. Bu dersin içeriğinden biraz bahseder misiniz?

Mohsen Namjoo: Tartıştığımız şeyler politik konular olmaktan çok modern Pers şiirinin almakta olduğu yol ile ilgiliydi. Pers şiirinde formalist bir yaklaşımları olan Nima Yushij ve Rıza Baraheni en sevdiklerimdendir. 4-5 tane parçamı onların şiirleri temel alarak bestelemişimdir. Dersin başlığı olan Devrim ve Şiir sadece devrimin öncesi ve sonrası arasındaki geçişi açıklaması anlamında kullanıldı. Devrimden sonraki en popüler ve en iyi bilinen akım dilbilimsel şiirdi.

Sami Kısaoğlu: İranda olduğunuz dönemde film müziği alanında da çalışıyordunuz. Bu dönem üzerine konuşabilir miyiz?

Mohsen Namjoo: İran’da yaptığım esas iş buydu. Albümlerimden hiçbirini İran’da çıkarmam mümkün değildi. Tiyatrocu arkadaşlarım sayesinde müzik üzerine çalışmaya başlamadan önce bu tür birçok iş bulabildim. İran’dan ayrıldıktan sonra bu tarzda en fazla iki ya da üç iş yapmışımdır. Sonuncusu Mayıs ya da Haziran ayında çıkacak bir film müziği olacak.

Sami Kısaoğlu: İlk gençlik yıllarınızda İran’da dinlediğiniz müzikler nelerdi? Şimdilerde neler dinliyorsunuz?

Mohsen Namjoo: Gençlik yıllarımda içinde yetiştiğim ailemin etkisi ile sadece geleneksel İran müziği dinlerdim, çoğunlukla Muhammed Rıza Şeceryan, Shahram Nazeri ve bestecilerden Hossein Alizadeh, birkaç yıl önce aramızdan ayrılan Parviz Meshkatian ve Muhammad Rıza Lotfi. İran kaynaklı olmayan müzikle 18 yaşımdan sonra tanıştım, ilk başlarda alternatif Doğu müzikleri ilgimi çekti, fusion türü Buddha Bar ve Amerika’da müzik yapan çeşitli İranlı gruplar. 24 yaşımda Tahran Üniversitesi’nden rock ve blues türü müzik yapan yeni arkadaşlar edindim ve diyebilirim ki ilhamımı onlardan ve müziklerinden aldım, onlara çok şey borçluyum. Şu anda Afrika müziği ve çeşitli dünya müzikleri dinliyorum, dinlediğim özel bir tür ya da bir grup yok.

Sami Kısaoğlu: Türk müziğine özel bir ilginiz olduğunu biliyorum. Türk müzisyenler ile unutamadığınız bir anınız var mı?

Mohsen Namjoo: Manhattan East Village bölgesinde Drom adında çok iyi bir müzik mekanı var. Yakın arkadaşlarım olan Serdar ve Mehmet adında iki Türkün sahibi olduğu bu mekan sunduğu müziğin çeşitliliği ile oldukça dikkat çekici. İlk olarak 2012 yılının Ağustos ayında orada İranlı bir perküsyoncu dostum ile bir konser verdim. Ama orada en iyi konserimi 2014 yılında Türkiye’den gelen kanun ve klarnet çalan iki müzisyenle birlikte gerçekleştirdim. İnanılmaz yetenekli müzisyenlerdi, provasız benim müziğime ayak uydurabildiler ve enstrümanlarını çalış tarzlarıyla beni büyülediler klarnetçi olanın adı İsmail, kanunimiz de Tamer’di. İstanbul’a İsmail ile birlikte gelmeyi düşünüyordum fakat vize problemleri dolayısıyla gelemeyecek. Türkiye’deki müzikten en çok etkilenmemi sağlayan çalışma Fatih Akın’ın “İstanbul-Köprüyü Geçmek” isimli belgeseli, bu belgeseli beşten fazla kez izledim ve çok şey öğrendim. Ne yazık ki İran müziğiyle ilgili bizde böyle bir belgesel mevcut değil. Fatih Akın’ın belgeselinden Candan Erçetin’in “İstanbul Hatırası” parçası üzerine çok çalıştım belki sonraki solo performanslarımda bu parçayı yorumlayabilirim.

