Fotoğraflardaki yaşlıların elleri niçin dizlerinde

Yaşlı fotoğrafları… Bir süredir karşı koyulmaz biçimde dede-nine fotoğraflarına kaptırmış durumdayım. Nerede karşıma çıksalar, hipnotize olmuş halde, bakakalıyorum.

Dede fotoğrafları güzel, nine fotoğrafları daha da güzel. İkisi bir aradaysa bambaşka güzel.

Birinde, bir cami önünde, yan yana oturup ezan vaktini bekleyen yaşlılar var mesela. Aksi görünüyorlar ama değiller. Kalın gözlük camları, ifadesiz bakan gözlerini daha da derine gömmüş gibi.

Bir diğerinde, eğreti bir sobanın yanına diz çökmüş bir yaşlı çift. Önlerinde, mevsimine göre bir tabak nar, belki bir çaydanlık ya da yumuk bir emektar tekir. Aralarında manidar bir mesafe hep kalıyor. Birbirlerine sevecen gözlerle bakma çabası yok, “altmış senelik ölümsüz aşk” konsepti yaratma gayreti de. Öylece, masum, el değmemiş, fotojenik olamadan duruyorlar.

Bu resimlerde, dikkatimi iki şey çekiyor: Gözler ve eller. Gözler, nedense çok acemiler. Bakışlarında, fotoğraf makinesiyle yeni tanışmışlar gibi bir tutukluk, bir merak ama daha ilginci bir çocuksuluk.  Karşılarındaki o tek gözlü tekinsiz makinenin, kendilerini nasıl dondurup sergileyeceğine dair bir endişe göz bebeklerini biraz büyütmüş oluyor. İnsan gözüne karşı derin bir ilgiyi, içten bir ihtiramı zinhar esirgemeyecek bu gözler, karşılarında bir insan sıcaklığıyla bakmaktan mahrum objektife karşı birden tedirginleşiyorlar. Kendilerini resimlerde, ekranlarda izlememiş insanların gözleri bunlar.

Annemin rahmetli dayısı Mehmet Dayımızın bendeki resimleri böyledir mesela. Evinde, bir tanesi mabeynin sırrı dökülmüş aynasının çerçevesine ilişik, biri buzdolabının kapağına yapışık, işte biri de ev telefonunun altına sokulmuş olmak üzere, birkaç fotoğrafı olan bu adam, kendisini bir iki kareden daha çoğunda görmüş değildi. Bu sebeple, bizim teklifsizce onu çekiverdiğimiz sayılı anlarda tedirgin oluyor, bir makinenin bilinmeyen bir karanlık hafızasına suretini teslim ederken içindeki bir ıstıraba temas ediyordu.

Yaşlıların resimlerindeki gözler, poz vermeyi bilmeyen insan gözleridir. Gözlerine bir ışıltı eklemek, yüzlerine bir tebessüm iliştirmek konusunda bir yetenek geliştirmedikleri için, objektife dimdik, bir tehdide bakar gibi, bir yabancıyı dinler gibi, hatta bir kedi, bir köpek gözüyle bakıyor gibidirler.

Bizler poz verirken, kendimizi yüzlerce kez görmüş, gözetlemiş, tetkik etmiş, puanlamış olmanın tecrübesiyle davranırız. Yüzümüzdeki ifade, makineye girmeden önce zihnimizde çoktan oluşur. Poz vermenin ustası olmuşuzdur. Fotoğraflarımız bu yüzden bizi pek az şaşırtır. Kendimizi gördüğümüz bir fotoğrafı hızla eskitir, bir başkasına derhal geçebiliriz. Daha da ilginci, herkesin kendisine özgü kıldığı, kendisine yakıştırdığı bir pozu zaman içinde oluşur ve her fotoğrafta o aşina bizi arar gözlerimiz. Bunun bir ileri aşaması, verilen pozun fotoğraf tecrübesiyle sınırlı kalmaması, gündelik hayatın içine taşması ve bizi gündelik ilişkilerimiz içinde zaman zaman yakalamasıdır. Bir de bakmışız, mesela bir iş görüşmesinde, o sevdiğimiz pozu takınma, o tercih ettiğimiz çene hareketi eşliğinde fotojenik görünme isteğiyle doluvermişiz.

Bir de eller demiştim. Onlar da, çoğu kez dizlerin üzerinde bir çift güvercin gibi uzanırlar. Medrese mektep görmüş hoca efendilerin resimlerinden tüten edep, bu el jestiyle taçlanır. Namaz oturuşuyla otururlar onlar. Görülme onlarda bir tedirginlik yaratıyor gibidir. Bu sıradan görülme, sanki apansız Allah tarafından, Yazıcı Melekler tarafından görülüyor olmayı hatırlatmıştır da, kendilerini huzurda var saymak zorunda kalmışlar gibi davranırlar. Görülme onlarda, gaybın kapılarını çalan bir durum gibidir: Görülüyorsan, bir gören var demektir. Buysa onlarda derli toplu olma zorunluluğu doğurur.

Geçtiğimiz günlerde, bundan altmış sene önce Anadolu’nun bir ücrasında, bir Fransız’ın çektiği zikir kayıtlarına denk geldim. Derme çatma bir dergahta, bir Rifai meclisinin orta yerinde, şişlerle, cezbelerle, raksla yürüyen heyheyli bir cümbüş. Orada olup bitenler son derece düzensiz, ölçüsüzce kaotik ve tedirgin edici geliyordu. Ama birden, o insanların kendilerini değil zikir yaparken, hemen hiçbir durumda izlemediklerini, sadece kendilerini değil kaydedilmiş bir zikir videosunu da izlemediklerini hatırladım. Bu insanlar, zikir esnasında nasıl göründüklerini zihinlerinde canlandıramayacak durumdaydılar. Bu da onları, kendilerini denetleme ihtiyacı duymadan zikre katılmaya, orada bir üçüncü göz tarafından izlenmeden kendileri olmaya sevk ediyordu. Onlar o anda orada olabiliyorlardı.

Bu yüzden, verdiğimiz pozlar bizi görünür kılmaya değil, bazı ödünç poz kalıplarına mahkum ederek görünmez kılmaya yarıyor, diye düşünmeden edemiyorum. Veya şöyle: Poz verirken sen, sen değilsin.

Ahmet Murat / Gerçek Hayat

Şeyhe duyulan ihtiyaç

Önce şu cümleyi bir kuruvereyim: Şeyh, Arapça’da yaşlı demek.

Başlıktaki şeyhin bir yönüyle bu anlamla ilgisi var, bir yönüyle de tasavvufi anlamıyla. Aslında ikisini birbirinden ayırmaktaki zorlukla daha çok ilgili.

Şeyh, tasavvuf söz konusu olduğunda, kalbin der-topunu bilen, düşünce kaldıran, uyuyunca uyaran, sürçünce kayıran bir yol gösterici demek, malum. Ne demek düşünce kaldıran? Dünyaya düşünce, ukbaya kaldıran demek. Sürçünce kayıran? Hatasız kul olmaz, seni hatanla seven, demek.

Bu işlemlerse bazen sözle olur, bazen gözle olur.

Tasavvufi anlamda böyle bir maceraya katılmak, kritik bir tercih meselesi. Oraya girmeyelim. Ama şuraya girelim: Hayatımızda, görünce bize dünyanın faniliğini talim edecek, konuşunca hayat gailemizi gözümüzden düşürecek, o çok önemli dertlerimizi kıymetsiz kılacak birilerine ihtiyacımız var.

Modern toplum düzeni, delileri, sakatları olduğu kadar yaşlıları da görünmez kıldı. Ayak altında dolanmamaları, hayatın akışında bir sekteye yol açmamaları icap eden, bu sebeple de mümkünse buharlaşan, silikleşen unsurlara dönüştüler: Bir yük, bir ayak bağı, yavaşlatan bir kaygı unsuru.

Oysa mesela deliler, bize ortalama bir aklın sağladığı imkanları hatırlatarak ya da yaşlılar, geldik-gidiyoruz ana fikrini canlı tutarak, şu dünyada yitip gitmemize, batıp kalmamıza mani olan yardımcılardı.

Onlarla kurduğumuz her temas bize ya sabır, ya şükür, ya fikir, ama her halükarda bir kalp canlılığı olarak geri dönmekteydi.

Peygamber reçetelerindendir: Yetim başı okşamak, hasta ziyaret etmek, kabristana uğramak, iyi gelir. Kalbe, demek istiyorum.

İşte, bir yetimin, bir hastanın, hatta giderek bir ölünün şeyhe dönüştüğü bir eşikten bahsediyoruz.

