sorular

1
Bari sen susma, yolun kıyısında açan gelincik
Sustuk biz, kendi içimize gömüldük

2
Bıçak kemiği de delip geçti artık
İliklere buz gibi yapışıp parçaladı
Hepimiz, elimizden gelen bu, dedik
Ve eve erken döndük akşamları

Her şey tarih ırmağının akışına kaldı.

3
Ağır ağır açılıp gıcırdayan kapılar
Sorular sorular sorularla bölünür uykularım
Ben şimdi hangi çağın aynası,
Deşilmiş hangi yaranın ağrısıyım?

4
Çiçeksiz dal uçları şimdi usul usul
Şimdi usul usul kuruyup çatlamakta

Soru sorduğum her şey, soru soruyor bana

1981

Ahmet Erhan

Bruegel

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse,avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.

Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,
İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç’in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç’ten söz açan şiirlerde.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.

İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.

Ülkü Tamer

Şarkılarda süren bir aşktı onların ki..

Türk Popu’nun en önemli söz yazarlarından biri Çiğdem Talu. 1939 yılında İstanbul’da doğdu. 1972 yılında “Ağlıyorum Yine” adlı ilk şarkı sözünü yazdı ve bu şarkı, Nilüfer’in “Kalbim Bir Pusula” adlı ilk plağının arka yüzünde yer aldı. Bu plağın başarısı üzerine, başta Yeliz ve Füsun Önal olmak üzere herkese söz yazmaya başladı. 1975 yılında ilk defa yapılmakta olan Eurovision Türkiye elemelerine; Füsün Önal (‘Minik Kuş’), Yeliz (‘Hayalimdeki Adam’) ve Uğur Akdora (‘Anılar’) için yazdığı şarkılarla katıldı. Yine aynı yıl Melih Kibar ile tanıştı ve bir ekip olarak çalışmaya başladılar. İlk olarak Erol Evgin için “İşte Öyle Bir Şey” i yazdılar ve bu şarkının görülmemiş ölçüde ilgi görmesi üzerine Erol Evgin ile sürekli olarak çalışmaya başladılar.

Yine 70 ortalarında, müziğini Timur Selçuk’un yaptığı ve AST tarafından sahnelen “Nereye Payidar” adlı oyunun şarkı sözlerini yazdı ve bu yazdıkları ile herkese ‘aydınlık yüz’ ünü gösterdi. Hem bu dönem, hem daha sonra; Çiğdem Talu, Erol Evgin dışında; aralarında Nükhet Duru, Zerrin Özer’in de bulunduğu epeyce sanatçıya, tamamı da ses getiren şarkılar yazdı. Çiğdem Talu’yu, 28 Mayıs 1983 yılında çok genç yaşta kaybettik.

Melih Kibar (1951, İstanbul – 2005, İstanbul), bestekâr.
8 yaşında İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Yarı Zamanlı Piyano Bölümü’ne başladı.Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünü bitirdi. Uzun süre Timur Selçuk’la da birlikte çalışan Kibar, Çoban Yıldızı’nı 1975’te Eurovision Türkiye elemeleri için besteledi. Çiğdem Talu ile tanışarak, ‘İşte Öyle Bir Şey’, ‘Sevdan Olmasa’, ‘Bir de Bana Sor’ gibi unutulmaz bestelere birlikte imza attılar.

Biri 36 yaşında bir İngilizce öğretmeniydi.
Diğeri 24 yaşında bir kimya mühendisi.
Apayrı dünyalardan bu iki insanı buluşturan şey, müzik oldu.
Çiğdem söz yazıyordu. Melih besteciydi.
Tanıştıkları gün birlikte çalışmaya başladılar. Zamanla birbirleri için söz yazar, beste yapar oldular. Beraberlikleri tam 8 sene 3 gün sürdü.
Bu süre içinde 270 şarkıya ortak imza attılar. 100 ü aşkın besteleri listelerde bir numara oldu.
Çiğdem Talu – Melih Kibar aşkından geriye, dinleyen herkesin belleğine, yüreğine işlemiş birbirinden güzel aşk şarkıları kaldı.

Her şey Eurovision şarkı yarışmasıyla başladı.
Türkiye ilk günden bir çılgınlık halini alacak bu yarışmaya ilk kez 1975 yılında katılacaktı. Türkiye’yi temsil edecek eseri belirlemek için aylar öncesinden seçmeler yapıldı.
Bu seçmelerin sinyal müziğini ise Boğaziçi Üniversitesinde kimya mühendisliği okuyan 24 yaşındaki bir genç yaptı. Ne yazdığı bestenin ne de o bestenin kendisine, hem iş hayatına hem aşk hayatında yepyeni bir devrin kapısını açacağının..

Melih Kibar:
“Çoban Yıldızı”nı yaptığım o sıralarda Boğaziçinde finallerim vardı, Ankara’ya gidememiştim. Timur Selçuk yapmıştı orkestrasyonu.. 45 saniyedir onun süresi.. Evde televizyon seyrediyorum, sinyal müziği yayınlanmaya başladı, ben 45 saniye sonra oturduğum koltuktan kalkmışım, o 45 saniye boyunca çapraz olarak salonu geçmişim, televizyonun dibinde oturmuş aval aval bakıp ağlıyordum, “Bunu ben mi yaptım?” diye.

Sinyal müziğinden sonra sahneye çıkan Yeliz in “Hayalimdeki Adam” şarkısının söz yazarı Çiğdem Talu’ydu.

Ne zaman yalnız kalsam
Hayalimdeki adam
Sanki gerçekmiş gibi bulur beni
Ne söylesem anlatsam
Hayalimdeki adam
Anlar hemen halimi dinler beni

Dur gitme kim bilir belki de
Sendin hayalimde yaşattığım kimse
Dur söyle sen miydin benimle
Dolaşan el ele ufuksuz düşlerde
Bir gülsem bir ağlasam
Hayalimdeki adam
Çok yakın bir dost gibi anlar beni
Bir gün gelir rastlarsam
Hayalimdeki adam
Görünce gözlerimi tanır beni

Dur dinle belki hep gerçekte
İnanmam bir kere söylemem kimseye
Dur bekle dön bak gözlerime
İnsan sevinince ağlarmış gizlice

Sonra yarışan iki şarkının sözlerinin altında da onun imzası vardı.
Aslında ilginç bir şekilde müzikle de, şiirle de fazla ilgisi yoktu.
Işık Lisesinde İngilizce öğretmenliği yapıyordu.
Ama edebiyatçı bir aileden geliyordu.
Büyük dedesi ünlü romancı Recaizade Ekrem’di. İstanbul’da edebiyatçı bir ailenin içine doğduğu halde edebiyata merak salmamış, Avnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra Avrupa’da filoloji eğitimi görmüştü.
Her sene okulun güzellik kraliçesi seçilirdi.
Yine bir edebiyatçı olan Selahattin Hilav’la evlenmiş, kızı Zeynep in doğumundan bir süre sonra boşanmıştı.
34 yaşına kadar uzak durmuştu şiirden..
Taa ki 1973 yılında bir arkadaşı şarki sözü yazmasını teklif edene kadar..
İşte bu hobi, onu bir anda müzik dünyasının içine sokmuştu.
Ne bulursa onu dinliyordu.
O dönem pikabının üzerinden hiç eksik etmediği plak “Çoban Yıldızı”ydı. Ama ön yüzü değil, arka yüzü..
Plağın arka yüzünde Melih Kibar’ın ferahnâk makamında, “Ferahnâk” adlı bir bestesi vardı. Öyle sevmişti ki parçayı dinledikçe bağlanmış ve bestecisiyle tanışmayı arzulamıştı.
Bu arzusunu Timur Selçuk a söyledi. O, bestecinin hocasıydı. İkiliyi buluşturmaya söz verdi.
Ve beklenen buluşma, 25 Mayıs 1975 gecesi, Küçük Bebek sırtlarındaki Cevat Bey Köşkü’nde gerçekleşti :

Melih Kibar:
Ben Kadıköy tarafında oturuyordum. Bir gece yarısı Mustafa Oğuz bana geldi, dedi ki ” Marmaris’te bir festival var, o festivalin açılış müziğinin yapılması gerekiyor, Çiğdem’le yapacağız, hadi gel gidelim.” Kalktık gittik. Çiğdem in evine geldiğimizde saat 3 ü çeyrek geçiyordu. Baktım Çiğdem Talu karşımda ve ben görür görmez vuruldum, kesinlikle çok özel bir insandı. Gecenin o saatinde çok sıcak bir ev sahibiydi. 25 Mayıs ı 26 Mayıs a bağlayan sabah saat 3 ü çeyrek geçe, biz Çiğdem Talu’yla buluşmuş olduk ve tabii o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk, 8 sene 3 gün sürecek bir yolculuğa çıktığımızı..

