Daha

daha diyerek açtım gözümü
göz ki; nuru çekilmiş
görmekten yorulmuşum, malum
geç girip güneşsiz kalktığım yataklarda
buruşuk çarşafmış içim, içim; merdiven dolu dünya
indikçe kuyuma; hırçın karanlık sonsuz benlere sürükledi beni
anladım.
riya, şimdilik vardığım son nokta

biri dedim beni alsın
biri dedim beni alsın
üç oldular sonra
düştüm dizlerimin üstüne
daha diyerek açtım gözümü
anladım
iran değilim.

son masal okunurken, kitle çocuğa, uykusuz kalan fin nokta idim.
değerli sanıyordum kendimi; elmas işleyen toprak,
kulun şarjörüne sürülü tanrı gibi
ne ise verilen onunla gönendim.
döndüm baktım kendime hava kapalı.

iyiyim, yağmura çıkmış köpekten daha iyiyim
sevgilim sorun yok bu ormanda.
bu dağ çıban, bu nehir kan ve bu kadar kadın olmasa!

İnan Ulaş Arslanboğan

Çağla

..çağla.

“kelimeler susun artık
saatleri kurmasın kimseler” (bayram balcı)

bekle’
kuşkonmaz dallarında
beklediğin o sırça köşk çözecek atkısını boynunda
düğümlenen
dallandım mı dedi o ağaç / hangi göklerinde çoğalarak
bekle gelir dedim işte o kuşlar kanatlarında o sesin

(sevmezmişim hiç, özlemezmişim, beklemezmişim hem de)

bekle gelir o dallanan ağaç / kes-in-ce / ipi-ni / düş-ün-ce
yoruldun mu
otur dinle avuçlarımdan akan ırmağın gürüldeyişlerinde
adımlarına yol olacak
o masalları /
yoruldun mu / biliyorsun işte bendim o/ dolup boşalan bir kovaydım/
kuyunun diplerindeki kendisiyle göğünü yerle bir eden

/adarken deliliğimi anladım “bu çağda derviş olunabilir” imiş
/ hey gidi
sığ kuyu

yoruldun mu diye sorarsa onlar de ki yorulmak değil benimki sadece
uzayıp
giden saçlarında esen o rüzgarın kokusunu arayıp bulamamak de ve
bulduğumda
o kokuyu asılıp zamansızlığın çektiği halatları pamuk
ipliğine dönen
kopmalarda kendini atacak de o kadın atacak kendini başını
döndürmeyen
kuyusundan dünyanın ve ağlayacak / de…sus de sonra içinde
kanayıp duran o
yaraya hey gidi sığ kuyu


“…aldırma ‘çok sesli’ ve kirlidir dünya, tıpkı ağustos
gibi.
yara dediğin kalbinden akıp giden..bir kelebek.” ( sufi)

damla damla değil çağlayarak eksilen
ille de çağla ağacını tanımayan
elleri tenimde yaralar açan
kapıları kapatmadan bırakıp giden
ve eksildikçe çoğalan ve çoğaldıkça yakınımdan uzağıma
köprüler yıkan…
/ yoruldun mu / yorulma / kurur dinlenirsin kendinde

silsile
(.sıfatlarını yaktım bütün cümlelerin
sakın arama
sana uzayan kuyularda
düne dönerek içlenecek o kova nerede
bu darmadağınıklığa dönen dış ses
yankılanacak avuç avuç
özneleri de siliyorum
bütün pencerelerde el izlerini de…
ıssızlığa dönecek -çölün sıcağında- kucaklaşan harfler
ve -sığ sularda- kelimeler)

gidecek bir gün o kova / kes-in-ce / ipi-ni / düş-ün-ce(-nin)

Ela Dincer

Yukuta

Ve
Var olmayan şeylerin Tanrısı
Beni yarattı bu zamansal paradokslar
Ortamında
İyi mi etti bilmiyorum
Bazen insanlara bir şeyler söyleyecek gibi oluyorum
Ama korkuyorum çünkü
Ağzımı açsam her yerde 9.9 şiddetinde
Depremler olacak sanıyorum
“Bu kendime inanın gıcık oluyorum”

Suyun üzerinde yürüyebilenler beni bilirler
Bir onlar bilirler bir de sokak kedileri
Nerede görseler tanırlar beni, Yukuta’yımdır
Görünüşüm su içen güvercinlere benzer
Yürüyüşüm yolunu kaybetmiş geyiklere

-Tahminiz doğru, “Geyikli Gece”nin tüylerinden yaratıldım.”

