Beyaz Bir Gemidir Ölüm

sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde olurum

kötü geçen bir güzü
ve umutsuz bir aşkı anlatan

rüzgarla savrulan
kağıt parçalarına
yazılmış

dağıtılmamış
bildiriler gibi

uzun bir yolculuğa hazırlanan
yalnız bir yolculuğa.

çünkü beyaz bir gemidir ölüm

siyah denizlerin hep
çağırdığı

batık bir gemi

sönmüş yıldızlar gibidir

yitik adreslere benzer
ölüm

yanık otlar gibi.

Sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm.

Behçet Aysan

Ayrılık Ayracı

Bütün ayraçları kaldırdın ama unuttuğun
Bir şey vardı yine de, çiçekleri sulamadın
Gökyüzü sarardı o zaman bulutlar kirlendi
Ve ne kadar az konuşur olduk günboyu
Birden ayrımsadık ki ayrılık orda başlıyor
Tam da susuşların birbirine eklendiği yerde

Ezberlenecek hiçbir şey yok bu dünyada
Kirletilmemiş bir bulut bile yok artık
Böyle diyorsun her yolculuğa çıkışımda
Yaşadığın kent de sana benziyor gitgide
Ne zaman dönmeyi düşünsem yangın çıkıyor
Ya da erteletiyorum biletimi son anda

Uzun bir sessizlik oluyorsun dağlara baksam
Karşılıksız mektuplar kadar burkuluyor kalbin
Yazdığım şiirler de canımı sıkıyor artık
Fotoğraflarımı yırtıp atıyorum tek tek
Ve ben bütün yapraklarımı döküyorken şimdi
Eylül diyorsun, tam da orda başlıyor ayrılık

Üşüyünce ağlıyorsun yalnızım dememek için
Uçaklar gemiler trenler çiziyorsun duvarlara
Kendine bir deniz bul artık bir de rüzgâr
Parçalanacağın bir uçurum bul bu dünyada
Tek tutkun o kenti bırakıp gelmek olmalı
Ve gelirken havaya uçurmak bindiğin otobüsü

Birden ayrımsadık ki ayrılık orda başlıyor
Tam da çiçeklerin sulanmadığı yerde
Konuşacak bir şeyler bulamıyorsak günboyu
Derim ki ayrılık gündemdedir ne yapılsa
Ve sen bütün ayraçları kaldırdığını sanmıştın
Ama unutmuşsun yine de ayrılık ayracını

Ahmet Telli

Belki Yine Gelirim

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
ama bir tufan az mı gelir yoksa, yine de
yırtılan ve parçalanan birşeyler olmalı mutlaka
hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler
Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü
Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
“Tükürsem cinayet sayılır” diyordu birisi
tükürsek cinayet sayılıyor artık
ama nerde kaldılar, özledim gülüşlerini onların

Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
tek yaprak bile kımıldamıyor nedense
ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
okuduğum bütün kitaplar paramparça
çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
sırnaşık aydınlar, arabesk hüzünler
bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma

Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
dizginlerini koparan bir at sanki bu
soluksoluğa kalıyorum her sonbahar
ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim

Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
birgün gelirsek hangi kent güzelleşmez
şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü
ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün

Ahmet Telli

Aşk-ı Lal

I

ateşe koşan kelebekler gibi koştum sana
tüm şehir gördü beni,
bir tek sen görmedin

II

şiir kokan ellerimi tuttun
bedenimdeki arzuyla seviştin
törpüledin korkularımı
gözlerimin kahvesinden içtin
hatırlıyor musun..?
sevdiğin o kadın bendim

III

Rabih dinlemiyorum artık../..heyecanlarını anımsatıyor
Ezginin Günlüğü../..beni sevdiğin günleri
Düş Sokağı../..sevişmelerimizi
benim için sen dinle,
temizlensin kırgınlıklarımın acıyan gülüşleri

IV

ah more!../..bilmiyorum
ben minnacık Giritli bir kadınım
şimdi söyle bana,
ben bu sevdayı hangi denize atayım..?
kahretmesin..!../..bütün denizler mavi,
gözlerine mi atayım..?

V

şairim../..sevgilim!
bu ayrılık yazdığın en muhteşem şiirin..

Pelin Onay

Sihirli Değnek

Bir sihirli değneğim olsa;
vurduğum yerde güller açılsa,
Uçan güller…

Bir sihirli değneğim olsa;
vursam bir nar ağacına,
narlar çatlasa kahkahadan…
Ve bebek yüzlü kızlar,
uzatsa başlarını
tane tane dallardan…

Onları ceplerime doldursam,
bir masal ömrü sürmek için
götürsem billûr sarayıma!

Ercüment Behzad LÂV

Aşk ve Akşam

Akşamı güneşleyen su,
aşk ve güvendir çatışıp durduğumuz…
durmadan bir iç çekiş bedenle ruh arasında
paslı çivilere asılmış kalabalıklardan
savaş alfabesidir dudakları upuzun
küçük kalpli adamlar.

