Değişen Dünya

Çocukluğumun geçtiği sokakta
Biraz dolaşayım dedim,
Şimdi oturduğum yerden uzakta.

Öyle bir hüzün çöktü ki içime,
Ne bileyim
Ağlıyasım geldi kendi kendime.

İnsanları değişmişti,
Ondan belki de.
Sonra pek çok evlerin yerinde
Yeni binalar dikilmişti.

Ahtapotlar gibi apartmanlar
Buraya da salmış kollarını,
Yoksul aileler çekilmişler
Satıp savıp mallarını.

Böyle böyle bizim eski mahalle
Hoyrat servetlerin karşısında
Silinip gitmiş bile.

Eski günler neredesiniz,
Açın kapınızı da evinize gireyim.
Ama nerde o evler,
Ne bileyim.

Şimdi anam ağlıyor
Zenginlik nedir, fakirlik nedir
İnsan zamanla anlıyor.

Behçet Necatigil

Büyüyen Eller

Dün bahçelerde erik taşlayan.
Ellerin ne de çabuk büyümüş çocuk.
Bir an düşün de ürpersin için.
Böyle başlar sonsuz yolculuk.
Umulduğu gibi pembe değildir ufuk

Ellerin ne çabuk büyümüş çocuk
Büyük günahları avuçlar gibi
Yemişler ,oldukça düşer dalından
Görünmez bulanık suların dibi
Değişen mevsimler ömrün nasibi.

Ellerin büyümüş ne çıkar çocuk
Gönül zamanlar boyu haşarı
Döksede yapraklarını dallar
Tükenmez arzuların baharı
Gönül zamanlar boyu haşarı

Ne kadar büyüsede ellerin
Uzatma tutamazsın yıldızlar uzak
En masum arzular ucunda yıldızların
Hayal dünyamızda iklimler kurak
Ve bir soluk kadar kısa yaşamak…

İlhan Geçer

Kızıma Mektup

Mevsimin adını değiştirmeye giderken bir leylek
Elimize doğdun sen
O leyleğin gölgesi geçerken üstümüzden
Elimize doğdun misk ve amber yüklü bir şilep
Sanki karaya oturdu birden

Şükür ki biz de gördük o günleri
Sevincin tenimizde yaptığı düğünleri

Meğer iple çekmek de varmış yorgun akşamları
Sen yokken köşe bucak kaçtığımız o dev dalgaları

Önce meleklere gülümser onlarla konuşurdun sadece
Boyardın eski bahçemizi başka renklere

Derken başladı odalara bir bozkır akını
Çünkü büyümekti komşu ülkelerin sana en yakını
Bana düşmez bir harita koymak senin önüne
Ama dar yollara sap derim, derin geçitlere

Bir İthaka’n olsun senin de. Uzak, en uzak olanı seç
Varmak mühim değil ,aslolan yolda olmaktır, muhkemse yürek

Oyalanma Liliput diyarında, aldanma ne derse sineklerin tanrısı
Yalnızca baygınlık verir çünkü cücelerin şarkısı

Kendin olmak için savaş eğer savaşacaksan
Kelebekler seni tamamlar, seninle yürür sarısabır ve taflan

Yenilmek de güzeldir. Yenilmek: Boş bir sandal gibi duymak mehtabı
Böyle böyle geçecek ağzında büyümenin o buruk tadı.

Varsın her şey giderek azalsın, üstümüzde gök altımızda toprak
Sen büyüdükçe çocukluğunu uzatmaya bak.

Atakan Yavuz

Avşar Sokak

Kuşlar sokağımızı niçin terk etti
Bunun cevabını hâlâ arıyorum
9 numaradaki necati olabilir sebebi
Üç güne kadar meydan çocuklara kalacak
Necati ölüyor safran dişleri onunla beraber gidecek
Elleri bir yılan kadar soğuk bayan Ünver
Her gün kahvaltıyı bir kez olsun gülümsemeden hazırlayacak
Kösnül kedimiz bile kaçardır ondan
Buraya kadar her şey oldukça bilindik