Yeryüzünün tüm dükkanları kapanır bir bir
Ben Tanrıma dua ederim
“artık gelsin gerçek güneşler, gece kuşları, denizler”diye
Kapıda bir kız çocuğu duruyor ya, işte orada
İçeri girerse duanı kabul edeceğim der
Beklerim.
Beklerim olmayacak şeylerin Tanrısı
Kim bilir belki o da olur bir gün
Yukuta, yani ben de olurum
Kırmızı güneşler
Mor mevsimler de olur

Ziya Alpay

Üçüncü Şahsın Şiiri

gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım

ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım

akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım

Attila İlhan

Allah Bes, Bâkî Beves

Ey zâir-i sâhib-nefes,
Hubb-ı sivâdan meyli kes
Dünyâda kalmaz hiç kes,
Allah bes, bâkî heves

Her ten biter bir derd ile,
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmağa bir ferd ile,
Değmez bu dünyâ-yı ehas

Ben de ferîd-i asr idim,
Fass-ı nigîn-i sadr idim
Nakş-ı hümâyûn-ı satr idim,
Gösterdi çarh rûy-ı abes

Dil-haste oldum bir zemân,
Tedrîc ile bitdi tüvân
Uçdu nihâyet murg-ı cân,
Çünki harâb oldu kafes

Söndü çerâğ-ı âfiyet,
Zulmetde kaldı şeş cihet
Açıldı subh-ı âhiret,
Envâr-ı Hakdan muktebes

Buldum o dem Sübhânımı,
Arz eyledim isyânımı
Matlûb idüp gufrânımı,
Rahmetle oldu dâd-res

Yâ Rab! Bu abd-i rû-siyâh,
Etdimse de yüz bin günâh
Dergâhını kıldım penâh,
Afvındır ancak mültemes

Târîhdir ism-i Gafûr,
Lâbüdd ider sırrı zuhûr
Afv olunur her bir kusûr,
Allah bes bâkî heves.

Abdurrahman Sami Paşa

Gökdelenler ve Melekler

Eskidik çok eskidik bilir misiniz, ben
“Amerika’da gökdelenler varmış” denildiğinde
“Gök delmek kimin haddine” diyen
Günah olmasın diye çekinen
Ninelerin torunuyum.
Neredesin anneanne neredesin?
Kör zurnacı âlem yapıyor mu dersin
Kubbeli Hamamda hâlâ
Sanmam onlar da hayâl zerreleri olup dağıldılar uzaya.

Baba dağa gidemedik bir türlü
Bir ayı bulup eve getirecektik..
Hayatımın ilk beş yılı
“Bir gün dağa gideriz”
Avuntusuyla geçti
Büyüdük dağ sözü etmedik hiç
Yıllar geçti, ben de baba olmuştum ki
Sen göçtün başka bir çağa.

Bir tarafta toptak ve su başkalaştı
Gökyüzü çok artmış ışığıyla
Rahatını kaçırdı yıldızların
Periler masalları bile terk ettiler
Şeytanların keyfi yerinde neden gitsinler?
Şükür ki melekler de var
Âmentü’de inandığımız
Günlük hayatta anmadığımız
Fakat yine de onlar
İnananların yardımına koşarlar
Allah’ın müsadesiyle.

Hüsrev Hatemi

Via Dolorosa

her kutsal şehrin bir göğü vardır ya
dünyanın en güzel göğünün annesidir Via Dolorosa
göğünden erguvanlar serpilir kucağıma

kutsallık yürür çarıklarıyla her sabah
çocukların ahdine bürünmüş
kılıçların değdiği sokaklarda
rüzgar esiyor İsa’nın gerildiği çarmıha..
âh kimse böyle güzel sevmedi Dolorosa’yı
en iyi arkadaşım İsa’dan başka…

hadi ellerini ver ey ipi kanadıma takılan balon,
sana çan seslerinin hikayesini anlatacak bu müezzin.
tenime kazıyacağım Beyt’ül-Makdis’ten sonra
esmerliğinden söktüğüm şarkıyı
ve Via Dolorosa’nın çilekar taşlarını..
bunca kutsallığın içinde
göğsümde bir kadın, (adı Maryam )
ve İsa’nın başındaki, dikenli zeytin dalı. 

 
bir unutulmuşluk buğusu sarıyor,
heybemdeki pervaneyi,
düşününce bu çile yoluna verilen eziyetleri..
dingin ikindi vakitlerinde unutsalar da bu şehri
her haliyle şifa dağıtıyor
eski çağın sancılarına, Dolorosa..
ey ipini boynuma doladığım balon,
sende duyuyor musun, yüzlerce yılın
suskunluğunu konuşuyor martılar
şafak alacası vuruyor şehrin yüzüne
çocukları namaza kaldıracaklar. 
insanlar topluyorum bu sevdanın ortasına
bütün dinlerden insanlar topluyorum
ve buluşturuyorum Via Dolorosa’da.
seninle biz, bulandığımızda bu şehrin kutsallığına
biliyorum, bi’tabak aşurede ikram ederiz Rum komşularımıza. 
ipinle, en çok bu şehirde yara dikeceğim
bu şehir; üstün olmadığı Arab’ın Acem’e, Siyah’ın Beyaz’a..
gidersem bi’gün zira
döneceğim elbet bu kutsal uzaklardan
döneceğim gerildiğim çarmıhlardan.
eğer geç kalırsam
sokaklarında beraber saklambaç oynadığım
benim küçük hafızlarım
muhakkak gelecekler sana

gelecekler hafızlar, ve şöyle söyleyecekler; 

her sabah bizi namaza kaldıran esmer abla
bize yeni oyunlar bulan,
Yafa’nın merdivenlerinde mızıka çalıp
duvarlara İbranice barış şiyirleri yazan
saçlarının örgüsünü hiç bozmayan
acıktığımızda bize ekmek yapan ve
Ortadoğu’nun masallarına gebe kalan abla
hâlâ meczuplar gibi gezinir Dolorosa’da..