Çiğdem Melih’i piyano odasına götürdü, kenardaki pikabın üzerinde sürekli çaldığı Ferahnâk plağı vardı.
“Sizin yaşınızda bir insan, böyle bir besteyi nasıl yapar?” dedi.
Karşılıklı iltifatlardan sonra, Marmaris’te yapılacak festival konusuna geçildi. Melih’ten bir beste istiyorlardı.
Çiğdem söz olarak bir şeyler karalamıştı.
Yazdıklarını orada temize çekip Melih’e verdi. Altına da o günün tarihini yazdı. Melih Kibar, tanıştıkları saatte kaleme alınmış o yazıyı, bugün hala çerçeve içinde, evinin başköşesinde saklıyor.

Melih Kibar:
İlk görüşte aşk olmadı. Öyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Ama ben Çiğdem’i ilk gördüğüm anda bayıldım. Olağanüstü bir insandı. Hatta içimden Timur’a hafif hafif kızmıştım, bizi bir araya getirmekte gecikmiş olmasına hayıflandığımı hatırlıyorum orada otururken.. Sabaha karşı çok güzel ev sahipliği yaptı. Çok güzel çay yapıyordu, ben de bir çay tiryakisi olduğum için o çayın tadını hatırlıyorum hâlâ; Çiğdem o gün benim çayı limonlu içtiğimi öğrendi ve hep bana limonlu çay verdi ondan sonra.

Tanışmalarına vesile olan Marmaris festivali yapılamadı, ama onlar ortak çalışmaya başladılar. Artık sık sık görüşüyorlardı. Genç besteci, yaptığı besteleri Çiğdem’e dinletmek için sabırsızlanıyor ve elinde notalarla Köşk e koşuyordu.
Heyecan içindeydi.

Melih Kibar:
Bayılıyordum, çünkü çok eğlenceli bir insandı. Çiğdem için kullanabileceğim en büyük ifade ” Herhalde bir tür kadın peygamber olsaydı Çiğdem olurdu ” diye düşünüyorum. Bana ” Senin başka parçaların yok mu? ” dedi ” var ” dedim. İşte öyle bir şey i yapmıştım onu çaldım. ” Harika ” dedi. Ufak bir teybi vardı, ona kaydetti. Ne yapacak diye baktım, ” Üstüne söz yazacağım bunun ” dedi. 1 gün sonra sözleri yazmıştı. Ertesi akşam üzeri uğradığımda, İşte öyle bir şey in sözlerini gördüm inanamadım.

Seni düşündüm dün akşam yine,
Sonsuz bir umut doldu içime,
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma…

Melih Kibar:
Sözler müziğin üstüne cuk oturdu derler ya, tam milimetrik oturmuştu her şeyiyle, güzel bir Türkçe, güzel bir anlatım, güzel bir konu. Ve şunun farkına vardım: Ben o besteyi neden yaptığımı hiçbir zaman bilmeden yapmış olmama rağmen, eğer ben söz yazmış olsaydım aynen o sözleri yazardım.

Yıllar sürecek verimli bir işbirliğinin harcının atıldığı andı o an..
İşte ortak dili bulmuşlar, uyumu sağlamışlardı.

Melih Kibar:
Yavaş yavaş çevrede tepki başladı, onu hatırlıyorum: “Haa, bu genç, Çiğdem Talu’nun sevgilisi mi olacak nedir? ” bakışlarıyla karşılaşıyordum, ama toydum. Duygusal ilişki halen başlamamıştı. Ama Çiğdem’in neden benden 12 yaş büyük olduğuna yavaş yavaş üzülmeye başlamıştım.

19762’nın Ağustos ayında “İşte Öyle Bir Şey” in 45’liği çıktı piyasaya.
Bu, ikilinin ilk plağıydı.
Plak çıktığında herkesten çok Melih Kibar şaşırmıştı.

Melih Kibar:
İzmir’e gidiyordum, gemi telefonundan ulaşılabiliyordu, o zaman cep telefonu yok, babam da Denizcilik Bankası’nda çalıştığı için personeli tanıyor, ” Telefon var ” dediler. Çiğdem. ” Hadi hayırlısı olsun ” dedi. Plağın çıktığını ben gemi telefonundan öğrendim. Döndükten sonra kapağı gördüm. O, anlatılmaz bir duygu.

Erol Evgin’in seslendirdiği “işte öyle bir şey”, çıktığı andan itibaren büyük ilgi gördü ve her yerde çalınmaya başladı. Müzik dergilerinin listelerinde bir numaraya oturdu.
İşin ilginci, plağın arkasındaki Kibar-Talu şarkısı olan “Sevdan Olmasa” da aynı anda patladı.

Bende bu cehennem gibi yürek olmasa
Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa
Ah bu hayat çekilmez

Çiğdem Talu bunun heyecanıyla o yaz Hey dergisine süperiz kararını açıkladı: “Artık yabancı şarkılara Türkçe söz yazmayacak”tı.
Haberin altındaki spotta daha da önemli bir karar duyuruluyordu:
Bundan sonraki çalışmalarını tamamen besteye yönelten Çiğdem, Eurovision75 in sinyal müziğini yaratan Melih Kibar’la iş birliği yapıyor.

Artık ayrılmaz ikili haline gelen Melih Kibar ve Çiğdem Talu, o yaz, zafer sarhoşluğu içinde Polonya’nın Sopot kentinde yapılacak müzik festivaline gittiler.

Melih Kibar:
Bizim Çiğdem’le esas yakınlaşmamız galiba bu festivalde oldu. Yani normal ilişkilerde söylenen lafları birbirimize etmeye başladığımız yerdir Sopot. Ondan sonra artık kartlar açık oynanmaya başlandı, ama hep bunun dışarı yansımasını engelledik biz. Çünkü bunu insanların salt kadın-erkek beraberliği olarak yorumlamaya eğilimli olmaları bizim içimizi acıtıyordu, çünkü dışarıdan bakınca “Koca kadın gencecik-bugünkü tabiriyle çıtır- sevgilisi mi var?” diyecekler, böyle şeylerden Çiğdem de çok korkardı, bana da ters geliyordu.

Döndüklerinde artık besteci ve söz yazarı olmanın ötesinde iki sevgiliydiler.
Ama aralarındaki yaş farkı, ikisinin de kafasında soru işareti yaratıyordu.

