Sonnet

Yürüyorum kara toprağın ıssızlığında
Seni nice göresim geliyor, Amarillis’im.
Ben, aydın bir insan eski bir çoban kılığında,
Sen yaşadın diye geliyor bu yerleri öpüp sevesim.

Seyrederim geceyarılarına dek yıldızları
Kimin şerefine donanmış derim böyle gökyüzü?
Hep böyle sensiz mi geçecek bu cennet yazları?
Hep böyle sensiz mi yolcu edeceğim turnalarla güzü?

Yeşil yollarında yürür gibiyim sonrasızlığın
Acılar toplamakta son çiçeklerden gönlüm yığın yığın,
Ne zaman dolacak öpüş sesimizle yıldızların altı?

Biliyorum beklemenin de bir güzelliği var,
Bekledikçe gönül yemişi balla dolar
Bir kovan bal olur sonunda en korkunç bunaltı.

Hasan İzzettin Dinamo

O Ve Ben

Sana koşuyorum bir vapurun içinden
Ölmemek, delirmemek için…
Yaşamak; bütün âdetlerden uzak
Yaşamak…

Hayır değil, değil sıcak;
Dudaklarının hâtırası;
Değil saçlarının kokusu
Hiçbiri değil.
Dünyada büyük fırtınanın koptuğu
                                          böyle günlerde
Ben onsuz edemem.
Eli elimin içinde olmalı,
Gözlerine bakmalıyım,

Sesini işitmeliyim.
Beraber yemek yemeliyiz
Ara sıra gülmeliyiz
Yapamam, onsuz edemem.
Bana su, bana ekmek, bana zehir
Gibi gelen çirkin kızım.
Sensiz edemem!

Sait Faik Abasıyanık

Sessizlik

Biz o kadar; o kadar ağladık ki beraber,
Gözyaşları doldurdu avucumu şimdilik.
Şimdilik uzun uzun, bambaşka bir sessizlik
Yavaşça alçalarak, yavaşça bizi dinler.

Etrafta kalan sesler kesildi birer birer.
Hatırlamaz olmuşum, herşey uzakta, silik.
Yalnız senin vücudun… Ah işte bir içimlik
Bir su gibi ellerin avucumda serinler.

Vücudunun gölgesi bak yerde gölgemle bir,
Yeni bir nefes gibi sessizlik göğsümdedir.
Sessizlik içerime doluyor yudum yudum.

Dolu bir yelken gibi göğsümde genişleyiş,
Ve öyle için için, ve öyle geniş geniş.
Ben hiçbir şey duymadan, ben yalnız seviyorum.

Ziya Osman Saba

Mavi Kelebekler

Majko, majko, jos te sanjam
(Anne, anne, hala rüyamda seni görüyorum)

Sestro, brate, jos vas sanjam svake noci
(Abla, ağabey, hala her gece rüyamda sizi görüyorum)

Nema vas nema vas nema vas
(Burada değilsiniz)

Trazim vas trazim vas trazim vas
(Sizi arıyorum)

Gdje god krenem vidim vas
(Nereye gitsem, sizi görüyorum)

Majko, oce, sto vas nema
(Anne, baba, neden burada değilsiniz)

Bosno moja ti si moja mati
(Bosna’m, sen benim annemsin)

Bosno moja majkom cu te zvati
(Bosna’m, sana anne diyeceğim)

Bosno majko Srebrenice sestro
(Bosna annem, Srebrenitsa ablam)

Necu biti sam
(Yalnız olmayacağım)

1943 yılında Josip Broz (Tito) liderliğinde kurulan Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, farklı dinleri ve etnik grupları barındıran bir ülkeydi. Tito, soğuk savaş yıllarında iki kutuplu dünyada bağımsız politikalar izlemiş, ülkede onun temsilcisi olduğu yeni bir demokrasi deneyi yaşanmıştı. 1980’de Tito’nun ölümünden sonra, özerk cumhuriyet liderleri arasında anlaşmazlıklar başladı. Federal yapı dengesizleşti, milliyetçi ve ayrılıkçı akımlar baş gösterdi.