Büyük Mehmet Dayımız, önce eşini rahmet-i rahmana gönderdi, kendisi de ardından uçtu. Yoksul ve basit evleri, evlerinden de basit olan eşya ve hayat alışkanlıkları her ziyaretimizde ders niteliğindeydi. Yo, sık görüşüyor değildik. Ayrı şehirlerde yaşayan, bayramdan bayrama buluşan, akraba kalmaya çalışan kimselerdik. Ama onların kaybıyla birlikte hayatımızda, andığımız türden bir şeyhlik müessesenin zevalini yaşadık.

Karı koca, bir de sarıkız, gün doldurmak üzere soluk alıp veriyor gibiydiler. Sadece son demlerinde değil, ben bildim bileli böyleydiler. Yoksul evlerinde, yoksulluğa dair bir ima yoktu. “Yüce Rabbim, gökten yağdırıyor, biz aşağıda süpüremiyoruz”, rahmetli büyük yengenin sözüdür. Yani, yamalı fistanının, kötürüm bacaklarının, buldukça yediği öğünlerin onda bir kırgınlığa, bir gücenikliğe yol açması bir yana; Allah’ın kendisine öylesine bir nimet yağdırdığını, ki bu nimetleri tek tek toplamak bir yana, süpürerek toparlamaya bile yetişemediklerini söylemiş oluyordu. Vay canına, değil mi?

Bu, aşikar ki, tevekkül dersidir, kanaat dersidir, şükür dersidir, ibret dersidir. Hep birlikte kitaplardan değil, insandan talim edilen dersler cümlesindendir.

Kitaplar bize bu menkıbeleri bulanıklaştırarak anlatır. Zihnimiz, dinlediği menkıbeyi dönüştürür, bazen tanınmaz hale getirecek ölçüde çarpıtarak kullanılmaz kılar. Bir kitaptan aldığımız bir kalp dersi, bizde olsa olsa çizikler, yırtıklar açar. Oysa bir insanın, hakiki hayatının içinden taşıp gelen bir ders, vicdanımızda ve ruhumuzda yivler açarak oraya yerleşir. Ağaca yapılan aşı gibi, o dert, o acı, o derin duyuş, bize eklenir, bizde yeni bir idrak meyvesi verecek bir fışkına dönüşür.

Hepimizin bir şeyhe ihtiyacı var. İnsan dersine, insan kitabına ihtiyacımız var çünkü.

Ahmet Murat

Non Dolet 2

Günlerin gözeneklerinden süzüldü,
Bir masal, öte yana geçti
Masalın bile inanılmazıydı,
Masal da değil belki ’Hiç’ti…
Demek bu kadar sürecekmiş ‘Büyü’
Ey ‘Acı’ çekil köşene ve uyu
Geçmişler olsun ’Yürek Kadırgası’
Fırtına dindi ve göründü Kıyı.

Hüsrev Hatemi

Korolar

Bir Yaz İkindisi Üzerine Notlar

Erkekler:

Şükürler olsun golf toplarına,
Şükürler olsun tenis fanilama!
Başımı öz-gücümle ayıkladım
Ezdim bitlerini, koydum yanına;
Şimdi yalnız sanadır dualarım
Ey, ölü deniz
Ve sırtında gezdirdiğin
Itırlı, hafif akşama.

Veteranlar:

Çöl ziyafetinden kalkınca imparator
Baktı karanlığa
Göğün yıldızlı tarafında bulunca bizi
Güldü, neşelendi önce
Sonra bir görmeliydin
Görülecek şeydi ama
Nasıl da bir avuç kum gibi çözüldü yüzü
Dokununca eğri ve habis
Kamçı yarasına.

“Bana gelince
Ben sıkıldım, sokakları dolaştım
Terledim, temiz mendiller çıkardım
Ayaküstü iş bitirdim
Onun bunun sigarasını yaktım
Serin, yosunlu köşelerde
Bazı adları ağzıma aldım
Dallandı köküm
Uğraşmadım sökmeye
Katlandı yolum
Bir koltukaltına sıkıştırıldım
Domuz-başlı babam
Manşet olunca gazetelere.”

Yağmur Bekleyen Kadınlar:

Güneş titrer kurban kanı üstünde
At sinekleriyle, at sinekleriyle
Kızlar ne pişiriyor o kazanda?
Karanlık bir deniz köpürüyor o kazanda
Diri bacaklarıma dolanıyor hindibağ
Yılanlarla, karnında yılanlarla
Yeni bir söz getiriyor kadınlar
Yatırmak için yağmura.

İşçiler:

Gres yağı iyi, yükseldi randıman
Ah, bir de patron jartiyer giyse!
Doğrusu hızıma katlanamam
Doğa aklına erişirse;
Bir kartal tufanı bu
Ne kadar kaçsam sırtımda kanadı
Çıplak ayaklarımla ezdim günlerce
Mayalanmış yüzünü karımın
Birleşik kılmak için
Yırtık bir haritayı.

Mandolin çalan kızlar:

Ne iyiliğin çağrısı ne uğultusu göklerin
Titreştirebilir telimi
Ama öyle taze bir görkemi var etimin
Havarisi kirli ayağını sokar ya
Takunyasını yakıp bir kaba
Ve kral içine süzülür
Islak boşluğuma
Hokkabaz hüneriyle
Kırar kilidimi
Ve izleyenler
İtişip, gülüşenler
Bir alkış tutar
Bu çelikten tınıya
Öylesine çoğalmış uyanıyorum
Kısılmış sesimle
Yeni bir şarkı daha için.

“Bana gelince
Ben kötülüğü seçmiştim
Çünkü biliyorum
Yalnızca kötülük
Eterlenmiş bir yürekte
Sürükler hüznünü
Yaşamın ve ölümün
Ve okumuştum bir yerde
Doğduğumu
Hızar talaşında
Sağ kolunu bırakıp da ustam
Aynaya bakmak için
Delirdiği gün.”

Gölgelere Uzanan Şövalyeler:

Savaşmayacağım
Çünkü korkuyorum
Mızrak boyundan
Göğsümü delen
Ve bu bahçeden
Açıyor çiçekleri uzun geçmişi
Oh, büyüsün gölgeleri
Bu yaz oyununda
Kapanırken ölüm
Beyaz alnımda.

Devlet adamları:

Ve biz
Bu savaş artığı halka
Gıda ekmedik mi?
Ve bir kadın
Ve yünlü köpekleriyle
Soğuk kış gecelerinde
Bir sobadan diğerine yüzlerce arşın
Emek, anlam ve hayal
Isıtsın diye ayaklarını
İri kafaların
Ve toprak ve kefaret, hâsılı metal
İşlesin diye
Ayıp taraflarını…
Eyvahlar olsun, ağlayacağım
Hem de çok uzun vadede
Sonra bir duruş kuracağım
Darağacından.

Şimdi soruyorum dünyaya:
Biz nasıl ulaştık bu sonuca?
Altı üstü uzun, ölü bir gün daha
Ama ben üşenmedim yaşadım

(Evde 
Sinyallerle yürüyorum koridorda
Kör ve kadim ama hayvansı bir kâhin
Ayak basmadığım bir zamandan
Bol güneşli zar masasına
Fal mı açmışmış
“Hoş geldiniz, bayım!”
Yani nedir ki, en fazla bir solgun bebeğin
Terkedilmiş yatağına
Mektup bırakacağım.

Çarşıda

Aklım ermez sanırdım önceleri
Küçük gizlerine çarşının
Kesik bağırışlara köşebaşlarında
İçlenmelere lokantalarda
Kahvelerde sıkıntıya
Çıldırmaya bir telefonun suskunluğuna karşı…
Saçımı günlerce tarayıp çıktım
Hazırladım kendimi dostumun rüyasına:
“Geriye bir cümle kaldı,
Kurtaracak bütün yaşadığımızı!”
Sonra ceketlerimizi çekip başımıza
Kaçtıktı sağanaktan
Bir saçak altına
Ölü balıklarının yanına balıkçının.)

-Ne sakar bir adam olmalıydım-
Açılmadı çenem sordular
Ele vermedikçe yumruğumu kanattım
Bir güdümlü şarkı ile
Hırçın bir denizin
Yavan adıydı aslında
Saklayıp dayandığım…

Müttefikler:

Şimdi biz bu balonun salıncağında
Geçerken altımızdan koca bir kıta
İşleniyoruz parlak bir ipeğe,
Omzunuzda kanat uçları
Bazen bir pelikanın
Karımı süzüyorsunuz onurunuzla.
Sazlıklarda ay batarken dolaşıyor
Mavi bir kimono
Ve girdikçe buluta
Korlaşan ucu sigaranızın…
Öyle mahcup
Öyle çekingen ve muzip
Gözleriniz var.. ve onların kapanışı…
Bakın bu ipin ucunda ben varım
Siz olun diğer ucunda
Birlikte açtığımız
Bu boşluğa atlayalım.