Melih Kibar:
Sanki bir senaryo yazılmıştı ve biz o senaryoyu oynuyorduk. Çiğdem in etrafa karşı sorumluluklarında yanlış resim, imaj verme korkusu, benim de “Hay Allah bak benden 12 yaş büyük” kaygısı kafamda yer etmişti. Ben o sene Boğaziçi Üniversitesini bitirdim, arkadaşlarımızla bir kutlama gecemiz vardı. O, hayatımda tek kırıldığım andır. Çiğdem’in beni artık iyice sahiplendiği dönemlerdi. Ben değil ama Çiğdem çok sahiplendi, ben kendimde o hakkı görüyor muydum, görmüyor muydum, yani neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyordum. Bir âleme girmiştim, herkes bana “besteci” diyor, “bravo” diyorlar, ödüller veriyorlar, yurtdışında festivallere götürüyorlar, ben ne olduğumu anlamadım. Kimya mühendisliğini mi yapacağım, bestecilik mi yapacağım? Çiğdem “Herkes kimya mühendisi olabilir, ama besteci olamaz” gibi laflar ediyordu. O mezuniyet gecesi, benim 8 yıl 3 gün içinde Çiğdem’e kırıldığım tek, yarım saat – 45 dakikadır.
Bana ilk ve son kez kadınlık kaprisi yaptı: O gece biz arkadaşlarımızla kızlı erkekli buluşacağız, ama hiç kimse sevgilisini, nişanlısını, eşini, dostunu getirmeyecek, tek tek sınıf olarak buluşacaktık. “Hayır ben de geleceğim” dedi Çiğdem.. “Ama Çiğdemciğim böyle böyle…” Çiğdem in her zaman çok müşfik ve anlayışlı yaklaşımları olduğu için bunu anlamamasına önce hayretle, sonra kızgınlıkla baktım,”Tamam peki gitmiyorum” dedim. Böyle boynumu büküp oturmuştum, sonra “Haydi gidiyorsun.” deyip göndermişti, ama Çiğdem’e kırıldığım tek an budur, bunun dışında başka bir şey yoktur.

Bu kaygıların eşlik ettiği bir yakınlaşma sürerken mecburi bir ayrılık geldi, kapıya dayandı.
Melih Kibar kimya mühendisliği yüksek lisansı yapmak üzere İngiltere’ye gidiyordu. Türkiye’de besteleri listeleri sallarken o, 4 Ekim günü babasıyla bir uçağa atlayıp Londra ya uçtu. Ve gittiği gece, bir fırtınaya yakalandı:

Melih Kibar:
Müthiş bir fırtına vardı, tarifi mümkün değil, okyanus fırtınası. Kopuyor ortalık. Moralim bozuldu, babama da bir şey söyleyemiyorum. Sonra odadan çıktım. ” Baba.. ben bir etrafa bakayım ” dedim. Karanlık koridorda güm diye bir şeye çarptım. Baktım bir piyano. Otomatikman elim kapağa gitti, kapağı da açık. Oturdum, piyanoma gene anlatmam lazım, piyanoca bir şey. O korkumu kompanse etmem gerekiyor, anlattığım zaman çıkıyor ortaya. Çok hoşuma gitti, koşarak odama gittim, odamı zar zor buldum. Daha yeni gelmiştim, bavulu açtım bir kayıt cihazı aldım, kasete o parçayı çektim.

Melih Kibar çaldığı besteyi babasıyla İstanbul’a, Çiğdem Talu’ya gönderdi. Çiğdem, nasıl ve hangi koşullarda bestelendiğini bilmediği bu melodinin üzerine bir söz yazdı ve Londra ya Melih’e postaladı.

Melih Kibar:
Çiğdem gene o her zamanki üslubuyla “seni gidi seni, gece neler yapmışsın, gene çıldırttın beni.” dedi. Ama bilmiyor o parçanın neden yapıldığını, “ekte sözleri bulacaksın inşallah unutmazsın” diye, pembe iki sayfalık bir mektuptu, pembe bir zarfta gelmişti. Nerede olduğumu bile hatırlıyorum odada. Birinci sayfayı öteki kâğıdın altına alıp sözlerle bakıp da başlığı görünce, ben duvara tutundum. “İçimdeki Fırtına”ydı şarkının adı…

Gün ağarırken
Tek başıma oturmuşsam
Henüz daha gözlerimi
Bir an bile yummamışsam
Sen yoksan yine
Bense yorgun ve yalnızsam
Hele bir de..
Bir de canım
Hasretine kapılmışsam
Ve gözümde tütüyorsan
Buram buram..
İşte o an bir fırtına kopar
Sanki o an yer yerinden oynar
Hoyrat bir rüzgâr eserken
Sallanan gemi misali
Sallanır durur içimde dünya

Melih Kibar:
Çiğdem Talu – Melih Kibar bir tesadüf değil. “İçimdeki Fırtına” da bir tesadüf değil. Bu müthiş bir şeydir. Ondan sonra Çiğdem’e telefon açtım, 8 saat 40 dakika bekledim telefonun başında, “Çiğdem” … dedim.”sen bu parçayı neden yaptığımı biliyor musun ?” Ağladık telefonda ondan sonra karşılıklı.. Bu, başka bir şeydir.. Allah insanlara bunu yaşatmalı; bu, çok özel bir şey. Ondan sonra herkes Çiğdem Talu – Melih Kibar olarak bizi görmeye başladı, Çiğdem dendiği zaman Melih, Melih dendiği zaman Çiğdem dik biz…

Melih Kibar’ın yüksek lisans eğitimi için İngiltere’ye gitmesiyle yaratıcı ikili ayrı düştü.
Çiğdem Talu, bu ayrılığı, imkânlarını zorlayarak yaptığı Londra ziyaretleriyle telafiye çalıştı.
Birlikte Galler’i gezdiler. Müzikaller seyrettiler.
Melih Kibar’ın deyimiyle, “Artık aşk aşktı ve aşk yaşanmaya başlamıştı”.
Çiğdem, Türkiye’deki plak gelirlerinden Melih’in payına düşen miktara, kendi payını da ekleyip, ona katkıda bulunuyordu.
Bir yandan da kendilerine ve plaklarına ilişkin basına yansıyan haberleri yeşil bir deftere yapıştırıyor, üzerlerine sevimli notlar ekleyip İngiltere’ye yolluyordu.
O haberlerden birinde, Çiğdem Talu ile birliklerini sürdüren Melih Kibar’ın “tatil için” İngiltere’ye gittiği duyuruluyordu.
Çiğdem haberin altına şu notu düşmüştü :
Melih Bey, Melih Bey, bizim burada canımız çıkarken mastır dalgasıyla İngiltere ye tatile gitmek de ne demek oluyor?
Bir başka not ise şöyleydi:
Yaa İşte böyle Melihciğim: İlk plağımız 1 numara oldu.
Melih Kibar, aralarındaki aşkla ilgili basına sızan ilk haberleri de bu defterden okudu :
Melih Kibar’ın kendi İngiltere’de kalbi Çiğdem’de.
Habere göre ikili ayrı düşse de çalışmalarına “bantlaşma” yoluyla devam ediyordu. Ve yeni plaklar, yeni başarılar getiriyordu.
İşte bir başka not :
Çiğdem Talu, sevgili bestecisine kıvançla sunar: 2. plağımız..

Melih Kibar:
Müthiş bir moral takviyesi yapardı, dikkat edersen o notlara, hepsinde bir şirinlik, bir “hadi koçum” var.

Çiğdem Talu o günlerde bir televizyon programında milyonların önünde şu sözü söyledi :
Hayatımı milattan önce, milattan sonra gibi, Melih’ten önce, Melih’ten sonra diye ikiye ayırıyorum.
İki sevgili, 1976 sonunda İstanbul da buluştular ve 1977’i Tarabyadaki bir restoranda birlikte karşıladılar.
O yılbaşı gecesi çekilen bir fotoğrafın arkasına Melih Kibar şöyle yazmıştı:
İlk defa birlikte girdiğimiz bir sene bu 1977 yılı.. Ne güzeldi mi? 365 günün de bu geceki gibi mutlu ve güzel geçmesi, yani “HEP BÖYLE OLMASI” dileğiyle… Melih
Bir hafta sonu 8 Ocak 1977 de “işte böyle bir şey”, Altın Kelebek yarışmasında “yılın şarkısı” olarak ödül aldı. Erol Evgin’de “yılın sanatçısı” seçilmişti.
Çiğdem Talu, Melih Kibar ve Erol Evgin bu zaferi yine aynı restoranda kutladılar. Bu kez fotoğrafın arkasını üçü birden imzaladı.
Çiğdem Talu “ilk plağımız.. ilk ödülümüz.. ve birbirimize duyduğumuz inancın en güzel kanıtı..” diye yazdı. Melih Kibar ise aynısını tekrarladı ve altına “başka ne yapabilirim ki Melih Kibar olarak ?.. ” notunu düştü.
10 gün sonra, bir Çiğdem Talu – Melih Kibar çalışması olan ” Bunlar da geçer ” listelerde 1 numaraya oturdu.
İki ay sonra yine unutulmaz bir şarkıları doğdu:

” Bir De Bana Sor “

Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı gel de bana sor

Artık zirvede tektiler.
Her şarkıları dillere, gönüllere yerleşiyordu.
Çiğdem Talu’nun yaş gününü 31 Ekim 1977 de İlhan İrem ve Erol Evgin’le birlikte kutladılar. 3 erkek müzisyen Çiğdem’e bir de mani yazmışlardı.
Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen / bilmem ki bundan başka sana neler söylesem / şarkılara can veren / ilham meleğimizsin sen..
Çiğdem Talu, o gece, doğum gününün şerefine, en güzel şarkı sözlerinden birini yazdı.
“Her şey seninle güzel / olmayacak düşlerin, peşinde koşmak bile..” diyordu. Belki de “olmayacak” dediği düş, genç aşkına olan düşkünlüğüydü.

