Biz (Zaten)

önce

Çeşitli, birçok kaynaktan akıp biriken öfkemiz,
öyle olur ki, (belki) zavallılığı içinde
pek de haketmediği —belki, layık bile olmadığı—
bir biçimde, boktan birinin kafasında patlar:
Aslında, o çok daha beterini haketmiştir; ama,
işte layık değildir buna aslında.

Öfkemiz kördür
— en çok da ayna karşısında…

Öyle olur ki, bir sürü yönden üzerimize çullanan
çeşit çeşit baskılar, bir basınç kaçağında
biraraya gelip, suratımızın önünde patlayıverir…

Oysa (belki) —herhalde, önceden onları biraraya
getiren, birleştiren, yoğunlaştıran da—, kapağı açarak patlamalarını sağlayan da, kendimizizdir.

Herşeyi birbirine karıştırmışızdır ya —asıl
yaşamsal olarak, kendimize katmak isteyebileceğimiz
etkiler ile, geçirmemiz (ve aşmamız —’kazanmamız’)
gereken gündelik yaşamda, pek önem vermeden —
nazikçe, ya da aldırmazca, belki ezerek — gelmesine,
ama geçip de gitmesine izin vermemiz gereken
ötekilerden gelen etkileri, hep, biribirine
karıştırmışızdır ya: İşte bunun da acısını,
bunun da sorumluluğunu, kendi yaşamımıza katarız —
katmak zorunda kalırız…

Hep tazelemek isteriz ilişkilerimizi
— ama, hiç düşünmeyiz kendimizin
ne denli bayatlamış olduğunu —

Biz kocayıp giderken, geriden gelen genç kuşaklar,
ağzımızı sulandırır — ama işte biz,
eskimişizdir,
artık…

Oruç Aruoba
-yürüme-

Türkiye’de yayıncılık: Her şeye rağmen

Çevirisinden basımına, dağıtımından tanıtımına, davasından dijital dönüşümüne; yayıncılık sektörünün sorunlarına detaylı bir bakış.

Yayıncılık, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hiçbir zaman kolay olmadı. Üstelik Türkiye’nin kendine has sorunları; davaları, sancıları, dağıtımı, ekonomisi, teknolojiyi kullanma biçimi ve ‘bakış açısı’ var. Tüm bunlar bir araya gelince, son durumun fotoğrafını çekmenin şart olduğuna karar verdik.

Sektörün önemli isimleri; Can Yayınları Genel Müdürü Can Öz, Sel Yayıncılık Kurucusu İrfan Sancı, Ağaçkakan Yayınları Yayın Yönetmeni Metin Solmaz, Danışman-Eğitmen Sevengül Sönmez, Yazım Kılavuzu Kurucusu Şeniz Baş ve SimplePUB Kurucusu Bora Ekmekci bize bugünün yayıncılığını anlatıyor:


Can Öz: Zorluk diye sayabileceğim şeyler artık bu işin parçaları

Can Yayınları, Türkiye’nin en popüler ve güçlü yayınevlerinden biri. Babası Erdal Öz’den aldığı mirası başarılı bir şekilde sürdüren Can Öz, yaşadığı sorunları şöyle anlatıyor: “En zoru, babamdan devraldığım bu işi öğrenmek oldu. 2006’da babamı kaybettiğimde; daha okumadığım binden fazla kitap barındıran bir katalog, tanımadığım çevirmenler, yayın piyasasında adını duymadığım sayısız aktör, üzerine yüklü bir borçla karşı karşıyaydım. İşin tuhafı daha ‘irsaliye’ ne demek, onu dahi bilmiyordum. En büyük zorluk öğrenmek oldu. Onun ötesinde zorluk diye sayabileceğim şeyler bu işin parçaları artık: Siyasal baskı, ekonomik belirsizlikler, devlet kurumlarının güvenilmezliği, sosyal medya gerilimleri, telif kanunundaki belirsizlikler, lojistik sistemlerinin gelişmemiş olması ve şimdi de tekrar kapımızı çalmaya başlayan nur topu gibi bir ekonomik kriz.”

‘Yazarınız hapse atılabilir’

Öz, yayıncılığın sorunlarının hiçbir zaman değişmediğini anlatırken, Türkiye özelinde en büyük sorunun demokrasi yoksunluğu olduğunu belirtiyor: “Bir kitap basacağınız zaman korkacağınız şey; fazla basmak, okurun beğenmemesi, kötü kapak tasarlamak, yazara ayıp etmek vs. olmalı. Oysa biz neler yaşıyoruz? Yazarı sevmiyorsa belediyeler ilanları kabul etmez, gazeteler haber yapmaz, iki gün sonra bir belediye etkinliği iptal eder, hatta yazarlardan dolayı siz de çeşitli saldırılarla uğraşırsınız, bunlardan en kötüsü de yazarınız hapse atılabilir.”

‘Kriz olacaksa olsun ve bitsin’

Son günlerde doların yükselmesi ve ekonomik kriz söylentileri tüm sektörleri olduğu gibi yayıncılık sektörünü de etkiliyor. Üstelik siyasi gelişmeler en az ekonomik gelişmeler kadar her şeyi sekteye uğratıyor. Bu parametrelerin yayınevini nasıl etkilediğini soruyorum Öz’e, şöyle yanıtlıyor: “Açıkçası doların yükseleceği, ekonominin bir krize sürükleneceği yaklaşık üç senedir belliydi, ne zaman olacağını bilmiyorduk yalnızca. O nedenle zaten geçtiğimiz yılları buna hazırlanarak geçirdik. Ancak sorun ekonominin kötüye gitmesi değil, bunun da belirsiz olması. Kriz mi olacak, e olacaksa olsun ve bitsin. Yıllardır kriz oldu mu, olacak mı; böyle bir tabloda nasıl bütçe planlaması yapacaksınız? Ekonomik durum ile politik durumu ayırmak zor, çünkü ekonominin rotasını siyaset tayin ediyor. 2004’te AB’ye tam adaylık açıklandıktan sonra sermaye girişleriyle ayaklanan ekonomi, elbette AB’den uzaklaştıkça hızla çöküşe geçecekti.”

‘Enerjik olmayı becermek zor’

Öz, her şeye rağmen umutlu kalmak için çaba gösterenlerden. Hatta birlikte çalıştığı insanları mutsuz görmeye tahammül edemediğini şu sözlerle aktarıyor: “En zorlandığım şey siyasi ve ekonomik parametreler değil. Öngörünüz iyiyse bunu da iyi yönetirsiniz. En zorlandığım şey insanların moralleri, umutları. Birlikte çalıştığım insanlar mutsuz olduğu zaman çok üzülüyorum ve bunu düzeltmeye çalışıyorum. Ancak öyle bir dönemdeyiz ki; zekisi, cahili, yabancısı, muhafazakarı, herkes; etraftaki herkes mutsuz ve umutsuz. İşte bu ortamın içinde şu parametrelerle uğraşmak da, zaman zaman Titanik batarken keman çalma hissi uyandırıyor bende. En zorlandığım şey de bunu saklamak, enerjik olmayı becermek ve etrafımdaki insanları bizi bekleyen korkunç gelişmelere karşı koruyabileceğim güvenini vermek.”


İrfan Sancı: 90’larda yayıncılık bayramı yaşıyormuşuz

Sel Yayıncılık’ın başlangıç hikâyesini İrfan Sancı şöyle anlatıyor: “1990’da yola çıktığımızda, Türkiye’de insanlar yeni yeni 12 Eylül darbesinin baskıcı havasını aralayıp neredeyse topluca okumaya yöneliyordu. Bir kitabın ilk baskısı beş bin adetti. Bir de cezaevinden yeni çıkmışız, genciz, enerji doluyuz. Hiçbir sorunu zorluk olarak görmeden gece-gündüz çalışıyoruz. Şimdi durduğumuz yerden geriye baktığımızda bırakın zorlukları neredeyse bayramı yaşıyormuşuz.

Sancı, 90’lı yılları ‘bayram’ olarak nitelendirirken, yayınevinin geçtiğimiz yıllardaki davalarını soruyorum. Şöyle diyor: “‘Yumuşak Makine’, ‘Görgülü ve Bilgili Bir Burjuva Kadının Mektupları’ ve ‘Genç Bir Don Juan’ın Maceraları’ kitaplarından yargılanıp beraat ettik. Yargıtay, beraat kararını bozup yeniden yargılanmaya hükmetti. Beraat kararını veren mahkeme, bu aşamada verdiği kararda direnmeyip beşer yıl ceza verip ‘hükmün açıklanmasının geri bırakılması’na karar verdi. Bu da “üç yıl içinde benzer bir suç işlersen, bunları da cezana eklerim” demek. Bu karara Anayasa Mahkemesi nezdinde itiraz ettik ama şimdi de AYM’den duruşma günü alamıyoruz.”

‘Kitap yayımladıktan sonra okurun ferasetine kalıyor’

Görüldüğü gibi iyi kitap basmaya çalışmak dışında yayıncılar, başka başka konularla da mücadele ediyor. Sancı, bir kitabın tüm aşamalarını bir zorluk değil de, ‘çözümlenmesi gereken sorunlar’ olarak yorumluyor ve “Böyle yaklaştığımızda telif de olsa çeviri de olsa, nitelikli bir editörün elinden çıkmasına çalışıyoruz. Yayımladıktan sonra artık okurun ferasetine bırakıyoruz her şeyi” diyor.