1990′ların başında Sovyet blokunun da parçalanmasının etkisiyle, etnik gruplar bağımsızlıkları için birer birer isyan bayraklarını çekti. Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını tanıyan Avrupa Birliği (AB) ve Birleşmiş Milletler (BM), Makedonya ve Bosna-Hersek’in bağımsızlığını referandum şartına bağladı. 1992’de Bosna-Hersek’te yapılan referandumda çoğunluk bağımsızlıktan yana oy kullandı ve yeni devlet kuruldu. Ancak bu devleti, başta Sırplar olmak üzere bölgedeki diğer etnik gruplar tanımak istemedi. Böylece ülke, 21 Kasım 1995 tarihinde imzalanacak Dayton Barış Anlaşması’na kadar sürecek bir iç savaşa sürüklendi.

Bosna-Hersek’in yaklaşık dört yıl boyunca sahne olduğu insanlık dışı olayları bütün dünya film izler gibi izledi. Devlet liderleri suya sabuna dokunmadı, insanların güvenliklerini sağlamakla yükümlü örgütler destek olma maskesi altında köstek oldu. Sırplar Boşnak ailelerin evlerine girip sivilleri toplattı. Esir alınan halk dövüldü, erkeklerin çoğu öldürüldü, kadınlar sistematik olarak tecavüze uğradı. Tarifsiz acılar yaşandı.

Sırpların Bosna’da başlattıkları bu soykırımın ardından, Birleşmiş Milletler Barış Gücü bölgeye müdahale etti. Nisan 1993′de Srebrenitsa, Barış Gücü’nün “Güvenli Bölge” ilan ettiği altı bölge arasına katıldı. Güvenli bölge, uluslararası koruma güçleri tarafından gerçekten güvenli bölgeler ya da mültecilerin kaçabileceği yollar yaratılması demektir ve bölgeye yönelik her türlü silahlı saldırı yasaklanır. Bu kararın da etkisiyle, diğer bölgelerdeki çatışmalardan kaçan insanlar buraya göç etti ve 24 bin civarı olan kent nüfusu 60 bin civarına ulaştı.

Ancak bu karar hiçbir zaman uygulanmadı. Srebrenitsa, 1995 yılına kadar Sırplar tarafından tecrit edildi. Kaçınılmaz bir sonuç olarak da, açlık ve hastalıklar ile mücadele eden bir toplama kampına dönüştü.

Dünyanın en büyük ordularından olan Eski Yugoslav Halk Ordusu’nun teçhizatına sahip Sırplar ve küçük çaplı Hırvat birlikleri kenti ateş altında tutarlarken, Boşnaklar bölgeye uygulanan silah ambargosu nedeniyle hafif silahlarla, o da atacak mermi bulabilirlerse direnmeye çalıştılar.

11 Temmuz 1995 tarihinde, kentin güvenliğinden sorumlu Hollandalı komutan, idaresi altındaki BM Potoçari kampına sığınan binlerce Boşnak sivili Sırplara teslim etti. General Ratko Mladiç komutasındaki Bosna Sırp ordusu, tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini, tüm dünyanın bakışları altında sergiledi. Sırplar topladıkları ve günlerce işkenceden geçirdikleri Bosnalı Müslümanları, evlatlarının kardeşlerinin gözleri önünde öldürdükten sonra, cesetlerini yine onlara gömdürdüler. Bosna Hersek’in Srebrenitsa kentinde en az sekiz bin (ölü sayısı hala tam olarak bilinemiyor) insan toplu soykırıma uğradı.

Eski Yugoslavya’da işlenen savaş suçları için Boşnaklar, Srebrenitsa Katliamı’ndan yıllar önce BM’nin başlıca yargı organı olan Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’na başvurdular. Mahkeme, soykırımın önüne geçilmesi için taraflara çağrı yapmakla yetindi. Boşnaklar ikinci başvuruyu 2003 yılında yaptı. Lahey yargıçları, 26 Şubat 2007′de kararı açıkladı:

Srebrenitsa’da yaşananlar soykırım olarak kabul ediliyor, ancak sorumlusu olarak Sırbistan gösterilmiyordu. Gerekçe olarak da delil yetersizliği gösterilmişti. Bu kararın da etkisi ile Bosnalılar, toplu mezarların bulunması için bir komisyon kurdu.