Her şey seninle güzel
Yolda yürümek bile
Olmayacak düşlerin
Peşinde koşmak bile
Her şey seninle güzel
Bu toprak, bu taş bile
İçimdeki bu korku,
Gözümdeki yaş bile.

Melih Kibar:
Benim sonradan duyup da bizle özdeşleştirdiğim ruh eşiydik biz Çiğdemle… Yani garip bir beraberlik, garip bir sinerji vardı. İnanılmayacak bir sinerjiydi, ama ben tabii bunu yıllar geçtikten sonra anladım. Herhalde Çiğdem’de kendi penceresinden her şeyi çok iyi değerlendiriyordu. Yani Çiğdem’de duygusal yaklaşımlarını aleni bir şekilde hiçbir zaman ortaya koymadı, yani çok net olarak birbirimizle bunları konuşarak “canım aşkım bir tanem” gibi terminolojilerle yaşamadık, zaten yaşanacak bir ortamda değildik, çünkü Çiğdem’in evinde annesi vardı. Allah rahmet eylesin, Haslet teyze vardı, kızı vardı, düzgün bir okul öğretmeniydi. Çok mazbut bir hayatı vardı Çiğdem’in .. İnsanlar Çiğdem’i eleştirdiler, Çiğdem’e karşı eleştiriler gelmeye başladı. “kendinden 12 yaş küçük biriyle böyle bir ilişki yaşıyor” diye; ama o ilişkinin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini ben bile yıllar geçtikten sonra anlayabildim.

Öyle çok sevdim ki seni
Öyle çok ki anlatamam
Bir tek yıla sığdı her şey
Bir tek yıla tüm bir yaşam..

Melih Kibar Çiğdem Talu ilişkisi bir yılı devirmişti. O bir yılı da ayrı geçirmişlerdi. Şarkılarda süren bir aşktı onlarınki..
Melih Kibar 1978 de döndüğünde, yeni bir sevdadaydı.
Ayrılık kapıya dayanmıştı.

Melih Kibar:
12 yaş fark benim için engelleyici bir faktördü. Çiğdem de frenleri bırakamıyordu, çevrenin tepkilerinden dolayı.. Son derece saraylı bir aileden, Osmanlı terbiyesi almış bir aileden geliyor. Hani birdenbire kızlarının kendinden 12 yaş küçük bir adamla beraber olmasını yadırgayabilirlerdi..Ondan sonra biz Çiğdem’le konuştuk ve biz artık dost olduk, aşk denilen şeyi bir yere koyduk, güzel kılıflara kaldırdık, yüklüğün en üstünde güzel bir yere kaldırmayı becerdik, ondan sonra birbirinden hiç ayrılmaz dost olarak sürdürdük hayatımızı..

Birlikte üretmeyi sürdüreceklerdi.
Sırada bir müzikal vardı.
Haldun Dormen’in önerisiyle, yurtdışında en başarılı örneklerini izledikleri müzikallerden birini Türkiye de gerçekleştirmek için kolları sıvadılar ;

Melih Kibar:
Bir gün öğleden sonra Çiğdem’in evine geldim. “Bak bakalım piyanonun üstünde ne göreceksin” dedi. O günlerde söz beklediğim bir parça da yok. Gittim baktım “Hisseli Harikalar Kumpanyası” diye bir şey yazıyor. ” bu nedir? ” dedim, “müzikalimizin adı” dedi. “E, bu ne olacak şimdi ?” dedim. Şarkı sözü yazıyor, “Hisseli Harikalar Kumpanyası / açıyor perdesini açıyor” diye hatırlarsanız. Dedim ki ” Siz ikiniz de kafayı yemişsiniz, bu söz bestelenmez.” Çünkü biz hep alışığız ya, önce ben beste yapıyorum, sonra Çiğdem sözleri yazıyor. E müzikalde konu olduğu için önce sözler yazılacak ki ben onları besteleyeceğim. ” Canım, Canım, sen bestelersin ” dedi. Gene o her zamanki destek, ” hayatta olmaz, aç o Haldun abi ye telefonu, besteciyi değiştirin, bu sözlere ben beste yapamam. ” dedim. ” canım ” dedi, ağzımdan girdi burnumdan çıktı, “iyi bakalım sen git salona” dedim. Oturdum, onun yanında besteledim..

Hisseli Harikalar Kumpanyası beklenmediği kadar büyük ilgi gördü. 400 kez perde açtı. Turnelere çıktı.
O dönem kimsenin pek dikkatini çekmedi, ama Melih Kibar’ın o müzikal için bestelediği, sonradan altın plak alacak bir şarkıya Çiğdem Talu’nun yazdığı sözlerde bir veda hüznü gizliydi.

Sen başkalarına benzeme sakın
Hep böyle kal, hep cana yakın
Hep böyle kal, hep böyle kal, hep bana yakın…

Melih Kibar:
Bir gün telefonu açtı. ” Melih.. Ben bir doktora gittim.” dedi. “niye gittin?” dedim. ” Göğsümde bir şey elime gelmişti, gittim ” dedi. Doktor da ” süt bezesi ” demiş. Olay bittikten sonra bana bunu anlatıyor. 8 ay önce gitmiş doktora meğer. Aradan 3 ay geçmiş, tekrar gitmiş Çiğdem.. Önce bunları anlattı bana. Doktor ” Çiğdemciğim, sen amma evhamlı oldun. ” demiş. Sonra aradan 5 ay daha toplam 8 ay geçmiş o ilk gidişinin üzerinden.. Doktor ” Bir bakalım ” diyor. O gün beni arıyor, ” Ben kansermişim. ” dedi. Ben Çiğdem’e bir tür Tanrı gözüyle bakıyordum. Öyle bir mertebede bakıyordum ki, ” Nasıl olsa her şeyin üstesinden gelebilir, kanser de neymiş ” diyordum. Ondan sonra iş ciddiye bindi, ama ben hep olayı şaka olarak gördüm, yani ciddiyetini anlamamaya çalıştım. Kendimi bu işin ciddiyetinden uzak tutmaya çalıştım. Çünkü Çiğdem’le kanseri ben hiçbir zaman bir arada düşünemiyorum. Ondan sonra Çiğdem tedavisi için İngiltere ye gidip gelmeye başladı.

1980’ler başlamıştı.
Şimdi Çiğdem Talu, kanser tedavisi için Londra’ya gidip geliyordu. Orada olduğu aylarda, kendisini bir masal ülkesinde hissettiğine, bütün otel personeliyle dost olduğuna dair, yine neşeli kartlar yolluyordu Türkiye’ye …

Melih Kibar:
Neşesinden hiçbir şey kaybetmedi. Çiğdem aynı Çiğdem’di, sadece kanserli Çiğdem’di. Kanserle Çiğdem beraber yaşıyordu. Ben dedim ki ” Zaten bu moralle üstesinden gelir. “

Ancak bu neşeli görüntünün altında derin bir hüzün saklıydı.
Bu hüzün Türkiye’ye gönderilen kartlara yansımasa da, o dönem yazdığı şarkı sözlerinden açık seçik okunuyordu.
Melih Kibar’ın deyimiyle, “hayatında en severek yazdığı şarkı sözü” nü o dönem kaleme aldı. Olgunluk dönemi şarkısı ” Çınar “ın satır aralarında sitem vardı.

Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar
sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin
öte yanda gurur var ölesiye gurur var
seni unutanları
sen olsan sever misin

Melih Kibar:
Ben Çiğdem’in öleceğini hiçbir zaman düşünmedim. Hiçbir zaman aklıma getirmedim. Kemoterapi onu çok sarsmıştı. Ama hala gülüyordu, biraz kilo almaya başladı, peruk takmaya başladı saçlarının döküldüğü dönemlerde.. Ondan sonra İngiltere’de tabii para yiyen bir operasyondu. Çok fazla şarkı üretecek zamanımız olmamaya başladı, ama hala yazıyordu bir şeyler, yaratıyorduk. Sonunda ben Çiğdem’in kötü olduğuna dair haberlerden kaçmaya başladım. – Bu aptalca gelebilir, bunu benim zayıflığım olarak görüyorum. – Çiğdem çok fazla değişmeye başladı, artık fiziksel olarak dışarıdan gözükmeye başladı. Metastaz bütün vücutta başladı, gözünü kaybetmeye doğru geldi.

İşte bu aşamada, Çiğdem Talu’nun pop müzik dünyasındaki dostları, artan masrafları karşılamak ve kansere karşı mücadelesinde ona destek vermek için bir yardım konserinde bir araya geldiler.
28 Mart 1983 günü Şan Tiyatrosunda gerçekleşen ” Çiğdem Talu ya Selam ” konserinde dönemin bütün starları sahne aldı.
Tabii aralarında “sevgili bestecisi” Melih Kibar da vardı. Bütün şarkılara o piyanosuyla eşlik etti. Ve Çiğdem, bu konsere, hasta yatağından canlı telefon bağlantısıyla katıldı.
Ne yazık ki, geç teşhis hatasını, destek konserleri telafi edemeyecekti.

Melih Kibar:
Döndü. Çiğdem i görmeye gidemiyorum. Ortak dostlarımız, en yakınlarımız bana, ” Ne olur Melih görme ” diyorlardı. Çiğdem in konuşması telefonda değişmeye başlamıştı. Tuhaf bir şey 25 Mayıs ta tanışmıştık, 25 Mayıs ta görmeye gittim ben. Konuştuk, benim sesimi duyuyor, bana cevap veriyordu, ama başka bir canlıyla, başka bir şeyle konuşuyordum, ama neyle konuşuyordum bilmiyordum. Ve 28 Mayıs ta kaybettik…
Yaşam dolu, beni de hayata bağlayan, çevresindeki herkesi hayata bağlayan, hiç kimseyi kırmayan bir insan… Erken öldü, çok erken öldü, ama o 90 yaşında da olsaydı herhalde gene bir efsane olarak hep hayatta kalacaktı.

Basın, Çiğdem Talu’nun ölüm haberini “Şarkılar öksüz kaldı.” diye verdi.
Bebek Camii’ndeki cenazesinde, sevenlerinin yakasındaki fotoğrafında, bu kez hüzünle bakıyordu.

Melih Kibar:
Sonra çıktık.. Sevgili Oskay Aktürk’ün bir vosvosu vardı, ona binip Aşiyan Mezarlığı’na gittik. Hiç ağlamadım ben. Yani Çiğdem’in ölümünü duyduğumda da ağlamadım, camide ağlamadım, evde yalnızken de ağlamadım, ama o Volkswagen’in içinde tam 4 dakika ağladım. O 4 dakikayı hiç unutmuyorum. Aşiyan’a geldiğimizde bitmişti. Yani o bir boşalmaydı.

Çiğdem Talu, artık nesiller boyu, sözlerini yazdığı şarkılarda yaşayacaktı.
Melih Kibar’a gelince…
O her denediği şarkı sözü yazarında Çiğdem i arayarak, bulamayarak ve her gün ona biraz daha hayran kalarak yaşadı.
Artık daha az çalıyordu.
Uzun bir sessizlik döneminden sonra 2000’in sonunda bir gece yeniden piyano başına oturdu ve biriktirdiği duygularından bir son beste doğurdu.
Adını “Sessiz Veda” koydu.

Can Dündar – Yüzyılın Aşkları ( Çiğdem Talu – Melih Kibar ) 
Melih Kibar’ın ölümünden sonra herkes, yıllar önce Çiğdem Talu ile aralarındaki ilişkiyi sorguladı. “Neler yaşadılar? Aşklarını neden gizlediler?..” Bu soruları, Çiğdem Talu’nın kızı Zeynep Talu cevapladı. 
Anneniz Çiğdem Talu’nun ardından siz de söz yazmaya başladınız. Sanat biraz genetik galiba... 
Bunun genetik bir tarafı olduğu kesin. Ama insanın sanatçı tarafını ortaya çıkaracak bir şey lazım. Benim için o Melih Kibar’dı… 
Melih Kibar sizi nasıl keşfetti? 
Altı yaşında klasik piyano eğitimi almaya başladım. Annem öldükten sonra da piyano çalmaya devam ettim. Melih 1984’de bir beste yaptı ve “Al bunu, söz yaz” diyerek kaseti elime tutuşturdu. Fakat yazdıklarımı beğenmeyip, bir kez daha denememi istedi. Hırslandım ve on gün yazmak için uğraştım. Neden Sanki Neden”i yazdım ve Nilüfer söyledi.
Annenizin hayatında Melih Kibar’ın önemli yeri vardı. Peki müzik hayatınızda sizin Melih Kibar’ınız kim? 
Garo Mafyan… Melih beni bu işe soktu. Sonra hayatıma Garo Mafyan girdi. “Seni profesyonel söz yazarı yapacağım. Çünkü sende o ışık var” dedi. Garo Mafyan bana inandıktan sonra kendime inandım. 

Sizin de Melih Kibar’la ortak çalışmalarınız oldu. Acaba annenizin boşluğunu sizinle mi doldurmak istedi? 
O boşluğu hep birileriyle doldurmak istedi. Ama hiç kimseyle dolduramadı. Benimle bile… Onlar bir bütündü. 

Melih Kibar, annenizin ölümünden sonra müzik hayatında istediği performansı yakalayamadı. Neden?.. 
Çünkü büyü bozuldu. Erol Evgin, Çiğdem Talu ve Melih Kibar… Çiğdem Talu gidince Erol Evgin de kendini çekti. Annem o ekibin toparlayıcısıydı; Melih’in bütün zorluklarını idare ederdi. Onun ölümüyle birlikte Erol ve Melih bir köşeye çekildi. Eğer Melih’i birileri motive etseydi, o yine çalışırdı. 

Melih Kibar annenize karşı hissettiklerini size nasıl itiraf etti? 
Bir buçuk yıl önce telefonum çaldı. Arayan Melih’di. Bana “Can Dündar yanımda, seninle konuşmak istiyor” dedi ve telefonu verdi. Dündar, “Yüzyılın Aşkları adında bir program yapıyorum. İzin verirseniz bu aşkı da işlemek istiyorum” dedi. Ben gayri ihtiyari “Hangi aşkı” diye Zeynep Talu sorunca, “Çiğdem ve Melih’in aşkı” cevabını verdi. Ben de kabul ettim. Çünkü bir buçuk yıl evveline kadar kimse uluorta konuşmuyordu. Zaten Melih bana söyleyemediği için telefonu Can Dündar’a verdi. 