Türkiye’nin politik ve ekonomik dalgalanmalarının yayınevine olan etkisine ise daha büyük bir pencereden bakıyor Sancı: “Bırakın ülkeyi, dünyanın herhangi bir yerindeki bir olay bile günümüzde piyasaları etkiliyor. Yayıncılık da bundan muaf değil. Bu durum içerikten ziyade maliyeti daha doğrudan etkiliyor.”

Dağıtım ve tanıtım kanallarındaki zorluklara dair ise, bu konunun her dönem bir sorun olarak gündemlerinde olduğunu aktarıyor ve şöyle diyor: “Bunun çözümünün de sihirli bir formülü yok ne yazık ki. Tanıtım mecralarında fiyatlandırma da yine pahalı bir kalem olarak çıkıyor karşımıza.”


Metin Solmaz: Dertsiz başımıza dert açtık

Hazır Bilgi Serisi’ni görenleriniz vardır. Az önce okuduğunuz iki deneyimli yayınevinin yanında oldukça genç olan Ağaçkakan Yayınları’nın Kurucusu Metin Solmaz, hikâyelerini şöyle anlatıyor: “Ağaçkakan’ı biraz keyfekeder kurduk. Dertsiz başımıza dert açtık. Dedik ki, biz güzel kitaplar yayınlarız ve karşılığını bulur. Yanıldığımızı düşünmüyoruz. Genel olarak ‘iyi satanlar’ arasında geçiyor adımız. Ama her şeyi o kadar pahalıya mal ediyoruz ve o kadar ucu ucuna yürüyoruz ki, en büyük derdimiz bu. Yani, iyi matematik bildiğini sanan insanların matematik yanılgısı diyelim.”

‘Medyanın ürkekliği bize dokunuyor’

Sektöre yeni girmiş bir yayıncının, oldukça samimi açıklamaları bunlar. En çok hangi noktalarda sıkıntı yaşadıklarını merak ediyorum, Solmaz şöyle anlatıyor: Zincir mağazalar geleneksel anlamda kitapçılığı neredeyse öldürdüğü için kısa vadede az, uzun vadede çok satan kitapların dağıtım şansı kalmadı. Tanıtım sıkıntıları yaşıyoruz. Medyanın genel ürkekliği bize çok dokunuyor. Gölgesinden korkan gazeteciler kitap yazısı yazarken, kitap tanıtırken de ürkek oluyor doğal olarak.”

Kitabın basım aşamasından sonraki okurla kavuşma anını bir yayıncı keşke arkasına yaslanıp gönül rahatlığıyla izleyebilse. Fakat ne yazık ki, o kısım da ayrı bir süreç ve Solmaz iyi kitabın kitapçılardan uzaklaştığını düşünüyor. Fena halde can yakan o süreci şöyle anlatıyor: “Biz en meşhurundan ilk kitabının yazarına aynı telifi veriyoruz. Dağıtımcımız Punto. Sanırım Türkiye’nin en iyisi.”

‘Uzun satan kitap basmak zor bir iş haline geldi’

Ama her durumda aynı problemler bizi buluyor: “Kitabımız dağılmıyor. Şöyle bir dağılır gibi oluyor. Ama sonra pek çok yerde bulunmaz hale geliyor. Çünkü o ‘son bir aydaki nakit akışı’ içinde az yer bulunca kitaplar gidiveriyor. Halbuki yayınladığımız kitapların satış frekansı zamanla azalmıyor ki… Velhasıl, uzun satan kitap basmak zor bir iş haline geldi. Kitabevi satışları, ya Orhan Pamuk olsun Sabahattin Ali olsun hem çok hem uzun satan kitaplara yahut sabun köpüğü, bugün satıp yarın görünmeyen kitaplara kilitlenmiş durumda. Dolayısıyla, iyi kitap kitapçılardan uzaklaşıyor. Bu da canımızı yakıyor. En büyük iktisadi derdimiz budur.”

Sevengül Sönmez: Sektör çalışanları her işi yapan elemanlar haline geldi

Sevengül Sönmez, uzun yıllardır yayıncılık sektöründe editör, danışman, yayın yönetmeni ve eğitmen olarak çalıştı. Şu sıralar AB ve Türkiye Arasında Sivil Toplum Diyalogu Programı kapsamında ‘Mesleğimiz Yayıncılık’ isimli AB projesinde sektör uzmanı olarak çalışıyor. Yapı Kredi Yayınları’nın çeşitli projelerinde de çalışmaya devam eden Sönmez aynı zamanda Bilgi Eğitim’de ‘Yayıncılıkta Editörlük’ eğitimini veriyor.

Sönmez, şimdiye dek edindiği deneyimlerden yola çıkarak yayıncılığa dair gördüğü sıkıntıları şöyle paylaşıyor: “Bence en büyük sorun, sektör çalışanlarının görev tanımları olmaksızın her işi yapan elemanlar haline gelmesi. Editörlerin nitelikli işler üretmesinin değil de, kaç kitap hazırladıklarının değerlendirilmesi gibi. İç içe geçen ve kolayca odağını kaybeden bir çalışma ortamı olması, iş yükünü çoğaltıyor. Çevirmen iyi bir çeviri yapamamışsa, editör onun tüm eksiklerini gideren kişi oluyor; ama bu yaptığının karşılığını alamıyor. Tanıtım bölümü, yayınevi içinde gerekli sayıda kişiyle çalışamıyor ama kitapların her yerde görünmesi isteniyor. Kısaca, var olan iş kapasitesini karşılayacak sayıda kişi istihdam edilmiyor.”

‘Nitelikli insan olmaması, yayıncılık sektörünün eksiği’

Yayıncılığın nitelikli insan gücüne dayanan bir iş olduğunu savunan Sönmez, çözüm için önerilerini şöyle sıralıyor: “Editörlükten, kitap satış noktasına kadar pek çok yerde nitelikli insan olmaması, sektörün en büyük eksiği. Öte yandan az sayıdaki nitelikli insanın maddi-manevi emeğinin karşılığını alamaması da bu sorunu büyüten bir sıkıntı. Yayıncılık konusunda eğitimlerin artması, bu alanda tecrübe sahibi insanların çoğalması gerekiyor.”

Şeniz Baş: Yayıncılığın meslek olarak görülmesini sağlamak lazım

1996’dan bu yana kitabevi müdürlüğünden satınalma yöneticiliğine ve yayınevi sahipliğine kadar farklı alanlarda çalışan Şeniz Baş, onlarca kitabın editörlüğünü de üstlendi. Bu aralar çocuk kitapları yazıyor ve 2017’de 9 yaş üstü için yazdığı romanların yayınlanmasını bekliyor. Baş’ın, Pınar Falcıoğlu ile birlikte kurduğu Yazım Kılavuzu, yazar adayları ile uzman editörleri ve yazarları bir araya getirmeyi amaçlayan bir edebiyat platformu.

Baş, Yazım Kılavuzu’nu yazar adaylarının da sıkça sorduğu “Kitabım neden reddedildi” sorusuna yanıt olmak için kurduklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyor: “Yazar adaylarının dosyaları yayınevi yayınevi dolaşırken bu soruların da, yazma motivasyonunun da giderek eridiğini görmek üzücüydü. Nasıl  yardımcı olabiliriz, iyi kalemlerin kaybolmasına nasıl engel olabiliriz arayışı bizi Yazım Kılavuzu’na getirdi.”

‘Kitapların bir aydan fazla rafta kalabilmesi mucize’

Yayıncılığın neredeyse her alanında bulunmuş biri olarak Baş, sorunların çok ama özellikle üçünün önemli olduğunu şöyle anlatıyor: “Kitabevlerinin yeterli olmayışı önemli bir sorun. Büyük şehirlerde yaşayan bizler her şeyin dijital ile değiştiğini sanıyoruz. Oysa Anadolu’da kitapla buluşulan noktalar hâlâ kırtasiye ve kitabevleri. Kitapların bu noktaya ulaşması, ulaşsa bile raflarda bir aydan fazla kalabilmesi bir mucize. Dağıtım kanallarının ve kitabevlerinin ciro kaygısı ile çok satanlar dışındaki eserleri raflarda tutmak istememesi, nitelikli eserlerin hızla piyasadan çekilmesine hatta dağıtılmamasına neden oluyor. Güçlü bir kalemin ilk kitabının yeterli dağıtılmaması ve dolayısıyla satmaması -eğer işinin ehli bir yayıncı ile çalışmıyorsa- yeni kitabının basılmaması demek.”

Kitabevi yoksunluğunu derinden hisseden biri olarak Baş’a katılmamak mümkün değil. Diğer sorunları ise şöyle anlatıyor: “Uzman çevirmenler de büyük ihtiyaç alanlarından. Anadilini ve çeviri yaptığı alanı da iyi tanıyan, entelektüel birikimi yüksek çevirmenlere ihtiyacımız var. Üçüncü önemli sorun ise genç, idealist, yetenekli gençlerin yayıncılığa kazandırılmasıyla ilgili. Yayıncılığın tüm alanlarının bir meslek olarak görülmesini sağlamak lazım.”

Bora Ekmekci: Yayıncılık sektörü dijital dönüşümünü gerçekleştiremedi

Bora Ekmekci, idefix.com ve D&R bünyesinde hem kitap hem de e-kitap tarafındaki 14 yıllık tecrübesinin ardından kendi şirketini kurdu. Bir yayınevinin tüm süreçlerinin yönetilebileceği bir sistem olarak tanımlayabileceğimiz SimplePUB, kısa sürede sektörün birçok sıkıntısını da gidereceğe benziyor.