Sami Kısaoğlu: Birazda gelecek günlerde sizi hangi projelerin beklediğinden bahseder misiniz?

Mohsen Namjoo: Bu uzun sürecek turdan sonra planım en son iki albümümden ve albümde çalan sanatçılarla birlikte San Francisco ve New York’ta birer konser vermek. Sonrasında ise benim için bir abla gibi olan tanınmış İranlı sanatçı Sirin Nesad`ın bir ses enstalasyonu projesinde onunla birlikte çalışacağım. Büyük ihtimalle Milan`da sergilenecek. Ondan sonrası için iki ya da üç adet yeni albüm fikrim var fakat Brown Üniversitesi`ndeki İran müziği üzerine dersler vereceğim için bir süre bu projeleri bekleteceğim.

Cazkolik.com / 26 Ocak 2015
Sami Kısaoğlu Müzikolog

*

“Mohsen Namjoo (29.04.2019 tarihinde)konserden sadece 2 saat önce annesinin vefat ettiği haberini alıyor. İran’a dönmesi yasak, sürgün. “Bugünlerde dünya benim için evimden bile daha küçük” diye bir bölüm var şarkıda. Ağlamaya başlıyor, “Toranj” şarkısını da ayakta ağlayarak söylüyor.

2015 yılında İstanbul konserinde de şöyle demişti; “ülkemde herkes uyurken bir girip çıksam yeter bana.

.

Çıkış

Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.

Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.

Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;
bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki
bir durumsa — kişinin durumu da,
hep, öyle, ya da, böyledir…

Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.

Yola çıkan kişi, yeni bir yer arıyordur
— ama yola hep bir (eski) yerden
çıkıldığını da unutmaz : her varılan yerin de
(yeniden) bir yola çıkış yeri olabileceğini…

Yabancılığını kalıcı kılmak isteyen kişinin,
yerleşikliğinden rahatsız olması gerekir;
ve tersi : yerleşikliğinden rahatsızlık duyan
kişinin, kalıcı bir yabancılık bulması…

Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız,
hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir
dinginliktir ancak — yani, bir sıkı
kölelik…

Ama, “mutlak kölelik” dışında, her kölelik,
köleye devinimde bulunduğu izlenimini verecek
kadar gevşek tutar onun zincirlerini
— gerginlik, zincirden zincir olarak
uzaklaşma çabasıyla belirir;
böylece de kişi, çok devingen olduğu,
sürekli etkinlikte bulunduğunu sandığı
bir edilgenlik, bir sürüklenme içinde
yuvarlanıp — gitmez…

Yerleşiklikten rahatsız olan kişinin
gezginlikte aradığı, aslında,
yerleşebileceği bir yerdir: Düzenini
bozarak gezginliğe çıkan kişi, kendi
düzeninin peşine düşmüştür.

Gezginlik de, öte yandan, hiçbir bağlantı
taşımaksızın, salt gezmek için gezmek haline
gelebilir rahatlıkla, kolayca
— bu kez de tam bir boşluk…

Zincirlerin —gergin ya da gevşek—
tam yokluğu da,
boşluğa köle olmaktır.

Köleliğe tek çare, herhalde,
zincirlerini koparmak ve zincirsiz kalmak
değil,
kendi zincirlerini kendisi yapmış,
kendisi kendi ayaklarına takmış, bağlamış
olmaktır — özgürlük de budur… (Hani,
“kendi kendisinin efendisi olmak”tan
söz edilir ya…)

Düşüncenin devinimi, düşünen kişinin devinmesidir
ancak — onunla gerçekleşebilir ancak:
Yerleşik kişinin düşünceleri de durağan olur.