Avşar sokak tuzaklarla dolu bir uçan bir kaçan kurtulur
Çocuk bir sabah göğe merdiven kuracak
Okyanustan bir ip uzatacaktı ya amiral
uçmayı bir kenara bıraktığımın ertesi
pilli kanatlarım erkenden bozulmuştu
afrika’ya kuş uçuşu -ohoo daha çok vardır
orada hayvanlar bile karadır

minicik bir balığı yakalamak için bile
sabır gerek –sende ne gezer
moby dick’i vurdular ben buna karşıyım kaptan ahab
tombul balıklar aşkına
ben prensipte karşıyım çocukluğa da
günler çok uzun, artıyor çocukluktan, bir şeye benzemiyor
sıkıntıyı ordan biliyorum feci güneşte sararan otlardan
bazıları çocukluğu geçici bir cennet sanıyor
bir sır vereyim: geçmiyor
zaten cennet de artık aramızda değil

Hayriye Ünal

Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri

İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden
Şehrin çocuklara mahsus kaydıraklardan olduğu
Fi tarihinde kutsal sözleri kale almadıkları için
Harap bırakılmışlar tabiatüstü güçlerle

Bir kere elime aldım mı çocukluğumu
Üstüne kerametler yazılı derilerde
Geleceği bildiren derilerde
Başlar yeni bir mantığın bağbozumu

Paganini bakışıyla ölümü inkar eden
Anneleri şaşırtan çocukları büyüleyen
Sevimli kahinlikleriyle fakirleri sevindiren
Ve siz ey çingene kadınları

O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma
Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk
Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark
Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri

Sezai Karakoç

Çocuğun Ölümü

alev sarısı rüyalar içindeyim
koymayan ellerimi gecelerden yana
pul pul dönüyor şekiller pul pul
şekiller… uçan uçana

alışmak ister toprağa sükana
sallama beni sallama beşik
yavru kuşlar tomurcuklar için
buncağız mı sürer misafirlik

esmer aydınlığında ağır
bir akşamüstünün gözlerim
meyveler almış rengini dudağımın
söyleyin söyleyin gülebilir miyim

uyutmaz beni ninniler şimdi
ve gürültüler uyandırmaz
her şey sessiz
her şey dümdüz olsa ne gezer
saçlarım hala asi, hala yaramaz

giderim gitmesine lakin
oyuncaklarım kimin olacak
beş vakit tuttuğu anneciğimin
kollarım kimin, parmaklarım kimin olacak

Gülten Akın

Eski Sahneler Eski Oyuncular

Ablalarıma, ağabeylerime
 ve küçük kardeşime…

daracık uzunca bir hol,
mutfak olarak kullandığımız
bir ‘tandır evi’ ve tandır evine açılan,
yoksullara vergi bir mizah zevkiyle
‘kuyu’ dediğimiz,
Yusuf ’un kuyusundan hallice,
yeraltında, eski kilerden bozma
on metre karelik o tek odada
tam on kişi yaşıyorduk:

yedi kardeş, anne-baba
ve ‘abla’ diye çağırdığımız,
ermeni tehcirinde
merhameti sonsuz Tanrı’nın
kuyuların bu en rahme benzeyeninde
‘sıtar’ ettiği, dulların en güzeli
inananların hası,
yetmişlik Fadime Abla.

sonra, bütün kış boyu köyden
kağnılarla oyunlara taşınan,
sahneye giren çıkan
dayılar, teyzeler, kuzenler…

ve cismiyle ‘kuyu’da yer kaplamayan,
tersine, alçacık sesi, utangaç doğası
ve kendisi gibi küçük
küçücük ‘hekâtları’yla
bize kuyu içinde kuyu, kuyu içinde
saraylar, has bahçeler armağan eden
‘böyükanam’,
o, bir insan yüreği büyüklüğündeki
‘khemeççik’ hatun,
sevgili anneannem…

bir de ‘Paşiko’muz vardı,
annemin halası ve hemen bütün
çocuklarının ebe anası…
gün aşırı uğrar, okuyup üfler,
şeytanlarımızı ‘kışkış’lar,
biber sürerdi, bizi azdırmaya niyetli
cinlerin, ifritlerin ağızlarına.
tandır gününde un eler
bir aylık ekmek için, söylene söylene
yufka yetiştirirdi,
gün boyu dumandan,
sıcak istimden
yanakları nar gibi kızarıp pişen,
gözleri kan çanağına,
cennetin tan ağartısına dönen anneme.