Onların aşkını izlerken ne hissetiniz? 
Melih’e hiçbir şey sormadım. Annemin televizyon görüntülerini izleyince, çok duygulandık. ‘İçimdeki Fırtına’yı okuduğu bölümde Melih ile ikimiz komaya girdik; saatlerce ağladık. O programda öyle güzel anlatıldı ki… Onların yaşadığı aşk değildi. Onlar birbirlerinin ruh eşiydi. Annem Melih’in nikâh şahitliğini bile yaptı. Melih’in mutluluğu onu da mutlu etti. 

Annenizin ölümünden sonra bu platonik aşkla ilgili olarak “Her şeyi baştan sona adabıyla yaşadılar” demişsiniz. Bu ilişki bu kadar kapalı yaşanmak zorunda mıydı? 
Onlar aşklarını ortalıkta yaşasaydı, rahatsız olurlardı. ‘Aşk gizli yaşanmalı’ demek istemiyorum. Onların aşkının çerçevesi vardı. Annem öldükten sonra Melih hep, anneme karşı sevgisinin onun tarafından yeterince anlaşılıp anlaşılmadığını sorguladı. Ben ona “Sözlerle anlatılmaz, senin yaptığın bestelerle bunu hissediyordu” diyordum. 
Büyük aşkın kahramanlarının sonu da aynı oldu. Yani ikisi de kansere yenik düştü… Buna ne diyeceksiniz? 
Onlar öbür dünyada buluştu. Melih ile benim en büyük korkumuz kanser olmaktı. Melih, annem gibi kanser olup, aynı devreleri geçirip Bebek Camisi’nden cenazesi kaldırılınca zamanı ve mekânı şaşırdım; annemin cenazesinde miyim yoksa Melih’in mi, karıştırdım. Çünkü insanlar aynı; yine Erol Evgin, İzzet Öz… Nükhet Duru’ya sarıldım. “23 sene evvel de buradaydık” dedim. Melih kanser olduğunu herkesten sakladı. Kimseye söylememizi istemedi, hepimize yeminler ettirdi. Melih on gün öncesine kadar gayet iyiydi. Bunu atlatacağına inanıyordum. Ama hastaneye yattığı gün, atlatamayacağını anladım. Melih hastalıktan çekmemek için karar verdi ve gitti. 

Bu yüzyılın aşkını anlatacak bir şarkı yazmayı düşünüyor musunuz? 
Boynumun borcu oldu. 

Binlerce

binlerce pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o çıkaramıyorum
bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek oldukça eski

bir de saçmasapan şeyler
bir kızın dizaltını örneğin
bir adamın çirkin sigara içişini

nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
güzel bir öğle vakti
eski güzel bir akşamı hatırlayarak
sonra dopdolu şeyler
damacanalar gibi
içim kabarıyor

sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların

Turgut Uyar

Kuşun Ölümü

Kuş damdan düşünce
sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün
bir yağmurdur açılan kuraklığa
bir yağmurdur kulübesi nisandan
ve onun ayaklarına dolanan o gökyüzü
kansız yüzleridir diri kuşların
kuş düşünce damdan

Kuş düşünce damdan
kızlar saçlarıyla ölümü düşünürler
uzun bacaklı tanrılar koşuşur sokaklarda
kuş öldü herkes mi arıyor

gençlik mi yürüyor herkese ve mi arıyor
onun gözlerini satılan çarşılarda
kuş öldü kanadının altındaki o yara
yağmurun karanlığını getiriyor geceye
yağmurun ırmaklarını getiriyor geceye
kuş öldü
küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce

Öldü, kim ısıtır artık onun ellerini
suların aynasında üşüyen ellerini
suların saygısıyla üşüyen ellerini.

İsmet Özel

Bir bildiği yok konuşanların, bilenler sessizlik içinde.

“言者不如智者默”,爱说话的人,宣扬文化,讲经说道,都是笨蛋,同我们一样。言者已经是没有真智慧,真的智者,则缄默不言。“此话我闻于老君”,这话是老子自己讲的嘛!我也是那么听来的。“若道老君是智者”,如果说老子本身真有智慧,“如何自著五千文”,他为什么又写了这本五千字的书呢?他到底是智人还是笨人?这是白居易对他的幽默表达。

Yaşlı bir adamdan duymuştum:
Bir bildiği yok konuşanların, bilenler sessizlik içinde.
Eğer o yaşlı adam Yol’u bilenlerden biriyse
Neden beş bin kelime yazmak zorunda kaldı ki.

Konfüçyüs, “Sözler”, Ötüken, 2017

Bir kuş ölmeye varırsa, ötüşü yaslı ve dokunaklı olur.

Bir dostun uzaklardan gelmesi insana neşe vermez mi?

*

Her günün sonunda kendime üç soru sorarım: Başkalarının işini yaparken vefasızlık ettim mi? Dostlarımın güvenlerini boşa çıkardım mı? Verdiğim öğütleri savsakladım mı?

*

Emrinde olanlara doğru zamanda doğru vazifeler ver.

*

Asil adam, ana babasına hizmette  ve yaşlılara hürmette kusursuz; ağırbaşlı ve dürüst, iyiliğe yakışır hareket edendir. Özünde taşıdığı iyilikten ötürü samimidir. Bütün bunları yaptıktan sonra yine takati kalmışsa, o zaman şiir ve sanatla alakadar olur.

*

Efendi buyurdu: “Babanız hayattaysa, onun yolundan gidin. Eğer ölmüşse, yaşarken yapıp ettiklerini yapın. Üç yıl boyunca babanızın yolundanm hiç ayrılmazsanız, işte o zaman size iyi evlat denir.”

*

Anlaşılmamaktan rahatsızlık duymam. Bana asıl rahatsızlık veren, başkalarını anlayamamaktır.

*

Övgüler Kitabı’nın üç yüz şiiri tek cümlede gizlidir: Hiçbir zaman ahlâksızlık düşünme.

*

İnsanlara yasalarla hükmedip hayatlarını cezalarla düzenlersen suç işlemekten geri dururlar, fakat içlerinde utanç hissi yer etmez. İnsanlara erdemle hükmedip hayatlarfını töreyle düzenlersen içlerinde utanç hissi yer eder ve doğru olanı kendi başlarına bulurlar.

*

Ana babanın tek endişesi senin esenliğindir.

*

Her şeye iki gözün açık bak, sana tehlikeli görünenden uzak dur ve başkalarıyla münasebetinde dikkatli ol; böylelikle pişmanlıkların azalır. Sözünü hatasız söylemek ve pişman olacağın şeyleri yapmamak; işte aradığın yükselme bundadır.

*

Ne yapmalıyım ki insanlar bana hürmetkâr ve sadık olsun, benim için faydalı işler yapsınlar?
Efendi cevap verdi: “Onları onurlandırırsanız size hürmet ederler. Onlara sevgi ve şefkat gösterirseniz size sadık olurlar. Onların hünerlerini geliştirir ve hünersiz olanları eğitirseniz sizin için faydalı işler yaparlar.”

*

Yol’u tutan bir usta hâlâ eski püskü elbisesinden ve kuru ekmeğinden dert yanıyorsa, ondan öğrenecek hiçbir şeyiniz olmaz.

*

Belki hizmetini gördüğünüz ana babanızla küçük meselelerde ayrı düşersiniz. Böyle zamanlarda sözünüze kulak asmazlarsa, hürmetinizi artırmaktan başka bir şey yapmayın. Sizi paylasalar bile onlara karşı bir söz söylemeyin.

*

Ana babası hayatta olan kişi onları bırakıp uzaklara gitmesin. Eğer gitmeye mecbursa, güzergâhı belli olsun ve dönüp geleceğinden şüphe ettirmesin.

*

Ana babanızın yaşını hiç aklınızdan çıkarmayın. Bu sizin için hem mutluluk, hem endişe kaynağı olsun.

*

Eski zaman insanları hevesli olmazdı; çünkü o zamanlarda özle sözün birbirini tutmamasından çekinilirdi.

*

Bir efendiye hizmette fazla şikâyet gözden düşmeye neden olur. Dostluklarda fazla şikâyet araya mesafe koyar.

*

Artık vazgeçmenin vaktidir; kendi hatasını görebilen ve ayağı taşa değdiğinde kendinden bilen birini bulamadım.