Arka sayfa haberleri

“Herr Freeman ‘Küçük kızınız çok zeki,’ dedi
Henüz iki yaşında ama değil mi
Değil mi ama konuşması ne kadar bilgece
Yani neredeyse dahice
Üstün yetenekli olmasının yanında
Sorumluluk sahibi ve şirin

Ne diyordum, ha madem okuyorum Oxford’da
Ve madem üçüncü dünya diye bir şey de var
Soyunmalıyım, diyordum
Bir takvime yapıştırılıp çıplak
Bak hem de ne bileyim ben
Kantinde kütüphanede filan
Yani tamamen spontan
Satılmalıyım yaprak yaprak
İnsaniyet namına.”

Bana gelince
Ben deniz kıyısına inmiştim
Bazı hayvanlar uzatmıştı etlerini
Bazı insanların ağzına
Herkes kendine göre çalışkan
Dürüst ve muntazam
Birinin elinde siliniyordu öbürünün eli
Yaşamaya başlamadan…
Sonra ekmek davası
Sonra kan kokusu
Yırtık paralar gibi ekşi…
Herkes kendi gecesini bekliyor
Yüz çizgileri derinleşiyor çocukların
Kızdırıp ağlatıyorlar bir deliyi
Yer açmak için yaklaşan karanlığa…
Ansızın şemsiyesini kapadı
Altgeçitte bir kadın
Sonu gelmeyen bir şiirin adıyla
Kuruladı terini
Çekip giderken bir kez daha
Dönüp baktım dünyaya:
Biz nasıl ulaştık bu sonuca?

Altı üstü uzun, ölü bir yaz ikindisiydi galiba
Ama ben üşenmedim yaşadım.

Hasan Güçlü Kaya

Belirsiz bir yerde, bir pastanede oturmuş Fellini röportajı çeviriyorum yeni sayı için. Sabaha kadar açıkmış burası. Fellini yaramaz bir çocuk gibi uçuk kaçık cevaplar veriyor sorulara, gülüyorum sık sık, pastanede oturanlar neden güldüğümü merak ediyorlar.
Dünya eskisi gibi, boğucu ve yalnızlık dolu… Bir şey bulmalıyım diye oturdum buraya, “dünyadan çıkış yolları”… Aslında girmeye çalıştığım bir kapı eşiğini ayağımla yokluyor gibiyim daha çok. Kafam karışık, dergi de karışacak. Olsun, zaten yeni sayının konusu: Kaos.

Yorgunluk

Usluluk, usluluk, usluluk, ah, ne güzeldir!
Bırak biraz dinlensin bu alevli arzular.
En doyumsuz anında bile sevdanın, ey yar
Kadın bizi ablaca terkedebilmelidir.

Öpsün yorgun tenimi uykulu okşayışlar,
Sıcak soluğun, salınan bakışın bence bir
Git, uzun bir öpücüğün tadında değildir
Inatçı titreyişler, çılgın kucaklayışlar!

Ama sen haylaz çocuğum, diyorsun ki bana:
“Yüreğinde tutkunun boruları çalmada!”
Aldırma sen borular bildiği gibi çalsın!

Alnını alnıma koy, ellerini elime
Yarın bozsan bile gel andiçelim seninle,
Ve ağlayalım sabaha dek, ey küçük çapkın!

Paul Verlaine

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için

Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeğe geldim
Bezirganem metaım çok, alana satmağa geldim

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim

Dost esrüğü deliliğim, aşıklar bilim neliğim
Denşürüben ikiliğim, birliğe bitmeğe geldim

Ol hocamdır ben kuluyum, Dost bağçesi bülbülüyüm
Ol hocamın bağçesine, şad olup ötmeğe geldim

Bunda biliş olan canlar, anda bilişirlermiş
Bilişüben Hocamla, halim arzetmeğe geldim

Yunus Emre aşık olmuş, Maşuka derdinden ölmüş
Gerçek erin kapısında, canım arz etmeğe geldim

Yunus Emre

Çalar Saat

Çalar saat! uğursuz Allah, korkunç, bir karar,
Parmağı bizi tehdit eder, bize der: “Hatırla!”
Bir hedefteymiş gibi dikilecek yakında
Dehşet dolu kalbinde ürpermiş ıstıraplar;

Kaçacak ufka doğru o buharı andıran
Zevk, kulisin nihayetinde bir rakkas gibi;
Her insanın bütün ömrü boyunca nasibi
Nimeti bir parça yiyor senden de her an.

Ve saniye, üçbin altıyüz kere saatte
Fısıldıyor: Hatırla! Hatırla! – Koşan böcek
Sesiyle, şimdi der: Ben ‘Geçmiş Zamanım’ gerçek,
Ve emdim kirli hortumumla ömrünü işte!

‘Remember!’ Hatırla ey sefih! ‘Esto memor!’
(Aşinasıdır hançerem bütün lisanların.)
Dakikalar o külçelerdir ki fani çılgın,
Altınını almadan atmaması doğrudur!

‘Hatırla’ ki zaman muhteris bir kumarbazdır
Hilesiz kazanır, bu bir kanun, her koyuşta.
Gün sona eriyor; gece büyüyor; hatırla
Susuzdur her girdap; su saati boşalır.

Yakında çalacak saat ve ilâhî kader,
Ve şan dolu Fazilet, henüz bâkire zevce,
Ne nedamet o dahi (ah! son misafirhane!)
Ve hepsi diyecek: “Vakit, koca ödlek! geber!”

Charles  Baudelaire
Çeviri : Ahmet Muhip Dıranas

Mühürlü Alyans

Güzel bir akşamında hayatın
Yanıma geliyorsun
Karanlık olsa da gecelerin
Yıldızlar gibi parlıyorsun.

Öyle olsan da, alyansım
İşte, yüzünü açar aydınlık ay
Al onu, kabul et benim için
Mühür gibi sağlam, parmağında kalsın.

Sence ay bir söz olursa
Asılı kalsın gökte parmağım
Soğuk gümüş arama
Sana sıcak güneşi veriyorum.

Düşüncemiz, gönlümüz bir
Sözümüz beraber, hayatı seviyorum
Öyle düşünsem de, akar su hızlıdır
Bir köprü yok üstünde, çekiniyorum.

İshak Meşbeşe (Adıge)
Çeviren: Meretiko Metin

Yıllar evvel, Türk Edebiyatı dergisinin şimdi hatırlayamadığım bir nüshasında 20. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Louis Aragon’un imzasını taşıyan bir yazı okumuştum. Yazı, “Dünyanın En Güzel Aşk Hikâyesi” başlığını taşıyordu. Aragon, gençliğinde, kızgınlıkla andığı Nobelist yazar Rudyart Kipling’in “Dünyanın en güzel hikâyesi” adında bir öyküsünü başlığın vaat ettiği ihtişama eşdeğer bir beklenti içerisine okuyuşundan ve yaşadığı hayal kırıklığından bahsediyordu uzun uzun. Yıllar yılları kovalıyor, Aragon, dünyanın en güzel aşk şiirlerinden birini yazsa da (“Sana Büyük Bir Sır Söyleyeceğim”), “dünyanın en güzel aşk hikâyesini” okuyamamanın eksikliğini hep içinde taşıyor. Bir vesileyle o yıllarda Fransızcaya ilk kez çevrilmiş ve gelecek vaat eden genç bir Kırgız yazarın bir kitabını okuyor. Kitabın adı Cemile, yazarı Cengiz Aytmatov. İşte diyor Aragon, işte, dünyanın en güzel aşk hikâyesi bu. Ve başlıyor anlatmaya, uzun uzun!

Bu ‘beklenti’ benim de içimde yer etmiş olacak, ilgi duyduğum tüm sanat dallarında (resim, sinema, fotoğraf, edebiyatın tüm kolları…) hep bir “dünyanın en güzel …” yaratısını aradım. (Bayezid-i Bistamî’nin o güzel sözünü hatırlamanın vaktidir: “Aramakla bulunmaz; ancak bulanlar daima arayanlardır.”) Bu, bir yerde, sanatı hayatımın biricikliğine sunmak, özgünlüğüne katmak, onunla daha anlamlı ve anlaşılır, daha kendiliğinden ve sahtelikten uzak bir ilişki kurma girişimiydi benim için. Bunu yıllarca -ve en başta- edebiyatta aradım. Yüceler yücesi bir dağın zirvesinde yapayalnız ve tek ayağı üzerinde durmaya mahkûmken bile hayatta kalmaya çalışan bir insanın hikâyesi bile bana “işte dünyanın en güzel …”sı dedirtmedi! Hayır, o ben değildim. Gözyaşları içinde kendini boşluğa bırakırken kaderine sitem eden kusurlu adam olsaydı belki, ama o ben değildim… Edebiyatın o güne değin beni mahrum ettiği şeyi sinemada buldum ya da şöyle mi demeliyim: bunu bana sinema verdi. (Naili’nin dediği gibi: “Lutf u keremi Hazret-i Mevlâ ile geçtik.”) Karhozat. Macar yönetmen Bela Tarr’ın -aynı zamanda doğduğum yıl olan- 1988’de gösterime girmiş olan ilk filmi. Türkçe adıyla, Lanet. Artık tabiîleşmiş bir alaka ve merak duygusuyla izlemeye başladığım film, dehşete kapılmış bir bedenin korkuyla inip kalkan göğüs kafesi yüzünden beni gece boyu uyutmadı ve bana hakikatimi suratımda patlayan bir baba tokadıyla eşdeğer bir öfke ve merhametle beyan etti. Razıydım. Çok üzülmüş, ağlamış ama geç ve beklenmedik bir zamanda bile olsa gelen bu mesaj için rabbime minnettardım. Bu yazıyı Mevlit Kandili’ni idrak ettiğimiz bir gecede, 2 Ocak 2015’te yazıyorum. Diyebilirim ki Lanet’i izlediğim gece, ilk defa o gece, ilk vahyin ağırlığı ile üzerine örttüğü kat kat yorgan altında titreyen peygamberimi anladım. Ona olan sevgim kâinatın sınırlarını aşmış, hakikate yaslanıyordu artık. O sevgi, beni büyük bir boşluktan çıkarıp rabbimin rızasını kazanmak için çabalayacağım bir hayat tasavvuruna götürecekti.

