Anladım ki Sabrın Kendisiydi Eyyûb

1.

ufka gerili saçlarıyla
bir anne
bir çocuk
çölün yüreğinden
kutlu topuklarıyla
kutlu zemzemler fışkırtan.

2.

aşılmaz duvarları önünde aşkın
keskin sınavlardan geçiyorum nicedir
nicedir yeryüzü altüst oluyor çünkü
kendimi sorguluyorum yitiklerimi
artık sen olsan diyorum burada
yani yanıbaşımda
tüm arınmışlığımla o vakit
bu kesik başımla
sana geldim demek istiyorum.

3.

anladım ki sabrın kendisiydi eyyûb

4.

ardındaydı sabah
yarım kalmış uykularımızın
biliyorduk.

5.

oysa
göremezdi ateşlere kurban sunulan gözlerimiz.

6.

sen gidince yetim kaldı dünya ve boynu eğik
ağladı insanlar, ağladık biz
terkedilince zamanın cehennemi yalnızlıklarına
bu acılar ülkesinde kaç mevsim geçti sensiz
kopan çığlıklara tanık ol garip ve mümin yüreklerinde.

7.

ey hacerin onuru ismail
acının ve zulmün eğittiği çocuk
kalk, at üzerindeki örtüyü
sonra bize kanın ak sayfalardaki tarihini anlat
anlat nabzımızda atan yeryüzünün tarihini.

Ahmet Veske

Hüznü Avuçlarından İçiyorum Bu Şehrin

yalın sözler söylemeliyim
herkes anlamalı
önce sen anlamalısın beni.

1.

rüyalarıma gölgesi düşüyordu salkımsöğütlerinin
gecenin saçlarını okşarken rüzgar
yağmur izi bırakıyordu bedenimde
babam iki büklüm olurken hayata karşı
umutla ve kan ter içinde çıkıyordu merdivenleri.
arnavut kaldırımlı sokaklar nasıl değişmişti birden
yok olurken güzelim akasyalar
parmakuçlarımdan kayıyordu çocukluğum
ben büyüyordum.

o cumbalı ev
hıçkırıklara boğuluyordu yıkılırken
boyun büküyordu beyaz zambaklar
sultaniyegah susuyordu
arka bahçede
yol alıyordu elinde tespih
nur yüzlü haminnem dar’ül aceze kapılarına

2.

hüznü avuçlarından içiyorum bu şehrin
saçlarım beyaz kanatlı
ve sakalım.
yaşlanıyorum
kaldırımlarda ayaklarım sürtüyor gecenin sessizliğinde
ıhlamur kokmuyor sokaklar
çokça anason.
cereyanlar kesildiğinde çocuklar
saklambaç oynamıyorlar
öldürüyorlar düşlerini köşebaşlarında.
artık sevda şiirleri yazmıyor delikanlılar
intiharı seçiyorlar apartman boşluklarında.

3.

bitkin bir eylül’üm üsküdar’da
o eski çınarda parmakizlerim
yaralıyım tenhalarda
usulca ölüyor içimdeki çocuk
bense hüznü avuçlarında içiyorum bu şehrin
gitmeliyim oysa
yüreğime gömmeliyim karasevdamı.

4.

topacım nerede anne.

Ahmet Veske

Öğretmene İlahiler

II.

Yanıyor değdiğin her yer
ve yüreğim donan ateş
– yitirdim ölümlülerin her tepkisini
ne gözyaşı, ne de bir söz…
Dokunmayın bana teselliciler
çünkü avunmak ihanettir!
Dokunmayın, ölmedi O
ölmek bitti Onun için.

*

(O kendi çiçeklerini diken
ve çağırılmadan gelen ruh)

Ebedenölmez çiçeği
Geceleyin uyanan menekşe
günebakanların Kıblesi
dalına konmuş kuşların yükselttiği resim
bir damlacık gülüşü güldamlası.

(O günışığı kadar eskiyen
ve her gün yeniden doğan ruh)

Ölüm setini aşan akarsu
yağlıboya tablosundaki dereler
akar ya deniz yerine hep bana doğru
içinde balı’cıklar yüzer
solungaçları dereotu kokusu.

(O ele geçmesin diye bin kılığa giren
ve keşfedilmeyi bekleyen ruh)

Kanaviçede koşan geyik yavrusu-
nun su içişi
ve temiz şeyler asılsın diye
çamaşır ipine atılan düğüm,
sonra güneş, serinlik ve sonsuz…

Yapraklarımın arasından esiyor çöl rüzgârları
alev alev çiçekleniyor kaktüsler
ruh titriyor ve sarsılıyor ev:
Ölmedi O ölmedi O ölmedi!

Kışlanızdaki şölen bitti mi?
Yamyamlar! Bitti mi av ziyafeti?
Artık kokusundan rahatsız olduğ’nuz
keklik artığı kemikleri…
Bir çuvala doldurup, bir çöp-arabasına döküp
çok uzak, depderin bir çukura…
Hayır, götürmeyin!
Yağmur yağıyor görmüyor musunuz?
Çamura bulanacak…
Bir lale bile yeşertmez o killi toprak
güneşe açılan bir pencere bile…
Tek başına
karıncaların akını başlar sonra, solucanların
ve çürüme…
Hayır, anneciğim!

Gelip yardım edeceğim oradan çıkmana
kimse anlamayacak,
bahçıvan odasında saklayacağım seni
çiçek tohumlarının arasında.

Mehmet Yaşin

Kitaplarda okuduklarımızı unutuyorsak hâlâ neden okumalıyız?

Iowa eyaletinin Ames kentinde yayınlanan yerel “Ames Daily Tribune” gazetesinin köşe yazarı Rod Riggs, hızlı okuma kurslarının yayılmaya başladığı 60’lı yılların ortasında, bir arkadaşının bu kurslardan birine gittiğini yazacak ve şu şakayı yapacaktı; “Tolstoy’un Savaş ve Barış romanını 20 dakikada bitirmiş. Rusya hakkındaymış kitap”. Yönetmen Woody Allen’ın, ‘Parayı Al ve Kaç’ filminde bir sahnede kullandığı replikle daha da ünlendi bu şaka. 1300 sayfalık bir romanı okumuş birinin sonradan romandan aktarabildiği tek bilgi, konusunun Rusya’da geçtiğiydi. 

Bu şaka, bir hata olarak, sadece hızlı veya yüzeysel okumanın bir sonucu olarak kullanılageldi. Ama sorun bundan biraz daha derin. Rusya’nın üç aristokrat ailesinin Napolyon Savaşları dönemindeki öyküleri üzerine kurulmuş bu görkemli romanın ilk bölümünde karakterleri tanıma sürecini başarıyla geçen ve yine bu tür okurların çoğunun deneyimlediği gibi ‘hiç bitmesin’ isteyerek okuyan bir okura da birkaç ay sonra sorduğunuzda vereceği bilgiler, Riggs’in ‘hızlı okuyabilen’ arkadaşının yanıtından çok fazla uzun olmayabilir.

Peki sadece ‘tuğla kalınlığında’ kitaplarla ilgili bir sorun mu bu?

Geçen yıl okuduğunuz birkaç kitabı düşünün. Neler hatırlıyorsunuz? Veya bu kitaplarda okuduklarınızla ilgili ne kadar şey anlatabilirsiniz? 

Kişiden kişiye, ilgiden ilgiye değişebilir bunun yanıtı ama değişmeyen şey hep şu olacak; Bazı istisnalar olabilmekle birlikte, neredeyse hiçbirimiz, okuduğumuz kitaplardan, sandığımız kadar şey hatırlamıyoruz. Okuduklarımızın çoğunu unutuyoruz. Bu gerçekle yüzleştiğimiz anlarımızda ise, ortamlarda okuduğumuz bir kitabın bahsi açıldığında küçük düşmekten beyin sağlığımızla ilgili endişelere kadar uzanan geniş bir yelpazede sonuçlar bizi bekliyor.

Tıpkı, New Yorker dergisinden Ian Crouch’un yaşadıkları gibi…

2013 Mayıs’ında dergide yayınlanan ‘Okuduğumuzu Unutma Laneti’ yazısında, bir arkadaşının, Richard Hughes’ın, 1929’da yazdığı “Jamaika’da Bir Fırtına” adlı romanını ona hararetle tavsiye ettiğini aktarıyor Crouch… Aynı günlerde birkaç kişiden daha olumlu eleştiriler duyunca, hemen internetten sipariş verir. Birkaç hafta sonra eline geçtiğinde de hemen hevesle okumaya koyulur. İlk sayfada yaşamaya başladığı şüphe, beşinci sayfaya ulaştığında tamamen kaybolur. Artık emindir; Bu romanı daha önce okumuştur. Hem, çok değil 3 yıl kadar önce… Hem de yine bir arkadaşının hararetli tavsiyesi üzerine…

Crouch bu şaşkınlığın tetiklediği ‘acaba diğer kitaplardan da unuttuklarım var mı’ endişesi yüklü bir merakla hemen kütüphanesine göz gezdirmeye başlar. Her kitaba baktığında, “Jamaika’da Bir Fırtına” romanı gibi ‘kitabı okuduğunu bile unutmaktan’ biraz farklı dozlarda da olsa ‘unutmalarıyla’ yüzleşir:  

‘’Raflardaki kitapların sırtları genelde tanıdık geliyor. Kitapların isimleri ve başlıkları, bazılarının karakterlerini, bazılarının da kabaca olay örgüsünü hatırlatıyor. Sıklıkla da o kitabın bende uyandırdığı temel modu veya hissi… Ama rafta dizili olanları veya okuyup da kütüphanelere geri iade ettiğim, dağıttığım, elden çıkardığım diğer yüzlerce kitabın çoğu, benim için, unutmalarımın büyükçe bir kataloğu haline gelmiş meğer…’’ 

İyi bir kitap okuru olan Crouch bu noktada ‘gerçekten kitap okumayı seven bir insan mıyım?’ diye kimliğinden şüphe duymaya başlar. Bu endişeli merakla boğuştuğu günlerde imdadına, bir okumada denk geldiği, İngiliz şair Siegfried Sassoon’ın şu tespiti yetişir; 

İnsan olmanın kaçınılmazlığıyla, okuduklarımızın çok azını hatırlarız. Okuduğumuz her kitabı ikinci kez okumak, bize yazarın anlattığı neredeyse her şeyi unuttuğumuzu hatırlatacaktır. Okumayı bitirip de bir öyküden ve öykücüsünden ayrıldığımızda, her geçen an biraz daha solan bir izlenim kalır sadece bizde. Ve sonra yazar, kitabını, ait olduğu yere, koltuğunun altına alarak, bizden tamamen uzaklaşır.’’ 

Benzeri bir sorunu, New York Times gazetesinin kitap ekinin yayın yönetmeni Pamela Paul’un yaşadığını da Atlantic dergisine verdiği bir röportajdan anlıyoruz; “Okuduğum kitapları nerede okuduğumu, kapaklarını, hatta kitabı nereden edindiğimi bile hatırlıyorum. Hatırlamadığım ise, maatteessüf, o kitabın geri kalan her şeyi…”

Aynı itirafında Paul, güncel bir örnek de veriyor; ‘’Walter Isaacson’un Benjamin Franklin biyografisini okudum yakınlarda. Okurken Amerikan devriminin kronolojisini de öğrendim… Şu anda, yani kitabı bitirdikten iki gün sonra, Amerikan devriminin kronolojisini sorsan büyük olasılıkla sana doğru şekilde anlatamam’’.

Romancı James Collins de New York Times’ta 2010 yılında yayınlanan bir yazısında, uzun süre hep okumayı istediği halde fırsat bulamadığı bir kitaba, doğa sporları yapmak için gittiği bir tatilde tesadüf edişini anlatıyor. Tarihçi Allen Weinstein’ın ‘Adaleti Yanıltmak’ kitabını, kaldığı mekana kapanarak, hiç spor yapmama pahasına günlerce elinden düşürmeden okumuş. Yıllar sonra o günleri hatırlatan bir ortama girdiğinde, yeniden aklına gelir… Kaldığı tatil evini, kitabı edinişini, okuduğu tatlı anları ve yerleri hatırlamaktadır. Bir türlü hatırlayamadığı şey ise kitabın içeriğidir.O da, sadece o kitabı değil geçmişte okuduğu çoğu kitabın içeriğini hiç hatırlamadığını böyle fark etmeye başlar…‘’Kitapların firari içeriği, ışığın bir camdan geçmesi gibi, gibi zihnimizin ruhumuzun içinden geçip gidiyor’’ diye hayıflanıyor yazısında Collins.   

Bilgisayar bilimci ve yazar Paul Graham ise, blogundaki bir yazısında, Villehardouin’in Dördüncü Haçlı Seferini anlatan tarih klasiğini 2-3 kez okuduğunu ancak kendisine kitapta anlatılanları yazması istense vereceği bilgilerin 1 sayfayı bile geçemeyeceğini itiraf ediyor.

İngiliz yazar C.D. Rose da Electric Literature’deki bir yazısında, çocukken ilk kütüphane deneyiminde okuyup muazzam derecede etkilendiği bir kitabın izini sürüşünü anlatıyor. Kitabın kapağının kırmızı olduğunu hatırlıyor. Öyküdeki bazı sahneleri hatırlıyor. Ama ne öykünün kendisi, ne karakterlerin ismi, ne kitabın adı ve ne de yazarın kimliği hakkında hiçbir şey hatırlamıyor.  

Elbette bu sorunun insan beyninin işleme sistemine ve hafıza kapasitesine bakan bir yönü var. Üstelik daha kadim çağlarda bunun ‘kehaneti’nde bulunan da olmuş.

Sokrates, genç aristokrat Phaedrus ile sohbetinde, Mısır’ın bilgelik tanrısı Thoth’un alfabeyi icat etmesiyle ilgili bir kıssa anlatır. Plato’nun, ‘Diyaloglar’ında kaydedilen bu sohbette aktarılan kıssaya göre, Firavun Thamus, Tanrı Thoth’a icadından dolayı çıkışır; ‘’Senin bu keşfin, hafızalarını artık kullanmayacakları için öğrencilerin unutmasını netice verecek. Artık, harici bir takım sembollere bağlı olacaklar, anımsamayacaklar’’. 