                    kirpikler Via Dolorosa’da…
                                kirpikler Via Dolorosa’da…

Elif Akyol

Hergele Şiirler

I

Sen ki övünürsün kadınlara egemenliğinle
Söyle
Nedir eldeğmemişlik ve ne zaman biter
Ve neden daha kolay bir fahişeyi şaşırtmak
Yaşlı bir bakireyi hoşnut etmekten
Söyle
Nasıl altedilir eldeğmemişlik
O ulaşılmaz noktada
Yeniden yeniden ürerken

Sen ki övünürsün
Gövden ve sertliğinle
Bir bulutu elegeçirdin mi
Ve gökkuşağını doladın mı beline…
Söyle
Bir kızı nasıl ayırırsın bir anadan
Göğüslerine dokunmadan

Gövdenden kurtulmaktır sevişmek
Düşlerinden sıyrılmak
Yeni bir etle kuşanmak yaşamayı
Ellerini kamaştırır etin
Eğilirsin
Ve bezgin boşalırsın yatağına
Kendine kapalı ırmak

Sen ki övünürsün kadınlara egemenliğinle
Usanmadın mi sarılmaktan gölgene
Söyle.

II

Yanılıyorsunuz sayın şair yanılıyorsunuz
Söz konusu kadınlar olduğunda
Diyelim çok seviyorsunuz, seviliyorsunuz
Sevdalısınız hatta
Yine de tanımıyorsunuz sevdalınızı
– Sizin bildiğiniz bir içbaygınlığı
Sevda değil diyebilirim de
Neyse… –
Bilmiyorsunuz çünkü
Nedir ormanla benzeştiren
Ve ayıran bir kadını

Haklısınız
Adımlayıp yıllar yılı bir sokağı
Taşlarını bilmemek olası
Ama bir kadın
Nasıl çağrıştırır sokakları

Yaklaştıkça uzaklaşan
O koku, renk
Ve gökyüzünü yitirmiş gibi
Başdönmesi
Girdikçe içine, daldıkça, derinleştikçe
Ya da kendine çektikçe
Aldığını kendi kılan
Orman nasıl ayrılır bir kadından

Severken öldürmek kuşkusu
Ve anasını kıskanmak tüm dünyadan
Yüreğinize çarpan
Ah bir kadından doğmasaydınız keşke…

Söyleyin nasıl ayırırsınız bir taşı öteki çakıldan

Sennur Sezer

Bir Genelev Kadını Ve

Girdi
Sırtında eski bir ceket vardı
Biryerlerden sızmıştı sanki, gün ışığı gibiydi
sarışındı
Önce bir süre kapının önünde durdu durdu
Gölgelendi, inceldi, beni gördü
Pek önemsemedim
Zayıftı, kirliydi, içkiliydi
Pek önemsemedim
Baktı hiç konuşmadı
Oysa, bir İsa tasviri gibi uçumluydu, güzeldi
Yer gösterdim oturmadı
Bir sigara yaktım, ona da verdim
Aldı
Sigarasını ben yaktım
Kısa bir gülümseme yürüdü dudaklarından
Benim dudaklarıma da geçti
Çocuklar gibi kızardım
Öteki kızlar gülüştüler
Ben kendimi sevdim, güvendim
Saçlarımı düzelttim, göğsümü biraz kapadım
Bana elini uzattı, eellerimiz birbirine değdi
Sıcaktı, inceydi, kıskanırım anlatmaya bu eli
Ağır ağır odama çıktık.
Girdi
Açık pencereyi kapadım
Perdeyi çektim
Arkamı döndüm, yavaş yavaş soyundum
Bileğimdeki saati çıkardım
Sigaramı söndürdüm
Tam o zaman…
Zaman da değildi belki
Öyle korkunç bir gözyaşı seli
Sonra alabildiğine bir kayalık
Kayaların üstünde bir kertenkele
Ardından bir ormanın uğultusu
Binlerce kanat sesi
Sağ elinde bir bıçak
Yok, hayır, bıçak değildi
Vuran, ezen, öldüren bir el
Ve eller
Ve dişler
Kendimden geçtim.

Bir daha gelmedi, hayır, bir daha hiç gelmedi
Ama onunla ben
Ne zaman istedimse, o zaman yattım.

Edip Cansever

Seni Yaşamak

Seni her özlediğimde sevgilim,
Gökyüzüne bakıyorum;
Göğün mavisinde gözlerini görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Denizlere bakıyorum.
Ufuğa bakınca mucizeni görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Kuşlara bakıyorum.
O kanatlardaki özgürlüğünü görüyorum çünkü.
Ve aşkım, seni her özlediğimde,
Adında isyan ediyorum.
Seni özlemek istemiyorum ben,
Ben seni yaşamak istiyorum,
Seni her özlediğimde sana bakmak istiyorum
Ve seni sende görmek sadece

Behçet Necatigil