Ekmekci, dijital yayıncılığa dair ilk anısını şöyle anlatıyor: “idefix’in ilk kurulduğu yılları hatırlıyorum. Yayıncılar ‘İnternetten kitap mı satılır?’ diyorlardı! Şimdi geldiğimiz durumda bırakın son kullanıcıya kitap satışını, kitapçılar bile artık internet üzerinden kitap dağıtımı yapan Prefix ve Emek Kitap gibi dağıtıcıları tercih ediyorlar. Yayıncılık sektöründeki e-ticaretin payı da her geçen yıl ortalama yüzde 40 ile büyümeye devam ediyor. İsim vermek doğru olmaz ama bir kısım yayınevlerinin satışlarındaki e-ticaret payı yüzde 50’lere yaklaştı. Daha popüler kitaplar hâlâ mağazalarda çok satıyor. Ama bunun dışındaki kitaplar e-ticaret tarafında daha iyi satılıyor. Yani, 15 sene önce ‘İnternetten kitap mı satılır?’ diyen yayınevleri şimdi e-ticaret firmaları ile kampanya yapabilmek için uğraşıyor.”

‘E-kitap, basılı kitapla yarışır duruma gelecek’

Yayınevlerinin e-kitap tarafında bir direnci ya da ilgisizliği olduğunu düşünen Ekmekci, e-kitabın geleceğini şöyle aktarıyor: “Nasıl ki internetten kitap satın almak daha kolay ve avantajlı olduğu için tercih edilmeye başladıysa, e-kitap da aynı nedenlerden dolayı basılı kitapla yarışır duruma gelecek. Evet, e-kitap basılı kitabı bitirir demiyorum kesinlikle. Çünkü kitap aynı zamanda bir arzu nesnesidir ama e-kitap tarafında da okur için birçok kolaylık bulunuyor.”

‘E-kitap yayınlamazsanız, ciro da gelmez’

Dijital dönüşümü izleyen Ekmekci, e-kitaba gereken ilginin gösterilmemesinin yayıncılığın en büyük sorunu olduğunu düşünüyor. Bu duruma getirdiği çözüm önerisi ise şöyle: “Evet anlıyorum, e-kitap ciroları basılı kitaba göre çok düşük. Ama burada bir kısır döngü de var. Siz e-kitap yayınlamazsanız, ciro da gelmez. İnsanlar da korsan e-kitaplara yönelir. Yani talep var ama sektör olarak arzı üretemiyoruz. Bu da korsan e-kitap dolaşımını teşvik ediyor. Siz insanlara keyifli bir okuma deneyimi ve içerik çeşitliliğini sunarsanız, okurların büyük çoğunluğu zaten bu parayı vermeye hazır. Ancak siz e-kitap yayınlamıyorsanız, o kitabı ille de e-kitap formatında okumak isteyen okuru korsana yönlendiriyorsunuz. Bulmak da hiç zor değil! Google’a okumak istediğiniz kitabın ismini ve epub kelimesini yazın, hemen karşınıza çıkacaktır.”

Yayıncılık sektörünün dijital dönüşümünü gerçekleştiremediğini söyleyen Ekmekci: “Hâlâ çıkan yeni kitap bilgileri firmalara mail ile atılıyor. Yayınevleri güncel stoklarını bilmiyor. Kendileri bilmedikleri için tedarikçi firmaları da net bir şekilde bilgilendiremiyorlar ve e-ticaret sitelerinde aslında stoğu olmayan kitaplar satılabiliyor. Bu da müşteri memnuniyetsizliği yaratıyor. Aynı durum yazar ve çevirmen teliflerinde de geçerli. Kötü niyetli olmasa da sistemsizlik nedeniyle telif hesaplamalarında ve ödemelerinde sorunlar yaşanabiliyor.”

Nihan Bora

Genelde dar gelirli kesim satın alıyor.

Türkiye’nin son yıllardaki en büyük sorunu -belirgin bir şekilde telaffuz edilmese de- ekonomik kriz. Dile getirmekten kaçınılan bu kriz, hemen her sektörü derinden etkiledi, etkiliyor. Can Yayınları’nın sahibi Can Öz ise kitap pazarında tam aksi bir durumun yaşandığını söylüyor.

“En çok, dar gelirliler kitap satın alıyor” diyen Öz, Diken’e, okurun Türkiye’nin sorunlarından uzaklaşarak huzuru nasıl aradığını anlattı…

‘Kitap okuru Türkiye ile dertli olmaktan bıktı’

Türkiye’de ‘sessiz’ bir ekonomik kriz yaşanıyor. Enflasyon ve işsizlik rakamlarında dünyayla kıyaslandığında rekorlar kırılıyor. Kişi başına gelir her geçen gün düşüyor. Halk yoksullaşırken, bu arada kitapçılar da sessiz sedasız kapanıyor. Siz ise kitap pazarının büyüdüğünü söylüyorsunuz. Bu nasıl mümkün oluyor?

Mümkün oluyor çünkü yayıncılar krizin çocuklarıdır. Dolayısıyla biz kriz olmasa da, krizdeymişiz gibi yaşarız.

Niye?

Türkiye’de ekonomik kriz olduğunda, bunun olacağını önceden hisseden, daralma yaşayan ve krizden sonra da en hızlı toparlanan sektör, yayın piyasasıdır. Ayrıca insanlar kriz olduğunda, daha az sokağa çıkıyor, evlerinde kitap okuyor, kitap satışları da artıyor. Mesela geçen yıl kitap piyasası büyüdü.

Ortalama bir kitabın fiyatı 17 lira. Asgari ücretin bin 300 lira olduğu düşünülürse bir kişi ancak üç saat çalışıp bir kitap satın alabiliyor. Türkiye’de kitabı kim alıyor?

Genelde dar gelirli kesim satın alıyor. Bu süreçte sadece kitap alımının şekli değişiyor. Okuyucu kitapçı yerine internetten indirimli kitapları alıp okuyor.

Zenginler kitap okumuyor mu peki?

Zenginler çok kitap satın almaz. Zaten gelir arttıkça kitap alımının arttığı yönünde bir veri de yok.

İnternet üzerinden kitap neredeyse yarı fiyatına satılıyor. Türkiye’de klasik kitapçılık bitiyor mu?

Bence bitiyor. Tüm dünyada kapanış rotasına girdi. Ama bu Türkiye’de daha hızlı. İnternetin pazar payı yüzde 27’lere vardı. Bu oran, Avrupa ortalamasının üzerinde.

Bu sorun geçenlerde Başbakan Davutoğlu’na kitapçılar tarafından iletildi. Fransa’da devletin, kitapçılara kapanmasınlar diye maddi destek verdiği ve internet üzerinden kitap satışına da sınırlamalar getirdiği anlatıldı.  Davutoğlu ise ‘En sevdiğim şey kitapçı gezmek, biz de hemen kitapçılarımıza bu desteği verelim’ demiş. Böyle bir devlet desteği kitapçıları kapanmaktan kurtarır mı? 

Çok rahatlatır hem de. Aslında kitapçılara verilebilecek en büyük destek, kitapçıların rakiplerinin raflarında korsan kitap satmasını engellemektir.

Kitapçılar korsan kitap mı satıyor?

Üç sene önce Adana’daydım. Çamlık Plaza’da, Kitapsan’ın kitabevi var. Ve karşısında korsan kitapçılar var. Korsan kitapçı vitrinine şunu yazmış: “Eğitime yüzde 100 destek, kitapta yüzde 70 indirim.” Peki ne oluyor? Müşteri Kitapsan’dan çıktığında ‘korsan’ satıcı müşteriye “Elinizdeki kitabı ne kadara aldınız, kazık yemişsiniz bizde daha ucuz, iade edin” diyor. Hükümet gerçekten istese bu korsan işini bir haftada bitirir.

Yılda kaç kitap basılıyor ?

2015’te edebiyat ve kültür kitapları toplam 49 bin basıldı. Bu rakam Avrupa ortalamasının çok üstünde. Çünkü bunların çoğu devlet desteğinde basılan din ve eğitim kitabı.

Siz, ‘Raflar aslında kitap okurlarının dertlerini yansıtıyor’ diyorsunuz. Kitapçılardaki raflara baktığınızda sizce Türkiyeli okurun en büyük derdi ne?

Valla benim gördüğüm, en büyük derdi; dertli olmaktan bıkmak. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesine kadar Türkiye’de olan bitenle ilgili kitaplar çok daha fazla satıyordu. Özellikle siyasi, Ergenekon ve Kürt meseleleriyle ilgili kitaplar… Şimdiyse Türkiye’deki gündeme biraz daha teğet geçen kitaplara yönelim var. Benim buradan çıkardığım sonuç; insanların artık Türkiye ile ilgili düşünmek istemedikleri.

Babanız Erdal Öz bir edebiyatçıydı. Kurduğu Can Yayınları da edebiyatı kollayan bir yayınevi. Türkiye’de son yıllarda kişisel gelişim kitapları, edebiyat kitaplarıyla yarışacak güçte. Niye?