Sözlü geleneğin sıkı bir savunucusu olan Sokrates ve Plato’nun, iddialarını desteklemek için aktardıkları bu kıssayı, binlerce yıl sonra bilmemizin biricik sebebinin ‘yazıya dökülmüş’ olması elbette ironik. Ama türümüzün hafıza kültüründe tarih boyunca pey der pey bir erozyon yaşadığı da bir gerçek. Tarih boyunca bazı öyküler, bazı bilgiler de sözlü gelenekle binlerce yıl kuşaktan kuşağa aktarılabildi. Çağımızda ise, bırakın 10 yıl öncesini, bırakın geçen ayı, geçen hafta hararetle konuştuklarımızı, okuduklarımızı, duyduklarımızı unutan bir türe dönüştük.  

İnternet ile birlikte farklı bir boyut yaşadığımız da gerçek. İnternet, bir çoğumuz için beynimizin ‘harici diski’ haline gelmiş durumda. Gerçi, Wired dergisinden Clive Thompson gibi bunun yararlarına inananlar da var. Thompson silikon hafızanın unutma sorununun aşılmasında çok önemli rol oynayacağına ve ‘tefekküre’ büyük bir imkan yaratacağına inanıyor. Bu düşüncedekiler, sadece alfabenin icadında değil, matbaanın icadı döneminde de benzeri bir tartışmanın yükseldiğini hatırlatıyorlar.

İnternetin genel olarak hafıza kültürümüzü, düşünce yöntemlerimizi nasıl şekillendirmekte olduğunu henüz bilmiyoruz ama kitaplarda okuduklarını unutma sorununun farkına varan her okurun yüzleşmek zorunda olduğu yakıcı soruyu biliyoruz: 

Madem kitaplardan okuduklarımızı zamanla unutuyoruz o halde niye hala kitap okumalıyız? 

Hepimizin, keyiften, bir konu veya kişiyi daha yakından tanımaya uzanan farklı okuma gerekçeleri olabilir. Özellikle roman veya edebiyat okumaları için ‘keyif’ ve ‘haz’ açıklaması bir yere kadar iş görebilir. Ama denemeler, araştırma kitapları, bilimsel kitaplar, biyografiler, tarih kitapları ve benzeri kurgu-dışı kitapları okumak çoğu zaman ‘zahmet’, ‘emek’, ‘okuma iradesi’ isteyen bir iş.

Kitap okumak elbette en önemli bilgilenme araçlarından biridir ama kitap okumanın en öncelikli amacı da malumatfuruşluk yapmak için ‘bilgi istiflemek’ değildir. Öyle olsaydı, İngilizce gibi engin bir okuma evreninde yaşıyorsanız sadece Wikipedia okumak veya maalesef günümüz Türkçesi gibi bilgi üretimi açısından son derece kısırlaşmış bir evrende yaşıyorsanız Twitter’da Tweet zincirleri okumak yeterdi. (Bu arada, çok kapsamlı konuları bile ortalama 10 cümlede anlatan bu Twitter serilerinin ‘bilgi seli’ olarak adlandırılması bile Türkçe bilgi evreninin günümüzdeki kuraklığı hakkında bir alarm belki de). 

Sığ ve basit okumalardan farklı olarak, kitap okumak, bir kişi, bir konu, bir olay veya bir öyküye zamansal, mekânsal, fikirsel ve ruhsal olarak derin ve farklı bakış olanağı sunar. Her konunun, kişinin, yerin, öykünün, olayın nüansları olduğu gerçeğine farkındalık yaratır. Bu da en başta bizi, esasında bir ergen hastalığı olan, üstünkörü yaklaşımlarla, ezbere şablonlarla, yaftalarla kestirip atan, ‘her şeyi bilen’, sinik, uzlaşılmaz ve köşeli bir karakter olmaktan çıkarıp her şeyi anlama çabası gösteren olgun bir insan olmaya evriltir… 

İnsanda başkalarına şefkat ve empati, bir başka insanla aynı ortamda olmanın otomatik olarak tetiklediği bir refleks değil. Bir toplumun en sığ bireyleri, arkadaşlarına, akrabalarına ve çocuklara empatik yaklaşabilirken, uzak komşularına, deri rengi-kıyafeti-sosyal tercihleri kendisine benzemeyenlere, yabancılara ve diğer kimliklerden olanlara empati kurmaya yanaşmaz. Bu aslında, tarihin büyük bölümünde, kaba ve sığ olmayan bireyler için de yaygın ve genel yaklaşımdı. Ancak son 200 yılda radikal şekilde olumlu yönde değişmeye başladı.

Son 200 yılda ne oldu da insan türünün empati dairesi genişlemeye başladı? 

Biyoetik profesörü ve ahlak filozofu Peter Singer’ın ‘Genişleyen Daire’ kitabında bu soruya bulduğu en önemli yanıt, ‘edebiyatın kitleselleşmesi’dir.

Gazeteci Janan Ganesh de, Financial Times gazetesinde, Martin Amis’in 1989 tarihli romanı London Fields’in, 2018 tarihli aynı adlı film uyarlamasının, kitabın etkileyiciliğinden ve görkeminden neden çok uzak olduğunu sorguladığı yazısında, buna dikkat çekiyor. Bu aslında film uyarlaması yapılan bir çok büyük romanın maruz kaldığı genel bir sorun. Ganesh, romanın yazarı Martin Amis’in The Guardian gazetesine bir röportajında sarf ettiği “film gözle görüleni roman ise insanın iç dünyasını yansıtır’’ sözünü aktararak devam ediyor; “Kitap bize karakterlerin ne düşündüğünü, ne hissettiğini yansıtır; film ise ne yaptıklarını…’’. Hiçbir film, karakterlerin iç dünyasını 200 bin kelimelik bir roman kadar yansıtamaz. 

18’nci yüzyılda doğan ‘roman’, önceki çağlarda azizlerin, kralların, asillerin yaşam ve kahramanlıklarıyla sınırlı öykücülüğü, sıradaki insanın öykülerine doğru geri dönülmez şekilde genişletti. Bu da dar yaşam çevremizin dışında kalan sıradan insanlara da empatiyi büyüttü. Örneğin, kadın erkek eşitliği fikrinin yaygınlaşmasında ve buna erkek desteğinde tarihi eşiğin aşılmasında, kadın kahramanların tahammül edilemez görücü evlilikleri, hane içi şiddeti veya olağanüstü tutkulu gizli aşklarını anlatan romanların rolüne dikkat çekiliyor. 18’nci yüzyılın en önemli romanı kabul edilen Rousseau’nun Julie romanı, okuyan herkeste büyük bir duygusal çalkalanmaya neden olacaktı. Bir çok erkek okur, Rousseau’ya gönderdikleri mektuplarda, kadın kahramanın öyküsünün onları nasıl gözyaşlarına boğduğunu itiraf edeceklerdi. 

İnsan uygarlığının güncel krizlerine rağmen tarihsel olarak sürekli iyi yönde geliştiğini savunan ilericilik akımının sözcülerinden bir olan Harvard Üniversitesi psikoloji profesörü Steven Pinker da, ‘İnsan Doğasının İyi Melekeleri’ kitabında iddiayı Singer’ın bıraktığı yerden alarak daha da açıyor. Ona göre okumak bir ‘açı edinme teknolojisidir’. Bir başkasının düşünceleri beynimizin içine girdiğinde, dünyaya o insanın perspektifinden de bakabilme olanağı kazanıyoruz. Film izlerken olduğu gibi karaktere dışarıdan bir gözlemle bulunmakla yetinmiyor, onun zihin dünyasının içine girerek, kitap bitene kadar, o oluyoruzFarklı insanların açılarından bakmayı deneyimledikçe de her şeye sadece kendi tek dar açısından bakan bir insan olmaktan çıkıyoruz. Başka kişilerin de bizimkiyle aynı olmasa da tıpkı bizim gibi ‘birinci tekil’ ve ‘şimdiki zaman’ sahibi bir bilinç evrenine ve zihinsel varlığa sahip olduğunun farkındalığına eriyoruz.

Varoluşunu, ötekine düşmanlık üzerine kurmuş kitle hareketlerinin, mutaassıp örgütlerin, üyelerini, kitaplardan, en azından ideolojik çizgide olmayan kitaplardan ve hele hele romanlardan sıkı sıkıya koruma çabasının, okurluğu sürekli aşağılamasının nedeni budur. Ancak ‘dar görüşlü’ biri, ona sunulan ‘herkes bize düşman; biz herkesten özeliz’ bağnazlığını kabullenir.  

İyi bir roman, ilk sayfasından itibaren bizi, ‘kendi realitemizden’ çıkararak olasılıklar dünyasında yolculuğa çıkarır. Son sayfada artık aynı kişi olmayız. Bu yüzden de, bir romanın olay özetini okuyarak, kitabı okuduğunu sanmak büyük cehalettir. 

Kitap okumak içsel bir yolculuk olduğu için, iki ayrı okurun aynı kitapta çıkacağı yolculuk da aynı olmayacaktır. Ve yine, kitabı okurken zihinsel ve ruhsal olarak bulunduğumuz düzey, o kitaptan o anki yararlanma ölçümüzü belirler. Tıpkı, kitabı okuduğumuz mekanlardan, okurkenki ruh halimize kadar yığınla etkinin o kitabın bizi değiştirme kapasitesini belirlemesi gibi…

Bir kitabı ikinci kez okuduğumuzda ilkinden farklı, yepyeni bir ruhsal ve zihinsel deneyim yaşamamızın nedeni de budur. Hatta bir çok düşünür ve edebiyatçı, bu nedenle klasiklerin ve iyi kitapların birden fazla kez okunması gerektiğini savunur. Nabokov gibi bu konuya fazlasıyla önem verenlere göre ise ‘okur diye bir şey yoktur’. Nabokov, üniversitelerde verdiği derslerin notlarından oluşan ‘Edebiyat Dersleri’nde, ‘kitap okuru’ tabirini çok nadiren ve çok gevşek bir anlamda kullandığına vurgu yapar ekler; ‘’Kimse bir kitabı okuyamaz. Ancak sadece yeniden okuyabilir. Gerçek kitap okuru o kitabı yeniden okuyandır’’. 

İyi bir kitap bizi, ‘okurken’ yaşadığımız zihinsel ve ruhsal deneyim ile şekillendirmeye başlar. Okuduktan yıllar sonra ondan hatırlayacaklarımızla değil. Dot.com rüzgarında büyük ticari başarı yakalayan iş insanı ve yazar Seth Godin, 2007’de yayınlanan ‘The Dip’ kitabında, ‘’20 yıl önce okuduğum bir kitap hayatımı değiştirdi. Büyük Düşünmenin Büyüsü diye bir kitaptı. Bugün, kitabın içinden hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, ‘başarı’nın ne olduğuyla ilgili bakışımı değiştirdiği…’’ diye yazıyor.

Peki ‘bilim’ ne diyor bu sorunumuza?

Aslında bilim de edebiyatçılarla ve filozoflarla hemfikir. ‘Okumak’, insanlar için, görmek veya dinlemek gibi doğal bir eylem değil. Görmek ve dinlemekten farklı olarak okumayı ancak ‘öğrenebilirsek’ yapabiliriz. Okumanın, beynimizin, görme veya dinleme ile aktive olan bölgelerinden farklı bölgelerini aktive etmesinin nedenlerinden biridir bu. 

İnsan beyni, biyolojik olarak ‘olmuş bitmiş’ sabit bir organ değil. Yetişkinliğe ulaşınca, beynimizdeki 100 milyar nöron, artık olmaları gereken bağlantı düzeyine ulaşıp aynı düzende çalışmaya başlamış hale gelmiş olmuyor. Aksine sinir hücrelerimiz her an eski elektrik bağlantılarını kesip yeni bağlantılar kurmaya devam eder. Nöron ilmeklerinden oluşan zihni kilimimiz sürekli yeni desenler kazanır. Derinlikli bir okumanın dokuyacağı kilim ile, hiçbir düşünme zahmeti içermeyen sığlığın dokuyacağı kilimin kalitesi de aynı olmaz. 

James Collins, büyük bir ilgi ile okuduğu ‘Adaleti Yanıltmak’ kitabından hiç bir şey hatırlamamasını bir türlü hazmedemeyip, okuma – beyin ilişkileri konusundaki uzman nörolog Maryanne Wolf’un kapısını çalmaktan kendini alamadığını yazıyor yazısında.

Proust ve Mürekkep Balığı adlı kitabıyla dünyaca ünlü bir yazar da olan Wolf, rahatlatır Colllins’i… 

‘’Ben, senin, o kitabı okuduktan sonra, okumadan öncekinden farklı bir insan olduğuna inanıyorum’’ der Wolf. İnsan beyninin, kişinin farkında bile olamayacağı muazzamlıkta bir depolama kapasitesi olduğuna dikkat çeker. Hafızamız bu depolardan spesifik bilgileri bulup getirmese de okuduklarımızın hepsi oradadır ve birbirleriyle kurdukları ağlarla bir şekilde bizim düşünme kapasitemiz üzerinde fonksiyon icra etmeye devam ederler. 

Collins, ‘’Yani, okuduklarımın hiçbiri israf olmadı. Zamanımı boşa harcamadım. Bunu mu diyorsun?’’ diye sorar. 

‘’Hepsi hala orada’’ der Wolf, ‘’Sen, bütün o okuduklarının özetisin’’. 


Cemal Tunçdemir

Ekonominin ürettiği kadar tüketmeyeceğim, ihtiyacım kadar tüketeceğim.