Tam da o dönemde, Srebrenitsa başta olmak üzere, Bosna-Hersek’in belirli bölgelerinde yeni bitki türleri ortaya çıktı. Bir zamanlar kanla sulanan topraklar, rengarenk çiçeklere ev sahibi oldu. Çiçekler rüzgara anlattı renklerini, kokularını, özlerini. Rüzgar da estiği her yerde pul kanatlılara. Anlatılanlar en çok mavi kelebeklerin ilgisini çekmiş olacak ki, kısa sürede nüfuslarında büyük artış oldu.

Bu değişiklik, bilim insanlarının ve komisyonun da ilgisini çekti. Bölge genelinde araştırmalar başladı. Araştırmalar esnasında, Artemisia Vulgaris olarak adlandırılan bir bitki türünün belirli yerlerde adeta topraktan fışkırdığı fark edildi. Yaşanan bolluk ve güzellik, genel olarak bu bitki ile beslenen mavi kelebekleri de kendisine çekmişti. Mavi kelebeklerin nüfusu, artan besin miktarına paralel olarak artmıştı.

Artemisia Vulgaris; Yavşan Otu ya da Misk Otu olarak da adlandırılan bir bitki türüdür. Çoğunlukla mezarlıklarda açtığından, Ölüm Çiçeği olarak da bilinmektedir. Bitkiler karbonu, hidrojeni ve oksijeni hava ile sudan, diğer bütün besinleri topraktan alırlar. Toprağın verimliliğini artıran faktörlerden biri de doğal gübredir. İnsan bedeni toprağa karıştıkça çeşitli mineraller sağlayarak toprağın besleyiciliğini artırır. Bu artış da, yaşamak için söz konusu minerallere muhtaç Artemisia bitkisinin coşarak açmasını sağlar.

Mavi kelebeklerin gösterdikleri yol ile Artemisia bitkisine ulaşan bilim insanları, bu artışın altında yatan nedeni bulmak için bölgede kazılara başladılar. Önce bir kaç bedene rastlandı. Araştırma derinleştikçe toplu mezarlara ulaşıldı. Olay basına yansıyınca, yerel halk da kazılara katıldı. Mezarlar birer birer ortaya çıktı. Kazılara katılan arkeoloji profesörü Margaret Cox’un anlattığına göre; uydu fotoğraflarıyla toplu mezarların yerleri tespit edilebilir olduğundan, cesetler tek tek bilindik mezarlıklara gömülmüş, herhangi bir manyetik değişkenlik taraması yapılamaması için mezarların içine metal parçalar bırakılmıştı. Hatta çoğu mezara, araştırmacıları yıldırmak için bubi tuzakları koyulmuştu.

ICMP (International Commission on Missing Persons – Kayıp Kişiler Uluslararası Komisyonu), Bosna’da bugüne dek toplu mezarların açılması sonucu toplam 17 bin kişinin kimlik tespitinin yapıldığını ve yaklaşık 13 bin kişinin daha olduğunu bildiriyor. Bu çalışmalar oldukça zahmetli olduğundan büyük kısmında iş makineleri ve sonrasında DNA analizi kullanılıyor.

Yine ICMP verdiği bir röportajda, aynı insana ait bir cesedin 50 km’lik bir alanda toplam 13 farklı mezardan çıkarıldığı durumların bile olduğunu söylüyor. Araştırmacılar, toplu mezarların bu kadar derin kazılmasının ve bedenlerin parçalanıp dağıtılmasının katliamın izlerinin silinmesine yönelik yapılmış bilinçli bir çalışmanın ürünü olduğunu düşünüyorlar.