Çünkü, içinde yeniye yer bırakmayan
bir ‘düzenliliği’ yaşayan kişi, aslında,
üst anlamda bir düzensizlik yaşıyordur
— içinde yeniye yer tanımayan bir ‘düzen’,
eskinin düzensiz karışımlarından başka bir
yere ulaşamaz.

Her an ayrıyı, aykırıyı, yeniyi yaşayan kişi,
düzenli bir yaşam yaşıyordur.

İnsanlar ne sanıyorlar ki ‘düzen’i
— kendi dar, çarpık açılarından bakarak :
sabah-akşam, gidiş-gelişlerini ‘düzenleyen’
bir ‘seyrüsefer nizamnamesi’ mi?! — Oysa,
asıl düzen, düzensizlikten çıkarak
düzene ulaşmağa çabalayan bir düzenleme
uğraşısında bulunabilir ancak.

‘Verilmiş’, ‘varolan’ düzen,
yoz bir düzensizlik biçimidir.

Düzenlilik gereksinmesinden
—yani, düzensizlikten— çıkmayan
‘düzen’, beş para etmez, düzen olarak…

Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
“…daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen … mögen … kommen
und weiterfliegen …
und es besser machen …”)

Bir yerde (‘bir süre için’ diyerek)
dinelen kişi için en büyük tehlike,
o yere yakınlık duyması; o yeri,
bütün yollarının sonu,
bütün yönlerinin ereği sayması;
yerleşebileceği bir yer saymasıdır
— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası…

Her bir yorgun yolcunun dineldiği yer,
dinlenmiş bir yolcunun yola çıktığı yerdir.

Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce,
kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar
— kendi yürümek isteyebileceği yola benzer
bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur —
ama, acaba, o bulduğu yol(lar),
tam da bulduğu yol(lar) olarak,
kendi aradığı yola aykırı değil mi? —
Yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi
— ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş)
yollarda?!

Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, ‘bakarak’
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez…

Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir…

Kişi niçin yola çıkar ki?
– Yürümek istediği için…
Bunun da, tutturduğu yolla
hiçbir ilgisi olmayabilir
– çoğunlukla da, yoktur…

Ancak bir yeri terketmesi gerektiğini
anlayan kişi, bir yola çıkabilir
– ve tersi: ancak bir yola çıkması gerektiğini
anlayan kişi, bir yeri terkedebilir.

Bir yeri terketmesi gerektiğini anlayan kişi,
daha çıkacağı yol konusunda hiçbirşey bilmese bile,
yola çıkmasının gerekliliğini biliyordur
– zaten , onu o yeri terketmesi gerektiği
konusunda ikna eden de, o çıkması gereken
yeni yoldur.

Kendine yeni bir yol arayan kişinin yönünü,
eski yerinin koşulları ile kendi güdüleri, eğilimleri
yönelimleri, elbirliğiyle hazırlarlar.

Bir yola çıkan kişi,
bir yerden bıkandır;
bir yerde konaklayan ise,
bir yolda yorulan – bu
iki konum böylesine farklı…

Yerleştiği yerde kendini yersiz hisseden kişi,
çevresine bakınırken,
yola çıkabileceği bir yön arıyordur
– yerleşiklik, eninde sonunda,
bir yola çıkaran bir yer;
bir yöne yönelen bir yol
olup çıkar.

Yerinin, ‘söz konusu’ bile olamayacağına
gerçekten, temelden ‘ikna’ olmayan kişi,
yola çıkamaz – çıksa bile, hep,
eski yerinde kalacak olan aklı,
yolu yürürken adımlarını dolaştıracaktır.