İnsanın karşısına ne zaman, neyin çıkacağı çok mu muğlak? Hani insan kendi kaderini kendi yazandı. Yazılırken yaşanılan bir tarih çok da öngörülemez olmasa gerek. (Uyarı: bu söylenene Hz. Hızır’la karşılaşmalar dâhil değildir.) Benim için hayat, sanat kadar sürprizlerle dolu değil. Öte türlü İshak Meşbeşe ya da nâm-ı diğer Adıge ile ve onun “Mühürlü Alyans” şiiriyle karşılaşamazdım. Hayat bize nesneyi sunuyor sadece, ona anlam katmak yılların süzgecinden geçerek kazanılmış bir şahsiyetin işi. Benim “Mühürlü Alyans” isimli şiire yüklediğim anlam, Argon’un Cemile’ye yüklediği anlamdan farklı değil. “Mühürlü Alyans” benim için “dünyanın en güzel aşk şiiri”dir.

İshak Meşbeşe Çerkes halkı için çok önemli bir şair. Hatta Çerkeslerin Mehmet Akif’i denilmesinde hiçbir sakınca yok gibi. Anavatanlarından sürülmüş olan Çerkeslerin hâli hazırda kullandıkları millî marşlarının da şairi Adıge. (“Adıge”, Çerkes halkı arasında yaygın bir biçimde kullanılan genel bir lakap, bir hitap şekliymiş. Adını bilsin bilmesin, Çerkesler arasında birbirlerine “Adıge” diye seslenmek, hitap etmek bir saygı ve yakınlık belirtisi aynı zamanda. Her Çerkes bir Adıge!) Sovyet okullarında eğitim görüyor Meşbeşe. Parti komiserleri ile yakın bir ilişkisi oluyor hep. Sovyetler içinde gelişen kültürel atmosferin her zaman bir şekilde içerisinde oluyor. Ama mensubu olduğu halkla ve onun acılarla dolu mâkus talihiyle ilişkisini hiçbir zaman kesmiyor; kaleminden Çerkeslerin şarkıları, ağıtları eksik olmuyor hiç. Mehmet Akif’le bu yüzden bir bağ kurdum zaten aralarında. Bir ulusun varlığını kendi varlığı gibi sahiplenen, kendi bedenini ulusunun değerleri uğruna siper eden, bunun için yalnızca kalem savaşları değil, bir ruh cihadı yapan, yapabilen şairler vatan şairi olarak kabul görüyor zaten.

Yine de sevmem dâva şiirlerini. İster Mehmet Akif yazsın, ister Nâzım Hikmet… Birinin Berlin Hatıraları ve o hatıraları yazarken, düşünürken gurbet elde oturduğu kafeteryada etrafına hayret ve hüzünle bakan güzel insan daha çok ilgimi çekerken, bir diğerinin hapishanede bile olsa çalışarak, üreterek karısına bakmaya çalışan ve her gün aynı saat diliminde ona duyduğu büyük özlem için Saat 21-22 Şiirleri. “Ben gelmedim dava için” diyen bir Yunus’tadır hep kulağım. Her ulusun zor zamanları olmuştur ve her zorluk, darlık kendisini bulacağı bir sese gereksinme duymuş, ona yaslanmıştır, onun ruhaniyetinden güç almaya çalışmıştır. Bu Macarlarda Sandor Petöfi iken, Türklerde Mehmet Akif’tir. Senegallilerde Léopold Sédar Senghor iken, Çerkeslerde İshak Meşbeşe’dir… Antropologların inanma ihtiyacı duyan bir insan topluluğu için kullandıkları argümanlar bu noktada da devreye girer sanki.

Yazının sonunda tamamını okuyacağınız Mühürlü Alyans şiirini daha ilk okuyuşumda onun dünyanın en güzel aşk şiiri olduğunu büyük bir sevinç ve şükran duygusuyla fark ettim. Defalarca okudum; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, karışık!.. Şiirin bana söyledikleri kadar sakladığı vardı. Hâlen öyle… Her okuyuşumda bir kapı açıldı. Açılan her kapı kilitli başka bir kapıya çıktı. Şüphesiz bu şiir, benim şiirimdi, benim hakikat evrenimdendi. Her dimağın bu şiirden benimle aynı tadı alamayacağını biliyorum, bu benim hikâyem! İşbu yazının yazılış gayesi de bu noktada kendini ele veriyor işte: şiirini, öyküsünü, filmini arayan okur! Aramak, evet. Benim arayışım “Soğuk gümüş arama/ Sana sıcak güneşi veriyorum.” diyen bir şiirle, bitti.

Kaynak: http://merkezgar.blogspot.com.tr/2015/06/dunyann-en-guzel-ask-siiri.html

Son Bir Günün Şiiri

– oğluma-

Saat: karadağın üstünden karlı bir rüzgâr
Hovardaca serperken hüznüne sığınmış kalenin onurunu
Kelebek lambalarımızı karanlıktan saklayan
Suratına pencerelerimizin, sen çıplaktın oğlum
Belki bir gün dönümüydü, belki bir sevda türküsüydü uzunca
Yarıda kesilmiş, kulaklarımda hâlâ çınlayan tınısıyla
Belki bir kadındı ya da anandı ağlayan-
Ah! bütün öyküler yeşil aktı ellerinde, o saat zaptiyaların
-Neden kırmızı deme, yeşil damlar bir halıya sözcükler-
Sonra ayaklarımı götürdüler, ellerimi, adımı,
Oysa kör karanlıklarda da taşıdım
Ardımızda bıraktığım yıldızların tadını

Zaman: gece menekşeler takmıştı saçına
Cam kırıkları gibi parlıyordu yıldızlar,
Bir yanımda şehir, ekşi ve terli sokaklarıyla
diğer yanımda buzlu dağlar yalamış kura
Bir çığlığın arkasından koşarcasına
Ya da kanat izleri düşmüştü belki kıvrımlarına suyun
Ben bir şiirin son dizelerini ısırırken dişlerimin arasında
Bir çiçeğin sapını çevirircesine dilimle
Sen boynu bükük bir sözcük gibi saplanıp kalbine
Ah! unutma masallarda biz geldik bugünlereyi
Yosunlu su yeşili kalmış günlereyi
Bütün iklimlerin güzüne inat.

Metin Cengiz

Müslüman Halkların Geri Kalmışlığı

Müslüman halkların, aynı yerde devr-i daim yapmaktan, bağımlılıktan, fakirlikten ve geri kalmışlıktan kurtulmalarını istiyor muyuz?

Yeniden ve emin adımlarla şerefle ve aydınlık yolunda, kendi kaderlerinin sahibi olmalarını istiyor muyuz? Ahlaklılığın, dahiliğin ve cesaretin kaynaklarının bütün   gücüyle yeniden fışkırmasını istiyor muyuz?

 O zaman bu hedefe götüren yolu açık bir şekilde işaret edelim:

İslam’ın bireysel, ailevi  ve  toplumsal  hayatımızın tüm alanlarında İslam düşüncesinin yenilenmesi ve Endonezya’dan Fas’a kadar tek bir İslam birliğini gerçekleştirmek.

Bu hedef uzak ve ihtimal haricinde görülebilir, ancak imkan dairesinde bulunduğu için gerçekdir. Aksine her bir gayr-ı İslami program çok yakın ve hedefin yanında görülebilir; ancak o, İslam alemi için tam bir ütopyadır, çünkü imkansız dairesinde bulunmaktadır.