Kişisel gelişim kendi okur kitlesini yarattı, pazarda yeni bir pay oluştu. Yani edebiyat okurları edebiyattan vazgeçip de kişisel gelişim okumuyor. Aksine Türkiye’de siyasi ve basın özgürlüğü baskısı arttıkça, edebiyat okuru zıplaya zıplaya artıyor. Kişisel gelişime gelince, 2002- 2010 arasında kariyer ve hayat planlamaya dair kitaplar tavan yapmıştı. Bugünse daha spiritüel ve huzur arayışına yönelik kitapların okunduğunu görüyoruz. Raflarda artık kariyerin yerini huzur arayışı aldı.

Siyasi iktidarı eleştiren yazarların kitaplarını basan yayıncılar, baskıya uğruyor mu? Örneğin yayıneviniz, Cumhurbaşkanı tarafından bizzat tehdit edilen ve cezalandırılması istenen Can Dündar’ın kitabını bastı. Ne yaşadınız? 

Tabii ki baskı hissediyoruz. Bir kere korkuyoruz. Çünkü bir anda hedef gösterilebilirsiniz. Birtakım ilkel güruhlar kapınıza gelip sizi her an öldürebilir.  Türkiye’de her meslekte olduğu gibi böyle bir korku bizde de var, yalan değil. Ancak doğrudan bir baskıyla karşılaşmadık. Henüz Can Yayınları aranıp, ‘şu kitabı sakın basmayın’ denmedi.

Peki, ya sosyal medya? 

Orası küfür, kıyamet… Troll’ler dadanıyor sürekli. Dündar’ın kitabı çıktı, etmedikleri küfür kalmadı. Bu profillere baktığınızda az takipçili kullanıcılar olduğu ve kendilerini Can Dündar’a küfür etmeye adamış olduklarını görüyorsunuz. Dolayısıyla baskı biz yayıncılarda değil, yazarlarımızın üzerinde var.

Siyasi iktidar, kendi görüşüne yakın yazarları ve yayınevlerini destekliyor mu?

Desteklemez olur mu? Gazetelerde köşeler veriliyor, hepimiz görüyoruz. Okullarda da oluyor bu. Mesela okul yöneticisinin yakın olduğu ilçe belediyesi başkanıyla görüşülerek, onun da akrabasının ilişkili olduğu yayınevinin kitapları alınıyor. Okullardaki etkinliklerde de yazarlar kendilerini baskı altında hissediyor.

Türkiye’de bazı yayınevlerinin aynı zamanda kendi kitabevi zincirleri de var. ‘En Çok Satanlar Listesi’nin üst sıralarına kendi yayınladıkları kitapları koydukları ileri sürülüyor. Sizce böyle bir haksız rekabet yaşanıyor mu?

Yayın piyasasında haksız bir rekabet elbette var ama bu kitabevi zincirleri üzerinden yaşanmıyor. Kitabevi kendi yayınladığı kitabı tabii ki daha çok sergiliyor. Bunda şaşılacak bir şey yok bence. Asıl haksız rekabet nerede var biliyor musunuz?

Nerede var?

Bu kitaplar satmazsa çok satanlar listesinde rafların tepesine konmuyor. Ancak bu kitapların da satılması için önlerde sergilenmesi gerekiyor. Yani o listelerle ilgili çok fazla spekülasyon var.

‘En Çok Satan Kitaplar Listesi’ bizde kitabevinden kitabevine, dergiden dergiye değişiyor. Herkes kendi listesini açıklıyor…

Bu listeler aslında her hafta değişiyor ve nasıl bir ortalama alınıyor anlamıyorum. Türkiye’de bunun oturmuş bir formülü yok. Biz yayıncılar olarak bu durumdan çok rahatsızız. Herkes kendi kitabının listeye girmesini istiyor. Bununla ilgili yayıncılar olarak nasıl bir mütabakat sağlarız inanın bilmiyorum.

Kitap satın almak için kitabevine giren okur, genel bir tarama mı yapıyor yoksa en çok satanlar bölümündeki kitabı mı tercih ediyor?

Bir kitabın satış listesine girmesi kadar satışı artıran başka bir şey yok. Bu yüzden okur tercihini, kitapçının en önde görünen rafındaki kitaptan yana kullanıyor. Aslında kitabı sattıran gerçek faktör vitrinde durması. Eminim ki bu çok satan kitaplar, arkadaki raflara konsa satış rakamları düşük olur.

E-kitapta durum ne? Türkiye’de okur rağbet gösteriyor mu?

Türkiye’deki E-kitap piyasası bakkal dükkanını bile döndürmez. Bol bol indiriyoruz ama hiç okumuyoruz.

Kitap eleştirmenlerinin sayısı çok arttı. Dergiler, kitap ekleri, bloglar kitap kritikleri yayınlıyor. Eleştirmenler, okurun tercihinde etkili mi? Kötü eleştiri bir kitabı bitirebilir mi/ öldürebilir mi?

Ben de Ömer Türkeş’in, Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın kitabının eleştirisi satışları nasıl etkiledi merak ediyorum mesela. Çok sert ve haksız bir eleştiriydi. Eleştirmenlerin bir kitap hakkındaki olumlu ya da olumsuz görüşleri satışları neredeyse hiç etkilemiyor.

‘Eleştirmenlerin yorumları okuyucu etkilemiyor’ diyorsunuz. Peki, köşe yazarları örneğin Ayşe Arman köşesinde bir kitabı eleştirse ne olur?

Satışlar patlar. Ayşe Arman ya da Ertuğrul Özkök gibi yazarların köşelerinde bir kitaba yer vermeleri her zaman satışları arttırır. Üstelik bahsettikleri kitapları sevmeleri ya da sevmemelerinin bir önemi yoktur. Kitaptan bahsetmeleri bile yeter. Özellikle Mirgün Cabas’ın yayından kaldırılan programında, bir kitap değerlendirilmesi yapıldığında satışlar muazzam artıyordu

Yayınevlerinde çalışan editörlerin hepsinin ortak bir derdi var. O da, ‘yazarların şişkin egolarıyla başa çıkabilmek.’ Siz, bir yayıncı olarak yazarlarla çok yakınsınız. Yazarlar sıradan insanlardan çok mu farklı?

Yazarın en büyük sermayesi yazdığı kitap. Ve bu kitabı editöre verdiği zaman tüm varlığını emanet etmiş gibi oluyor. Bu yüzden sıradan insanlara göre her zaman biraz daha hassas ve bazen de saldırgandırlar. Ama bence Türkiye’deki yazarların egosu yüksek değil, aksine güvensizler. Yayıncıya, editöre, kitabının satılacağına ve kendisine özen gösterileceğine inanmıyorlar.

İyi yazarlar gelişmiş dünyada çok zengin. Bizde yazarların hakettikleri telif ücretini almaları niye hala zor? Birgün bizim de şairlerimiz, hikaye ve roman yazarlarımız zengin olacak mı?

Bizde de zengin olan yazarlar var ama Türkiye’de kitap yazmak dışında başka bir iş yapmak zorunda kalmadan geçinen kesim, yüzde ikiden fazla değildir. Oysa ülkenin en çok kazanan yazarının normal şartlarda uçak satın alabilecek kadar para kazanıyor olması gerekir. Türkiye’dekiler, Avrupa’daki yazarlara kıyasla nal topluyor.

Minez Bayülgen

Malatyalı Aşhan Ananın Oğluna Mektubu

Çağam İrecep;

Gadan alır, gözünü yerim. Biz seni çoh ösgedik, sen bizi heder ettin. Bu mektupta sana çoh sözüm var bizim pegin bitişiğindeki pegin sahabısı hozzik Şaben papur yolunda ganereye giderken tomofile çarpmış, yere debelenmiş, arnının çatına daş girmiş. Oğlu heyirsiz Mahmıt loynan eve getirmiş, mabeyine döşek serip Şabeni uzatmışlar. Duz çevirdiler, gurşun tökdürdüler, hah ölür dedi ama dert bile yapışmadı Şabene. Evveli gün aminle bi godafa mişmiş dutup Şabeni sormaya gettik. Şaben yerde debelenirken sakkosu yırtılmış, gopçaları tökülmüştü. Sakkosunu yudum gopçalarını tikdim, cıncılı gibi ettim… Şabenin canı marhuta,pıtpıt, isot gızartması istiymiş, yapdım, yedirdim ama hora geçdiğini de zannetmiyim…

İrecep geçen hafta pohlu cegetten vurdum, gavur hamamına geddim. Hamam havletti, şendik yohdu, bi gözel yundum, arındım. Eve geldim canım bi şovra istedi. Bi şovra vuram dedim, kevgürü bulamadım. sonra hatırladım, takadaydı…

Çağam boynumdan bi hap bozdurdum, gardaşın bana bi gözel zıbınlıh aldı, günecenin altında sındıynan kestim, biçtim, tikdim sındıkçıya goydum,alem çatladı…

Çağam hıznada şare gavururken, gakırdah tenekesini açık unutmuşum, içine sıçan düşmüş, bi teneke gakırdah efin tefin oldu getti.

Çağam bizim derhatlenme yerindeki delikten içeriye hozelek giriyi, heç irahatımız galmadı.

Geçenlerde bacıngil bize gelmişdi. Bacının ufak oğlan çapa çapa daşlığa girdi, sırptı, sırtı guylu yere çahaldı,bacının aklı gitti, çağa gorhudan ağlıya ağlıya çıtladı. Neysemki dedenin göncüğünde acık gızamığ şekeri varmış. Verdi de çağanın sesi kesildi. Bi daha da sırpıncah yerde çapmak neymiş, örgendi…

Çağam dünegün guymah yapmışdım, İrecep bunu severdi dedim,boğazımdan geçmedi. Bıldır aldığımız tavuğun altına on yumurta goyup pinde gurka yatırdım. Bi sürü cücügümüz oldu, görsen aklın çıhar.