*

Artık benim çöküşüm ne kerteye vardı ki, Zhou Efendisi’ni düşümde görmeyeli uzun zaman olmuş.

*

Bir kuş ölmeye varırsa, ötüşü yaslı ve dokunaklı olur. İnsanoğlu ölmeye varırsa, sözlerine kulak verilmelidir.

*

Dürüstlük ilkesini karşılık beklemeden tutun ve öğrenmeye aşkla bağlanın; İyi’nin Yol’una ölünceye kadar dört elle sarılın. Tehlikeli illere hiç varmayın; düzeni bozulmuş illerde konaklamayın. Bir ilde bütün insanlar Yol’a sadıksa aralarına karışın; eğer değillerse inzivaya çekilin. Unutmayın: Yol’a sadık bir ilde yoksul ve sefil olmak; Yol’dan sapmış bir ildeyse zengin ve itibarlı olmak utanç vericidir.

*

Kendi vazifenizle alakalı olmayan hükümet ve siyaset meselelerini tartışmaktan uzak durun.

*

Zümrüd-ü Anka hiç kimseye görünmedi, Sarı Nehir de güzergâhını göstermedi. Benim için her şey buraya kadardı.

*

Henüz hiçbir adamla tanışmadım ki, erdemden kadın teni kadar hoşlanıyor olsun.

*

Hiç şüphesiz, bazı çiçekler meyve veremeyeceği gibi bazı filizler de çiçek olamaz.

*

Üç ordunun kumandanı zorbalıkla vazifeden alınabilir; fakat alelade bir insan bile olsa, iradesini zorbalıkla elinden alamazsınız.

*

Yaban çileğinin çiçekli dalı,
Nasıl da kıvrak atılır geriye doğru!
Elbette ben seni düşünüyorum,
Çünkü uzak düştüğüm tek yer senin evindir.

Efendi şöyle buyurdu: “Gerçekte düşündüğü o kadın değildi Eğer öyle olsaydı, uzaklığın sözü bile edilmezdi.”

*

Efendi, Yan Hui’nin ölümü üzerine ağlamayı aşırıya vardırmıştı. Öğrenciler ona sitemli bir tavırla dediler: “Efendimiz, bu keder aşırıya varmadı mı?” Efendi şöyle buyurdu: “Bu keder aşırıya mı vardı? Bu delikanlının ardından aşırı kederlenmeyeceksem, kimin ardından aşırı kederleneceğim?”

*

Efendi Kuang’a vardığı anda etrafı sarılmış, Yan Hui ise epeyi arkasında kalmıştı. Sonraları Efendi ona dedi: Öldüğünü düşünmüştüm.” Yan Hui şöyle cevap verdi: “Siz burada olduğunuz sürece, Efendimiz, ölüme atılacak kadar cesur davranabilir miydim?”

*

İyi insan, konuşmaktan imtina edendir.

Konfüçyüs
Sözler / Tercüme. Birdal Akar / Ötüken 2017

Yoldan Geçen Biri

Bir kırlangıç bir su birikintisi bir parça gök.
Bir şiirden düşmüş olmalı bunlar.

Böyle diyordu yoldan geçen biri.

İlhan Berk

Erguvanlar da yanar

Tabiatla insan ilişkisinin, sadece şehir kültürünü değil insan muhayyilesini belirleyen bir yanı var. Bunu en iyi, insanların mevsimlerin dönüşümü karşısında yaşanan sıradışı olaylara verdikleri tepkilerde anlarız. Anadolu’nun kıta özelliği sergileyen iklim ve coğrafi zenginliği dilimize de yansır. Bahar ‘kırkikindi yağmurları’yla yaşanır Anadolu’da. İstanbul, ‘ahmak ıslatan’ları ile bilinir. Kaç zamandır ahmak ıslatanların artık yağmadığını fark ettim geçenlerde. Tropikal iklimlere özgü yağışlar alıyor artık. Sanki yağmurdan farklı bir şey boşanıyor üstümüze. Gök açılıp birden boşanan yağmurlar. Binlerce yıllık tabiat ve coğrafyayla kurlu aşinalığı sele veriyor. İstanbul’un iklimine, tabiatına, coğrafyasına hele hele insanına yabancı gelen yağmurlar… Yazı, baharı, kışıyla oluşan tabiat iç içe, tabiatla beraber ama şehirli bir yaşama kültürü yağmurların aniden bastırması gibi apansız geliveren baskınlarla da tarumar oluyor sanki. İnsan eliyle bozulan kozmik denge yine insanı bozuyor. Çoktan yok edilen mimarisi, şehir dokusu, evlerin konumu, labirenti andırdığı söylenen sokakların iç düzeni mevsimlerin ritmine ayarlıydı oysa.

Bu yıl ‘erguvanlar yanmış’… Baharda zamansız çiçeğe duran ağaçları Anadolu’da soğuk alır. Son anda bastıran kar, çiçekte yakaladığı ağaçları dondurur, çiçekler soğuk alır ve meyve vermez. İstanbul’un narin ağacı erguvanın yanması ise başka bir mevsim olayı. Neden soğuk almıyor da yanıyor erguvan? Her şeyin altüst oluşuna işaret. Aniden değişen hava şartlarına uyum sağlayamıyor erguvan. Tıpkı birden boşalan gök karşısında şehrin çaresiz kalması gibi.

İstanbul’a kendisiyle barışık rengini veren erguvan kadar bu şehrin dokusunu biçimlendiren, tanımlayan, sembolize eden az bitki bulunur. Bizans’tan beri devralınan bu naif ağacın çiçekleri, rengi Osmanlı İstanbul’unun her anlamda nezahetini ifade eder.

Erguvanın renginin hatırlattığı bir tür naifliği gibi fanilik duygusu bu şehrin yüzlerce yıllık tarihinin en iyi yansımalarından biri. Tabiat ve coğrafi şartların yeşerttiği erguvanın şehir ve şehir kültürü ile özdeşleşmesi her nebata nasip olmaz.

Erguvan gibi geleneksel İstanbul evi de hafif, zarif ve de naifti. Ahşap mimarinin oluşturduğu konut mimarisinin estetik formuyla İstanbul evinin bahçesine en çok yakışan da erguvan olabilirdi.. Her ne kadar Hudayinabit her yerde yetse de renginin albenisi onu ayrıcalıklı kılar.

Erguvanın çiçeği baharı, yenilenmeyi, yeni bir başlangıcı hatırlatsa da ağacının naifliği de geçiciliği, faniliği imler. Tıpı İstanbul evlerinin zarif ama en çok da yangın karşısında dayanıksız olması gibi. Bir şehrin dokusuyla, ruhuyla bir çiçek ancak bu kadar bütünleşebilir, aynileşebilirdi…

Ahşap mimari Osmanlıdan bugüne modern şehirleşme saplantımızın en büyük bedeli oldu. Görkemli Avrupai binaların yanında pek gösterişsiz, pek mütevazı, dayanıksız kalıyordu. Güzel olmaya güzel ama güç ve ihtişam gösterisine elverişli değil. Tıpkı erguvan gibi baharın gelişini şiirsel bir dille hatırlatırken hep gözümüzün önünden kaybolup gidecekmiş fikrini telkin etmesi gibi teker teker kayboldular; hayattan çekilerek bir kaç eski fotoğraf karesinde kaldılar…

Ahşap konakların, evlerin yanı başında biraz da mahzun erguvan… Hayat veren rengiyle dünyaya taparlıktan çok faniliğin estetiğini sergiler.

Tıpkı Müslüman evleri, şehirleri gibi.

Hiç ölmeyecek gibi dünyaya meydan okuyan gücün servetin dışavurumu abidelerden çok geçiciliği, estetiği, kanaati hatırlatır. Yoksulla zengin arasındaki mesafe hiç de aşılamayan devasa duvarlar gibi değildir.