Tarih apaçık bir tespiti göstermektedir: Müslüman halkların hülyasını heyecanlandıracak ve onlar arasında gerekli olan disiplin, ilham ve enerjiyi  gerçekleştirecek tek düşünce İslam’dır. 1950’li yıllarda sadece birkaç bin hakiki Müslüman mücahidi İngiltere’yi Süveyş kanalından çekilmeye zorladı, arap ırkçı rejimlerinin müttefik orduları ise İsrail’e karşı üçüncü defa savaşı kaybetmektedirler. İslam ülkesi olarak Türkiye dünyaya hakim idi. İslamı kabul eden halk ve birey, kabulden sonra, başka herhangi bir ideali için yaşaması ve ölmesi mümkün değildir. Bir Müslümanın adı ne olursa olsun herhangi bir kral ve hükümdar, bir milliyeti, partiyi yüceltmek ve ona benzer bir şey uğruna kendini feda etmesi düşünülemez. Zira en güçlü İslami bilinçaltı düşüncesine göre o burada, bir çeşit putperestlik ve Allahsızlık fark eder. Müslüman ancak Allah adıyla ve İslam’ın yücelmesi adına ölebilir, yahut savaş alanından kaçabilir.

Onun için, gerileme ve pasif devreleri aslında İslami alternatifin yokluğu veya bu yokuşa tırmanmak için Müslüman aleminin hazır olmayışıdır. Onlar, İslam’ın Müslümanlar üzerindeki manevi tekelinin olumsuz tezahürüdür.

Bu durumu Allahın takdiri olarak kabul ederek biz, açıkça iddia ediyoruz ki, Müslüman dünya İslamsız ve İslam’a karşı olarak yenilenemez. İslam, İslam’ın insana dair, insanın dünyadaki yeri, insan hayatının hedefi ve insan -Allah ilişkileri ve insan- insan ilişkileri hakkındaki tavrı, Müslüman halkların durumunun iyileştirilmesi yolunda her hakiki eylemin ebedi ve değiştirilemez ahlaki, felsefi, fikri ve siyasi temeli olarak kalmaktadır.

Alternatif apaçıktır, ya İslami yenilenmeye doğru hareket veya pasiflik ve gerileme. Müslüman halklar için üçüncü ihtimal yoktur.

MUHAFAZAKARLAR VE MODERNİSTLER

İnsanı sadece terbiye etmekle kalmayan aynı zamanda dünyaya nizam verme yeteneği olan İslam’a, kendi kabülleri doğrultusunda, İslami yenilenme fikrine, her zaman iki tip insan tarafından karşı çıkılmaktadır: Muhafazakarlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına ait (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslam’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar.

Aralarında mevcut olan büyük farklılıklara rağmen bu iki grup insanın ortak tarafları vardır. Her ikisi de Avrupalıların anladığı manada İslam’ı sadece din (religion) olarak görmektedirler. Mantık ve dil inceliklerine yönelik belli eksiklikleri ve İslam’ın özü, onun tarihte ve dünyadaki rolü hakkındaki anlama kabiliyetsizliği, bir sebepten dolayı tamamen yanlış olarak, onların İslam dinini religion olarak tercüme etmelerini sağlamaktadır.

İnsanın varlığı ve görevi hakkındaki temel gerçeklerin tekrarlanması manasına geliyorsa da, İslamın bir şey hakkındaki yaklaşımı tamamen yenidir. Din ve ilmin, ahlak ve siyasetin, emel (ideal) ve çıkarların ittifakının sağlanmasındaki talebidir. Zahiri ve Batıni dünyanın varlığını tanıyarak İslam, bu iki dünya arasında bulunan uçurumun köprü vazifesini, insanın yaptığını göstermektedir. Bu ittifak ve birlik olmadan religion geriliğe (her türlü verimli hayatın reddedilmesi), ilim ise ateizme doğru çekmektedir.

İslam sadece religion’dur noktasından hareketle muhafazakarlar, İslam’ın dış dünyaya nizam vermemesi gerektiğini, ilericiler ise bunu yapamayacağını düşünmektedirler. Pratikte sonuç aynıdır.

Müslüman dünyasında muhafazakar düşüncesinin, tek olmasa da, en büyük temsilcileri şeyh ve hocaların kesimidir. Onlar, İslam’ın “İslam’da ruhbaniyet yoktur”, şeklindeki açık düsturuna rağmen, kendilerini ayrı bir sınıf gibi organize ettiler ve İslamın yorumlanmasını tekellerine alarak kendilerini Kur’an-ı Kerim ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar. Din adamı olarak onlar ilahiyatçıdırlar, ilahiyatçı olarak onlar dogmatikdirler ve din bir defa ve ebedi olarak verildiğine göre, onların düşüncesine göre aynı din bir kere ve ebedi olarak yorumlanmıştır. Bu sebeple de en iyisi her şeyi, bin küsür sene öncesinde tarif edildiği gibi bırakmaktır.

Statükocuların bu kaçınılmaz mantığına göre, ilahiyatçılar her yeni şeyin amansız düşmanıdırlar. Dünya gelişimi içinde ortaya çıkan yeni durumların düzenlenmesi ve Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini hayata geçirmek amacıyla şeriatın yeniden ve tekrar yapılanması, dinin bütünlüğüne yönelik saldırı olarak tanımlanmaktadır. Belki burada İslam’a karşı bir sevgi duygusu vardır, ancak bu patolojik, gerici ve dar ufka sahip insanların sevgisidir ve henüz canlı olan İslam düşüncesini boğan bu gibi insanların sarılışından başka bir şey değildir.

Ancak İslamın, ilahiyatçıların elinde kapalı bir kitap olarak kaldığını düşünmek yanlıştır. Hala bilime karşı çok kapalı ve tasavvufa (mistisizm) karşı ise çok açık olan ilahiyat, bu kitabın (İslam) içine İslam ilmine aykırı çok sayıda irrasyonel ve hatta boş inançların girmesine izin vermiştir. İlahiyatın  (teoloji) doğasını iyi bilenler onun mistisizme neden direnemediğini, hatta bu şekilde burada neden dini düşüncesinin zenginleştiğinin sanıldığını iyi anlarlar. Tarih boyunca, dinler arasında en temiz ve en mükemmel olan Kur’an’ın monoteizmi, tedricen kompromite (sulandırılmış) edilmiş, pratikte ise dini ticaretin iğrenç şekilleri ortaya çıkmıştır. Kendilerini din koruyucusu ve yorumcusu sanan kimseler, her halükarda çok güzel ve karlı olarak, dinden meslek yaptılar ve hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan dinin hayata geçirilmeyişini kabul ettiler.

Böylece ilahiyatçılar yanlış yerde yanlış insanlar oldular. Ve İslam dünyasının uyanış emareleri gösterdiği şu günlerde bu kesim, bu alemin her türlü sert ve karanlık göstergelerinin temsilcileri oldu. Bu kesim, İslam dünyasına baskı yapan sıkıntılarla başa çıkılması için herhangi bir yapıcı adım atma hususunda yetenek gösterememiştir.

Sözde ilericiler, batıcılar, modernistler ve kendilerini daha nasıl adlandıran kimseler, onlar bütün İslam dünyasında tam bir felaketi temsil etmektedirler, zira çok sayıdadırlar ve özellikle hükümet, eğitim ve kamu hayatının tümünde çok etkilidirler. İslam’ı hocalar ve muhafazakarlarda görerek -başkalarını da buna inandırarak- modernistler bu düşünceyi temsil eden her şeye cephe almaktadırlar. Bu kendi kendini reformist ilan eden kimseleri, genelde utanmaları gereken şeylerle gurur duyduklarından tanırsınız. Genelde onlar; “babasının oğlu”, Avrupa’da eğitim görmüş ve oradan zengin Batı’ya karşı büyük eziklik, ait oldukları geri kalmış ve fakir ortama karşı ise çarpıcı üstünlük (kibirli) duygularıyla dönmüşlerdir. İslami terbiye almadıkları, halkla manevi ve ahlaki bağ kuramadıkları için onlar çok hızlı bir şekilde temel ölçütleri kaybederler ve yerli kanaatlerinin, adet ve inançlarının tahrip edilmesi, yerlerine ise yabancılara ait olanların ikame edilmesiyle, topraklarında bir gecede, aşırı hayranlık duydukları Amerika’yı yaratacaklarını sanmaktadırlar. Standart yerine onlar standart kültünü getirirler, bu dünyanın imkanlarını geliştirmek yerine heva ve heveslerini geliştirirler ve böylece rüşvetin, ilkelliğin ve ahlaki kaosun (kargaşa) yolunu açarlar. Onlar, batının gücünün, nasıl yaşadığında değil, nasıl çalıştığında bulunduğunu anlayamamaktadırlar. Batının gücü modada, allahsızlıkta, gece kulüplerinde ve ahlaksız gençlikte değil, batılı insanların hayranlık bırakan çalışkanlık, ısrarlı gayretleri ve sorumluluklarında yatmaktadır.