Ben Srebrenitsa’da yaşamadım. 11 Temmuz 1995 gününü ve sonrasında neler yaşandığını; ne geride kalanların gözünden, ne de topraklarından silah zoruyla sökülüp alınan, sonra paramparça edilerek yine o toprakların altına hapsedilen bedenlerin gözünden görebilirim…

Ancak Sırpların bu katliamdan sorumlu tutulmamasının, katliam hakkındaki belki de en çarpıcı ve doğru kararlardan biri olduğunu düşünüyorum. Sırp ordusunun yapmış olduğu katliamın arkasındaki asıl suçluların Sırp halkı olmadığını bilmek ve bildirmekle yükümlü hissediyorum kendimi. Çünkü burada işlenen insanlık ayıbı; çıkarcı politikaların, faşizmin, sadizmin, silah tüccarlarının zaferinin en acı örneklerinden biridir.

Srebrenitsa katliamı, dünyanın insan hakları konusundaki tutumunu tarihe kapkara harflerle yazdırmıştır. Barış kuruluşlarının içinde bile barışa karşı insanların olabildiğinin açık ispatıdır. Katliama seyirci kalan tüm ulusların, katliama azımsanmayacak kadar katkısı vardır. Dolayısı ile bu kıyımı bir milliyete ya da dine mal etmek, bunların hepsini görmezden gelmek demektir. Bir başka insanlık ayıbıdır…

Melda Olcaytu

Cesedi Nereye Gömelim

1.

bana bir ev yaptın
şimdi de yıkıyorsun yaptığın evi
ruhumun her yeri yıldız pencereleri

evim yok evim yok artık
evde bir ölü bekleyenim
çatım yok çatım yok artık
gövdemin çatısı gözlerim
cesedi nereye gömelim

incir ağacının altına derim bir daha dirilmesin
yazın sarsın kökleri ince bilekleri
nerde saç nerde kök bilinmesin
bir kesik süt gibi gece
içindeki taşı emzirsin

ve uzakta, mezarların orda
islıklarıyla mermerleri okuyan
akan heykel gibi bir yılan

ama üzmeyelim cesedi
kırmayalım ince belli
beyaz seslerle işlemeli
çay bardakları gibi

cesedi nereye gömelim
balkona derim, gelincik çiçeğinin
toprağını eşeleyelim

gelecek gece
bu sabah olmayacaksa
saman yoluna gömelim
görmeyelim ama yaşadığını bilelim

2.

cesedi nereye gömelim

daha ilk dakika ilk saniye
hele bak soğumuş mu iyice
hem insan kalbinde taşır
ardında sandığı cesetleri

cesedi nereye gömelim

saralım sevdiği müziklere
aryalara örtülere ilahilere
tan vaktini bir ekmek kırıntısı gibi
balkona taşıyan güvercinlere
gece bornozlara gündüz önlüklere
oturup düşünelim istersen önce

cesedi nereye gömelim

çarşaflara yatak örtülerine derim
ama istersen bir daha düşünelim

cesedi nereye gömelim

işin bu kadar mı acele
kaldı ki iyi kötü yaşar bir ceset de
pervazda bir çiçeğin açma sesinde
leylakta iskemlede bir gömleğin renginde
bir sokağın isminde bir yolculuk biletinde
jetonların turnikeye düşmesindeki sevinçte
koşarak çıkılan merdivende isim yazmayan zilde
kilise kelimesinde açılıp kapanan perdelerde
parfüm şişesinde ahşap örgü sepette
bir anahtarda kapı numarasında
çiçeklerle mızrakların tutuştuğu savaşta

3.

bana bir ev yaptın
şimdi de yıkıyorsun yaptığın evi
varsa katili parmak izi saç teli
bir kelimenin dönüşü olmayan sesi

rüyamda bir gök gördüm pazartesi
yıldız gibi saçılmıştı yıldız gibi
bir cinayetin izleri

cesedi nereye gömelim

bahçeye gömsek dolunay gecesi
karanlığın kanat sesleriyle girer mi içeri
gizli darbelerle çökertir mi temeli
ayıklar mı parmaklarıyla kökleri
küreyip alevini düşüncelerin
bir cidara çevirir mi yeri

fışkırır mı tekrar dal uçlarından
yağmur kokusundan biberiye sesinden
çözer mi dalgaların göğe çarpan dilini