Ahşap evler işlevsel olduğu kadar eklemlenebilir, yenilenebilir bir hayat tasavvurunun mekân planında temsili gibidir. Dev beton yığınları gibi gelecek nesillerin tercihlerine ipotek koymaz. Bu anlamda hayatta daha çok karşılık bulur. Dinamik bir fanilik hissi. Tıpkı ölüm dikkatinin hayatı mümkün kılması, yaşamaya değer hayata imkân hazırlaması gibi. Bugünün hafif zarif evi, yarının ihtiyacını da düşünürcesine her an yeniden kurulmaya hazırdır. Yarının dünyası farklı tercihlere, zevklere, ihtiyaçlara doğru uyanır çünkü.

Yüzlerce yıllık İstanbul deneyiminin geliştirdiği estetik ve mekânsal çözümleme ancak bu iki unsurla birlikte ifadesini bulabilir. Geçiciliği hatırlatan güzellik ve onun unutulduğu bir dünya. Tevazu ve basitlikle yükselen bir medeniyetin biçimlendirdiği hayat…

Sadece ahşap evler değil, erguvanlar da yanar. Erguvanları yanan bir Boğaziçi gökdelenlerin gölgesinde durgun sudan başka nedir ki?

Yarınların dünyasına kapı açan bugünün tevazuudur.

Akif Emre

Çürüme de umut da hep olacak

Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz. Gördüklerimiz kirleniyor. Baktıklarımız bizi kirletiyor, içimizi…

İşittiklerimizden dolayı, bildiklerimizden dolayı acı çekmeye başlıyoruz. Birebir şahit olamasak bile… Acı çekmeye icbar ediliyoruz sanki ya anlatılanlar gerçek olduğu için yahut gerçek yerine sahte gerçekler ikame edildiği için.

Bu denli yozlaşma, çürümeye mahkûm olmak duygusu bizatihi insanın içini kemiren bir şey. Sadece insan teki olarak her birimiz değil toplum da içten içe çürüyor. Korozyona uğrayan metal aksam gibi temas ettiğimiz hava çürütüyor. Soluklanırken damarlarımızdaki akışın pelteleştiğini hisseder gibiyiz..

Bunca karamsarlık kuşatmasına maruz kalmamızın asıl nedeni de birilerinin bunları hiç düşünmüyor olması, tam anlamıyla şenlikli bir zafer havasını yaşıyor olmaları. Çürürken bile zafer takı kurduğunu düşündüren bir muhayyile hakim.

Her şeyin bir kuşku sebebi olduğu ortamda sağlıklı düşünmek, davranmak mümkün mü? Ya da her şeyin olağanlaştığı, her tür çürümenin normal karşılandığı bir ortamda normal davranmak ne kadar normal bir şeydir?

Oysa hayat bulmak, yaşanmaya değer hayatı sunmak iddiasındaydık gençliğimizin o delişmen günlerinde. Bedenimiz fiziğimiz yaşlansa da içimizdeki o delişmen halimizle diri kalmayı başarmıştık.

‘Seni öldürmeye gelen sende dirilsin diyen bir özgüvenin diriltici soluğuyla birbirimizin gönüllerini ferahlatıyor, yeşertiyorduk oysa. Ciğerlerimize çektiğimiz hava içten çökertiyor, dışarıya üflediğimiz soluk öldürücü bir zehir gibi solduruyor.

Hayatın, benliğin, varoluş idrakinin bu denli pörsümeye yüz tuttuğu, değerlerin tersine çevrildiği bu hal sadece dışımızda bize dayatılanlardan mı kaynaklanıyor? Yoksa bizatihi kendi özümüzle, onun beslediği çevreyle, siyasayla, toplumla kurduğumuz ilişkilerin sonucu muydu? Böyle bir hal üzere olmanın kaçınılmaz oluşu diye bir açıklama tarzı mümkün müydü? Yoksa içinde bulunduğumuz haleti ruhiye bize böyle bir dünya mı takdim ediyordu? Yoksa her şey bir yanılsamadan mı ibaretti?

Her iki durumda da insanın hakikat algısı, hakikate olan inancı elinden gitmeye mahkûm. Ortada ciddi bir anlam kayması daha doğrusu her şeyi anlamsızlaştıran bir absürtlük yaşanıyor demektir.

Bir çıkış olmalı, yoksa bir sanrı uğruna ruhları bir sam yeli kasıp kavuracak. Polyanna mutluluğu oynamak ne kadar aptalca geliyorsa nihilist bir içe çöküşün karanlık sularında boğulmaya kendimizi, toplumu mahkûm etmek de o derece anlamsız, hatta saçma olacaktı..

Dokunduklarımızı çürüten, işittiklerimizden gördüklerimizden dolayı içimizi, dışımızı karartan her ne varsa ya da neyin var olduğunu düşünüyorsak, bize öyle gelen her ne varsa her şeyi tepetaklak edecek bir silkinişle ölü toprağını üstümüzden atmakla işe başlamalı mesela. Sahte bir hakikat sunan kurguyu sorgulamakla işe başlayabiliriz mesela. Her şeyi yeniden konuşma cesaretini takınarak.

Evet, hiç bu kadar sahtelikler, ikiyüzlülüklerle kuşatılmamıştık. Muhtemelen yanı başımızdakiler, hatta bizler bu sahtelikten birer parça nasibimizi almış olabiliriz. Öte yandan, aklımız, vicdanımız, ölçülerimizle tartıya vurduğumuzda olup bitenlerin bir yanılsamadan ibaret; bir sahtelik oyunundan birer sahne olamayacağını söylüyor. Bizzat sahtelik izafe ettiği gerçek üzerine kurulu. Sonuçta sahtelik de hakikati perdeleyen, asli olanın yerini gasp eden bir vakıa. Sahtelik örgüsünü parçalamadan hakikat ışığına yol vermek imkansız.

İnsan olmaklığımızdan siyasete, gönül iklimimizden enformatik cehalete uzanan kendi oluş şartlarımızdan uzaklaşma ile yüzleşme cesaretine ihtiyaç var. Belki de anlık bir pırıltının içimizde çakmasına, aşka, samimiyete, adanmışlığa ihtiyaç var. Bunların yerine kabuk bağlayan şey her ne ise işte odur içten içe bizi, hepimizi çürüten kimya.

Ne ki sahte hakikatlerin kararttığı çevremizde, dört bir yanımızı kuşatan yalancı mutlulukların perdeleyemediği, hayata anlam katan, kendi özümüzü hatırlatan bir ses, bir tebessüm, dokunduğu yerde bereketi yeşerten bir el mutlaka olacaktır.

Yazının da bir kaderi var.

Karamsar bir yazının sonuna doğru her şeyin bu kadar çürütücü olamayacağına dair önce kendimi ikna etmek için yeni bir cümle kurmaya başlarken gelen telefon yazıyı tamamladı.

Yüz yüze hiç görmedim, ama uzaktan, hocalarından, arkadaşlarından hep selamını alıyordum. Kanser hastasıydı ve tedavi görüyordu. Açık öğretimde sosyoloji okumasına rağmen üniversitede Sosyoloji’ye devam ederek mezun olmayı başardı. Hastalığı ile barışık, mütevekkil ve azimli. Yaşama sevincini, imtihanıyla beraber, içinde hep diri tutması çevresindeki hemen herkeste biraz takdir uyandırdığını, biraz da utandırdığını hissetmişimdir. En son okuma grupları kurduğundan bahsetmiş, bir toplantılarına davet bile etmişti, ama uzun süre sessizliğe gömüldü. Aylar sonra tam da bu yazının orta yerinde gelen telefondaki onun sesiydi.

Sanki tatilden dönmüş gibi dingin pürüzsüz sesle, ‘yeni girişiminiz hayırlı olsun’ diyordu. Bu arada iki ameliyat daha geçirmişti. Biraz ödemden şikâyetçiydi.

Çürümeyen, umudu, yaşamayı, yaşamanın anlamını yitirmeyen, dokunduklarından, seslendiklerinden ötürü bereketi beraberinde getiren inanmış yürekler var olduğunu bilmek umudun kendisidir..

Akif Emre