Yağmurlu bir gün, parolası TOPRAK, TOPRAK, TOPRAK yazan bir zili çalıyorum. Parolayı bilmiyorsanız içeri girmeyi unutun. Kitap kokuları çarpıyor yüzüme. Köşesinde dizelere karışmış bir Çınar buluyorum. Sandığım kadar uysal çıkmıyor bu çınar, kızıyor yılmadan, öfkeli bize, sizsiniz suçlu diyor, biziz suçlu diyor! Otur bakalım diyor, kimsin sen, ne istiyorsun diyor, başlıyor söyleşiye:
Pınar Dağ: Merhaba Hayrettin Bey. Siz başlattınız söyleşiyi nitekim, şöyle başlayayım o zaman İnsan doğayı özlüyor mu, eksikliğini hissediyor mu?
Hayrettin Karaca: Tabii bu insandan insana, duygudan duyguya değişik hislerle oluşur. Ama benim gibi betonların içinde değil de o kerpiç evleri de görmüş, onlarda yatma, kalma mutluluğunu duymuşlar için başka tabii ki. Ama bugün şehirlerde yaşayan çocuklar, acaba doğayla bütünleşme imkânları var mı, yok mu? Olanı var, olmayanı var. Olanın dahi özlemi olur mu? Olmayabilir! Yani yeşili özlemek daha ziyade ekosistemi özlemektir. Yalnız özlemekle değildir, biliyorsun yeşilin türleri var. Bir ottan tut da, efenim ağaca kadar.
Mesela 3 santim büyüdüğünde gelişen bir bitki var, ama öyle ağaçlar vardır ki bugün Sekoyalar (Sequoia) 95 metreden, zaman içinde 110 – 115 metreye kadar büyüyen yaşamlardır. İşte kimi onu özler kimi ötekini özler. Ama şimdi bu bizim Karacaoğlan, bu Sekoyaları (Sequoia) görmemiş ki onlarla ilgili bir şey yazsın. Yazamaz ki… (Tatlı tatlı gülüyor Hayrettin Bey)
Pınar Dağ: Öğrenilerek yani?
Hayrettin Karaca: Evet. Yaşadığı dönem de görmemiş ki yazsın.
Ela gözlerini sevdiğim dilber,
Göster cemalini görmeye geldim
demiş değil mi?
Pınar Dağ: Toprağa özlemimizi önce bilmek istedim.
Hayrettin Karaca: Ben çok özlüyorum. Şu güne kadar yaşadığım halde özlüyorum. Ben çocukluğumda köylerde gezerek değil, yaşayarak mutlu oldum. Her şeyi yaptım köylerde. Bostanlık bekledim, pekmez kaynattım…
Toprağın değerini, belki son 20 senede anladım.
Pınar Dağ: Reçel yaptınız?
Hayrettin Karaca: Yok reçel yapmadım. Buğday yıkadım derede, buğdayları bekledim, mısır kırdım, soydum, tütün dizdim, tütün kırdım. Yaptım işte. Elimden ne geliyorsa yaptım çocukluğumda. Toprağın değerini belki son 20 senede anladım.
Pınar Dağ: Siz?
Hayrettin Karaca: Yani ben de toprağın ne demek olduğunun farkında değildim. Ama Yalova‘daki Karaca Arboretum’a 1974’de başladım oraya bitki örnekleri ve tohum toplamak üzere Türkiye’yi gezdim. Bugüne kadar 340 bin kilometre yol kat ettim. Az ama ziyanı yok. Bu kadar yapabildim. Yatmadığım çadır yok. İşte yatmadığım her köyde ve kasabada evim var. Ben işte halkın içindeyim ve doğanın içindeyim. O gezileri yaptığım sırada bıraktığım bitkilerin orada olmadığını gördüm, kaybolduğunu gördüm. Erozyonla tanıştım. Örnekleyeyim; uzmanlarla, arkadaşlarla geziyoruz, peynirimizi, karpuzumuzu yiyeceğiz ya, başka gıdamız yok, almış başımızı gidiyoruz. Aramızda konuşuyoruz diyoruz ki hani orada bir pınar vardı ya, su akan işte oraya gider yeriz. Gidiyoruz orası kurumuş. Aa diyoruz ilerdeki köyde var oraya gidelim diyoruz, gidiyoruz o pınar da kurumuş. O vakit fark ediyorsun, çölleşmeye doğru gittiğini ve erozyonun Türkiye‘ye nasıl bir dert olduğunu. Sonra başlıyorsun okumaya. Bir de bakıyorsun ki 1956’da Erozyonla Mücadele Derneği kurulmuş. Türkiye tabiatını koruma derneği ama esas faaliyetleri erozyon. Sene 1956. Daha TEMA falan yok, Hayrettin falan yok. Başarılı olamamışlar. Başarılı olamamasının sebebi, kendi görevimizi iyi yapamayışımız. Bilmiyoruz ve yapmıyoruz. Şimdi ben mesela seçim oluyor ve gidiyor oyumu kullanıyorum. Asilim değilim değil mi, ben kendime bir vekil seçiyorum değil mi? Şimdi geçenlerde gazetede okuyoruz, efendim bir ihtiyar 95 yaşındaymış, orada gelmiş protokolün önündeki bir sandalyeye oturmuş. Milletvekili gelmiş kaldırmışlar, milletvekilini oturtmuşlar genç biri. Ama ihtiyar ayakta durmuş, fotoğrafları var. İhtiyar biraz durmuş sonra çekmiş gitmiş. Ne yapacaktın sen orada? İhtiyarı alacaktın, o protokolün dışına oturtacaktın.
Pınar Dağ: Olur mu dışına, yanına oturtmalılardı bence.
Hayrettin Karaca: Olur mu efendim onlar vekil olunca büyük oluyorlar ya. Ben asilim ve vekâlet verdiklerim benden hemen büyük oluyorlar ya! Şimdi büyükler onlar olmuşlar. Ben şimdi pişman oluyorum. Elllllleriiiiiim kırılsaydııııdaaaa vermeseydim de, bilmem neydi! Ama yaramıyor işe. Ben verdim ama demedim ki vatan topraklarını yabancılara satın.
Pınar Dağ: Toprak yerinde duruyor ama bir yere gitmiyor.
Hayrettin Karaca: Ama bir yabacı kullanacak onu şimdi. Bugün varsıl ülkeler yoksul ülkelerden hızla toprak almaktadırlar. Çünkü kendi ülkeleri, toprak verim gücünü kaybetti.
Ne örnekler var. Ben yüzlerce örnek verebilirim. Zengin ülkelerin, fakir ülkelerden toprak alma mecburiyetinde kalıyorlar çünkü kendilerini besleyecek toprakları kalmadı. Topraklarının gücü yok.
Pınar Dağ: Bu konuda daha ilerde olmaları gerekmiyor mu? Daha fazla imkânları olmuyor mu varsıl dediğiniz ülkelerin? İnsan aksini bekliyor. Sonuçta hep onlar bağırıyor tarım reformu, ekolojik dengelerin düzelmesi vb şeyler için.
Hayrettin Karaca: Şu masanın üstündeki kitabı bana versene. Sana bir soru sorayım. Japonya zengin mi fakir mi?
Pınar Dağ: Fakir değil ancak çok zengin bir ülke değil diye biliyorum.
Hayretin Karaca: Gayrisafi hâsılası 38 dolar, nasıl zengin değil. Bak sen cahile. Neydi senin adın?
Pınar Dağ: Pınar.
Hayrettin Karaca: Pınar‘ın cahilliğine bak. Senin dünyadan haberin yok. Benim sana toprağı anlatmam lazım. Anlatayım mı?
Pınar Dağ: Vaktiniz varsa:)
Hayrettin Karaca: Dünya toprakları verim gücünü kaybetti. Bütün dünya ama kaybetti. Şimdi artık geleceğin en korkunç silahı ve stratejik silahı buğday ve pirinçtir. Bunlar olmazsa yaşayamayacağız. Peki, soruyorum yine Pınar‘a. Birleşmiş Milletlerin verdiği bir bilgi var, bugün için ve 1930 için. Bugün iki dolar altında, eskiden bir dolar olarak ölçü biçiliyordu, şimdi yeni bir ölçü buldular 2 dolar ve altında geliri olan dünyada kaç insan var. Pınar şimdi araştırıyor, yazıyor, bunu biliyordur…
Pınar Dağ: (Fena sıkıştırıldım, artık bilsem de konuşamayacağım sanırım ) Rakam olarak net bilmiyorum. Ancak çok olduğunu, özellikle günlük geliri 1 dolar olan Afrika ülkelerini biliyorum.
Hayrettin Karaca: 2 Milyar 400 milyon insan. Ve 2030 yılında ne kadar olacak bu sayı biliyor musun, 5,5- 6 milyar insana çıkacak. Okumuyorsunuz. Ve gelecekten hiç haberiniz yok. Senin neslin hiç okumuyor. Ve haklarınızı kullanmıyorsunuz. Yaşam haklarınıza tecavüz ediliyor ama sen hiç sesini çıkarmıyorsun. Pınarların hiç sesi yok. Ve kendilerinin katili oluyor Hayrettinler ve Pınarlar… Biz kendi kendimizin katiliyiz. Neden katiliyiz söyle bakayım?
Pınar Dağ: (Söyleşi tersine dönüyor, soruları Hayrettin Bey soruyor ) Kesilen ağaçtan, satılan topraklara kadar birçok şeye duyarsız olduğumuzu belirtmek istiyorsunuz.
Hayrettin Karaca: Aman aman kesilen ağacın dalı deme bana!! Dünya gidiyor dünya. Okumuyorsunuz! Bugün başka bir dünya var. Bak iki örnek verdim. Bugün 2 Milyar 400 Milyon insan 2 doların altında, 1 doları var bunun, 10 cent’e, 5cent‘e kadar ineri var. Peki, kimler sebep oluyor buna?
Pınar Dağ: Hakim güçler, çıkar grupları, büyük şirketler vb.
Hayrettin Karaca: Demek ki dünya ikiye ayrılmış. Birinin gözü aç, birinin karnı aç. Gözü açların geldiği nokta, 1994 yılında okuduklarımdan bilgi vereyim, 42 şirketin gelirinin dünyadaki 48 ülkenin gelirine eşitti. Aradan 15-16 sene geçti. Bir ara 17’ye indi bu ve 7’ye indi. Dünyada 48 ülkenin gelirine eşit oldu, haberin var mı bundan? Peki, bunlarda vicdan yok mu? Bu açlara nasıl tahammül ediyorlar. Yok mu? bu gözü açların! Yok işte! Şu kadar yok.
(Eliyle işaret ediyor.) Nereye kadar büyüyecek ekonomi, Sustainable development demiş sürdürülebilir kalkınma. 1992 ‘de böyle bir şey söyleniyordu. Ama bunun içinde sosyal kalkınma vardı. Onu unuttular!Peki, nerede duracaklar?1992‘de gayrisafi hasılası 20 doları geçen ülke ya vardı ya yoktu. Bugün 54 dolara geldi. 40, 30’lu kaç ülke varsa 50,60’ı buldu. Demek ki 17 sene içinde 3 misline yakın bir büyüme var. Peki, nerede duracaklar bunlar Pınar, soruyorum sana evladım? Nerde duracaklar? Gayrisafisi 60‘a, 120’e gelince mi? Durmaz bu. Bugünkü küresel ekonomi, kapitalizm diyelim, emperyalizm diyelim işte hepsi aynı şey, büyümek zorundadır. Durur ise hasta olur. İşte bak bugün durdu.
Pınar Dağ: Ne olacak peki?
Hayrettin Karaca: Yaşamak istiyorsan evvela bir ahlak sahibi olman lazım. Ahlak sahibi olmadan gelecek bir dünyayı yaratmak mümkün değil. Tüketerek değil paylaşarak yaşayacağınız bir dünyayı oluşturmalısınız. Çünkü siz uyutulmuş bir kitlesiniz. 2005 yılında hepimiz dünya insanı olarak reklâma para ödedik. Ne kadar bu biliyorsun her halde!
Pınar Dağ: 600 milyar dolar diye biliyorum, daha da arttı tabii!
Hayrettin Karaca: 2005 yılında 460 milyar dolar, 2006 yılında 508 milyar dolar, 2007‘de 600 diğerleri içinde 780, 890‘a gelmiş diyorlar. Bunun %15’i kadar reklâm vermeseler, senden benden alınıyor. Hem ben kendi kendimin katili oluyorum hem yaşam koşullarının bu hale gelmesine bende ortak oluyorum. Ben tüketmesem ne yaparlar.
Pınar Dağ: Kalır orda
Hayrettin Karaca: Evet, durur! Peki, ama yaşamak istiyorum. Tüketmeden yaşayamam. Ama bunun da bir hududu olması lazım. Şimdi ben Pınar‘ın hakkından tüketiyorsam, ayıp bana, ben bir farenin hakkından tüketiyorsam olmaz. Ben bir mikroorganizmanın yaşamasını engelliyorsam olmaz, çünkü o yoksa ben yokum. Bir gram toprakta 600 milyon bakteri var.
Pınar Dağ: Capcanlı evet
Hayrettin Karaca: Canlı toprak canımım. O bir gram toprakta, 400 bin mikroorganizma kökmantarları var. O olmazsa ben yokum. Onlara da pay ayırayım ki ben yaşayayım. Biliyor muyum bunu? Bilmiyorum. Hayrettin biliyor, Pınar bilmiyor işte şimdi. Bir de havyanlar var. Bir desimetrelik toprakta 1 milyar 555 milyon tek hücreli canlılar var, 60 bin çok hücreli canlılar var. Şimdi bu üst toprak gidip duruyor erozyonla. Türkiye’de bir dere kaldı mı bulanık akmayan? Ne diyor o dereler; Pınarrrr, Hayrettinnnn diye bağırıyor, diyor ki duy beni. Ama senin dilin milin yok be! Çamura kal dere, bana ne! Hadi! Diyor ki Hayrettin; “Pınar geleceğini götürüyor”  haberin olsun. Üst toprağı götürüyorum, seni yaşatanı götürüyorum. Aç kalacaksın. Tamam, aç kaldın bugün. 500 milyondan, 450 milyondan, 2 milyar 400 milyona çıktı açlık. Nereye kadar onu da bilmiyoruz ama 2030‘da 5,5 – 6 milyar insan 2 doların altında gelire sahip olacak. O vakit görürsünüz siz işte. Ben yokum. Birbirinizi yiyeceksiniz. Sahici gelmiyor değil mi?