metroyu niçin düşünmedim ki
yerin altı sürdürür belki bu sonsuz gidip gelişi

cesedi nereye gömelim
cesedi nereye gömelim

kızarmış peteğine mi akciğerin
raporların içine özetine arge verilerinin
fazin kararttığı yüzüne bankazedelerin
çapraz sorularına mı anketlerin
tarihçesine mi bazı kelimelerin
dolmakalem tüplerine enjektörüne mi iğnelerin
düğme iliklerine süzülüşüne mi tüllerin
arkasına mı sinema biletlerinin
kırık yerlerine mi karşılıklı sandalyelerin

izin versek de yaşayadursa bizimle
bir üçüncü kişi gibi kendi halinde

cesedi nereye gömelim
cesedi nereye gömelim
kaldırdığı tozun altına mı şu cümlenin
ey aşk
ölmedin ama diri değilsin içinde senelerin

Cevdet Karal

Bikalem

Sen bana boş ver, erik ağacı
Çiçeğini açmaya bak.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Gidişini Anlatıyorum

Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için
Saçlarını, gözlerini, ellerini
Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya
Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak
Termometrede yükselen çizgi çizgi
Kim bilir nerelerde soğuyorsun

Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen
İnsan insan bakan gözbebeklerin
Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta
Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

Ne gelirse onlardan gelir bana
Çalışma gücü yaşama direnci
Mutluluk gibi kazanılması zor
Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

Bir açarsın ki mutluyum
Bir kaparsın her şey elimden gitmiş

Rıfat Ilgaz

Tren İnsanın Çocukluğudur

Trenleri, bilhassa eski trenleri, buharlı olanları çocuklar çizmiş, tasarlamış gibidir. Hem de bir resim dersinde ve suluboya bir ev ödevi olarak. Yoksa bir kara tren bu kadar renkli olur muydu? Çocuklar sanki çizmekle, tasarlamakla yetinmemiş, bir de tren diye bir oyuncak icat etmişlerdir. Hiç oyuncağı ve arkadaşı olmayan bir çocuğun, oyuncağı ve oyun arkadaşı olarak. Konumuz eski buharlı trenler olunca, çocuklar da eski çocuklar olacaktır haliyle. Ben de eski çocuklardan biri olarak, şimdi müzeye kaldırılmış buharlılarda vaktiyle yolculuklar yapmıştım. Şimdi onlar, yani benim eski arkadaşlarım, İzmir’in Selçuk ilçesinde TCDD Çamlık Buharlı Lokomotif Müzesi’nde eski çocuk gözlerini arıyorlar. O çocukları ve onların meraklı gözlerini tek tek hatırlamak üzere. 46013 no’lu lokomotif İzmir-Ödemiş hattından hatırlıyor: “Koca kafalı Ahmet, beni ne çabuk unuttun, az mı İzmir’den Ödemiş’e götürmüştüm seni, babaannenlere bayram ziyaretine giderdiniz, yerinde duramazdın, gezer dururdun, her şeyi öğrenmek isterdin. Makinist de ateşçi de sabırla yanıtlarlardı sorularını. Şimdi büyüdün, koca adam oldun, bir kez bile gelmedin ziyaretime.” Eski oyun arkadaşlarımız haklı, artık onlara kurulup bayram ziyaretine, tatile, büyüklerimizi görmeye gitmiyoruz, Karadeniz Ereğli-Armutçuk, Isparta-Eğirdir hattında uzaktan görünen dumanına sevinç çığlıkları atmıyoruz.

Eski buharlı trenler şimdi yorgunluk atarcasına, nasıl atacaklarsa o uzun yılların yorgunluğunu, şekerleme yapıyorlar. Gidip görmeyişimiz onları uyandıracağımızdan değil, unuttuğumuzdan. Eski çocuklar, oyun arkadaşları ziyaretlerine gitse, nasıl da bayram çocuğu gibi coşkuya, mutluluğa boğulacaklar, geçmiş zamanların güzelliğini hatırlayıp, içlerinde gençliğe doğru bir yolculuğun ateşiyle yerlerinde duramayacaklar. Fakat eski çocukların yerinde yeller esiyor, hepimiz hayatın karşısında “esas duruş”tayız.