ve kuşkusuz, komşularımız vardı,
bize gönlümüzün kapısı kadar yakın
rol arkadaşlarımız, oyun şeriklerimiz…
onlar da günün yarısını kapıda, sövede,
ve – babamın iflas edip de,
kunduracı tezgâhını,
doldukça genişleyen mucize ‘kuyu’muza
taşımadan önceki günlerde –
çat kapı tandır evinde,
‘kuyu’da, ‘seki’de
oyunlarımıza katılır,
repliklerimizi tazelerlerdi;

Hüsna eze, Hatice abla, Çatılo Bibi…
teravih namazında camide
kadınlar mahfelinden aşağı
horoz uçuran Çatılo Bibi, bu.

bir de Müşerref abla vardı,
takma bıyığı, kasketi,
kaytanlı ‘zığva’sıyla
tebdili kıyafet sokağa çıkan
ve ‘işmarlarıyla’
evde kalmış kızların,
o buz tutmuş çiçeklerin
yüreğini hoplatan Müşerref Abla.

ve Nano…
yalnız ‘Kuşbazlar’ın Ali’nin
ve ‘aşağı mahalle’nin
öteki bıçkınlarının değil,
paçalı kumru ve güvercin kılığında
dama inen cinlerin, perilerin de
bağrını yumruklatan,
ama sonunda babası yaşında
– at cambazı mıydı, neydi –
bir tufeyliyle kaçan*
çukur gözlü ‘nanaher’,
öksüzler güzeli Nano!

kapımızı sık sık ‘poşa’lar çalardı,
elekler, kalburlar satan
Çukurovalı ‘çingen’ler
ya da Türkmenler,
‘bohçacı’ kadınlar,
annemin dünya-ahret ‘bacılık’ları…

onları, eşikte, kapı önünde tutmak
annemin arına gider ve her seferinde
elekleri, kalburları, bohçalarıyla
‘yukarki oda’ya buyur ederdi,
büyük ablamın, oyaları, dantelleri,
‘kırlent’leriyle, Şeyhname gibi süslü,
‘leyal-i elf ve vahid’ kadar hülyalı,
ama, daha o yaşta,
o bilinç düzeyinde bile
insanda, bir ‘karanlık çağ’ etkisi
uyandıracak kadar gizemli
o girilmez gök katına,
ablamın her gün al baştan
silip süpürdüğü
ve içine gömüldüğü
‘tirendaz’ mahremiyetine yani…

ve o efsane sahnelerinin
gizemli figürlerinden biri,
cennetten geçerken memnu meyveye
tamah etmekten korkan
dünyanın en açık sözlü havvası
bir ‘Yıldız’ kadıncık vardı ki,
kalkıp gideceği zaman, insana,
“işte poşaların / çingenlerin Meryem Anası!”
dedirtecek bir safiyetle,

“beni kapıya kadar geçir, bacılık!”
derdi anneme
ve bir üçüncü kişiden bahseder gibi
hemen eklerdi,
“bakarsın şeytana uyacağı tutar,
bu Allahın poşası, kim bilebilir.”

gün boyu, yalnızca ekmek isteyen
ve verilen eski püskü ‘esvap’lar için
dualarıyla oğlanlara göğün kaftanlarını,
kızlara göğün fistanlarını bağışlayan
dünyanın en cömert dilencileri,
bazen de onların kılığına girmiş
Hızır İlyas döverdi kapımızı;
ama her seferinde, ancak gittikten sonra
anlardık onun kim olduğunu.

. . . .

ah, ebediyen yitirdik, yitirdik hepsini,
o on metre karelik odaya
ve ‘kırlangıç’ tavanlı tandır evine
sığdırabildiğimiz sayısız hikâyeyi,
sayısız kahramanı, sayısız yüzü
ve sayısız kozmik maskeyi?

şimdi belki onların dualarının bereketiyle,
yedi kardeş, hemen her birimizin
kaftanlarımız, fistanlarımız,
‘üçodasalonsalonmanje’
meskenlerimiz,
bazılarımızın çardaklı bahçe içinde
gösterişli, asude konaklarımız var;

ve bazılarımızın, fantezilerinde,
bir tek, ‘Mısır Azizi’
yahut ‘Bizans Tekfuru’
yahut ‘Şiir Sultanı’ rolünü
oynamadığı kaldı…

ama çalmıyor kapısını artık,
hiç birimizin
ne poşalar, ne çingenler,
ne hızır ilyaslar,

ne bize düşlerimiz kadar yakın
hatırlı, ülfetli komşularımız,
ne başka gök katlarından,
başka gezegenlerden
misafir oyun kişileri…

ah yitirdik mi sahiden, yitirdik mi hepsini?
yoksa, bilgelerin dediği gibi,
bir kere yaşanan ya da seyredilen,
oyuna giren, sahneden geçen
bir daha yok olmaz mı, ebediyen?

ve izleyip duruyorlar mı
sonraki oyunlarımızı
içimizin ‘kuyu’larından,
tandır evlerinden,
‘seki’lerinden,

eski benliklerimizin,
eski maskelerimizin
karanlıkta parıldayan
gözevlerinden?