Pınar Dağ: İnsanın karnı tok olunca, evet. Ancak eskiden açlıktan böyle şeyler olduğunu biliyorum. Hatta ailelerin çocuklarını komşunun ki ile takaslayarak bunu yaptığını…
Hayrettin Karaca: 1930 yıllarda Çin‘de Çin’de! İşte 1930’lar da Mao zamanında, tarım faaliyetleri başka bir sistemle yürütülmeye başlayınca kayıtlı 20 milyon kişi öldü açlıktan ama kayıt dışı olan ise 43 milyon insan. İşte orada aileler evvela delikanlılarını, çocuklarını, baldızını, dedesini, anasını sen bana, ben sana, ben sana, sen bana vere vere öyle yaşama şansını buldular! Amerika‘da 1776’da bir kıtlık oldu. Dün gömdüğü kendi akrabasını, ertesi gün çıkartıp yedi. Senin de az evvel dediğin gibi çocukları hasta bekliyorlar ölüyor, yiyorlar.
Ana yiyor ana, ana!
Pınar Dağ:  İnsanoğlu böyle bir şeyi yapamaz gibi düşünüyor insan!
Hayrettin Karaca: Biz, Nataşa olayı diye bir şey yaşadık değil mi Türkiye de? Kimdi bu kişiler. Öğretmenlerdi, kimyagerlerdi, balerinlerdi. Ama onlar buraya o iş için gelmemişlerdi. Ne için geldiler? Açtılar. Yavruları açtı. Şimdi neden gelmiyor Moldova‘dan, Ukrayna’dan, Rusya’dan. Şimdi artık gelmiyorlar. Ha olanlar var, onlar meslek sahibi artık!
Pınar Dağ: Aç değiller artık tabii ki
Hayrettin Karaca: Haaa işte, aç değiller. Açlık insanı ne hale, nerelere getiriyor gördün mü? İşte onları ben aç bırakıyorum yani varsıllar aç bırakıyor! Bugün ben ekonomi hasta olmuş onu kurtarmaya çalışıyorum. Türkiye‘de de böyle. TÜSİAD, Borsalar Birliği şu bu işte. Hükümetten yardım istiyorlar. Tedbir al, IMF ile anlaşma yap, ne yaparsan yap ama beni kurtar. Hani liberal ekonomiydi bu ya? Amerika’dakine de soruyorum, bizimkine de soruyorum. Sürekli özelleştiriyoruz ama Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da, İtalya’da bu düzeyde özelleştirme yok.
Pınar Dağ: Biz ne yaptık?
Hayrettin Karaca: Bir ülkeyi istila etmek istiyorsan, o ülkenin kitlesel iletişim araçlarını ele geçirmelisin. Türkçe yazılı levha kalmadı. Sen de gidip oradan alış-veriş yapıyorsun. Ben yapmıyorum ama! Süpermarket yazmış! Örnek vereyim; 340 bin kilometre Türkiye‘yi geziyorum ya, tabii TEMA Temsilcileriyle geziyorum, gönüllüleriyle geziyorum, bir kasabada oluyorum, bir köyde oluyorum. Bakıyorum orada Süpermarket yazıyor. Kaldırıııınnn şunu diyorum! Nasıl kaldıracağız oradan, dükkân sahibi değiliz! Onu kaldıracak oradan, pis! (gülüyor katıla katıla Hayrettin Bey ) Bir daha görmeyeceğim onu geldiğimde. Bu zor bir şey değil ki. Mahalleyi dolaşırsın, evleri dolaşırsın, sokakları dolaşırsın, dersin arkadaşım süpermarket yazmışsın, dil giderse ulus gider. Bunu oradan kaldır.
Pınar Dağ: O zaman Akdeniz Bölgesi, özellikle turistik bölgeler elden gitmiş durumda!
Hayrettin Karaca: İşte demin sordun nasıl oldu, ne yaptık dedin ya işte, böyle oldu! “Okumak ibadettir, okumamak Cumhuriyete ihanettir.” diyorum! Onu yorumlayayım da sonra o bıraktığım yere geçeyim.
Pınar Dağ: Peki
Hayrettin Karaca: Ben bu ülkenin varlıklarıyla, imkânlarıyla onları kullanaraktan buraya kadar geldim. O halde bu ülkeye borçluyum ben. Varlığımdan pay alarak gelmedim ben buraya. Ben borçlu hissediyorum, başkası ne hissederse hissetsin hiç ilgim yok. Ben borçluyum. Ahmet borçlu, Ayşe borçlu ama Pınar‘ı bilmiyorum. Kendi bilir. Varlığın varsa bir çeşme yaparım, bir çocuk okuturum, okul yaparım, devlete vergimi tam veririm, bu kayıt dışı ekonomiye katılmam. E, biter paran! Yaptın bitti! E, sonra daha yaşıyorsun. 60 yaşında bu hisleri duymuşsun, o hislerle ülkene olan borcunu ödemişsin. Bizim gençliğimizde olanın olmayana borcu var diyorlardı. Aşımızı paylaşıyorduk. Fakirdik ama açımız yoktu. 1922 benim doğum yılım 87 yaşındayım. Hayatımın o yıllarını iyi hatırlarım. Onlar kalıyor hatırında. Şimdi ben borçluyum. Paraları ödedim ödemesine ama hala yaşıyorsun. Borcunu ödeyecek başka bir şey olmalı.
Pınar Dağ:  Ama şimdi öyle bir şey var ki (demeye niyetleniyorum ki)
Hayrettin Karaca: Dur, dur, dur! Kaç aylık doğdun sen!!!
Pınar Dağ: Mecaz değil ancak prematüre doğmuşum.7 aylık, hatta bu hanım hanımcık olmuş halim J
Hayrettin Karaca: Daha saldırgandın yani?
Pınar Dağ: Evet, evet daha tez canlı
Hayrettin Karaca: Sus kız azcık, bana unutturuyorsun söyleyeceklerimi Kaldığım yerden devam edeyim. O halde olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var demektir. Peki, sen nasıl bileceksin. Televizyon yok vermiyor, gazeteler de vermiyor. Neden çünkü onlar ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER (ÇÜŞ) artık. Onlar kendi menfaatlerini göz önüne alarak sürdürürler faaliyetlerini. Onların derdi paradır. Onların derdi bütçeye hizmet değildir. Köşe yazarları, bakarsın bugün Davos çıkar onu yazarlar, yarın başka bir şey çıkar herkes onu yazar. Niye? Çünkü kafada bir şey yok. Köşe yazarları şikâyetname yazıyorlar ben biliyorum onu. Her gün her gün mecbur musun yazmaya? İşte bir şey uyduracaksın. 365 gün değil 40 senedir yazıyorsa, bitti artık! Torbada bir şey kalmadı. Güncele yazıyorsun. Ama benim önüme bir hedef koymuyorsun. Ne yapacağımı söylemiyorsun bana. Ben onu bekliyorum basından. Bana onu söylesin. Siyasi Partilerden onu bekliyorum. Bugün MHP, AKP, CHP ve diğer tüm partilerin yol göstermesini bekliyorum. Ne yapacaklarını söylediler mi? Bak seçime giriyoruz söylüyorlar mı? Yok, ben daha iyi yaparım, yok sen daha iyi yaparsın diyerek geçiştiriyorlar çünkü kafasında bir şey yok adamın! Niyeti de yok Türkiye‘ye hizmet etmeye.
Pınar Dağ: Bu ülkenin aydınları da bulaşmıyor politikaya, konuşmuyorlar pek ama! Bir de öyle bir durum var!
Hayrettin Karaca: Var ama gazeteler vermiyor. Televizyonlar vermiyor. Nadiren tabii bazı televizyonlar Türkiye‘nin sorunları üzerinde daha ağırlıklı program yapıyorlar. Şimdi geldik sona. Hedef yok. Peki, büyürken kimi kullanıyor? Pınar ile Hayrettin’i kullanıyor. Gördün mü? İşte suçlu biziz. Hayrettin‘in, Pınar’ın ihtiyacı olmadığı kadar tükettiriyor bize. Bizler sembolüz ancak işte topluma ihtiyacı olmayanı tükettiriyor. 680 milyar dolara gelmişiz reklâm giderlerinde. Bunun yüzde 5’ini, 10’unu ayırsan, aç insan kalmıyor. Eğitimsiz insan kalmıyor. Kimin haklarından da alıyorlar, o açların da haklarından alıyorlar. Mikroorganizmaların da haklarından aldılar. Aslanın, kaplanın, filin efendim denizdeki planktonların gözümüzle göremediğimiz milyarlarca planktonlar var onların haklarından alıyorlar. İşte bunları yaşatmıyorsun, geleceğini yaşatmıyorsun küresel ısınmayla denizdeki akımlar değişmiş, balıklar şaşırdılar şimdi nerede yaşayacaklarını bilmiyorlar, nerede yuva yapacaklarını bilmiyorlar, 3000 bin metrede yaşıyordu balık, şimdi mecbur 4000 bin metreye inmeye. Yok, çünkü soğukta yaşıyor balık. Yani dünyanın ekosistemi bozuluyor. Kim buna sebep oluyor Hayretinle, Pınar! Eğer Pınar vicdan sahibi olursa, o gözü açlar olmayacak. Onlar da hala beni kurtar, beni kurtar diyorlar! Demin sana dediğim gibi, Türkiye‘de TÜSİAD bilmem diğerleri beni kurtar beni kurtar diyorlar. Hani liberal ekonomiydi ya? Hani güzeldi özelleştirme? Şimdi de devlete muhtaçlar. Peki devlet sana ne verecek, halktan topladığı ile kurtaracak seni! Öyle şey olur mu? Bu dünyanın eline geçmiş olan en büyük fırsattır. Biz açları doyururuz, doyururuz! Çünkü onlar da bir yolunu bulurlar. Bir kültür meselesidir bu. Fakirdik ama açımız yoktu bizim zamanımızda. Bunu ben yaşadım. O açıdan işte, “yeni bir paylaşma düzeni” kuracağız. Hayrettin ile Pınar bu kararı verecekler ve başlayacaklar. Ne diyor paylaşma düzeni, kendi ihtiyacın üzerinden fazla tüketmeyeceksin. Benim ihtiyacım doymaktır bundan Hayrettin’i mahrum etmem, barınmaktır. Üzerimdeki kazağı bu kırmızı kazağı ben 20 yıldır giyiniyorum. Beni hala ısıtıyor.
Pınar Dağ: Tüketmek var olmakla eşit anlama geldi. Ne kadar tüketiyorsam o kadar varım oldu. Yani biz buna mecbur bırakılıyoruz bir bakıma!
Hayrettin Karaca: Sizi kandırıyorlar işte, kanıyorsunuz. İhtiyaçlarımızı sayıyordum. Benim ondan sonra ihtiyacım olan eğitimdir ve sağlıktır. Bak burada kütüphanem var, diğer tarafta da kütüphanem var. Yalova‘da 4 bin 500 tane kitabım var. Türkiye’den  56 bin diam var. Sizlere verebilirim oradan. 4 yaşında çocuğun sırtından odun taşıdığı çalışmalarım var. Olumlu var olumsuz var.
Pınar Dağ: Size bunu sormayı da istiyordum. Fotoğrafla ilgilendiniz mi diye?
Hayrettin Karaca: Evet 56 bin diam var. Ancak dijital makineler bu tadı vermiyor. O kalite yok. Ama işte elinde, yanında taşıyorsun. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyorum yine; Pınar ile Hayrettin başkalarının hakkından almamaya karar verdiği gün, yeni bir paylaşma düzeni gelmiş olacak. O halde bu ekonominin benim ihtiyacımı karşılaması lazım. Benim bir de ekonomiye ihtiyacım var tabii ki. Ekonominin kendi ürettiği kadar ben tüketmeyeceğim, benim ihtiyacım olan kadar tüketeceğim. Bu kadar!
Pınar Dağ:  Charlie Chaplin‘in manidar cevabı gibi, “E, bir yerden başlamak lazım”
Hayrettin Karaca: Evet. Bir! Bir en büyüktür. Yeter ki inansın kişi. Bak şurada bir kitap var en üstte. Onu bir ver. Rachel Carson’u tanıyor musun?
Pınar Dağ: Hayır.
Hayrettin Karaca: Bu elimdeki kitap 1950‘lerde yazıldı. Peki, nedir bunun noktası? Kendisi kimyager. DTT (Böcek ilacı)nin yaptığı zararları, insan vücuduna dönerek girdiğini ispat ediyor. 40-50 yıl doğadan kaybolmayacağını söylüyor. Doğadaki ürün almayı, şimdi bu DTT’yi zararlılar için kullanıyorsam, diğer faydalıları da öldürüyorum. Toprağın içindeki bütün canlıları öldürüyorum. Bu kadın uğraştı ve bir kişiydi. Kimle uğraştı biliyor musun; ABD senatosundaki milyarderlerle uğraştı. Ve kimya sanayisiyle uğraştı. ABD‘deki büyük ağır sanayi ile uğraştı. Bununla 7-8 sene uğraştı ve sonunda yasaklattı. Ama ihracatını yasaklattıramadı. Sonra 1964 yılında kanserden öldü. Atatürk ile hiç kimseyi örneklemem, Atatürk de bir kişiydi. Nesi vardı bu adamın; İnancı vardı! 19 Mayıs tarihinde çıkıyor Samsun‘a, Amasya’da başlıyor toplantılar. İngilizler, İtalyanlar gelmiş dayanmış. Ve orada ilk kez ulusal egemenlikten bahsetmiştir tek bir kişi. Para yok diyorlar; bulunur diyor, ordu yok diyorlar; kurulur diyor. Bu nasıl olacak diyorlar; milletin kendisinin azim kararı ile diyor. Hayatında bir defa ben demiş, “Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır.