Çağam dün gece böyükanan ayak yoluna giderken,pisiğin manuğu damın ayahcağından üsdüne hoplamış, gorhudan böyükanan altına gaçırmış, bu sabah tumanını yıhadım, tuman nezelmiş, iler tutar yeri galmamış, liyme liyme oldu elimde kaldı. Gel şimdi böyükanana laf anlat. Bizim sarı inekte guzuladı guzulayacak. İzin alır da gelirsen ağuz yemeğe yetişirsin işallah, havalar çoh gözelleşti,çigdem eşkın pepeguş çıhtı. Bu hafta dağa kenger toplamaya gidecem.

Çağam sana gız bahmaya başladık. Geçenlerde Çarmuzu’da iyi biri var dediler, iki kök nahna alma mahanasıynan gidip gızı gördük. Gızı şöyle bi çala gördüm, boyu posu eyi de azıcığ zayıf. Yengen hamamda görmüş “vallah bacım bedürük gibi gız, acıh tavlanırsa köşe yastığı gibi olur.” dedi ama, biliysinki yengeninde bi sözü bi sözünü tutmaz. Acığ daha düşünek hele… Güççük bacın İmmihan’a şerbet içecektik. Yanıyumruların Hınız Azzet gelip nişanı attıklarını söyledi. Dert yapışasıcalar, torpağıma gidesiceler, pegine pancar ekilip gözüne Maraş gatranı çekilesiceler, gidip gızımı kesmişler.Gızımın elinden iş gelmezmiş de,gözel değilmiş de…Bi sürü laf…

Gızımın ay gibi yüzü, ceylan gibi gözü bedürük gibi golları var. Yanağları gelelli elması gibi yanıyı…

Çağam biliymisin. Bacın yigirmiyedi çeşit küfte mi yapmıyı, mişmiş mi yarmıyı, bulgur mu gaynatmıyı, inek mi sağmıyı, tut mu toplamıyı, bastıh mı sermiyi, degirmana mı gahmıyı?…

Yerişip yetmeyesiciler, bu kadar yalanı nasıl uydurmuşlar.

Kahtalı Abuzer, Besnili Vakkas, Antepli Ökkeş, Aşağışeherli Hacıbayram, Çırmıhtılı Ali Seydi, Çarmuzulu Vahap, Adafılı Yakup azmı istediler bacını da vermedik. Bu Cumaliye de pavruka da çalışıyı, gız uzağa getmesin diye verimkar olduğ. Onu da gözleri götürmedi, gidip gızımı kesdiler torpah başlarına, heç de almasınlar gızımı, onu mu dert edecem. Benim gızım Gediklilere layık Allah’ıma şükür.

Hepsine dert yapışsın, iki gözleri bi delikten çıhar da sesleri Gorucuk dan gelir işşallah…

Kesdane kebab, acele cevap!

Anan Aşhan

biri gül yakmış olmalı ocakta

biri gül yakmış olmalı ocakta
sanki genişlemiş gibi dam

İlhami Çiçek
Bu Hüznün Mesnevisi
Ketebe Yayınları

Otoportre

Bilgisayar, kalem ve daktilo arasında geçiyor
günümün yarısı. Bir gün yarım yüzyıl olacak bu.
Yabancı şehirlerde yaşıyorum ve yabancı insanlarla
bana yabancı konular hakkında konuşuyorum bazen.
Çok müzik dinliyorum: Bach, Mahler, Chopin, Şostakoviç.
Gücü, zaafı ve acıyı buluyorum müzikte, üç şey.
Dördüncüsünün adı yok bende.
Şairleri okuyorum, yaşayan ve ölü şairleri; azmi,
inancı ve gururu öğreniyorum onlardan. Büyük
filozofları anlamaya çalışıyorum –çoğu zaman küçücük
bir parçasını anlıyorum o değerli düşüncelerinin ama.
Uzun yürüyüşler yapmayı seviyorum Paris sokaklarında;
kıskançlığın, öfkenin ya da arzunun harekete geçirdiği
diğer insanlara bakmayı; elden ele geçen ve yavaş yavaş
o yuvarlak formlarını kaybeden (ve imparatorlarının
yüzü silinen) bozuklukları gözlemeyi.
Yanımda ağaçlar büyüyor, hiçbir şey söylemeden
o umarsız yeşil mükemmelliklerinden başka.
Siyah kuşlar yürüyor tarlalarda,
bir şey bekliyorlar daha, İspanyol dulları gibi sabırla.
Artık genç değilim ama benden yaşlılar var hala.
O derin uykuyu seviyorum, bir gün artık olmadığımda
ve köy yollarında hızla bisiklet sürmeyi, açık gökyüzündeki
bulutlar gibi silikleşirken kavaklar ve evler yanımsıra.
Bazen müzelerde gördüğüm tablolar bir şey diyorlar bana,
ve bütün ironileri kayboluveriyor o anda.
Karımın yüzünü izlemeyi seviyorum.
Her hafta, Pazar günü, babamı arıyorum.
İki haftada bir arkadaşlarımla buluşuyorum,
böyle gösteriyoruz birbirimize sadakatimizi.
Ülkem bir kötülükten kurtuldu. Ama isterim ki
bir diğer kurtuluş daha izlesin bunu.
Benim de bir faydan dokunur mu? Bilmiyorum.
Denizin çocuğu değilim ben,
Antonio Machado’nun kendisi hakkında yazdığı gibi,
ama havanın, nanenin ve çellonun çocuğuyum
ve koca dünyanın bütün yolları kesişmiyor,
şimdilik bana ait olan bu hayatın
patikalarıyla.

Adam Zagajewski
Çeviri: newalaqasaba

Yalnızca Çocuk Kitapları Okumak

Yalnızca çocuk kitapları okumak,
Yalnızca çocuksu düşüncelere kapılmak,
Yetişkinlere özgü ne varsa uzaklaşmak,
Sonra tüm acılarından yeniden doğmak.

Ölesiye yoruldum ben bu hayattan,
Hiçbir nimeti kabulüm değil gayrı,
Ama hâlâ seviyorum şu dünyayı,
Başka bir dünyam yok, belki ondan.

Şimdi uzak bir bahçede kendi kendime
Basit, ahşap bir salıncakta sallandığımı,
O yüksek kayınları, o orman karanlığını
Puslu hatıralar içinden seçiyorum yine.

Osip Mandelstam
Çeviri: newalaqasaba

Zümra Zülal Çalış

Hastane önünde incir ağacı (annem ağacı)
Doktor bulamadı bana ilacı (annem ilacı)
Doktor bulamadı bana ilacı (annem ilacı)
Baştabip geliyor zehirden acı (annem oy acı)
Garip kaldım yüreğime dert oldu annem dert oldu)
Ellerin vatanı bana yurt oldu annem yurt oldu)
Mezarımı kazın bayıra düze (annem oy düze)
Yönünü çevirin sıladan yüze (annem oy yüze)
Yönünü çevirin sıladan yüze (annem oy yüze)
Benden selam edin sevdiğinize, (sevdiğinize)
Başına koysun karalar bağlasın (annem bağlasın)
Gurbet elde kaldım diye ağlasın (annem ağlasın)

Zümra Zülal Çalış

Sakarya’nın Adapazarı ilçesinde doğum sırasında beyin felci geçirdiği için Serebral Palsili (beyin felci) olarak dünyaya gelen 12 yaşındaki Zümra Zülal Çalış, yaşadığı birçok zorluğa rağmen müzik tutkusuyla hayata tutunuyor.

Korucuk Mahallesi’nde yaşayan Osman ve Yasemin Çalış (41) çifti, mutlu giden evliliklerini çocukla taçlandırmak istedi. Sabırla çocuklarını kucaklarına alacakları günü bekleyen çift, kızları Zülal’in doğum sırasında beyin felci geçirmesiyle buruk mutluluk yaşadı.

Doğum esnasında felç geçirdiği için spastik engelli olarak dünyaya gelen çocuklarının sağlığına kavuşması için büyük mücadele ortaya koyan aile doktorların “yürüyemeyebilir” görüşlerine hiç aldırmadı. Zümra, uzun yıllar kendisini yürütmek için uğraşan anne babasının ilgisi ve tedavinin etkisiyle 6,5 yaşında yürüdü. Şu anda Arif Nihat Asya Ortaokulu’nda okuyan Zülal’in en büyük tutkusu ise müzik.

Küçük yaşlardan bu yana evde şarkı dinleyen Zülal, müzik öğretmeni Recai Hurma’nın desteğiyle okul korosuna seçildi. Uzun bir çalışmanın ardından okulun her yıl geleneksel hale gelen konserlerinde şarkı söylemeye başlayan Zülal, herkesin takdirini kazanıyor. Müzik tutkusu sayesinde yaşama sevinci artan Zülal’in en büyük isteği, çok sevdiği koroda şarkı söylemeyi sürdürmek.

– “Koroya katılması onu daha da mutlu ediyor”

Anne Yasemin Çalış (41), AA muhabirine yaptığı açıklamada, yanlış doğum nedeniyle beyin felci geçiren kızı Zülal’in 12 yıldır tedavi gördüğünü, 3 kez ameliyat geçirdiğini, okula başladığında çok zorlandığını, dışlandığını ama şu anda arkadaşlarıyla iyi vakit geçirdiğini anlattı.