Salt arayan kişi, ne yönü, ne yolu, ne yeri
bulabilir: Ancak bir yerden ayrılabilendir,
yolu bulabilen – ne aradığını ‘bilen’ değil,
nereden ayrılacağına karar verebilen

Sahici yerini bilmeyen kişi için,
yön de yoktur, yol da – meğer ki,
kendi yersizliğinden bir yön ve bir yol
çıkara, edine…

Yol, belirli bir yerden kalkar,
belirli başka bir yere varır
– ama yolun yönü hiçbir zaman
bu iki yer (iki ‘nokta’) arasındaki
düz çizgü (bir ‘doğru’) değildir:-
Yol, dolaşır…

Bir yerden bıkıp, yeni bir yola çıkan kişi,
çıktığı yolun hiç de yepyeni bir yol
olmayabileceğini; daha önce zaten yürünmüş
bir yol olabileceğini de hesaba katmak
zorundadır: Mutlak yeni bir yol yoktur:
Ama, yola çıkacak kişi açısından, yeni yol
– çoktur…

Kişi, başından beri, tutturduğu her yolla,
daha ilerinde tutabileceği yolların
kaldırım taşlarını, ve, giderek, haritasını,
yontar, çizer, belirler…

Her bir yola çıkış,
çıkılacak yeni yolların
sorumluluğunu da getirir.

– Tabii, ters taraftan da, çıkılabilecek
her yol, daha önce çıkılmış ve yürünmüş
yolların belirlemelerini ve olanaklarını
taşır – gerçekler…

Dünyasını kendi çevresinde kendisi kurmuş,
kendine varan her yolun sonuna yalnızca
kendisinde bulunan bir yer koymuş bir kişi
– kendi yerinden dışarıya çıkan yolu
nasıl bulsun ki?…

Nereye giderse gitsin,
hangi yerden hangi yola çıkarsa çıksın,
kendine egemen olabilen kişi
(“bir kral gibi”)
terkedeceği yerden yola çıkacağı zaman da,
çıkacağı yeni yolun yönünü de,
kendisi belirleyebilen kişidir.

Yeri yalnız kendi yeri,
yolu yalnız kendi yolu
olan kişi, ne yerinde ne yolunda,
başka kişilere rastlamayacaktır.
– rastladıkları da, hep, onun
ne yerini ne yolunu anlayanlar
olacaktır.

Bir yeri terkederek bir yola çıkmanın gereği,
kökten bir kararlılıktır – yerde de yolda da
ne olursa olsun, yılmama; hep sürekli,
ilerleme kararlılığı…

Yerleşik olmaya dayanamayan kişinin yolu,
hiçbir yere varmayacak bir yol olacaktır.

Bir yere ulaşmak isteyen kişinin
tutabileceği tek yol,
hep yolcu olma yoludur.

Bir yerde durmak ile bir yola çıkmak
hep karşıt işlerdir: Her yer, bir yola
çıkmak bakımından bir inertia taşır
– kolay kolay çıkamaz yola, bir yerde
yerleşmiş kişi; öte yandan da, her yol,
bir yere yerleşmek bakımından bir momentum‘a
sahiptir – bu kez de durması, yerleşmesi
kolay değildir, yola çıkmış, yürüyen kişinin
– temelde aynı şeydir belki
bu inertia ile bu momentum

Hangi yöne yönelirsen yönel,
yolunun ulaşacağı bir yer vardır
– ve, hangi yere varırsan var,
çıkabileceğin yeni bir yol,
yönelebileceğin yeni bir yön…

Yeni bir yola çıkmak isteyen kişi,
eski yerini zorlar
– ta ki, o yer yerle bir ola;
ve yol, yeniden, açıla…

Ancak kendi (eski) yerini yerinden eden,
(yeni) bir yola çıkabilir.

Bizi ileriye götüren,
bizi yukarıya çekendir.

Garip, ama doğru:
Kişiyi kendi yönünde yürütmek isteyen biri,
onun kendi yolunu aramaya çıkmasını,
kendi yönüne yönelmesini sağlayabiliyor.
– Bu da, ‘kendi‘ sözcüğünün dilsel
kaypaklığı değil,
yalnızca…

Bir yeri, gerçekten ve toptan terketmeyen,
yeni bir yola çıkamaz. (Tanrı Lût’a
boşuna dememişti ya, “Geriye bakmayacaksın”
diye…)

Yerlerimiz, hep,
yeni yollarımızın başları;
yollarımız da, hep,
yeni yerlerimizin sonları ola…

Oruç Aruoba
yürüme (sayfa 69-92)