Bizim en büyük felaketimiz batıcılarımızın kullandıkları yabancı reçeteleri kullanmalarında değil, bu reçeteleri nasıl kullanacaklarını bilmediklerinde daha doğrusu bu esnada iyiye yönelik yeterince güçlü duygu geliştiremediklerinde yatmaktadır. Onlar faydalı mamul yerine, aksine medeni sürecin zararlı ve boğucu yarı mamullerini aldılar.

Bizim batıcıların evlerine getirdikleri değer bakımından şüpheli aksesuarlar arasında, genelde çeşitli “revulusyonel” (devrim gibi) fikirler, programlar, reformlar ve ”bütün sorunları çözen” benzer “kurtarıcı doktrinler” bulunur. Bu “reformlar” arasında inanılmaz ufuksuzluk ve uydurma örnekler vardır.

Bir asırdan fazladır ki batı medeniyeti dışında bulunan bir çok halk için, söz konusu medeniyetle tespit edilecek ilişkilerin sorunu ortada durmaktadır. Bu karşılaşma esnasında tamamen red tavrını mı koymalı, dikkatli uyum sağlama veya bu medeniyetin bütün unsurlarını sorgulamaksızın ve seçmeksizin kabul etmeli mi? Birçok milletin zafer veya trajedisi, onların bu kader sorusuna nasıl cevap verdiklerinde yatmaktadır.

Öyle reformlar vardır ki içinden bir milletin bilgeliği ortaya çıkarken, diğer taraftan ihanetlerin en büyüğünü barındıranlar da vardır. Yakın tarihimizde Japonya ve Türkiye örnekleri bu hususta klasik durum arz ederler.

XIX. asrın sonu ve XX. asrın başında bu iki ülke benzer ve kıyaslanabilir durum arz ediyorlardı. İkisi de eski İmparatorluk kendine ait yapıları ve tarih içinde kendi yerleri belli olan ülkelerdi. İkisi de gelişmişlik bakımından birbirine yakın ve hem imtiyaz hem de yük olabilecek muhteşem tarihe sahip idiler. Tek kelimeyle bu ikili gelecek için hemen hemen aynı fırsatlara sahipti.

Ondan sonra iki ülkede de bilinen reformlar gerçekleşti. Başkasının değil, kendi hayatını yaşamak için Japonya ilerlemeyi ve geleneği birleştirmeye çalıştı. Türkiye ile alakalı olarak, onun modernistleri tam tersi bir yol seçmişlerdi. Bugün Türkiye üçüncü sınıf bir ülke, Japonya ise dünya milletlerinin zirvesine çıkmıştır.

Yazı meselesinde Japon ve Türk reformistlerin göster­dikleri tavırdaki anlayış farkı, başka konulara nazaran, belki en açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Basitliği ve sadece 28 harfli olan arap yazısı, (Osmanlıca) bu özellik­leri sebebiyle dünyanın en mükemmel ve yaygın yazısıdır, Japonya kendi Latinlerin (Romalılar) teklifini reddeder. O bütün reformlardan sonra ancak 46 işaret yanında 880 Çin ideagram (anlamı belirten işaret) olarak tespit edilen ve karmaşık (komplike) olan kendi yazısını korur.

Sadece bu değil. Çok kısa bir süre sonra, yalnızca basit tescil aracı olan yazının sorun olmadığı anlaşıldı. Gerçek sebepler, sonra da sonuçlar, hakikatte çok daha derin ve önemli idi. Bütün medeniyetlerin özü ve ilerlemesi, yok edilmesi ve inkar edilmesine değil, devam ettirilmesine bağlıdır. Yazı, milletin tarihteki devamını sağlar ve “akılda tutma” şeklidir. Arap harflerinin kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda  korunan geçmişin bütün nimeti kaybolmuş oldu. Bir çok diğer “paralel” reformlarla beraber, yeni Türk nesli kendini manevi dayanaktan yoksun ve adeta bir çeşit manevi boşluk (vakum) içinde buldu. Türkiye kendi “hafızasını”, geçmişini kaybetti. Bu durum kime gerekli idi?

Demek ki İslam dünyasının reform taraftarları, yeni, değişmiş şartlarda ve yeniden eski ideal ve değerleri gerçekleştirmeyi bilen, akıllı ve bilge halk temsilcileri olamadılar. Onlar değerlerin bizzat kendilerine  karşı ayaklandılar ve sık sık soğuk alayla ve şok edici basiretsizlikle halkın kutsallarını çiğneyip yerine sahtesini yerleştirebilmek için hakiki hayatı yok ettiler. Türkiye ve başka ülkelerde bu vahşiliğin sonucu olarak hasta millet yarattılar veya yaratmak üzeredirler. Kendine benzemeyen ve kendi yolunu hissedemeyen, manevi açıdan kafası karışmış ülkeler. Hakiki güç ve heyecandan yoksun, tıpkı onların Avrupalılaşmış şehirlerin sahte parlaklığı gibi onlarda var olan her şey sunidir ve otantik değildir. Ne olduğunu ve köklerinin nereden geldiğini bilmeyen bir ülke, nereye gideceğini ve yüzünü neye doğru çevirmesi gerektiğini bilebilir mi? Batılıların istediği sözü edilen reformlar, onların İslam dünyasına olan bakış açılarını ve o dünyayı nasıl “tamir” etmek istediklerini açıkça göstermektedir. Bu, her zaman yabancılaşma, gerçek sorunlardan ve halkın ahlaki ve bilimsel kalkınması için zorlu çalışmadan kaçınma ve dış, basit şeylere yönelmek olmuştur.

Kamu idaresini bu tip insanların elinde bulunduran Müslüman bir ülkenin bağımsızlığı ne manaya geliyordu? O özgürlüğü onlar nasıl kullandılar?

Yabancı örnekleri kabul etmek ve siyasi destek aramakla Batılı veya Doğulu olsun fark etmez, yöneticileri sayesinde bu ülkelerin hepsi yeni bir işgal hareketini uygun gördüler. İçinde başkasına ait felsefe, hayat tarzı, yardım, sermaye ve başkasına ait destek olan bir çeşit maddi ve manevi bağımlılık ortaya çıktı . Bu ülkeler hakiki değil, sahte bağımsızlık elde ettiler çünkü gerçek bağımsızlık her şeyden evvel manevi bağımsızlıktır. İlk evvela manevi bağımsızlığı için mücadele edip kazanmayan halkın bağımsızlığı kısa bir süre sonra sadece milli marş ve bayrağa indirgenir ki  bu iki şey hakiki bağımsızlık için çok yetersizdir.

Müslüman halkların gerçek bağımsızlığı için mücadele, her yerde ve yeniden başlamalıdır.

GÜÇSÜZLÜĞÜN SEBEPLERİ

Bu iki tip insan muhafazakar ve modernistler (ilericiler) bu günkü Müslüman halkların durumunu anlamak adına bir anahtar teşkil etmektedirler. Gerçekte onlar bu durumun hakiki ve son müsebbipleri değildir. Daha sonraki değerlendirmede her iki durum, daha derin bir sebebin ifade edilmesini göstermektedir: İslam düşüncesinin aşağılanması veya red edilmesi.

İslam tarihi çoğunlukla sadece İslam’ın geliştirici (ile­rici) özelliğinin gerçek hayatta gerçekleştirilmesi değildir. O aynı zamanda bu düşüncenin anlaşılmamasının, ihmalin, aldatılmasının ve kötüye kullanılmasının tarihidir de. Bu bakımdan her Müslüman halkın tarihi, parlak başarılarının dizini olduğu kadar aynı zamanda esef verici batıl düşünce ve yenilgilerin tarihidir. Bütün bizim siyasi ve ahlaki başarı ve başarısızlıklarımız gerçekte sadece bizim İslam’ı kabulümüz ve onu hayata geçirmemizin yansımasıdır. İslam’ın, halkların gündelik hayatına olan etkisinin zayıflaması her zaman sosyal ve siyasi kurumlar ve insanların aşağılanması ile sonuçlanmıştır.

İslam tarihinin tümü, başlangıcından bugüne dek, kaçınılmaz olarak bu etkileşimin dairesinde gelişme göstermiştir. Bu “paralellik” içinde Müslüman halkların değişmez kaderin parçası ve İslam tarihinin bir kanunu bulunmaktadır.

İslam tarihinin, bu kanunun işleyişini çok çarpıcı bir biçimde gösterebilecek -biri yükselme diğeri de gerileme devrinden-  iki karakteristik anı vardır.