İşte o dönemde de İzmir yanmış daha soğumamış İzmir‘de bir İktisat kongresi kuruluyor 1923, 17 Şubat. Cumhuriyet daha yok. Lozan’da durmuş ancak araya mesafe vermiş ve İktisat kongresi oluyor. Orda söylediği şey şu; bugün çektiğimiz sıkıntıların, mahrumiyetlerin, yoksulluğun temelinde ekonomide bağımsızlığa yoksun oluşumuz yatıyor. İşte bugün ekonomide bağımlı hale geldik. Dilimizle bağımlıyız, kültürümüzle bağımlıyız. Böyle şey olur mu? Gençlere bir bakıyorsun arabada kulağına takmış Dan!! Dan!! Dan!! müzik, ya bu çocuk nasıl büyüyor? Dil ve Kültür giderse ulus gider. Toprak giderse vatan gider. Ama ben bugün büyük bir mirasın sahibiyim. Ülkelerin sahip olacağı tek mirası dil ve kültürdür. Ben şimdi 12 bin yıl evvelki Orta Asyada yaşayan kültürden bazılarını taşıdığımı anladım, var bende düşünebiliyor musun? O halde ben onunla bağ kurmuşum. 12 bin yıl sonra o kültür hala kullanılıyor. Ben bu kültürü Anadolu geleneğinde yaşıyorum. Demek ki o miras çok önemli. Kapıyı dışarıda bulabilir misin?
Yok, böyle bir şey yok yani. Şimdi bizim ülkemiz açları doyurur ama gözü açları doyuramaz. Geleceğin en korkunç silahları Buğday ve Pirinçtir. Korkunç bir stratejik silahtır. Dünya uluslararası bir açlığa gidiyor. Aşağı yukarı 1979-80‘den itibaren, dünyada sürmeden tarım yapılıyor. Sıfır sürüm yani sıfır. Amerika’da bugün yüzde 32 ile tarım yapılıyor. Örnekleyeyim; Türkiye’de iki kişi, Hamit Genç bir de Osman Özdemir. Bunlar Samsun, Bafra‘da biri Orman Tarım Bakanlığında çalışıyor araştırmada, bir tanesi de Tema’nın gönüllüsü. Bunlar orada bir köyde kırsal kalkınma programını uyguluyorlar. Kimseden de 5 kuruş para almıyorlar. Ancak bilgi, bilgi bilgi için oradalar! Çok başarılılar. Meralar ıslah ediliyor, işe başlıyorlar falan ama diyorlar ki siz büyük bir hata yapıyorsunuz. Her sene aynı gübreyi veriyorsunuz. Buğdaya da, Arpaya da aynı, Ayçiçeğine de aynı gübreyi veriyorsunuz.
Bu doğru değil. Niye? Bu toprakta ne kaldıysa bilmeniz lazım, diğer yıl ekin zamanı ayçiçeğinin neye ihtiyacı varsa onu vereceksiniz. Toprakta kalanı bilin. Öyle mi? Öyle.
Nasıl olacak bu? Toprak analiz olacak. Toprak analiz oluyor, her tarlanın nüfus kâğıdı çıkıyor, onu cebine koyuyor köylü, ekin zamanı geliyor, ne ekeceksin patates, ne ekeceksin buğday, ne ekeceksin ayçiçeği. Karnede ne yazıyor, ayrı ayrı şeyler yazıyor. Ayçiçeğin aldığı derinlikle, havucun derinliği aynı değil. Birinin kökü 30 santimetreye giriyor, birinin kökü başka, biri de üstten alıyor. Demek ki toprağın kümülatif olarak ne olduğu, içinde neler olduğunu bileceksin ve onun eksiğini vereceksin. Bakıyorlar, biz bunu yapamayız diyorlar. Niye diyorlar. E, bu tuz biber gibi. Biz bunu yapamayız, mahsul de alamayız. Bizim Hamit biraz deli doludur. Peki diyor, bölün tarlanızı ortadan ikiye. Burada yazdığı gibi ver. O kadar! Eğer eksik alırsan gidelim notere, ben sana varlığım olduğunu ispat edeceğim, bunu ödeyecek gücüm de olduğunu ispat ederim, giderim notere ben senin ektiğinin daha fazlasını vereceğim. Akşam kahvede oturuyorlar, ayıp yaff bunlar bize çok yardım etti diye konuşurken, hepsi bölüşüp yapmaya karar veriyorlar. 4 kişi razı oluyor ve o sene az verilen yerde çok mahsul, çok verilen yerde az mahsul elde ediliyor. Türkiye Cumhuriyetinde tahlil laboratuarları vardı ama çalışmıyorlardı ama şimdi çalışıyorlar. Ve yetiştiremiyorlar. Özel laboratuarlar kuruldu. İşte bak görüyorsun bak, soruyorsun bana! Türkiye‘nin tarihi değişecek böyle. Bütün dünyada 30 yılı geçti, sürmeden tarım yapılıyor. Kurumasını engelliyor. Kurutmuyorlar. Açıyorsun üstteki toprağı, verimli humusu aşağı döndürüyorsun, kaldırdığının göbeğini açıyorsun, hem de kurutmaya bırakıyorsun!!! Ben açtım senin bağrını, hadi bakalım çabuk kuru da, biz orada buğday ekelim. Olur mu öyle saçma şey! Bunu bilmiyordu köylü. Biz bunu öğretmeye başladık. Ama sen de bu bilgileri okursan, bunları vermeye başlayacaksın onlara. Çünkü senin hedefin Türk toplumuna hizmet etmektir. Bu fırsatı okuyarak bulacaksın. Benim okuduğum gibi. O vakit sen de bambaşka bir Pınar olacaksın. Akşam yattığın zaman huzur içinde uyuyacaksın. Çünkü içinde hiç endişen olmayacak. Bir en büyüktür. Bir yoksa iki olamaz. İki yoksa üç, üç yoksa dört olamaz. O halde bir en güçlü ve en büyüktür yeter ki inansın. Mahatma Gandhi‘nin nesi var idi? Koskoca imparatoru kovdu. Nesi vardı; İplen bağladığı bir gözlüğü, sandaleti, hasırı, beyaz bir bezi, bir de değneği, bir de yanından ayırmadığı keçisi. Neyi vardı; İnancı. Bir tek silah patlatmadan, güneş batmayan imparatorluğun kıçına vurdu tekmeyi gönderdi. Bir tek kişi. O halde bir en büyüktür. Daha ne örnekler vardır. Okursan! Bak, Rachel Carson da bir kişiydi.
Pınar Dağ: Tek olmak çaresizlik değil yani
Hayretin Karaca: Evvela yapacağına inanacaksın. Ben seni dinledim Pınar evladım. Sen yardım etmek istiyorsun ulusuna. Bir şahsi menfaatin yok. Öyle dedin bana. O zaman sen çok potansiyel sahibisin. Sen neler yaparsın neler. Okursan yaparsın. Bilmiyorsun işte evladım bilsen yaparsın. Çünkü sen kendini adamışsın. Şahsi menfaatin yok. Daha ne ister Türkiye senin gibiler varken. Bulmuş işte bir kere. Çok bir şey yapmayacaksın oku! Oku, oku, oku! Sana şimdi bir kitap vereceğim. Bak şimdi, Japonya ihraç ettiği pirincin yüzde 70‘ini ithal etmek zorunda kalmış. Seneler gelmiş ve dünyadaki pirinç sıkıntısı, ürün azlığı dolayısıyla ithalatını yapamamış. Parası olmuş ama ithal eden olmamış. Sonra Japonya kendi çiftçisine destek vermeye karar vermiş. Bütün dünyada böyledir bu. Kimi sene yüzde 3‘e kadar, kimi sene yüzde 40’a kadar mahsule destek veriliyor. O seneye mahsus veriliyor. Bir daha verilmiyor çünkü o sene kıtlık olmuş. Devlet destek vermiş. İşte Japonya‘da da böyle olunca tarıma destek veriliyor. Yüzde kaç pirince destek veriyorlar 10 senedir Pınar evladım, hadi bir tahmin et?
Pınar Dağ: Bilmiyorum ki. % 70? % 80?
Hayrettin Karaca: O kadar da atma canım.
Hadi Pınar evladım şurayı oku. Atladık, atladık, kitaba dönelim. İstersen sen oku istersen ben okuyayım, bakalım okuman yazman var mı birde onu öğreneyim? Şuradan şuraya oku.
Pınar Dağ: Peki
“Bu fiyat hipotezini sınamanın belki de en iyi yolu Japonya’da olanlara bir göz atmaktır. Japonya Hükümetinin pirinç fiyatlarına uyguladığı süspansiyon dünya pazarı üretimlerinin 6 katıdır. (Hayrettin Bey burada, büyük bir şaşkınlıkla neee!! Yüzde 600‘mü, hani yüzde 70 idi. Okumaya devam ediyorum) Bu ülkede pirinç yatırımını üretmek çok karlı bir yatırımdır. Gelgelelim bütün çabalara rağmen, Japon çiftçiler bilimsel açıdan bilgili, çalışkan ve ucuz kredi imkânlarına sahip olmalarına rağmen, son 10 yıldır pirinç üretimini başaramamışlardır. Sürekli verim arttırıcı yeni teknikler arayışı içindedirler. Ama ne tarımsal araştırma merkezlerini ne de tohum sağlayan şirketlerle birlikte nede gübre üreten şirketlerin bir yardımı dokunmaktadır. Son yıllarda tahıl üretimlerini iki katı ya da üç katı arttırabilen çok az ülke gelecekte, mevcut tehlikeleri kullanarak bir artış sağlayabilecektir. Bu ülkelerin çoğu ya mümkün olan en çabuk ve kolay verim artışını zaten elde etmiştir. Ya da böyle bir artışa olanak tanıyacak doğal koşullarına sahip değildir.”
Hayrettin Karaca: Değildir!!! Şimdi sen öğrendin açlığa doğru hızla gittiğimizi. Japonya‘nın parası var evladım. Yüzde 70 değil yüzde 600 destek veriyor. Ama 10 senede bir şey alamıyor. İşte okuyunca daha iyi göreceksin ki varsıl ülkeler yoksul ülkelerden toprak satın almaya başladı. Çünkü kendi ülkelerinde toprak güç kaybetti. Bugünkü aşırı sulama, aşırı gübrelemeyle, aşırı ilaçlamayla da o toprağın canını alacak. Ama işte 10 sene sürebiliyor işte. Daha fazla sürdüremezler. Çünkü para için orayı tutuyor. İşte çok alayım diye basacak gübreyi, basacak suyu, basacak ilacı
Pınar Dağ: Toprak ölecek
Hayrettin Karaca: Evet, toprak ölecek. Ama onun umurunda değil. Çünkü diyor; PARAM VAR BENİM PARAM, DÜNYAYA NE OLURSA OLSUN BENİ İLGİLENDİRMEZ senin paran var ama Pınar ile Hayrettin var haberin olsun! Sana ben, yılda 1 trilyon 344 milyar dolar silah için para harcatmam. Ne yapacakmışsın! Ben ihtiyacım kadar tüketirim, bugün eğitim ve sağlık vergimi devlete veririm, silaha param yetmez. O halde Pınar ile Hayrettin dünya barışını kurar. Silah yoksa ne yapacak adam, razı olacak. İşte bunu biz yaparız. Yaparız biz.
Şurada üstte bir kitap var, onu bir ver. Beyaz kitap. Şimdi biliyorsun Porto Alegre‘de (12. yıla girdi) Dünya Sosyal Forumu yapılıyor, orada “Başka Bir Dünya Mümkün” aranıyor. (Elindeki kitap bunu anlatıyor.) Ama ben bununla aynı fikirde değilim. Üye değilim, gitmiyorum da ancak yazılanları anlıyorum. Bilgi almak için üye olmak şart değil. Öyle bir şey yok. Bu sene Güney Amerika ülkelerinin hemen hemen hepsi, bu işte yeni bir yaşam tarzı hedefiyle katıldılar. Devlet liderleri katıldı. Şimdi bunu okumadan sana bir şey daha söyleyeceğim. Küba, 80 yıldır (öyle hatırlıyorum) bir ambargo altında. Ambargo koymuş Amerika. Niye? Senin kafan, benim kafama uymuyor. Sen komünistsin, sosyalistsin dünyada yaşama şansın yoktur diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Hürriyet var mı, demokrasi var mı VAR öyle düşünmüş adam! Sana düşman olabilir mi? Bir silahı var mı? YOK. Bugün Küba‘da aç insan yok. Yüzde 99, 99,99 herkes okuma yazma biliyor. Ve doktor ihraç ediyor dünyaya.
E, sağlığı yerinde, doyuyor, eğleniyor, şusu var busu var ama zengin değil. Ama aç değil. Hangisini tercih edersin. Hem de gelecekten de kaygın yok. Aman ne olacak benim iki apartmanımın yerine dört olsun da, torunuma, şuna buna bırakayım diye bir şey yok. Emniyeti var, huzuru var ama Rusya‘da ki sosyalizm tabii ki çok kötü örnekler verdi dünyaya. Burada Mihail Gorbaçov’un kitabı var. 1930’lu yıllardaki çekilen sıkıntıları toprağın yanlış kullanılmasını anlatır. Şimdi toprağın da canlı olduğunu da biliyoruz, içindeki elementleri de biliyoruz. Bunların arasında denge bozulursa iyi şeyler olmaz. Mesela bugün Kuzey Hollanda’da ve Kuzey Almanya‘da fazla gübreden toprak nitrat bağlamış.110 metre suyun içinde nitrat var. Azot var. Hayvan fazlalığından geliyor. Şimdi Hollanda domuz adedini yüzde 25 kıstı. Ama kalan domuz üretiminden de gübrenin çaresine bakıyor. Et yiyor musun et? Pınar‘a soruyorum Pınar’a!
Pınar Dağ: Ah bana mı? Evet, evet yiyorum!