6 Aralık 2007

*
 Nano tam böyle değildi, biliyorum,
 Ve mesela, gerçek hikâyeye bağlı kalınsaydı,
 sadece ‘yaşlı bir tufeyliye varan’ gibi bir ifade
 Nano’nun evlilik macerasını anlatmak için yetecekti.
 ama şiirin ve oyunun stilize kostümleri içine sığabilmesi için,
 kahramanımızın böyle ufak ve dramatik bir değişim
 geçirmesi kaçınılmazdı.

Cahit Koytak

Cennet Çağrışımı

Akşam güneşi vurunca bahçelere
Bir cennet çağrışımı yapıyor ağaçlarda
Erguvanlarda
Ve artık açılmaya başlayan
Bayıltıcı kokularıyla
Temiz kalpleri
Ağlayış çizgisine çeken
İğdelerde
Ve bahçe çitlerine dolaşık yaşayan
Hanımellerinde

Bulutlar bu saatlerde özeniyor
Erguvan ağacının çiçeklerine
Yamaçlara güpegündüz rüya gördüren
İstanbul’da bir küçük hanım sultan
Mahmur uykulardan yeni uyanmış
İmkânsız güzelliğiyle erguvan
Cennet çağrışımı yapıyor

Seni bu renkte mi özlüyorum ben?
Senin çitlerine mi tutundu kalbim?

Bahçede haylaz bir merdiven
Tahtadan
Çocuklara yaramazlık fısıldayan
Boyu erik ağacını geçiyor
Göklere uzanıyor basamakları
İki kolu ayrılmaz bir ikili

Biri sen biri ben miyim?

Cenneti seviyorum
Çünkü sen cennettesin.

Şaban Abak

Rüyası Merak Edilen Çocuk

Çocukluğunu hatırlayabilenler uçsuz bucaksız kıyılara daha kolay uzanabilirmiş.

İnsan en iyi bildiği şeyi yazarmış. Bu doğru. Çocukluğumu yazmak istediğimde birden akın ediyor çocukluk günleri. Belleğime kayıtlı çocukluk anıları sesleniyor bana çocukluğumun patikalarından.

Çocukluk dürbünümden görünenler karşısında yine şaşırıp kalıyorum işte! . .

Bizden önceki, bizim ve bugünkü kuşaklardan erken ve hızlı büyümeleri istendi hep. Çocukluktan kaçış sarmalından bugün de bir türlü kurtulamadık. Erken büyümüş çocuklardık. Büyük adam
olmamızı söyleyenleri dinlememiz öğütlense de büyük adam olmanın ne anlama geldiği öğretilmedi bize.

Benim çocukluğum uçsuz bucaksız bir çocuk ülkesi. Kelimenin tam anlamıyla bugün geçmişe doğru bakınca tam bir yitik cennet. Acıları, yoksulluk ve yoksunlukları, arada sevinçleriyle bütün ayrıntılarını hatırladığım uçsuz bucaksız bir dünyadır çocukluğum. Çocuk ödevini yaşama biçimi olarak tercih etmemin ilk nedeni de bu olmalı…

Çocukluktan tamamen kopuş, unutma ve bilerek uzaklaşma halidir. Unutma ve uzaklaşma çocukluktan bütünüyle kopuş anlamına gelir ki bundan sonra da başıma gelmesinden korkarım.
Hele insanın çocukluğu ile varolabildiğinin farkında olan biri için bundan daha büyük bir felaket olamaz. Evet, felaketlerin en büyüğü. Niçin mi? Yaşadığı çocukluğu unutmak çocukluğun ölümü demektir. Hep çocuk kalmak nasıl tehlikeyse, çocukluğun hepten ölümü de öylesine tehlikeli ve insanın köklerinden kopuşudur. İkisinin ortasında kalabilmek ve o ince dengeyi koruyabilmek arzu ve istekle mümkündür. Arzu ve istek, insandaki ebedi çocukluğa rengini verebilir ancak…