“Anılar anılar belki hepsi bir kelime.” Edip Cansever’in dediği şey, “hepsi bir kelime” olan şey “çocukluk” değil mi zaten? Çocukluk işte. Bir kara treni oyun arkadaşına dönüştüren de çocukluk, sanki trenin geliş yönünün tersine koşarsa zamanın başlangıcına ulaşacakmış gibi koşan da. Ya kanatlarını katlamış bir ateş kuşu gibi büyük gölgesiyle, çiçeklerden küçük kızları ve kızlardan küçük çiçekleri bir anıda buluşturan o buharlı tren, o hepimizden çocuk değil mi? Meğer o hepimizden çocukmuş ve çocukluk da onunla birlikte müzeye kaldırılmış!


Yolculuk Nereye?

Haydarpaşa, Ankara, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum, Horasan, Malatya, Diyarbakır, Kurtalan, İzmir, Aydın, Kars… “Bir kitapta resim şart” dediği gibi Cemal Süreya’nın, “Yolculukta tren şart”: Üstelik her yolcu bir trene tesadüf eder yolculuk hayatında. Trene tesadüf etmeyen bir yolculuk pek kısa, pek lezzetsizdir. Trenlerin taşıdığı insanı başka araçlarda zor görürsünüz. Tren bir törendir, eski medeniyet gibidir, yani medeniyet gibidir. Ve tren beklenir, beklenmek içindir. Çünkü tren, eski dünyanın sakinliği, sessizliği, yavaşlığıdır. Bu sakinlik ve yavaşlığın trenin hızıyla da ilgisi yoktur. Treni bekleyen insanlar, çoğunlukla kendilerini beklemeyi seçmiş gibidir. Tren hâlâ hasret ve gurbet burçları arasında rötarlı da olsa ‘hasret kavuşturan’lığı sürdürmektedir. Hem rötar yapmayan, yavaşlamayan şeye tren denmez ki! “Yolda” olmanın, “yolcu” olmanın, “insan” olmanın usulluğu, yavaşlığıyla yarışabilir bir tren ancak. Onlara tren denir hem de karasından, buharlısından, dumanlısından. Onları yalnızca garlarda yolcular değil, uzun bozkırlar, bereketli topraklar, bir yanını şımarık uçurumlara kaptırmış mağrur dağlar, artık şiirlerde ve fotoğraflarda akmayı sürdüren küçük dereler de bekler. Dumanı puf puf, yürüyüşü çuf çuf buharlıların sesi, onların ıssızlığını, yalnızlığını teselli eder çünkü. Yolların, yolcuların, yolculukların, yola çıkanların efkârı onlarla dağılır. Garların bekleme salonları da bu efkâra dahildir, bekleyenler de… Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” biraz da garlardaki insan manzaralarıdır: Belki harpten yaralı dönmüş bir İstiklal Savaşı gazisi, ömrünün en güzel anısı olarak, bir bekleme salonunda Atatürk resimlerinin altında fotoğrafa durur. Atatürk, Eskişehir garında trenin penceresinde, memleketi demir ağlarla nasıl öreceğini düşünüp seviniyor olmalı o fotoğrafta. Başka bir bekleme salonunda ‘yabancı’ya benzemeyen turistler, belki de Anadolu’yu keşfe çıkmış ‘yerli’ler. Uzağa giden bir valiz, yanında plastik bir pazar çantası. Genç kadın bulmaca çözüyor, orta yaşlı adamın çözecek hiçbir şeyi yok. Bir de gar kuşları… Tren birazdan gelecek, birazdan gidecek, tren şehri çıkınca turna salgını başlayacak. Çünkü gökyüzünün treni de turnadır. Tren, telli turnayı kılavuz etmeden düşmez yola. Turna olmazsa karatren, uzunhava, telgraf olmaz ki! Hepsi de ağır ağır gider. Soru hiç değişmez: “Yolculuk nereye?”