Hayrettin Karaca: İyi! Afiyet olsun! Bak orada bir kitap var daha sonra onunla ilgili bilgi vereceğim. Bak 1 kilo et için 7 kilo tahıla ihtiyaç var. 1 kilo et 7 kilo ile denklersen bir kişiyi 2 ay besleyebiliyor. 1 kilo et için 3 ton suya ihtiyacımız var. 30 bin kalori enerjiye ihtiyacımız var. Afiyet olsun! Ve dünyadaki küresel ısınmaya da dış tetkikleri metan gazıyla da katkıda bulunuyor. Tabii ki genç çocuklarımıza et vereceğiz!
Pınar Dağ: Ne yiyelim? 
Hayrettin Karaca: Yiyin efendim ama 110 kilo yiyor Amerikalı. Ama Hindistan 3 kilo yiyor. Çin 26 kilo yiyordu o da 50 kiloya çıkaracak. 1 milyar 300 milyon; 56 kiloya çıkartacak. 280 milyonluk Amerika 112 kiloya çıkartacak. Şimdi gelelim bu kitaba. Diyorsundur niye bunları bu kadar anlatıyor Hayrettin bana. O kadar zamanını bana ayıracağını umut etmiyordum. Bak, Hayrettin ispat etti ihtiyarların çenesi düşük oluyor derler ya onu ispat etti şimdi .
Pınar Dağ: Rica ederim
Hayrettin Karaca: Şimdi Dünya Sosyal Forumu üyesi Susan George‘un kitabı bu. Başka bir dünya mümkün, eğer “Ben bunu okuyorum. Bana verdiği görevler bana çok ağır geldi. Ben bunu vallahi yapamam. Ne yazmış buraya. Ama hakikaten mümkün mü? Bana göre cevap evet, eğer. Dur bakalım eğer, eğer, eğer! Bu kitap her şeyi değiştirecek olan eğer‘e adanmıştır. Peki, ne istiyor benden. Şu son kısmı bir okuyayım ben. İstersen sen oku. Okuman da varmış zaten.
Pınar Dağ: Peki
Artık başka türlü dünya yaratmak için, bilgi sahibi yurttaşlar gerek. (Hayrettin Bey bölüyor; Rezalet! Ve devam ediyor bu kadarını da yapamam ben kardeşim, üzerimde bu kadar baskı kurmaJ
(Bir daha oku şunu.)
Artık başka türlü dünya yaratmak için, bilgi sahibi yurttaşlar gerek.( Hayrettin Karaca: Sen uyduruyorsun, uyduruyorsun, uyduruyorsun! Anladın mı şimdi niçin okumak lazım!)
Hayrettin Karaca: Bir de diyor ki, “Şiddet kullanmazsak eğer” Bu da çok zor, ne yapacağım ben! İşte okuyun çocuklar, karar verin. Ama başkasının yaşam haklarından, imkânlarından alıp götürüyorsun o vakit. Ahlaksızsın. İşte bir de böyle bak. O ne kadar ilan yaparsa yapsın, reklâm verirse versin kanmayacaksın. Ama ben bu kitapla aynı görüşte değilim. Çünkü bu kurumlardan istiyor. Ben kurumlardan bir şey olacağına inanmıyorum. Ben bireye inmek istiyorum. Ben en güçlüğüm ben, ben! Bir varsıl, bir yoksul ikili olamaz, o halde ben en büyüğüm. Yeter ki karar vereyim. Sana söyledim inandırdım mı bunu? Tamam, o zaman. Sen de diğerine inandıracaksın ve gidecek böyle. Bak ben burada bir not almışım. Bu kitabın üzerine, demişim ki bence bu konu ahlak konusu olarak algılandığında başarıya ulaşabilir. Tüketim ahlakı. Bir yerden başlamak lazımdır. İddialı olup, yola çıkıp, maşası olmak sorunu olumsuz etkiler. Kişi kimseye bağlı olmadan karar verirse mücadelenin sonu gelir. Benim felsefem bu işte Pınar. İşte ben böyle kitapların üzerine not yazıyorum. Şimdi Hayrettin sana bir örnek verecek. Bunun görevi beni ısıtmaktır değil mi? (Hayrettin Bey, ortası yırtılmış ancak ilk gün ki gibi pamuksu dokusunu yitirmemiş ekose atkısını gösteriyor bana.) Hala sıcak tutuyor beni. Umurumda değil! Ama niçin yapıyorum bunu, başkalarının hakkını tüketmeye hakkım yok benim. Şimdi sana batı medeniyeti hakkında bilgi vereceğim. Bana göre batı canavardır. Bosna‘da harb oluyor, açlık yoksulluk, sefalet, ona karşı, varsıl ülkeler ilaç yardımı yapıyorlar. Bunu sana hediye olarak veriyorum. Ama önceden bir doktora git asabına baktır, sonra oku.
Pınar Dağ: Tamam  İçimden okuyorum.
BOSNA’YA YARDIM OLARAK GÖNDERİLEN ZEHİRLİ, ATIK MADDELER
İlaç ve kimyasal madde üreten şirketler, kullanılamayan ilaçları ve tehlikeli atıkları, savaşta zarar gören bölgelere insani yardım adı altında göndermek suretiyle, bu maddeden kurtulmanın yollarını buldular. Devam ediyor
Hayrettin Karaca: Şaşırma işte! Almanlar ilaç diye yollamış bunu. Üzerine de hediye diye yazmışlar paketlerin. Şu satırları da oku, rahat rahat oku. Okumak günah değil.
Pınar Dağ:
IMF ve OECD verilerine göre, devletin ekonomideki payı 1937 -1997 yılları arasında; ABD’nde % 8,6 dan % 32,3’e, İngiltere’de % 30’dan %41’e, Almanya‘da %42,4’den %49’a, Fransa’da % 29’dan %54,3’e, Japonya’da ise % 25,4’den %35’e çıkmıştır. Oysa Türkiye’de devletin ekonomideki payı, 1937 yılında % 80’ler düzeyinde iken 1997 yılında %26,6’ya düşmüştür.
Hayrettin Karaca: Kaynak nedir kaynak?
Pınar Dağ: Kaynak: IMF Economic Outlook, June 1998, OECD Analytical Databank.ak Bildiren Nisan 2001,Sayı 33
Hayrettin Karaca: IMF, bak kendisi yazmış bunu. Bak evladım okumuyorsunuz, okuyun ve ülkenizin kıymetini bilin. Senin gibi kendini adamış amatör birinin buna çok ihtiyacı var. Sen bir canavar olursun, hem de daha gençsin. Ama bilgi sahibi olursan bir Rachel Carson olursun sen. Senin abideni dikerler bilmem ne ancak ülken için var olursun. Zaten varsın ama enerjini arttır. Oku bak daha neler göreceksin. Bir de, “ülkeyi kim yönetiyor, kimlere biz oy vermişiz.”Sene 1985 Veli Göçer, hapse attılar, 18 yıl içerde kaldı. Çıktı mı çıkmadı mı bilmiyorum!! Al şunu oku.
Pınar Dağ:
Veli Göçer 18 yıl hapse mahkûm olmuş. TBMM tutanaklarından Tarih 2 Mayıs 1985. Tek başına ANAP iktidarı dönemi. Mecliste bir yasa tasarısı görüşülüyor.
İmar Yasası
Halkçı Parti Kayseri Milletvekili,1948 doğumlu, inşaat mühendisi, Mehmet Uner ve arkadaşları tarafından verilen önerge:
“Yapı ruhsatı almak için dilekçeye zemin etüdü projesi (arazinin deprem yapısına göre yapı uygunluğu belirten bilimsel rapor) eklenmesi zorunludur.”
Başkan: Komisyon üyeleri ve hükümeti bu önergeye katılıyor mu efendim?
Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Başkanı İbrahim Özdemir( İstanbul)
Katılmıyoruz efendim.
Devlet Bakanı Kazım Oksay(Bolu):
Katılmıyoruz efendim.
Bunun üzerine önerge sahibi Mehmet Uner yine söz alır:
“Her yerleşim yeri doğal çevrenin bir parçasıdır. Düzenli, dengeli ve sağlıklı yerleşimin baş koşulu, yer seçiminin uygun yapılmasına bağlıdır. Yasa tasarısında jeolojik özelliklerin göz önüne alınmadığı görülmektedir. Oysa ülkemiz doğal afetler açısından böylesine bir ihmalin sonuçlarına katlanır gibi olmadığını yaşayarak öğrenen ve bunu en iyi bilen ülkelerden biridir. Ülkemiz doğal afetler ve jeolojik nedenlerden kaynaklanan ve yarattığı sonuçlar açısından da doğal afetlerin en acımasızı olan depremlerin yoğun olarak yaşandığı ülkelerden biridir.
Yüzde 92‘si deprem bölgesi olan ülkemizde, nüfusun yüzde 95’i deprem tehlikesi altında yaşamaktadır. Sanayimizin yoğun olduğu kentlerimizin yüzde 75’i, barajlarımızın yüzde 41’i birinci ve ikinci derecede tehlikeli deprem bölgelerinde yer almaktadır. Bu verilere ülkemizde bir yılda 1,1 yıkıcı deprem olduğunu da eklersek, bu konuda ciddi kuralların konulmasının ne kadar zorunlu olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Ülkemizde sadece son 45 yılda depremlerden 60.000 kişi hayatını kaybetmiş,400.000 konut yıkılmıştır. Yalnızca depremlerin yol açtığı ekonomik değer kaybının en az 15 Atatürk Barajı‘nı yapabilecek boyutta olduğu anlaşılır. Depremin ülkemizde yol açtığı zararlar Japonya’ya oranla 30 kat daha fazladır. Bu bize, çevre planlamasında jeolojik bilgilerden yararlandığımız takdirde zararımızın 30 kat azaltılabileceğini gösteren somut bir örnektir.
Bu durumu yaratan en önemli neden, jeolojik incelemeler sonucu sakıncalı görülen yerlerin yerleşime açılmasıyla, jeolojik inceleme yapılmaksızın iskâna izin verilmesi olgularıdır.”
Başkan: Sayın Uner, toparlayınız lütfen!
Mehmet Uner:
Devamla
“İl ve ilçe imar işleri kurallarında jeoloji mühendisliği disiplininin temsil edilmesi yanında, belediyelerde jeoloji mühendislerinin istihdamına geçilmesi sağlanmalıdır. Bu hizmetlerin İmar Yasası kapsamına alınması önemlidir”
Başkan:
Sayın Uner lütfen tamamlayınız. Zamanınız üç dakikayı geçiyor. Müsamahamızı kötüye kullanmayın.
Mehmet Uner:
Devamla
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Başkan:
Teşekkür ederim. Önergeyi oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler? Kabul etmeyenler?
Önerge kabul edilmemiştir!
Ölende mi, öldürende mi, öldürtende mi kabahat?
Veli Gökçek‘e 18 yıl, ya bunlara?
Dolgun bir maaşla, cilalı ceylan derisi koltuk!
Hayrettin Karaca: 1985 bu tarih. 1992, 1999 depremden bu adamlar sorumlu değil mi? İşte imkân bulursanız, o bilgisayarlarınızdan bunlara ulaşabilirsiniz. Mümkün olduğu kadar TBMM‘nin bilgilerini basıp koy bir yere. Dosyala. A Grubu, B Grubu, C grubu diye ayır. İşte o vakit canavar olursun canavar. Senden korkarlar. O kız var ya o kız Pınar, çekeceğimiz var bu kızdan derler. Bak burada State of the world var, dünyanın durumu adlı kitap. Biz bunu her sene yayımlıyoruz, kaynak da yazdım buraya bak o kaynakta Amerika’da yazılan State of Word’ün Türkçesi. Deprem ile ilgili. Ama ben sana yavaş yavaş kitaplar vereceğim. Hadi sen sor ne soracaksan?
Pınar Dağ: Sorularımın hepsini sormadan yanıtladınız hatta ziyadesiyle zaman ayırdınız. Teşekkürler gerçekten…
Hayrettin Karaca: Rica ederim. Biliyorsun Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ ile Kanal B‘de Giderayak adlı bir programımız var. Onunla biraz şaka maka derken topluma bir görev veriyoruz. Mesela bugün ben Pınar’ın yerinde olsam Başbakan‘a topraklarımızı sat diye seçmedim. Vekil olarak vekâlet verdim sana ama ben o cesareti vermedim sana, bunu nerden buluyorsun? Devlet toprak satar mı hem de yabancılara. Yazıklar olsun sana. Altında vatandaşlık numaranı da yazıp, imzanı yazar gönderirim. İşte yarın komşuna, apartmanda bulduğun yakınına yazdırırsın ama aynısını yazdırmazsın, ablana, teyzene, akrabana, sevdiklerine bütün herkese bunu anlatırsın. Başlarsın bir yerden. Çalıştığın yerdekilere herkese yazdır. Bak biz TEMA olarak 1 milyon küsur imza topladık 2/B’ye karşı bir imza topladık. Ama hiç faydası yok hiç hiç! Ama eğer biz topluma inseydik, toplumun 500 bin kişisi etki gösterseydi o daha etkili olurdu. Sen bir vatandaş olarak görevini yapıyorsun, benim beklediğim bu. Suçluyuz, suçlusun, suçluyum, suçlular! Çünkü ben ülkenin varlığına ortağım ama ben ülkemin sorunlarına ortak değilim.
Pınar Dağ: Bence gerçek bir mühendislik çalışması yapılıyor üzerimizde, uyuşturuluyoruz galiba!
Hayrettin Karaca: Hayır, hayır, hayır! Ben 9 senedir televizyon seyretmiyorum. Bazı zamanlar arkadaşlarım beni seyret, şu programı bir seyret diyor, o da 3 kere ya da 5 kere oluyor. Televizyon açmasını bilmiyorum hatta açtırıyorum. İzleyemiyorum.
Pınar Dağ: Ben de televizyon izlemiyorum (diyerek atıldıysam da yine gözüne girdiğimi sanmıyorum. Oku oku ve oku diyor da başka bir şey demiyor)
Hayrettin Karaca: Okuyun evladım okuyun!