Hâlâ çocukluğumu nereden anlatmaya başlayacağıma karar veremedim. Neleri anlatmam gerektiğini de sıralayamadım henüz. Kısa sürse de altı yaşıma kadar babamla arkadaşlığım çocukluğumun altın yıllarıdır. Sorduğum soruların her birini tek tek cevaplandırırdı babam. Arada o da bana soru sorardı. Yaşlı insanların yanında oturma alışkanlığını kazandırması ise erken büyümemi arzu etmesinden başka bir şey değildi. İlk sosyalleşme ve kendimi tanıma serüvenim sayıyorum bu dönemi…

Kendime güven duymaya küçük yaşlarda başlamış olmayı babama borçluyum. Babamdan sonraki dönemde ise hüzünlü, kalabalıklardan kaçan ve hayaldeki arkadaşlarıyla yolculuklara çıkan
bir çocukluk yaşadım.

Hiç kumbaram olmadı. Biriktirmekten hoşlanmazdım. Çocukluğumun bütün yaz aylarında çalıştığımı hatırlıyorum. Çay ve fındık toplamayı pek severmişim. Kümesimde birkaç çeşit tavuk ve peşimde dolaşan dövüşken horozumu hiç unutamam.

Şiire küçük yaşta yakalandığımın şimdi daha iyi farkındayım.

Hemen her gece rüya gören ve sabahleyin rüyası merak edilen bir çocukmuşum. Rüyalarımı uzun uzun anlatırmışım. Çocukluğumun hiçbir rüyasını hatırlamıyorum şimdi. Aradan yıllar geçti. Ellisinden sonra rüyalarım geri döndü. Aradaki fark şu: Gördüğüm rüyaları anlatmıyor, yazıyorum. Çoğu, yeniden çocukluğumun görünür olduğu çocukluk filmleri gibi. Zaten şiir, çocukken görülen
ve yazılamayan rüyadan başka nedir ki…

Mustafa Ruhi Şirin

Kim Bu Çocuk?

Çocukluğum annemdir benim.

Uzun kış gecelerinde anlattığı masallardır.

Deniz diplerinde yürüyen devler, gökyüzünün kapısında bekleyen ejderhalardır.

Çocukluğum Sanamer’dir benim.

Leylek dedenin okul bacasında kurduğu yuvadır.

Kartalların bir dağdan bir dağa uçarken yüzüme düşürdüğü gölgedir.

Güz harmanında saman yeli, yaz bostanında üzerime yorgan niyetine serdiğim kavun karpuz kokusudur.

Çocukluğum Aras’tır benim.

Elleri bedenlerinde büyük adamların Çobandede köprüsünde tuttukları balıktır.

Düşlerimi eyerlerinin kuytusunda gizlediğim atlardır.

Çocukluğum sevinçtir benim, yüreğimdeki keder, dilimdeki hüzündür.

Nice rüzgârın dilden dile, gönülden gönüle aktardığı türküdür.

Şiirdir akarsuların ezbere bildiği.

Ezberimden çıkmayan sevgidir, sevgilidir.

Çocukluğum kuzukulağıdır benim, ebegümeci, madımaktır.

Gün sarısı arpadır, güneş karası buğday, aya bakan ayçiçeği, güne yakışan çavdardır.

Çocukluğum tek odada beş sınıfı okutan öğretmenimdir.

Annemden aldığım sözü ve sözcükleri yazıya akıtan, aktarandır.

Dedemdir, ninem, kardeşim, sevdasını, sevincini hüznünü bölüştüğüm arkadaşım, akranlarım, akrabalarımdır.

Çocukluğum yeryüzüdür benim; akan sular, kimsesiz dereler, kaşı kara ovalar, saçları ağırmış dağlardır.

Çocukluğum gökyüzüdür benim, gökkuşağından geçer gibi gezdiğim bulutlar, yağmurlar ve güneşle, kokusunu topraktan alan rüzgârdır.

Kurtlar, kuzular, korular, kuşlardır.

Akşamın çoban yıldızı, gecenin süsü aydır.

Çocukluğum çocuğumdur benim.

Ben, çocukluğumun çocuğuyum…

Refik Durbaş