Tren de bir emanettir, ömür de…

Ağırlığımızı turnalara, meramımızı telgrafa, halimizi uzunhavalara yüklediğimiz gibi ömrümüzü de bir trene yükleriz, hâl ve gidişimizle tren katarları arasında bir benzerlik, yakınlık ararız. Sonra da emanete bırakırız onu. Tren de emanettir ömür de. Ömür emanetine nasıl baktığımız ortada, çoğunlukla pek iyi baktığımız söylenemez ona. Fakat emanet geleneğini kutsal bir görev olarak sürdürenlerin varlığını bilmek sevindirir bizi. Tren, uçak gibi üstümüzden, vapur gibi kıyımızdan geçmez, tren içimizden geçer, o yüzden böyle yakındır bize. Tren insanları için, eski buharlılar ‘insan trenleri’dir. İnsana ve trene, yani bu iki değerli emanete gözü gibi bakar tren insanları. Makinist buharlının kolunu çeker, kara trenin o hüzünlü sesi duyulur, ateşçi ocağa kömür atmaya hiç ara vermez. Makinisti, ateşçisi, kondüktörü, yani buharlının dumanını tüttüren tren insanları, tren yolcularını bir süre için de olsa bu dünyadan koruma işini üstlenmişlerdir: Dünyanın derdine, gailesine, kavgasına, şiddetine, nankörlüğüne, bencilliğine karşı trene, yolculuğa davet ederler bizi. Çünkü tren büyük, geniş, ferah gülümsemesiyle karşılar yolcularını, uçak gibi yabancılık hissettirmez, acemiliklerini bağışlar. Hem trenin gittiği de yol değildir. Tren gerçekte bir şehirden bir başka şehre gitmez, tren insandan insana gider, tıpkı bir mektup gibi. Bir uçak sizin korkularınızı, şimdinizi ve birkaç saat sonranızı taşır, bir otobüs sizin acelenizi, geri dönüşünüzü taşırken, tren hatıralarınızı, çocukluğunuzu, özlemlerinizi, rüyalarınızı, hayallerinizi taşır. (Vapuru da unutmayalım, şiir taşır, hasret taşır, denizi de taşır, ama en güzeli, insanın yalnızlığına yurt diye sularda unuttuğu adayı taşır.)

Tren insanlarının gözlerine bakın, konukseverliğin sıcaklığını görürsünüz. Bir buharlının makinistini bir bardak su içerken gördünüz mü hiç? İçi yanan kendisi değil de buharlısıymış gibi, onun yangınını söndürmek, hararetini azaltmak için su içer sanki. Sanki o bir bardak su da emanettir ona. Ve trenin yangını sönmeden onun içindeki yangın da sönmeyecektir. Çünkü yolların, zamanların geçiciliğini içimizde en iyi onlar bilir ve hızla geçen hayatta bazı değerlerin kalıcılığı onlar için her şeyden önemlidir.

“Her gün bir yerden bir yere göçmek…”

Mevlânâ Celâleddin Rumî “Her gün bir yerden bir yere göçmek ne güzel” diyordu. Kimbilir belki de yüzyıllar öncesinden trenin de dervişmeşrep bir gezgin olduğunu hissetmişti. İnsanlar sanki dünyaya göçmenlik etmeye gelmişler gibi, ne yollar boş kaldı, ne insanlar doğdukları yerde kaldılar. Milyonlarca yıl önce bu yalnız gezegene atılmışlardı, çoğaldılar, kalabalık oldular, kendilerini evlere attılar, sıkıldılar, ruhlarını yollara attılar. Ne göçebe olabildiler ne yerleşik, ne evden geçebildiler ne yoldan! O yüzdendir belki trenin insana bu kadar yakın olması; sanki bir ev yolculuğa çıkmış gibi! Hele buharlı trenlerle! Ocağı tüten, bacasından duman çıkan bir ev değil de nedir buharlı tren? Tren, insana benzer, insanın evi gibidir, insan yüreğine yolculuk içindir. Tren bize yaşamaya dair inancı, dost bir evde konuk olmanın sıcaklığını ve turnaların yakınlığını verir. Eski büyük aile günlerini hatırlatır, herkesin içinde oturduğu o büyük konaktır. Şimdi ‘çekirdek aile’ için otomobil var. buharlı trense yıkılmakta olan, yıkılmış hayatların, ilişkilerin romanı gibidir. O romanda, o büyük evde kimse kavga etmez, tehdit etmez, birbirine küfretmez. Tren büyük evse, tren garları da o evin büyük sessizliğini dinlemek üzere bir araya gelmiş insanların hikayelerinden oluşan bir hatıra defteridir.