Zülal’i büyütürken eşinin kendisine çok büyük destek verdiğini söyleyen Çalış, “Her şeyi nöbetleşe yaptık. Eşim işten gelene kadar hep ben koşturuyordum, işten geldikten sonra babası alıp gezdiriyordu. Ona yürümeyi biz öğrettik. Kolunun altından tülbentler bağlayarak hep ayakta tutmaya çalıştık.” diye konuştu.

Yasemin Çalış, kızının küçüklüğünden beri müziği çok sevdiğini dile getirerek, “Koroya katılması onu daha da mutlu ediyor. Şarkı söylemek, onun çok hoşuna gidiyor. Evde bütün gün şarkı dinler.” dedi.

Baba Osman Çalış (41) da kızının koroya katıldıktan sonra öz güveninin daha da yükselmeye başladığını belirterek, sahneye çıktığında çok heyecanlı olduğunu ama bu işi sürdürmeyi istediğini söyledi. “O yüzden biz de desteğimizi esirgemiyoruz.” diyen Çalış, “Recai hocamıza ona bu şansı verdiği için gerçekten çok teşekkür ederiz. Onun koroda olması, genel hayatına da etki ediyor. Morali, motivasyonu daha yüksek oluyor, organizasyonlara katıldığı için kendini daha iyi hissediyor.” dedi.

– “Yürüyemeyebilir” dediler ama başardı

Doktorların “yürüyemeyebilir ya da yürürse de 9-10 yaşlarına doğru yürür.” dediğini aktaran baba Çalış, şöyle devam etti:

“Fakat Zülal 6,5 yaşından itibaren Allah’ın izniyle yürümeye başladı. Ama çok mücadele ettik, evde kendimiz de çok çalıştırdık. İşten geldikten sonra her gün 2-3 saat fizik hareketleri, yürüyüş yaptırdım. Tabii bunun yanında da dışarıda birçok zorluklarla karşılaşıyoruz. Çocuklar yanından kaçıyor. Zülal’den sorular gelmeye başlayınca bir dönem biz de biraz bocaladık. Çocukların neden kaçtığını, çekindiğini soruyordu. Ama onları manevi yönden anlatarak aşmaya çalıştık. İşte dünyaya gelme nedenimiz, var olma sebebimizi, bu hastalığın dünyada olacağını, hep böyle devam etmeyeceğini anlatarak o sıkıntılarımızı yavaş yavaş zamanla aştık. Psikolojik olarak biz de sıkıntılar çektik.”

Toplumun engelli bireylere iyi davranma konusunda daha da bilinçlenmesi gerektiğini ifade eden Çalış, kızının bunun zorluklarıyla çok karşılaştığını kaydetti.

Baba Çalış, “Bu çocuklar da var hayatın içinde. Bunlara davranırken daha dikkatli olmalarını istiyoruz. Dışarıya bile çıkmaya çekinen, korkan aileler var. Birçok aile belli yaştan sonra bıkıyor, tedavisinden vazgeçiyor. Kesinlikle korkmamalarını, vazgeçmemelerini, çocuklarından desteklerini çekmemelerini tavsiye ediyorum.” ifadelerini kullandı.

– “Çanakkale türküsünü adeta yaşıyor”

Müzik öğretmeni Recai Hurma da Zülal’in müziğe karşı ilgisinin çok hissedilir derecede olduğunu dile getirdi. Önceleri sınıf içerisinde bir şeyler yapmaya başladıklarını, daha sonra her yıl geleneksel hale getirdikleri konserlerde yer almaya başladığını aktaran Hurma, “Konserde de insanları etkiledi. Bu tür etkinliklerde yer almak, Zülal’in de çok hoşuna gitti. Bizim de amacımız oydu zaten. Okulumuzun bünyesinde bulunan öğrencilerimizi özel alt sınıf da olsa yapmış olduğumuz etkinlikler içerisinde değerlendirmek, bizden de onlara bir şeyler verebilmek.” ifadelerini kullandı.

Zülal’in geçen yılki konserde oturarak şarkı söylediğini, bu yıl ayakta konser vereceğini vurgulayan Hurma, “Kendimize böyle bir hedef koyduk, Zülal de çok azimli, kararlı. Koymuş olduğumuz hedeflere mutlaka ulaşmak istiyor. Zaten müzik algısı çok yüksek. Hafta sonları çalışıyoruz. Zülal de hiç aksatmadan çalışma saatinde burada olur. Hiç bıkmadan, usanmadan şarkısını söylüyor. Bizde ondan çok şey öğreniyoruz.dedi.

Öğretmen Hurma, Zülal’in Çanakkale türküsünü seslendirirken adeta onu yaşadığına işaret ederek, bundan büyük keyif aldıklarını, yılın yorgunluğunu tamamen attıklarını sözlerine ekledi.

Kirazların tadından vaz mı geçmek istiyorsunuz?

Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Henüz yeni evlenmiştim. Başımızda bir sürü bela vardı. Öylesine bıkkındım ki her şeyi sonlandırmaya karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden, yanıma bir ip alıp arabama atladım. Kendimi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum hava hala karanlıktı. İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama kâr ettiremedim. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş!  Ne manzara! Ne bahçeydi ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hala uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut, hayatımı kurtardı.

-Her şey düzeldi mi peki?

Hayır, her şey düzelmedi, ama ben değiştim. Böyle olunca elbet her şey değişmeye başladı. Çünkü düşüncelerim değişmişti. Daha iyi hissetmeye başladım. Yeryüzündeki her insanın hayatında sorunları vardır. Bu böyledir. Yeryüzünde bir sürü insan var. Sorunsuz bir aile yoktur… 

Size bir fıkra anlatacağım ama üzerinize alınmayın. Bir Türk doktoru görmeye gider ve ona der ki: “Doktor bey, vücuduma parmağımla dokunduğumda acıyor. Başıma dokunsam acıyor. Bacaklarıma dokunsam acıyor. Karnıma elime dokunsam acıyor.” Doktor onu muayene eder ve sonra derki: “Vücudun sağlam ama parmağın kırık.“

Muhterem beyim hasta olan sizin düşünceleriniz. Sizde bir sorun yok bakış açınızı değiştirin. Kendimi öldürmek için evden çıkmıştım, ama bir dut hayatımı değiştirdi. Sıradan, önemsiz bir dut. Dünya göründüğü gibi değildir. Bakış açınızı değiştirmelisiniz ki dünya değişsin.

Bütün umudunuzu mu kaybettiniz? Sabah uyandığınızda gökyüzüne baktınız mı hiç? Şafakta güneşin doğuşunu görmek istemez misiniz? Günbatımında, güneşin kırmızısını ve sarısını, artık daha fazla görmek istemiyor musunuz? Ayı gördünüz mü? Yıldızları görmeyi istemiyor musunuz? Dolunaylı geceyi, yeniden görmek istemez misiniz? Kirazların tadından vaz mı geçmek istiyorsunuz?

“Bahtii, Baheri’nin söylediklerinden oldukça etkilenir. “Eğer hala yaşıyorsam uyuyor olabilirim.” Filmin son sahnelerinde Bahtii, ağacın yanına kazdığı mezarının içerisine gelir ve uzanır. Gözleriyle gökyüzüne bakıp dolunayı seyreder. Fakat Bahtii’nin intihar edip etmediğini anlamayız. Bir anda sahneler değişir;  yönetmen, kameraman ve oyuncular karşımızda, filmin çekildiği yerdedirler. Üstelik bu yerler görüntülerin aksine oldukça yeşil yerlerdir. Abbas Kiyarüstemi bizleri şaşırtan bu final ile hayatın kendisinin bir kurgu olduğunu tekrar tekrar hatırlatır bize.”

Yürek

Yalnızın yüreği,
İçerisinde sevgilisi.
Dışarısında kimsesi.

İlhan Şevket Aykut

“Gözümün retinası yırtıldı, biri iki görüyorum.
Eyvallah ben gidiyorum”
İlhan Şevket

İlhan Şevket’in hayatını birkaç kelimeyle anlatmaya çalışırsak bunlardan ilki çocukluğumuzun vazgeçilmez oyunu “saklambaç” olurdu. Bu oyunu öyle iyi oynar ki İlhan Şevket, bulunmayı istemediği sürece hakkında bir yazı bulmak bile imkânsız olur. Bulunduğunda ise mutlaka size katacakları, öğretecekleri vardır bu şahsına münhasır sürgün muallimin.

Ozan 1907’de dönemin Osmanlı toprağı olan Bingazi’de (Libya) “Mehmet Şevket” adıyla dünyaya gelir. Henüz üniversite öğrencisiyken “Senin bu fikirlerin yüzünden ben emekli maaşımdan olacağım,” diyen babası Recep Bey kıdemli yüzbaşıdır. İşte bunun içindir ki İlhan Şevket’in hayatı boyunca sahip olduğu disiplinli yapıyı kimden kazandığının cevabını bulurken hiç zorlanmayız. Babasıyla arasında bu konuşma geçtikten sonra evi terk ederek annesi, kız kardeşi ve babasıyla asla görüşmeyecek, kendisine kalan mirası bile reddedecek ve bu reddi gerçekleştirmek için ihtiyacı olan pul parasını bile borç alacaktır. Ozan, annesinin ölüm haberini aldığı gün gittiği berberde sessiz sessiz ağlarken berber hiçbir şey olmamış gibi işine devam edecektir.