Hazreti Muhammed’in vefat ettiği 632 senesinden 100 sene geçmeden İslam’ın manevi ve siyasi hakimiyeti bir taraftan Atlas okyanusu ile Hind nehri ve Çin, diğer taraftan Aral gölünden Nil nehrinin aşağı kısımlarına kadar muazzam bir bölgeye yayılmıştı. Suriye 634, Şam (Dimeşk) 635, Ktesifon (Bağdat’ın 35 km. güneydo­ ğu tarafında bulunur. Fars/Sasani İmparatorluğunun başkentidir.) 637, Hind ve Mısır 641, Kartaca (Bugünkü Tunus bölgesi) 647, Semerkand 676, İspanya 710 yılında fethedildi. Müslümanlar 717 senesinde İstanbul önlerinde, 720 senesinde güney Fransa’da idiler. 700 senesinden itibaren Şantung’da (Çin) camiler vardı. 830 senesinde ise  İslam  Java’ya  ulaştı.

Ne daha evvel ne de daha sonra kıyaslanamayacak derecede görülmemiş bu örnek genişleme (fetih) daha sonra İslam medeniyetinin üç kültürel dairede gelişmesi için zemin hazırladı: İspanya’da, Ortadoğu ve Hindistan’da.

Bugünkü dünyada Müslümanlar neyi ifade ediyor? Soru başka bir şekilde de sorulabilir: Ne ölçüde müslümanız?

Bu soruların cevapları birbiriyle ilişkilidir.

Biz esir durumdayız: 1919 yılında, bir müddet için bağımsız Müslüman devleti yoktu, ki bu durum ne daha evvel ne de daha sonra görülmüş bir şey değildir.

Biz eğitimsiziz: İki dünya savaşı arasında hiçbir Müs­lüman ülkesinde okuma-yazma oranı % 50’yi geçmemekteydi. Bağımsız olduğunda Pakistan’da okuma-yazma oranı % 25, Cezayir’de %20, Nijerya’da ise sadece %10 idi. ( Buna karşı Dreper’e göre X ve XI. asrın Müslüman İspanya’sında okuma-yazması olmayan bulunmamaktaydı)

Biz fakiriz: Milli gelir İran’da 220, Türkiye’de 240, Malezya’da 250, Pakistan’da 90, Afganistan’da 85, Endo­nezya’da 70 Amerikan dolarına karşı ABD’de 3000 dolar. (1966 yılındaki durum) . Müslüman ülkelerin çoğunda sanayi üretimin milli gelire olan katkısı %10 ila %20 arasında olmaktadır.

Gündelik beslenmesinde kalori sayısı 2000 iken, Batı Avrupa’da kalori sayısı 3000 dir.
Biz bölünmüş topluluğuz: Miskinlik, aşırı zenginlik ve tüketim çılgınlığı olmaması gerekirken, Müslüman toplum kendi zıddına evrim geçirdi.  Kuran-ı Kerim’in “. .. bu zenginlikler (nimetler) zenginleriniz arasında toplanmasın” emrine aykırı olarak, nimetler yavaş yavaş çok az sayıda kişinin elinde toplandı. 1958 yılında toprak reformu öncesinde Irak’taki 22 milyon dönüm işlenebilir arazinin yaklaşık 18 milyonu veya %82’si büyük toprak sahiplerinin elinde idi. Aynı zamanda 1,4 milyon köylünün hiç toprağı yoktu.

Bu öyle bir haldir ki bazıları haklı olarak bunu “İs­lam’ın gecesi” olarak adlandırdı. Aslında bu gece bizim kalplerimizde akşam karanlığı olarak başladı. Daha evvel bize ne olduysa ve bugün her ne oluyorsa sadece içimizde cereyan eden şeylerin tekrarı ve yansımasıdır. (Kuran, Er-Ra’d 12)
Çünkü biz Müslümanlar olarak esir, ümmi ve kavgalı olamayız. Biz ancak İslam’ın mürtedi olarak öyle olabiliriz. İlki Uhud’da sonuncusu Sina’da gerçekleşen bütün yenilgilerimiz bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Çoğunlukta canlı ve faal hayat dairesinden günlükçü (günü kurtarma) ve pasif dairesine itilmesiyle İslam’ı terk etme fenomeni (hadisesi), tam da İslam ideolojisi ve pratiği bakımından merkezi konumda bulunan Kuran-ı Kerim’in örneği üzerinde en açık olarak takip edilebilir. Tespit edilmelidir ki Müslüman halkların her kalkınması, her şerefle dolu dönemi Kur’an-ı Kerim’in öncelenmesiyle başlamıştır.  Mucizevi akışını burada zikrettiğimiz ve iki nesil dönemi içinde İslam’ı batıda Atlas okyanusuna ve doğuda Çin’in girişine kadar getiren erken İslam’ın genişlemesi, sadece tek örnek değil en büyük örnektir. İslam tarihi esnasında bütün hareketlenmeler paralelizmin (ikiliğin) bu kanununu belgelemektedir.

Gerileme ve çekilme dönemi öncesi zamanda Kur’an­ı Kerim’in durumu neydi?


Bu kitaba olan teslimiyet bitmiyordu ancak aktif ka­rakterini kaybetmiş, irrasyonel ve mistik olana tutunmaktaydı. Kur’an-ı Kerim kanun otoritesini kaybedip, buna karşın eşyaların “kutsal”ı oldu. Kur’an-ı Kerim’in araştırılmasında ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Devamlı surette ilahiyat formalizmin tesiri altında Kur’an-ı Kerim hep daha az (anlayarak ve manası düşünülerek) ve daha çok (güzel sesle) okundu ve mücadele, doğruluk, şahsi ve maddi fedakarlıklar hakkındaki emirleri, tembelliğimize aykırı ve sevimsiz olarak, güzel sesle okunan Kur’an-ı Kerim metninin zevk veren (rahatlatan) sesi içinde eriyip gitti. Bu doğal olmayan durum yavaş yavaş normal olarak kabul edilmeye başlandı, çünkü bu vaziyet, sayıları her geçen gün artan ve Kur’an-ı Kerim’le yollarını ayıramayacak durumda olan, fakat aynı zamanda hayatlarını onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların işine gelmekteydi.

Kur’an-ı Kerim’in (sesli olarak) aşırı okunmasındaki (veya ezbere okumasındaki) psikolojik açıklamayı burada aramak gerekir. Kur’an-ı Kerim’i (sesli olarak) okuyor, yorumluyorlar sonra yine (sesli olarak) okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine (sesli olarak) okuyorlar. Bir defa olsun uygulamak zorunda kalmamak için bir cümlesini binlerce defa tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kuran-ı Kerim’in nasıl okunması gerektiği hususunda geniş ve itinalı bir ilim ürettiler. Nihayetinde, Kuran-ı Kerim’i, anlaşılan bir manası ve içeriği olmaksızın çıplak bir ses haline getirdiler.

İslam dünyasının söz ve amel arasında iki arada bir derede bulunmasının bütün hakikati; fuhşu ile pisliği, adaletsizliği ve pısırıklığı; ihtişamlı fakat içi boş camileriyle; ülküsüz ve cesaretsiz büyük beyaz sarıklarıyla; riyakarlıkla dolu İslami gösterişiyle ve dini duruşuyla; bu dinle fakat dinsiz. Kuran-ı Kerim’in içinde bulunduğu bu temel karşıtlığın sadece zahiri görünümüdür ve bu Kitaba karşı olan ateşli teslimiyet zamanla onun hayata geçirilmesi gereken ilkelerin mutlak manada yok sayılması hareketiyle birleştirildi.

İşte, burada Kuran-ı Kerim ile beraber Müslüman halkların gerilemeleri ve kudretsizliğinin ilk ve en önemli sebebi bulunmaktadır. Evrensel değeri olan diğer bir sebep ise en geniş manada eğitim daha doğrusu terbiye sistemidir.