Evin derdi nasıl bitmiyorsa trenin de derdi bitmemiştir. Doğudan batıya, güneyden Karadeniz’e ekmek derdindeki insanları getirmiştir. Kurtalan’dan Haydarpaşa’ya “bir de İstanbul’daki büyük profesörlere” göstermek üzere hastalar getirmiştir. Büyük şehirlerde okumak üzere öğrenciler getirmiştir, büyük şehrin büyük sınavlarıyla yüzyüze bırakmak üzere. Çoğu “Gelenler Dönmeyenler” e karışmıştır. Buharlı tren, en çok ekmek, sağlık, iş derdiyle göç edenleri taşırken zorlanmıştır, içinden oflayıp puflamıştır. Adı, “Umuda Yolculuk” bile olsa, her şeyin daha başından umutsuz olduğunu duymuş, görmüş ama umutsuzlara da kucak açmaktan geri durmamıştır.


“Kara tren gelmez mi ola?”

“Düdüğünü çalmaz mı ola/gurbet ele yâr yolladım/mektubumu almaz mı ola?” diye devam eder eski türkü. Kara tren gelmez bir daha, dumanını savurmaz bir daha. Tıpkı çocukluğun geri gelmeyeceği gibi. Hem aslında tren ne doğuya, ne batıya gider, tren içimizdeki yolculuktur. Diğer vasıtalar fazlalığı taşıyadursunlar, tren içimizdeki çokluğu, çocukluğu taşımıştır. Taşıyıp durmuştur. O yüzden artık “yolculuk nereye?” diye sormanın da anlamı yoktur. Yolculuk, buraya kadardır. Çocukluğu da, buharlı yolculukları da emanete bırakma zamanıdır. Belki onun ve bizim çocukluğumuza bizden daha iyi bakan biri bulunur. Bulunmazsa ne gam, gider çocukluk arkadaşlarımı arkadaşlık müzesinde görürüm ben de.

Haydar Ergülen / Eski Yazı / Kırmızı Kedi

Kal

Gün soldu, vakit geç, gitme bırak, kal,
Omuzlarında şal, başında örtü,
Odamda hülyalı bir akşam üstü,
Gölgeler içinde renk ve dudak kal.

Gidersen sana da kırılacak, kal,
– Gönlüm ki, böyle her gidene küstü –
Ve deme “buradan bir akşam üstü
Giderken ardımda hıçkırarak, kal!

Madem, günlerimiz, sevgilim, kısa,
Madem, dudakların yandığı lâhza
İçin ruhumuzda bir özleyişvar,

Kal, çizsin hülyamız mat ufkumuza
Gümüşlü sabahlar, altın akşamlar,
Soluk bir gül ıtrı gibiyken bahar…

Hamit Macit Selekler

Ne Diyebilirsin!

Geç vakit işten çıkarsın,
İki satır konuşmak için
hasretsin bir ahbap yüzüne,
bıçak açmaz dostların ağzını
değirmenci su derdinde…
Yorgunluğu çıkarmak istersin
bir koltuk meyhanesinde,
kesen elvermez,
ne yaparsın, gün o gün değil…
Bir kahveye sokarsın başını,
dolaşamazsın ya böyle soğukta…
Temiz bir kahve çeker canın,
mis gibi nohut gelir burnuna,
sen eski tiryaki, gel de iç bakalım!
Duramazsın okumadan yeni haberleri,
gazeteler emeklilerin elinde…
Vakti gelir radyo açılır,
dinle dinleyebilirsen!
Erkek müşteriler uğrar meyhane dönüşü,
bir sözle kestirip ajansı
plakla Urfa havası çaldırır,
ne diyebilirsin,
paraya geçer hükmün!
Girecek değilsin ya belaya
tutarsın erkenden evin yolunu;
hem altıda kalkacak adamın
işi ne, kahve köşelerinde!

Rıfat Ilgaz