Kırıkkale’de İlkokul, Kayseri’de ortaokul, Trabzon’da lise, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hukuk okur. 1927’de biten hukuk bilinçli bir tercihtir; genç idealist, dünyayı değiştirmenin yolunun hukuktan geçtiği inancındadır. 2 yıl hâkimlik stajı yaptıktan sonra durumun böyle olmadığını görüp hukuku bırakır. 1930’lu senelerde, önce vekil daha sonra asil öğretmenlik yapmaya başlar. Bir taraftan kendisi de öğrenciliğe devam eder ve misafir öğrenci olarak felsefe derslerine katılır. Ne de olsa, dünya, önce düşünerek sonra da düşündüklerini paylaşarak değişir. Üniversite öğrenciliği sırasında birkaç sefer dillendirdiği fakat çok da üzerinde durmadığı polis korkusu/takibi meselesi 1930’lu senelerden itibaren gerçekleşen birtakım olayların akabinde kendini iyiden iyiye gösterir. Dönemin başbakanı İsmet İnönü’yü eleştirdiği bir vapur yolculuğu sırasında tartışmanın hararetlenmesiyle şikâyet edilir. Misafir öğrenciliğine son verilip üniversiteye girmesi yasaklanır.

Yeni rejimi kendi isimleriyle bütünleştiren kişilerin, eleştirisini yapmak bir yana onlar hakkında olumsuz düşünce sahibi olmak bile vatana zarar verebilirdi! İşte bu yüzden aykırı sesler susturulmalı, amacı ilim olan kurumlardan uzaklaştırılmalıydı. Eleştirilerden doğabilecek hiçbir karışıklığa mahal verilmemeliydi.

Galatasaray Lisesi’nin tarif-coğrafya öğretmeni sıra dışı duruşunu her zaman koruduğu için, her yerde olduğu gibi öğretmenlik yaptığı okulda da göz önündedir. O sıralar ünü Almanya sınırlarını aşan Hitler’e karşı buz gibi bir tavır sergiler. Hitler hayranı gençlerin, nöbetçi olduğu günlerde penceresinin altına gelerek “bir… iki… üç… Mehmet Şevket piç… Bu işler güç…” diye tempo tutarak hakaret ettiklerini, öğrencilerinden ressam Selim Turan bizlere aktarır. Hitler’e karşı savurduğu ağır eleştirilerle kimilerine göre bu hakaretleri hak etmiş olur. Aykut’u sevmeyenler olduğu gibi sevenlerinin de sayısı azımsanamaz. Başka sınıflardan da dersine girmek için gelen öğrencilerle kalabalıklaşan dersleri, zeki üslubu, yetenekli ve düşünmeye sevk eden ders anlatımıyla öğrencilerin ilgi odağıdır.

Aykut’un ruhsal olarak en problemsiz dönemleri diyebileceğimiz zamanlar öğretmenlik yaptığı zamanlardır. Mesleğini sevmiş, hatta kendine yakıştırdığı tek meslek olarak benimsemiştir. “Benim öğrencim” diye başladığı cümlelere göğsü kabararak devam eder her zaman. Kendine yüklediği “dünyayı değiştirme” misyonunu başarabileceği alan olarak görmüştür öğretmenliği. Genç beyinlerle beraber olmak, onlara bildiklerini öğretmek, sürekli düşünmek ve düşünmeye sevk etmek… Aykut için dünyayı değiştirmenin yoluydu öğretmenlik. Hayatı boyunca vazgeçemeyeceği iki tutkusunun birinden vazgeçme zorunluluğuyla çok erken yüzleşir. İstanbul ve mesleği… iki tutkusu…

Ozanın saklambaç oyuncusu olmasını sağlayan olaylar dizesi başlamış olsa bile son düğüm 1933 yılının Temmuz’unda, yıl sonu sınavlarını dönemin Cumhurbaşkanı ve maiyetinin teftişi sırasında atılır. Karşısındakinin elini eteğini öperek yüceleceğini düşünen işgüzar meslektaşlarının ve amirlerinin yanında ozanın Atatürk’ün elini sıkması skandalların en büyüğü olur! Bu durum kimsenin dikkatinden kaçmaz. Atatürk, Aykut’un sınıfına girer, 7 saat kalır, 13 kahve içer ve öğrencilere sorular sorar. En sonunda Ozan’a dönerek “Muallim Bey bir soru da siz sorun talebenize!” diyen Atatürk’ten lafı alarak dönemin yönetimine dair fikirlerini soru haline getirir; “Tarihte diktatörler…” diye soruya başlar! İşte bu dönemden sonra, o zamanki adıyla Mehmet Şevket Aykut, 29.04.1934 tarihli mahkeme kararından sonraki adıyla İlhan Şevket Aykut’un “tenzili rütbe” niteliğindeki tayinleri (üstü kapalı sürgünleri) çıkar. Vefa, Darüşşafaka, Çarşamba Kız Lisesi ve en sonunda da Yozgat’a sürülür. 3 sene boyunca bu görevi raporlarla erteledikten sonra Kültür Bakanlığı Zatişleri Müdürlüğü’nden bundan sonra terfi edemeyeceğine ve çalışmak için Yozgat’a gitmesi gerektiğine dair resmi bir yazı alır. Ozan’a istifadan başka yol kalmamıştır.
Aykut o dönemini “Yozgat’a sürülene kadar bir şekilde idare ettim lakin baktım ki bunlar benim peşimi bırakmayacak, ben de 12 yıllık memuriyeti bırakıp neyle geçinirim, ne yaparım diye düşünmeden istifa ettim,” diye anlatır, içlenerek.

Aykut, dostu ve ev sahibi Oktay Gültekin’e o dönem yaşadıklarını yıllar sonra anlatırken; “Atatürk benimle uğraşacak biri değildi. O benim ne olduğumu ve ne demek istediğimi anlamıştı.(…)Ama çevresindekiler tarafından peşime takılan hafiyeler, polisler o gün bu gündür bana huzur vermediler! Ben de, tehlikeli bir komüniste hele ‘talebeyi anarşist fikirleriyle zehirleyebilir!’ nitelikte bir hocaya, bu ülkede o zamanlar nefes bile aldırmayacaklarını, Galatasaray’dan hemen uzaklaştırılarak, 1945’lere dek, hiç terfi ettirilmeden, on sene, o okuldan bu okula sürülmenin ardı kesilmeyince anladım,” cümlelerini kuracaktır.

Aykut’un öğrencilik yıllarında başlayan polis takibi/korkusu derece derece artarak, izini kaybettirme çabasının hayatına yön verdiği aşikâr. İsim değişikliğinin altında başka amaçlar, gerekçeler var mıdır bilinmez ama Atatürk’le karşılaşmasına rastlaması manidar. Öğretmenlikten istifa ettikten sonra ölümüne dek hiçbir resmî kurumda kaydına rastlanmaması ve hiçbir arkadaşının, dostunun, sevgilisinin ev adresini dahi bilmemesi İlhan Şevket’in saklambaç oyununu çok dikkatli oynadığını ve ciddiye aldığını gösteriyor.

İntihar kararı almasını sağlayan yalnız kalma, özellikle yaşlanma, aciz ve muhtaç olma korkusu sürecine bu olayların katkısı olmadığını düşünmek aşırı pozitif bir bakış olur. Yaşlanma korkusu tek başına bile intihar sebepleri arasında yerini alırken, bu korkudan kaynaklanan intiharlara edebiyat dünyasında tek örnek Aykut değildir. Bu korkuya, takip edilme korkusunu ve bir zamanlar yakın dost olduğu filozof Sakallı Celal’in yaşadıklarından ders çıkararak zelil olma korkusunu da ekleyen şair, 40 yıl boyunca önce “75’imden sonra” daha sonra “80” ve en son “85’imden sonra yokum” cümlelerini sık sık kurar. Son yıllarının şahidi, ev sahibi ve dostu Gültekin’e bu noktada yeniden kulak veriyoruz. Bir gün otururken yine konu oraya geliyor ve Aykut evi fazla işgal etmeyeceğini zaten böyle bir hakkı da olmadığını söylüyor ve çalışma masasının arkasındaki rafa yerleştirdiği 600 sayfalık Fransızca sözlüğü göstererek ekliyor “bak, her sayfa bir günün karşılığı, bu bittiğinde ben de gidiyorum.” Bu tehditler, söylevler hiçbir zaman ciddiye alınmıyor. Çünkü Ozan dinç, 70’in üstünde ama hala kadınların ilgisini çekiyor, Ozan dişlerini gösterip “bugüne kadar doktor eli değmedi, hiç eksik yok,” diyor ev sahibine, “eyvah! Ben galiba daha yaşayacağım,” diyor dost meclislerinde, yazdığı şiirleri Eski Türkçeden yeni alfabeye kendisi çevirecek kadar berrak bir algıya sahip, hiçbir yaşlılık alameti henüz vuku bulmamış bünyesinde, Ozan hala dost meclislerinin sohbetine doyulamayan entelektüeli…Günde sekiz saat yürüyerek İstanbul’u geziyor, ustasının ölümünden önce yaptırdığı ayakkabılardan dolabında 1 düzine daha bulunuyor…

İlhan Şevket neden intihar ediyor o halde?