İdea’nın Aynası

Madem ki çaresi yok, gel öpüşüp ayrılalım.
Hayır, bitti benim için; sana verecek bir şeyim yok artık:
Ve seviniyorum, evet, tüm yüreğimle seviniyorum,
Böyle tertemiz özgür kılabildiğime kendimi.
Sonsuza değin ayrılmak üzere el sıkışalım, tüm yeminlerimizi yok edelim,
Ve günün birinde gene karşılaşırsak, eski sevgimizden bir tek zerrenin kaldığı
Ne senin yüzünden anlaşılsın, ne benimkinden,
Şimdi Aşkın son nefesinin son solumasında,
Nabzı düşen Sevda suskun yatarken,
Sadakat onun ölüm döşeğinde diz çökmüşken,
Saflık onun gözlerini kapatırken,
Şimdi herkes ondan umudunu kestikten sonra,
Sen istesen, ölümden kurtarıp onu kavuşturabilirsin yaşama.

Michael Drayton
Mina Urgan
İngiliz Edebiyatı Tarihi / YKY

Unutup gülümsemen çok daha iyi

İlk geçliğinde vazgeçti güzellikten,
Umuttan, sevinçlerden, hoş davranışlardan vazgeçti;
Gözlerini kapadı boş özentilere bakmasınlar diye
Ve acı gerçeği seçti.
*
Kıpırdama dur, kıpırdama dur kırılan yüreğim;
Kıpırdamadan dur ve kırıl;
Yaşam ve dünya ve kendi benliğim,
Bir düş uğruna değişti.
*
Aşk için iş işten geçti, sevinç için, geçti;
İş işten geçti, iş işten geçti.
*
Ama kendi benliğine kendi bağladığın zincirden kim kurtaracak seni? 
Hangi yürek dokunacak yüreğine? Hangi el eline? 
*
Yüreğimi elime aldım
-Ah sevgilim, ah sevgilim-
“Düşeyim ya da ayakta kalayım” dedim,
“Yaşayayım ya da öleyim,
Ama beni bir kez olsun dinle
-Ah sevgilim, ah sevgilim-
Bir kadının sözleri güçsüzdür ne de olsa,
Sen konuşacaksın, ben değil.
”Yüreğimi eline aldın
Dost bir gülümsemeyle;
Eleştiren gözlerle inceledin onu,
Sonra bir yere koydun.
“Daha olgun değil” dedin,
“Biraz beklemek yerinde olur.”
Sen onu yere koyarken kırıldı,
Kırıldı ama, belli etmedim.
Sözlerine gülümsedim.
*
Yüreğimi elime alıyorum,
-Ah Tanrım, ah Tanrım-
Kırık yüreğimi elime alıyorum.
Sen gördün, sen yargıla.
Ateşinde yüreğimin altınını arıt,
Cürufundan temizle.
Evet, tut onu.

Yüreğimi elime alıyorum,
Ölmeyeceğim, yaşayacağım.
Senin yüzünün önünde duruyorum;
Çünkü benim gibilerini sen çağırırsın kendine.
Neyim varsa getiriyorum sana,
Her şeyimi veriyorum sana.
Sen gülümsersen, ben de şarkı söylerim.
Fazla sorgu sual da etmem
*
Anımsa beni ben gidince,
Tâ uzaklara, sessiz ülkeye gidince,
Artık benim elimi tutamayınca
*
Unutup gülümsemen çok daha iyi,
Anımsayıp dertli olacağına.
*
Ama düşlerimde bana geri gel ki
Ölümün soğukluğunda öz yaşamamı yaşayayım yeniden.
Düşlerimde bana gel ki,
Sana nabza karşı nabız, soluğa karşı soluk vereyim.
Alçak sesle konuş, eğil bana doğru,
Eskiden olduğu gibi sevgilim, çok eskiden.
*
Ey toprak, ağır bas gözlerinin üstüne;
Gözlemekten bıkmış tatlı gözlerini mühürle, toprak;
Sıkı sıkı sar her bir yanını,
Uyuyor sonunda, dert, kargaşa bitti;
Uyuyor sonunda, savaş, dehşet geçti;
Uyuyor sonunda, düşsüz bir uykunun içine kilitli.
*
Ben yaşarken beni sevmedi; ama ölünce
Acıdı bana. Benim bedenim soğukken,
Onun bedeninin sıcaklığını düşünmek çok tatlı!
*
Ben ölünce sevgilim,
Hüzünlü şarkılar söyleme bana;
Güller dikme mezarımın başına,
Gölgeli selviler de.

Üstümdeki yeşil çimen ol,
Sağnaklar ve çiğ taneleriyle ıslak.
Ve canın isterse anımsa,
Unut canın isterse.
Gölgeleri görmeyeceğim,
Yağmuru duymayacağım,
Bülbülü dinlemeyeceğim,
Acı çekercesine öterken.

Ve ne azalan, ne de artan
Alacakaranlıkta düşler göreceğim.
O zaman anımsarım belki,
Unuturum belki de.
*
Yüreğim öten bir kuş gibi,
Yuvası sulak bir filiz.
Yüreğim bir elma ağacı gibi,
Eğilen dalları meyvayla yüklü.
Yüreğim gökkuşağı renkli bir deniz kabuğu gibi,
Huzurlu bir denizde oynayan.
Yüreğim bütün bunlardan daha sevinçli,
Çünkü sevgilim bana geldi.
Christina Rossetti

Bahara Doğru

Kış bitmiş sayılmaz henüz,
yanına çömelmiş
bahar hakkında konuşuyorum
bodur limon ağacıyla,
soğuktan uçları biraz yanmış
yapraklarının,
gene de canlı ve dilbaz,
ne biliyorsa anlatıyor
hızla yutarak kelimeleri,
soruyorum, daha ince kimse
sözetmemiş ona Monet’nin
ufarak tablosundan,
gidip içerden getiriyorum
kartpostalını resmin,
bakıyor uzun uzun, susuyor,
kimbilir ne düşünüyor.

Enis Batur

Otların Uğultusu Altında

1.
Hangi hayal hangi hatıranın yerini tutar
Bir gövdeden ötekine gölgelenen zamanlar
Ey çaresizlikten yapılmış yaşama bilgisi
Taşların taşlarla konuştuğu bu yalnızlıkta
İnsan üzüntüden başka nedir ki…

11.
Hepimiz kendimizi gömdük geliyoruz.

Yakamızda birer gözyaşı fotoğrafı
Avuçlarımızda ölümden soğuk bir dua
Toprağın merhametine inanarak korkuyla
Birbirimizin omuzları üstünden
Mezarlığın dışındaki hayata bakarak
İçimizde dünyadan yapılmış bir keder
Bizi yaşamakla cezalandırmış bir tanrı
Gömdük kendimize geliyoruz.

23.
Birinci konuşmacı, “şiir okunmuyor” dedi.
İkincisi, “şiir ayağa düştü” dedi.
‘Şiirin okunması için bir şeyler yapmalı’ dedi, üçüncü.
Dördüncü ‘şiirin hiçbir zaman çok okuru olmamıştır’ dedi.
‘Yeni bir şiir yazılmıyor nicedir’ diye bitirdi sonuncuları.
Konuşmaların altında kaybolmuş altı dinleyici, kargacık
burgacık bir yazı gibi çıktı. Birisi ‘şair olmak ne zormuş’ dedi.
Diğeri ‘asıl okur olmak ne zormuş’ dedi. En sessiz duranları
‘biz şimdi şiir okuyalım mı okumayalım mı’ dedi.

24.
Ömür Hanım…
İçinden geçmediğin zaman
İçinden geçmediğin söz
İçinden geçmediğin rüya
Sana karşı işlediğim
Bir unutma suçudur.

25.
Ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı
Sesinin fotoğrafı. Boşluğun fotoğrafı.
Parmak uçlarındaki karıncanın,
Ruhtaki üşümenin…

Ölüm kimseyi bu kadar yalnız bırakmazdı.

26.
Sana benzemeyen gül olmaz olsun.

Üç yıldır ağzın çiçek açmıyor
Üç yıldır odalarda kokun yok
Üç yıldır dünyayı sevmiyorum
Yoksa benim gül ile ne davam var.

27.
Ayrılık derdine doyamadığım

Bütün fotoğraflarının altına kirpiklerimle kazıdım
Bundan büyük sevgi sözü bilmiyorum Hatice…

28.
Sözlerimi toparlıyorum usul usul
Dünya, seni sevdiğim dünya değil.

43.
Güzellik…

Başka duam kalmadı.

62.
İnsanlar çocuklarını severken bile gülümseyemiyor
Nasıl bir gelecek, öyle mi…

64.
Üç yıldır bütün sesler senin yarım kalmış sesin
Üç yıldır yüzün dünyanın tek fotoğrafı
Üç yıldır senden yapılmış bir kapıyım.
Bunu da sen öğrettin biliyor musun
Sevmek ölümden uzun sürüyormuş.

70.
İnsan -dedi- ağaçlar, otlar, çiçekler gibi
Her bahar yeniden başlasaydı sevmeye
Ne güzel olurdu değil mi?

İyi ki hatıralar bir yere gitmiyor…

Biz onlara tutunarak unutuyoruz ölümü
Biz onlara tutunarak dünyaya inanıyoruz
Biz onlara tutunarak yalnızlığı seviyoruz.

71.
Sonra insan bir gün
Yalnızlığını gösterecek kimseyi bulamıyor.

Ah ey zaman ölüleri
Var mıydınız, yaşadık mı
Şimdi herkes nerede…
İnsan bir gün yalnızlığın da dışına düşüyor.

87.
Ölüm… kapım ardına kadar açık

Şükrü Erbaş
Otların Uğultusu Altında
2017-2018

Niyâzî-i Mısrî Dîvân’ından Seçmeler

Tevhîd ile

Kalbini Cennet bağı yap, çesme-i tevhîd ile,
Rûh bahçeni gülsen eyle, gonca-i tevhîd ile.

Hem mekansız, hem zamansız, nihâyetsiz yollar,
Kat’ider gönül erbâbı, kuvvet-i tevhîd ile.

Her ne kadar, yüz karası, yaptıysa isyan sende.
Temizlenir her yerin, sâbûn-i tevhîd ile.

İns ve Cin âlemlerini, aşarak arşa çıkar,
Kim ki mi’râc eylediyse, cezbe-i tevnîd ile.

Ey Niyazî Ârif-i billah gönülden kaldırır.
Yetmiş bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhîd ile.

***

İnsan

Gel ey gurbet diyârında, esîr olup kalan insan,
Gel ey dünyâ harabında, yatıp gâfil olan insan!

Gözün aç, etrâfa bir bak, nice beğler gelip geçti,
Ne mecnûndur bu fâniye, gönül verip duran insan!

Kafesde bülbüle şeker, verirler fakat hiç durmaz,
Aceb niçin karâr eder, bu zindana giren insan!

Ne müşkil olur gafletde, kalıp hiç inanmayıp,
Ölüm vaktinde Azrail, gelince uyanan insan!

Kararmış gönlün ey gâfil, nasihat neylesin sana,
Taştan katı olmuş kalbi, öğüt kâr etmiyen insan!

Aklını başına topla, elinde var iken fırsat,
Sonsuz azâb çekecekdir, (Adam sen de) diyen insan!

Niyazî bu öğütleri, ver önce kendi nefsine,
O gün kurtulacak ancak, kulluğunu yapan insan!

***

Arzularsın

Nefsini terketmeden, Rabbini arzularsın,
Hayvanı sen geçmeden, insanı arzularsın!

(Men arefe nefsehü, fekad arefe rabbeh),
Kendini sen bilmeden, Sübhânı arzularsın!

Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan,
Ma’şûka kavuşacak, zamanı arzularsın!

Dışarı üfürmekle, yakılır mı bu ocak?
Gönlün Hakka vermeden, ihsânı arzularsın!

Dağlar gibi kuşatmış, tenbellik, kardeş seni,
Günahını bilmeden, gufranı arzularsın!

Konuk için evin yok, hiç hazırlığın da yok,
Issız dağın başında, mihmânı arzularsın!

Bostanı, bağı geçdin; meyvesin bulamadın,
Sen söğüt ağacından, rummânı arzularsın!

Gece sayıklar gibi, anlaşılmaz söz ile,
Sen de mi ey Niyazî irfanı arzularsın?

Camı temizlemeden, aynayı arzularsın,
Zünnârını kesmeden, îmânı arzularsın!

Küçük çocuklar gibi, binersin ağaç ata,
Tecriben yok, topun yok, meydânı arzularsın!

Karıncalar gibi sen, ufak ufak yürürsün.
Meleklerden ileri, seyrânı arzularsın!

Topuğuna çıkmadan, suyu deniz sanırsın,
Sen dereyi geçmeden, ummanı arzularsın!

Haydi Niyazî yürü, atma okun ileri,
Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın!

***

Gerek

Ârif-i kâmil kelâmın duymağa irfan gerek,
Sırr-ı muğlakdır, gönülde zevk ile vicdan gerek!

Bir hazinedir tasavvuf, mâlik olmaz her hasis,
Bulmağa ânı cihanda, bir yeğit sultân gerek!

İnci taşıyan sadefe, kavuşmak kolay olmaz,
Bulunmaz nehr içinde, bahri bî pâyân gerek!

Ma’rifet da’vâsı eden, sahtekâr bilmez mi ki,
Kalbindeki arzuya elde, huccet-ü burhan gerek!

Ârif gezer hak içinde, herkes tanımaz onu,
Aşk ateşinde yanarak, hâl ile yeksan gerek!