Taş ve rutubet birbirini uyurken,
seni sevdiğim bütün yerlerde cam ve ateş
merhametim de yanıltıyor beni, aynı seslerden
binlerce bedende geziniyorum içimi
kendi teninde bir bıçakla oynaşıyor rüzgârım ve
kaba bir yağmurun elleri kalıyor içimdeki kasabada
taş toza dönüşüyor.

Aşk ve akşam eski bir fotoğrafta duruyor
aşk: kuma uzanmış yaralı deniz Kavafis’in gözlerinde
akşam: Dicle üzerinde gümüş bir kuş, Harran’dan
daha doğuya akan. Kanafganistan. Orada su soğur
güneş bütün kahrını içer denizin
sen orada buğday ben toprak olsam da
ancak bir asker özetleyebilir annesinin yüzünü
ölümle doğum arasına sıkıştırıp.

Akşamı güneşleyen su,
dili olan suskudur dağlar, göçlerin kedisidir söz
durmadan konuşan buza bir yanıttır
uzun kapılarda harlı atlar. çocuk arabaları ve sis.

Ayın kırağında akşamı güneşleyen düş
yeni bir aşk durduğumuz… durmadan.

Aydın Şimşek

Sabah Yıldızı

Kervanım geçiyordu yıldızların kırdığı şiirlerimden
Toydum, inanıyordum
Geceler geçerdi
Sabahları biliyordum

Benden önce gövdeme inmiş
Sırtımı ağırlaştıran kanatlarım

Gün bildi, çakıldım, kuşlarla kalmıştı bakışlarım

Tarihten acı çekenlerle göçüm kendimden
Gezdim, gezdikçe unuturum sanıyordum yeryüzünü
Sinmiş şehirlerde yabancı yüzlerle konakladım
Ateşi kestim, konuşamadığım dillerden bir dünya yaptım

Kavmimin karanlığı içinde unutkan kervanlara dağıldım
başka adlar altında kendimi kimseye göstermeden
bir uçtan bir uca gezdim yaralı atlasımı
Gök dindi. Gök yüzünü döktü
benim yeryüzünde gördüklerimden
sustu yaz. Sustu onca yazdıım yazı
Ne gittim buradan ne sizlerle kaldım

Önümde, gecenin ucuna yolculuk eden sabah yıldızı
Arkamda dünya, hane halkı….

Murathan Mungan

Kış Güneşi

kış güneşi,
sen hiç bir rüyayı çaldın mı?

seni düşünürken birileri kar içinde
aklına geldi mi
eskiden çok sevildiğin.

yağmurlar iner ve kalkar üstümden
su döner durur bütün gün gövdemde
ne çok yaram var açıp baksana.

bugün, dün ve önceki gün
hayatın boş olduğu…

bir aşkın üstünden koskoca zaman
geçse de, senin de unutamadığın oldu mu?

sonra küçücük bir bebek
mavi gözleriyle gülümsese
seksenden kalan bir fotoğraftan
o hasır oturakta.

kış güneşi,
ne çok yaram var, açıp baksana!

Selahattin Yolgiden

Kal ve Unut

bildiklerini unut
başka bir şey anlatacağım sana
uzun bir zaman sonra
kurtarıp kendimi
rüya göremeyen insanlardan
geri döndüm yalnızlığa.

yağmurlar hep yağar, insan yaşadıkça
huş ormanında kuş sesleri arasında
sıkıca sarıldım kendime
ardino’da

sarı saçlı bir kız çocuğu
el sallarken öksüz bir penreden
sustum ve bildim işte
insan başkası değildir kendinden.

kal ve unut
adını sayıklarken anlamadığın bir şarkıda
ağaçlar, dağlar ve ölü bir koro

kal ve unut,
küçük çocuğum benim
ne kötü şey uçamamak, hele kanatların varsa
yaşadıkça ağlayacak ardından nasılsa
bir kadın, tahta bir masa, dilsiz bir piyano

kal ve unut
göreceksin
yeni yağmurlar getirecek sana
gözlerindeki bulut.

Selahattin Yolgiden

Sonsuzluk

sonsuzluk böyle bir şey dedi
ellerini açarak iki yana kocaman
denizi gösterdi.

deniz, bir taçtaki pahalı
mücevherler gibi
parlayıp duruyordu gece içinde.

sonra ansızın burgaz’da
kilise yolunda beyaz bir kız
avuçlarında bahçelerden
topladığı hanımelleri, sımsıkı.

yaz, iskeleden kalkıp
başka bir denize gitmek gibi,
ya da yaslı bir günde mızıka sesi,
hem acı hem hevesli bazen.

ansızın yitirdiklerimiz aklımızda,
ölenler, ölmeden gidenler
ve yaseminler sonra bembeyaz
ve inci kolyeler ve sedef küpeler.

burgaz’da yürüyorken bir akşamüstü
sonsuzluk böyle bir şey dedi
kalbini gösterdi.

Selahattin Yolgiden