Asırlardır halklarımız eğitimli insanlara sahip değildir. Onların yerine, aynı derecede istenmeyen iki ayrı sınıf insana sahiptir: Eğitimsiz ve yanlış eğitimli. Hiçbir Müslüman ülkesinde halkın ihtiyaçlarına cevap verecek ve İslam ahlakının anlayışına uygun olarak gelişmiş bir eğitim sistemine sahip değiliz. Bu en hassas kurumu bizim iktidar sahipleri ya ihmal ettiler ya da yabancılara bıraktılar. Yabancıların para, kadro ve tabii ki program ve ideoloji verdikleri okullar, Müslümanları hatta milliyetçileri eğitmedi. O okullarda bizim müstakbel aydınlarımıza itaat, teslimiyet ve yabancıların zenginliği ve gücüne karşı hayranlığın “hasletleri” enjekte edilmekte; orada yabancı terbiyeciler, daha sonra onların görevlerini mükemmel bir şekilde üstlenecek, tabilik anlayışına sahip aydınlar yetiştirilmekte. Böylece onların kendi memleketlerinde kendilerini tam yabancı gibi hissetmeleri ve öyle davranmaları istenmektedir. Yabancıların doğrudan veya dolaylı olarak açtıkları okul ve kolejlerin sayısını tespit etmek ve daha sonra da onların bu olağanüstü cömertlikleri üzerinde fikir yürütmek çok ibret verici olurdu . Bu kurumların programlarını, içerdikleri ve özellikle de içermedikleri ile birlikte derinden incelemeli. Bu durumda apaçık bir biçimde ortaya çıkar ki gerçek sorun bizim aydınlarımızın kendi halkına ve onun gerçek meyil ve çıkarlarına doğru bir yol bulmak isteyip istemediğinde değil, asıl mesele, şu andaki durumlarıyla aydınlarımızın böyle bir yolu bulabilecek imkana sahip olmadığındadır. Sözü edilen konu, dayatılan ve meydana getirilen psikolojik uçurumda bulunan ülküler ve değerlerin derecelendirilmesidir. Halklarımızın itaatkar olmaları için artık demir zincirlere ihtiyaç yoktur. Bir halkın eğitimli olan insanlarının vicdan ve iradesini paralize eden bu yabancı “aydınlatmanın” ipekli ipleri aynı güce sahiptir. Böyle eğitim varken yabancı güç sahipleri ve onların Müslüman ülkelerindeki yerli işbirlikçilerinin kendi mevkileri için korkmamaları gerekir. Onlara karşı bir isyan ve direniş olması gerekirken, böylesine bir eğitim onların en iyi destekçisidir.

Aydınlar ile halk arasında bulunan ve bizim genel durumumuzu tasvir eden en karanlık işaretlerden biri olan bu korkunç uçurum başka taraftan da derinleşmektedir. Onlara sunulan yabancı ve gayr-ı İslami özelliğini hisseden bu eğitimi halk içgüdüsel olarak reddetmekte ve böylece uzaklaşma iki taraflı olmaktadır. Müslüman toplumunun eğitim ve okula karşı soğuk olduğu yolunda anlamsız ve saçma bir suçlama ortaya atılmaktadır. Hakikatte ise, okula karşı bir ret tavrı olmadığı açıktır, tepki, İslam ve halkla her türlü manevi bağını kaybeden yabancı okula karşıdır.

MÜSLÜMAN KİTLELERİN KAYITSIZLIĞI

Modernistlerin birçok Müslüman ülkesinde gerçekleştirdikleri devrim, adeta kural olarak din karşıtı ve sosyal ile siyasal hayatın laiklikleştirilmesi adına yürütülmüştür. Bu manada o, Yeni Çağda Avrupa’da uyanmış olan ve ulus devlet ile Kilise arasındaki mücadeleyi hatırlatmaktaydı. Fakat Batı için ilerleme ve hukukun üstünlüğü olarak ifade edilen şeyler, İslam dünyasında doğal olmayan ve hiçbir yapıcı değişiklik üretemeyen bir süre temsil etmekteydi. Laiklik ve milliyetçilik burada hiç olumlu içeriğe sahip değillerdi ve hakikatte sadece bir şeylerin yalanlanması idiler. Kökü ve içeriği bakımından yabancı olan bu iki fikir aslında hüküm süren miskinliğin ifadesi idiler. Pratikte İslam dünyasındaki dramın son perdesinin başlatılması bu iki cereyan sayesinde oldu. Gerçekleştiği durum itibarıyla biz bu faaliyeti “ikili saçma” olarak adlandırabiliriz. Bu ne demektir?

Her rönesans (fikir devrimi) bir toplumun ileri unsurları ile geniş halk kitleleri arasında gerçekleşen yapıcı temaslar, sempati veya iç anlaşma sonucu meydana gelir. İleri unsurlar her derin hareketin irade ve düşüncesidir, halk ise onun kanı ve kalbidir. Normal insanların katılımı veya en azından rızası olmaksızın gerçekleşen her türlü eylem, hakiki vurucu gücü olmayan, sathi eylem olarak kalır. Kitlelerin yavaşlığını yenmek ancak onun sıkıntı, tehlike ve mücadeleye karşı doğal direncinin sonucu olursa mümkündür. Eğer bu hareketsizlik bizzat mücadele ülküsüne karşı ise o zaman onu yenmek mümkün olmaz. Çünkü söz konusu ülkü kitlelerin en derin iradesi ve özel duygularına karşıdır.

Bütün Müslüman ülkelerdeki modernistlerin hayata geçirmeye çalıştıkları programlarda, daha kapalı veya daha açık bir biçimde, bu ikinci durumu görmekteyiz. Onlar yalakalık yapar ve tehdit ederler, rica eder ve zorlarlar, organize eder ve yeniden yapılandırırlar, isimler ve kişileri değiştirirler. Ancak halkın çoğunluğunu oluşturan kesimlerin ısrarcı direnci ve kayıtsızlığıyla karşılaşmaktadırlar. Burada sadece yayılmış meylin temsilcisi ve örneği olarak zikredilen Habib Burgiba Avrupa elbisesi giyer, evinde Fransızca konuşur, Tunus’u sadece İslam dünyasından değil Arap dünyasından da izole etmekte, din eğitimini sınırlandırmakta, Ramazan orucunun terk edilmesi için çağrı yapmakta “güya oruç çalışmanın üretimini azaltmaktadır” ve kendisi kamu önünde bunu örneklendirrnek maksadıyla portakal suyu içmekte ve hemen sonrasında da Tunus halk kitlelerini bu gibi “bilimsel” reformlarına karşı olan eylemsizliği ve yeterli olmayan desteğine şaşırmaktadır. Modernistler bu gibi körlükler yapmasalardı oldukları gibi olmazlardı.

Müslüman halklar İslam’a aykırı olan bir şeyi hiçbir zaman kabul etmezler çünkü İslam burada sadece kanun ve ülkü değildir, o artık sevgi ve duygu olmuştur. İslam’a karşı kalkışan kimse, direniş ve nefretten başka bir şeyi biçmez.

Modernistler kendi uygulamalarıyla iç karışıklık ve karşıtlık ürettiler ve burada bütün programlar, İslami veya yabancı olsun, imkansız olmaktadır. Kitleler İslam eylemi isterler ancak kendi aydınları olmadan bunu başlatamazlar. Yabancılaşmış aydın kesimi kendi programını dayatır fakat bu kağıttan ibaret olan ülkü için kanını, terini ve heyecanını verecek yeterince insan bulamamaktadır. Karşılıklı olarak güçlerin etkisizleştirilmesi durumu, bir çeşit acz ve hareketsizlik ortaya çıkarır.

Bu topraklarda ve gökyüzü altında inşa edilebilecek bir düzen, bir dinamik, bir refah vardır ancak bu düzen, ilerleme ve refah Avrupa ve Amerika’nın değildir. Müslüman kitlelerin kayıtsızlığı umumi bir kayıtsızlık değildir. Bu halk İslamının yabancı saldırılardan kendini koruma biçimidir. Her nerede İslami mücadelenin en ufak emaresi göründüğünde, sıradan insanın mücadele, sabır ve zorluklara maruz kalmaya hazır olduğunu göstermiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yenilgiden sonra Türkiye’nin Yunanlılara karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşı, Libya’nın İtalyan işgaline karşı olan kahramanca direnişi, yakın zamanda Süveyş civarında cereyan eden İngiltere karşıtı mücadele örnekleri, Cezayir’in kurtuluşu için savaş, Endonezya’nın korunması için ve Pakistan’daki İslami tesirin sağlanması için verilen mücadelelerde görülür. Halk kitlelerini harekete geçirmek gerektiğinde, geçici olarak ve samimi olmaksızın da olsa her zaman İslami parolalar kullanılmıştır. İslamın olduğu yerde kayıtsızlık yoktur.

Müslüman kitlelerin sahip oldukları açık duygularını harekete geçirecek ve yönlendirecek fikir lazımdır. Ancak bu herhangi bir fikir olamaz. Fikir bu derin duygulara uygun olmak zorundadır. Demektir ki bu ancak İslami fikir olabilir.

Müslüman kitlelerin ve şimdiki sahip oldukları siyasi ve entelektüel önderliğinin, kararsızlık ve bekleme durumunun ne kadar daha devam edebileceğinden bağımsız olarak,  onlardan birinin kendi ülküsünü  bırakmasını beklemek hiçbir şekilde gerçekçi değildir. Ufukta ancak bir çıkış görünmektedir: Bu da İslami düşünen ve öyle hisseden yeni entelejansıyanın meydana getirilmesi ve toplanmasındadır. O zaman bu aydınlar kesimi daha sonra İslami düzenin bayrağını öne çıkarıp Müslüman kitlelerle beraber onun gerçekleşmesi için harekete geçebilecektir.

Aliya İzzetbegoviç
İslam Deklarasyonu