Çünkü yorgun, çünkü korkuyor; insanlara yük olmaktan korkuyor, ev sahibinin getirdiği tavuğu yedikten sonra kendi disiplinini hiçe saydı diye gün gelip kendine kızamamaktan korkuyor, ailesini görmeme pahasına kırmadığı gururunun incinmesinden korkuyor… 84. yaşının son gününde üst kata ev sahibinin kapısına geliyor, Oktay Bey yazlıkta… böyle denk getirmesi maksatlı… Oktay Bey’le verilen sözler var, dostluk var… Kapıyı açan Oktay Bey olsa yüzüne bakıp az sonra, verdiği kararı yerine getirirken eli titreyebilir. Bir bağ var Oktay Bey’le ve gönüller arasında kurulan bu dostluk bağının ayak bağına dönüşmemesi için özellikle seçilen bir gün 17 Mart. Özellikle seçilen bir zaman, Oktay Gültekin’in evinde olmadığı zaman…

Kişinin çevresiyle kurduğu bağların hayatında ne kerte etkili olduğunu görebilmek için çok uzağa bakmaya gerek yok. Herkes bir şekilde “bağ”larının “bağlayıcı”lığını hissetmiştir hayatında. Bazen yaşadığı şehri bırakamamasını, bazen o şehirden kaçmasını bile sağlayabilir “bağ”lar. Aykut’un ömrü boyunca bin bir türlü zorluğa göğüs gererek İstanbul’da kalmasını da sadece kurduğu özel bağlarla açıklayabilir. Nitekim kendisi de bunu, “(…) dışarıya, başka ülkelere gidip yerleşebilir, pekâlâ oralarda da geçinebilirdim. Fakat bende vatan ve İstanbul tutkusu öyle had safhada, öylesine kuvvetliydi ki, bırakamadım buraları… Neredeyse her gün yirmi kilometreden fazla yürüyerek gezdiğim, sokaklarının kaldırım taşlarını tek tek ezberlediğim, her yerine şiirler yazdığım sevgilimi terk edemedim! diyerek en güzel şekilde ifade eder.

17 Mart sabahına dönersek;
Ev sahibinin zilini çalıyor… sabah erken… elinde 4 defter, şiir dolu… bir zarf…Oktay Gültekin’in oğlunun eline alelacele tutuşturuyor elindekileri…buyurgan, tedirgin, her zamanki gibi prensipli; “Al bunları babana ver,” diyerek önce defterleri uzatıyor, bin beş yüz lira paranın olduğu zarfı uzatırken; “Cenaze masraflarımı fazla fazla karşılar, kalanıyla da kız arkadaşını iki sefer yemeğe götürürsün. Üstünü babana verme, vermez sana! Gözümün retinası yırtıldı, biri iki görüyorum [sessizlik olur] Eyvallah ben gidiyorum!” diyerek hızla aşağı bodrumdaki dairesine iner. Gerisini oğul Gültekin şöyle aktarıyor; “Sabah sabah yeni uyanmışım uykudan… tek kelime konuşmadan döndü gitti. Kuşkusuz morali bozulmuş, diye düşünerek 5-10 dakika sonra klasik müzik kaseti alarak aşağı indim. Kapıyı çal çal ses yok! Bahçeyi dolandım ve yatak odasının camından baktım, uzanmış yatağında yatıyor… bu nasıl bir uyku… Camı çalıyorum; kıpırdamıyor bile! Bu kez koştum bizim yönetici hanıma, durumu anlattım. O da henüz uyanmış. Uyku mahmurluğuyla bu davranışın önemini kavrayamadı. ‘Özkıyıma neden olacak kadar umutsuzluk içinde olamaz’ diyorum. Üstelik seksen beşinde olmasına karşın fiziği ve belleği sapasağlamken…”

Polisle birlikte içeri girildiğinde kasetçaların sesi sonuna kadar açıktır ve bütün evde klasik müzik sesi yankılanmaktadır. Aykut koridorda, yerde, kollarını göğsüne kavuşturmuş vaziyette bulunur. Dolabında senelerdir sakladığı kalp ilaçları nihayet! kullanılmış, kendi isteğiyle, kendi seçtiği zamanda, 40 yıl boyunca söylediği gibi; 17 Mart 1991 günü sabahının ilk saatlerinde Fransızca sözlüğün son sayfası da çevrilmiş ve seksen beşine 1 gün kala hayatına son vermiştir. Oğul Gültekin’in yatakta gördüğü Ozan’ı polisler koridorda, yerde bulmuştur. Polislerin gelişine kadar geçen sürede Aykut’un ölümünü gerçekleştiği ya da genç Gültekin’in bir göz yanılması sonucu böyle ifade verdiğini düşünebiliriz. Sonucu değiştirmeyen bu ayrıntının üzerinde durulmasının elzem olmadığı kanaatindeyim.

Mesleğine “şairim” demiş tek bir şiirini bile yayınlatmamış dahası 1950 öncesinde yazdıklarının tamamını yok etmiştir. Defterler dolusu şiirlerini iki sefer kitaplaştırıp yayınlatmaya karar verir lakin ikisinde de vazgeçer (ikincisinde yayınevi sahibi yanında redaktör getirdiği için kapıyı yüzlerine kapatır ve kovar). Mayakovski’yi ana dilinden okuyabilmek için kendi kendine öğrendiği Rusça hariç 5 dil daha bilmektedir. Öğretmenlikten istifa ettikten sonra başkalarının adına çeviriler ve tezler hazırlayarak bir süre geçimini sağlamıştır. Giyimine her zaman özen göstermiştir, ütüsüz, dağınık, sağlıksız asla giyinmez. Her güne ayrı diş fırçası tahsis eder. 80 yaşında bile âşık olmuş ve âşık olunmuştur. Her konuya kafa yormuş ve detaylarda “hayatın gerçeği” dediğimiz o incelikleri görünür kılmıştır, buna en iyi örnek Ozan’ın çocuklarla ilgili söylediğidir; “Bu kadar kıymetli de, neden otomobillerin geçtiği tarafta elinden tutulur?” ya da göç alan ve metropolleşen o zamanın İstanbul’unun ulaşıma ve yerleşime dair problemlerine, dönemin belediye başkanına kadar ulaşan fikirleriyle getirdiği çözümler… Ve daha nice ayrıntıda İlhan Şevket Aykut’u anlatabiliriz. Kolay mı öyle 84 yıllık bir hayatı, çetrefilli bir şair hayatını anlatabilmek? Mümkün mü “ben anlıyorum” diyebilmek? Hangi müntehirin son anlarında ne düşündüğünü bilebiliriz ki? En son gözlerinin önüne gelen görüntüyü? Aykut mektup bırakmamıştır ardında. Hem ne yazacaktı ki, 40 sene boyunca zaten söylemişti “olmayacağını”.

Bordum katları kasvetli olur, İlhan Şevket’in Kadıköy’deki evi öyle değil. Küçük, her taraf hatıralarla, kitaplarla, fotoğraflarla doldurulmuş tek kişilik bir hayatın son sığınağı. Sıcak bir ev, koridorunda boylu boyunca uzanıp son nefesini verdiği anda sıcak mıydı? Bilinmez… Dinlediği son klasik eser hakkında uzun süre düşündükten sonra Beethoven’ın Sonat’ı ile Bach’ın Singet dem Herrn ein neves Lied’ın arasında kararsız kaldım. İkisi öylesine zıt ki… Beethoven ölümü kolaylaştırıyor, Bach “ölme” diyor adeta. Zaten koca bir zıtlıklar yığınının içinde değil miyiz? Zaten her şeyi zıttı ile anlamlı hale getirmiyor muyuz? O halde bu ikisi arasında kararsız kalmış olmam hiç de kabul edilemez bir durum değil. Hangisini dinledi bilmiyorum, ilaçları içerken eli titredi mi bilmiyorum, en son aklından neler geçti, bir şiir mi okudu, bir fotoğrafa mı baktı, en son kimi düşündü; bilmiyorum, daha birçok şeyi bilmediğim gibi… Müntehir öğretmen bana çok şey söyledi, ama bunlara dair hiç konuşmadı, kendisinden bir şeyler anlatmayı sevmiyor, çünkü riayet etmesi gereken saklambaç kuralları var. Prensipli, disiplinli, planlı, düzenli…

Ama
Yalnız, yorgun, onca hırçınlığına rağmen sevgiye aç, içten, kaygılı, huzursuz…
Ozan! Benimle konuşur musun? Anlatır mısın artık gerçeği? Sadece yaşlandın diye, korktun diye, yoruldun diye o ilaçları içmiş olamazsın! Başka bir şey olmalı… Başka bir sebebi olmalı… yoksa yüzyıllar önce söylenmiş ve dilimde pelesenk olan o söze inanmalı mıyım bu defa; “Bunu kendisi bilir yalnız; belki bir gün sende…” O halde kaçmalıyım Ozan! Bir gün bilebilme ihtimalimi uzaklaştırmak için kaçmalıyım ve konuşmamalıyım seninle. Sahibinden başka herkese imgesi, gizi kapalı bir şiirdir şair için intihar. Sadece ahenk için yazılan E.A. Poe şiiri gibi biraz… Susmamız lazım ikimizin, karşılıklı… Senin dediğin gibi;
“İkimizin arasında ne var?
Kim anlayacak, susmak var.”
Ben sayıyorum, sen de yeniden saklan şimdi, sus şimdi…

Son İstasyon Kültür Sanat Dergisi Ocak/Şubat 2010 9. Sayı’da yayımlanmıştır.