Şöhretle övünen kimse, Hakdan nasîb alamaz,
Bâtının umranı için, zâhirî viran gerek!

Ölmeden önce ölerek, kabri ve haşri görüp,
Mâlik-ül-mülk huzûrunda, kalbi hem hayran gerek!

Şeri’at sıratı ile, nefs âteşinden geçip,
Kalbi habâisden ârî, Ravda-i Rıdvan gerek!

Söylediği, işittiği, her dâim fikr etdiği,
Bî-kem ve bî-keyf olarak, Hazret-i Rahmân gerek!

Ey Niyâzî, Hakka vuslat, herkese olmaz nasîb,
Güneşden ziyâ alacak ay gibi insan gerek!

***

Sen

Aldın mı kalb yoluyla, yekta haberini sen?
Duydun mu hem Yûsuf ve züleyhâ haberin sen?

Kalbini nice yıllar, ağlatmadı mı bu aşk?
Alsan nolur doğruca, Leylâ haberini sen?

Dağlar dahî duramaz onun yüzüne karşı,
Âlime sor Tûr ile Mûsâ haberini sen!

Sular gibi yüzünü, yere sür. Durma yüksek.
Alçaklarda bulursun, derya haberini sen!

Alemde nice yüzbin kişi aşkdan, bahseder.
Sorma o mecnûnlara, Mevlâ haberini sen!

Bülbüle bakma sakın, âşık olayım dersen,
Pervaneden al gizli, sevda haberini sen!

***

Uyan ey Gâfil

Uyan gafletten ey gâfil, seni aldatmasın dünyâ,
Yakanı al elinden ki, seni sonra kılar rüsvâ!

Ne sandın sen bu gaddarı ki, tâ böyle onu sevdin,
Onu her kim ki sevdiyse, dînini eyledi yağma.

Adavet kılma kimseyle, sana nefsin yeter düşman,
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhır olunca tâ.

İşittin Hak Resûlünden nice âyet ve ahbârı,
Velî nidem ki, kâr etmez, bu öğütler sana asla.

Bu zâhir gözünü örtüp, bana tut can ile gönlün;
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i ma’nâ.

Kelâm-ı Mustafâ zevkin dimağında bula gör ki,
Muâdil olmaz ol zevke hezârân men ile selva.

Kemâl-i devlet istersen oku âyât-i Kur’ân’ı
Ki her harfin içinde var Niyâzî, bin dürr-i yekta.

***

Seherlerde

Uyan gafletten ey nâim,
Hakka yalvar seherlerde.
Döküp acı yaşı dâim,
Hakka yalvar seherlerde.

Kapısında durup her bâr,
Yüzün dergâhına tut vur.
Yürekten kil den-â-dem zar.
Hakka yalvar seherlerde.

Seherlerde açılır gül.
Onun için zâr eder bülbül,
Uyanıp derd ile ey dîl.
Hakka yalvar seherlerde.

Gel ey bîçâre miskîn,
Dolaşma gezme âvâre,
Dilersen derdine çâre,
Hakka yalvar seherlerde.

Açılır bâb-ı sübhânî,
Çekilir hân-ı sultanî,
Dökülür feyz-i Rabbanî,
Hakka yalvar seherlerde.

Seherde kalkuban her gâh,
Yüzün yere sürüp kıl âh,
Ere lütfu sana nâgâh,
Hakka yalvar seherlerde.

Seherde uykudan uyan,
Niyâzî durma derde yân,
Ol kim irişe derman,
Hakka yalvar seherlerde.

***

Güzel Allahı Bul

Gel ey gönül, Hakka giden râhı bul,
Ehli derd olup, derûn-ı âhı bul,
Canın ilindeki şems-ü-mâhı bul,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.

Devlet-i dünyâya mağrur olma sen,
Lezzet-i câhına mesrûr olma sen,
İzzetim buldum diye hor olma sen,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.

Gerçi Allaha ibâdet de güzel,
Zühd-ü takvâ vü kanâat de güzel,
Halvet ehline kerâmet de güzel,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.

Ol sana açmış durur dâim gözün,
Sen yitirmişsin ha ararsın özün,
Bî-cihet göstermiş eşyada yüzün,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.

Sen de İste, Sen de Bul

İster isen bulasın cânânı sen,
Gayre bakma sen de iste sen de bul
Kendi mir’atında gözle ânı sen,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.

Her sıfat kim sende var izle onu,
Gör ne sırdan feyz alır gözle onu,
Erişince zâtına özle onu,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.

Kenz-i mahfi aşikâr hep sendedir,
Yaz ve kış, leyl ü nehâr hep sendedir,
iki âlemde ne var hep sendedir,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.

“Men aref” sırrına er, ko gafleti,
Gör ne remzeyle bu insan sûreti,
Haşr ü neşreyle Tamuyu Cenneti,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.

Haşr-i sûru hâlin inkâr eyleme,
Gülşen iken yerini har eyleme,
Enfûsü âfâkı bil ar eyleme,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.

Zât-ı Hakkı anla zâtındır senin,
Hep sıfatı, hep sıfâtındır senin,
Sen seni bilmek necâtındır senin,
Gayre bakmrı. sen de iste sen de bul.

Sûreti terk eyle, ma’nâ bula gör.
Ko sıfatı bahri zâta dala gör,
Ey Niyâzî şark u garba dola gör,
Gayre bakma sen de iste sen de bul.

***

Eyler

Hakkın kullarını ba’zı kul eyler,
Onı kul eylemez, yine ol eyler.

Alan viren odur, bâzâr içinde.
Kimin bây ü kimini yoksul eyler.

Kiminin bakırını ider altun.
Kiminin altunını kara pul eyler.

Kimini güldürür dâ’im cihânda,
Kiminin âh ü efgânın bol eyler.

Kiminün sevdügin alur elinden,
Kimisinün erin alur dul eyler.

Kimine istemezken virür evlâd,
Kimi ister ana yâd oğul eyler.

Kimi bulmaz geye çulden abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler.

Kiminin tatlı balını eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.

Kimin bülbül eder güle kılar zâr
Kimin pervâne veş yakıp kül eyler.

Eder ak güneşi geh kara balçık,
Kara balçığı açar gâh göl eyler.

Kimi Îsâ nefestir eder ihyâ,
Kimi deccal olup, sağa ol eyler.

Çürüğü sağ edüp, sağı çürük hem,
Solu sağ ve sağı gâhî sol eyler.

Fili gâhî karınca kursağına,
Koyup karıncayı gâhî fil eyler.

Çıkarır gâhî yoldan nice yolcu,
Gâhî yolcuyu göstermez yol eyler.

Gâhî ıssız harabı şenlik edip,
Gâhî şenliği dağıtıp yıl eyler.

Anasır ipliğin tığ iğnesinden,
Geçirip onu bu, bunu ol eyler.

Yeli gâhî letâfettle eder od,
Odu gâhî kesafetle yel eyler.

Suyu dondurup eder taş ve toprak,
Taşı toprağı akıtıp sel eyler.

Hurûf-i cerre gibi cümle eşya,
Birbirine uzanıp el eyler

***

İmiş

Derman aradım derdime,
Derdim bana derman imiş,
Burhan aradım aslıma,
Aslım bana burhan imiş.

Sağ u solum gözler idim,
Dost yüzünü görsem diye,
Ben taşrada arar idim,
O can içinde can imiş.

Öyle sanırdım ayrıyem,
Dost gayridir ben gayriyem,
Benden görüp işiteni,
Bildim ki, ol cânân imiş.

Savm-ı salât ü hac ile,
Sanma biter zâhid için,
İnsân-ı kâmil olmağa,
Lâzım olan irfan imiş.

Kande gelir yolun senin,
Ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini,
Anlamayan hayvan imiş.

Mürşid gerektir bildire,
Hakkı sana Hakk-ül-yakîn,
Mürşidi olmayanların,
Bildikleri gümân imiş.

Her mürşide dil verme,
Kim yolunu sapa uğradır,
Mürşid-i kâmil olanın,
Gayet yolu asan imiş.

Anla hemen bir sözdürür,
Yokuş değildir düzdürür,
Alem kamu bir yüzdürür.
Gören onu hayran imiş.

işit Niyâzî’nin sözün,
Bir nesne örtmez Hak yüzün,
Haktan ayan bir nesne yok,
Gözsüzlere pinhân imiş.

***

Muhammed ( aleyhisselâm )

Bir göz ki, nazarında ibret olmasa anın,
Başının üzerinde düşmanıdır insanın.

Kulak ki öğüt almaz, her dinlediği şeyden,
Akıtsan yeri vardır, kurşunu deliğinden!

Bir el ki, onun olmaz, hayır ve hasenatı,
Verilmez ona, Cennet ehlinin derecâtı.

ibâdetin yolunu bilmeyen ayağını kes,
Görsün her geçen kimse,mescidin önüne as!

Bir kalb ki, Hakkın zikri ile olmazsa mu’tâd,
Öyle et parçasına verme sen, kalb diye ad!

Seni şerre götüren, şeytana nefsim deme,
Nefs odur ki meyleder, hep hayırlı işlere.

Kalb denir mi İblîsin yolun tutmuş olana,
Kibr, hased gibi huylar, birer şef olmuş ona.

Şu rûh ki, cismi diri tutar, ona deme can,
Hayvanda da vardır o, damarlarda dolaşan!

Can, odur ki, “Nefahtü” der ona Kur’ân’da Hak,
Nefha-i Rahmâniyye, odur ki bir sırr-ı mutlak.

İşte bu rûha ancak, kavuşan olur insan,
Bu neflıa ashmızdır, görünen sözde insan.

İnsan deyince kişi, rûhu anla ve bil ki,
Rûh-ı musavver odur, ondadır akıl ve bilgi.

İnsanın bu dünyâya gelmesi sebebini,
Anlayan bu rûhdur hem âhiret seferini.

Ol nefha imiş, diri tutan cümle cihanı,
Ol nefha imiş, tezyin eden, bağ-ı cinânı.

Ol nefha için etti, Âdem’e secde melek,
Ol nefha ile buldu, hayat cümle memleket.

Ol nefha ile gözü açılan, görür elbet,
Ol nefhayla çözülür, hem de ma’nâ-i hikmet.

Ol nefhadır Âdem’e, Rabbin büyük ihsânı.
Ol nefhadır ayıran, hayvanlardan insanı.

Gönül onunla eder, Hakkın zikrini mu’tâd,
Ol nefha ile eder, dâim, dost adını yâd.

El onunla vermeğe başlar mülk ile malı,
Ayak dahî bu nefha, ile doğrultur yolu.

Nefs onunla râdiyye ve hem merdiyye olur,
Emmâreliğin atıp, dahî tezkiye bulur.

Velî onunla aştı, semâvâti ey ahî,
Hem de onunla buldu, melekûta terakki.

Ol nefha ki, adem demidir ademi iste,
Ol demle Niyazî erilir menzil-i dosta

Yine dil na’tını söyler Muhammed,
Dil ü can mülkünü söyler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Ne kâdirim seni medh etmeğe ben,
Kemâhi medhi Hak söyler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk,
Senin medhinde âcizler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Boyuna hil’at olanı giyip sen,
Düşüptür saye serviler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Kaşındır “Kâ’be kavseyni ev edna”,
Derinden açılır güller Muhammed ( aleyhisselâm ).

Boyun eğmişdürür çeşmine hayran,
Çemen sahnında sünbüller Muhammed (s.a.v).

Lebîn la’lı dehânın ma’denîdir,
Lisânın vâhyi Hak söyler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Şu vaktin ki, çıkıp gezdin semâyı,
Bulup hazrette rif’atler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Kamu ervâh-ı peygamber hem eflâk,
Seni iclâle geldiler Muhammed ( aleyhisselâm ).

Seni şâh-ı âlem kılıp ol anda,
Kâmûsu ümmet oldular Muhammed ( aleyhisselâm ).

Niçin olmayalar ümmet ki,
Hakkın, Rızâsın sende buldular Muhammed ( aleyhisselâm ).

Ne noksan ire câhına kılarsın,
Niyâzî’ye şefaatler Muhammed ( aleyhisselâm ).

***

Mübârek Ramazan

Yine firkat nârına yandı cihan,
Hasretâ gitti mübârek Ramazan…
Nûr ile bulmuştu âlem yeni can,
Firkatâ gitti mübârek Ramazan…

İndi Kur’ân sende ey nûru güzel,
Leyle-i kadrinde ey kadri güzel,
Gitti ey tehlili tekbiri güzel,
Elveda gitti mübârek Ramazan…

Gah tesbih ü sena vü zikr ile,
Gâhı tahmid ü duâ vü şükr ile,
Can bulurdu mürde diller nûr ile,
Hasretâ gitti mübârek Ramazan…

Bir ay içre bağlanır dedi Resûl,
Cinn ü şeytan etmeye asla füdûl,
Hep duâlar bunda olurdu kabûl,
Firkatâ gitti mübârek Ramazan…

Cem olup Hakka münâcât edelim,
Nûr-ı Kur’ân ile doğru gidelim,
Bilmedin kadrin Niyâzî nidelim,
Dirîgâ gitti mübârek Ramazan…

***

Olmasa

Zerreler zâhir olmazdı, âfitâbı olmasa,
Katreler nerde yağardı, bir sehâbı olmasa,

Bahr-i zâtın mevcinin hiç, şekli ve hududu yok,
Varlığa çıkmazdı birşey, “Kün!” nidası olmasa.

Herkes anlar, hem görürdü, hüsn-i cemâlin O’nun,
Kibriyâyı “Len terânî”den nikâbı olmasa.

Kimbilirdi zât ile sıfatların ma’nâsını,
Peygamberlere inen kitâbullahı olmasa.

Ol kitâblar esrârını, kim ederdi aşikâr,
İnsan denilen O’nun son mahlûkları olmasa.

Haşri inkâr eyleyen, dinsizler susdurulur mu?
Her yıl ağaç ve yaprakda inkılâbı olmasa?

Niyâzî-i Mısrî