Unutmalıyım

Uyuyor haste-yi sitem kalbim,
Rahm et ey yâdigâr uyandırma;
Uyusun iştiyâk-ı rmıztaribim
Ey tahassür, dokunma hâtırıma!

Kizb-i sevdayı sermedî sandık,
İkimiz de bugün peşîmânız;
İkimiz bir seraba aldandık,
Ayrı hislerle gerçi nâlânız.

Şimdi ru’yâ-yı buseden çıktık:
Seni ey hüsn-i bî-vefâ artık
Ağlaya ağlaya unutmalıyım.

Nazm edip ninniler enînimden
Zahm-ı kalbimde hiss-i firkati ben
Ağlaya ağlaya unutmalıyım!

Cenap Şahabettin

Don Juan

Ey benim münhezim fütâdelerim,
Sevdiniz hep sevilmeden beni siz;
Yanmak isterdi göğsünüzde serim
Ateşimden kül oldu âteşiniz.

Dönerek mâzi-yi mükevkebime
Ne zaman etmek istesem sizi yâd
Getirir hâtırâtınız lebime
Gizli bir lezzet-i türâb ü remâd.

Sanki âvâre bir güneştim ben
Her su üstünde in’ikâs ettim:
Dîdeler parladı hayâlimden
Kimseden şu’le almadım kendim.

Sormadım nefsime ne kıymeti var
Avucumdan geçen hazînelerin;
Bir açık evde boş duran odalar
Bence timsâli oldu sinelerin.

Şübhe, kıskançlık, ârzû, hasret
Vermeyince biraz elem kalbe
Başka bir inhizâm olur elbet
Hep nevâziş ve dâimâ galebe!

Bir kadından geçince dîgerine
Zannederdim ki aşkı bulmuştum;
Usanıp bûseden kadın yerine
Maraz-i aşka âşık olmuştum.

Olmadı bir melikeye bende
Mülk-i nisvânda rûh-ı der-be-derim;
Şimdi ben kayserin serîrinde
Kimsesizlikten ağlayan neferim!

Cenap Şahabettin

Elhân-ı Hazân

Hâl-i bî-reng-i ihtizârında
Sonbahârın bu solgun elvâhı
Ra’şe-dâr etti kalb-i eşbâhı
Kuru yaprakların kenârında!

Ey tuyûrun sehâb-ı seyyâhı,
Bâd-ı zarın cenâh-ı zârında
Sen uçarken, bütün civârında
Soluyor kâinâtın ervahı.

Bu zaman hissi iştidâd eyler.
Her gönül kendi gizli derdinde:
Gel… gel ey yâr-ı dem’a-rîz-i keder!

Ey gül-i nev-bahârî-i emelim,
Gelecek nev-bahârı bekleyelim,
Sonbahârın zılâl-ı zerdinde.

Cenap Şahabettin

Terennüm

Saklayıp kalb-i mükedderde seni
Anarım âh ile her yerde seni!
Bulurum neşve-yi sâgarda seni.

Anarım âh ile her yerde seni!

Bülbülü ağlamadan gûş edemem..
Zâr olan gönlümü hâmûş edemem..
Seni bir lâhza ferâmûş edemem..

Anarım âh ile her yerde seni!

Her çiçekten alırım nükhetini..
Her fidanda görürüm hey’etini.
Söyleyip cûlara keyfiyyetini

Anarım âh ile her yerde seni!

Recaizade Mahmud Ekrem

Egemen Söyleme Karşı Eleştirel tanıklığın Şairi: Nizâr Kabbânî

Nizâr Kabbânî şiiriyle/sanatıyla/edebiyat anlayışıyla bütün Ortadoğu toplumlarının kalbi oldu. Şiirleriyle direnişi paylaştı, şiiriyle siyasete yön verdi, şiiriyle siyaseti sorguladı, bu günün tarihini sorguladı. Nizâr Kabbânî’nin bu yaklaşımı, Nizâr Kabbânî şiirinin edebi niteliğine/yoğunluğuna/derinliğine kesinlikle gölge düşürmedi.  
Atasoy Müftüoğlu (Su, 2007;31)

Çağdaş Arap edebiyatında çok önemli bir yere sahip olan ve modern Arap şiirinin en güçlü isimleri arasında kabul edilen Nizâr Kabbânî1, Irak’tan Fas’a kadar tüm Arap dünyasında geniş bir okuyucu kitlesine ulaşarak, gerek halk gerekse entelektüel düzeyde büyük ilgi gören bir şair olması ve de bununla yakından ilgili olan edebiyatın gücüne ilişkin yaklaşımlarıyla egemen Siyonist yayılmacılığa karşı eleştirel bir çerçeve geliştirmesi nedeniyle kültürel bir model olarak önümüzde durmaktadır. Düşünsel serüveni kadar siyasal konumlanışında da gelgitler bulunan şairin ilk dönem şiirleri bireysel saplantı ve sapkınlıklarla yoğrulmuştur. Şairin, resime karşı ilgisinin bir sonucu olarak kalemi bir fırça, kelimeleri de bir boya gibi kullanmak suretiyle şiirlerini bir tabloya çevirmeyi başarması onun şiirlerinin en önemli özelliğidir.

Nizâr Kabbânî bir şair olarak edebiyat anlayışı yanında, yakın tarihlerdeki emperyalist müdahalelerden, iç savaşlardan fazlasıyla etkilenmiştir. Tarihi sürecin bizatihi içinde yer alarak özgürlük için muhalif duruşunu her zaman korumuştur. Bunu yaparken de sosyalist edebiyat anlayışından kaynaklanan sanatsal perspektifiyle has yazı kumaşını birleştirebilmiştir. Yani yazdıklarıyla devrim yapan bir şairdir o. Onun bu iki yönünü dikkate alarak bu yazıda olabildiğince iyi örnekler üzerinden sanat anlayışı ile siyasi perspektifi nasıl birleştirebildiğini genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışalım.

Nizâr Kabbânî’nin Poetikasının Anahatları

“Şiir” diyordu Şiirin Saati’nde John Berger, “kanayan yaraya seslenir.” (1988;65) Kabbânî, şiirin bireylerin yaşamlarından, sorunlarından kopuk olmaması gerektiğine inanır. Şiirin insan yaşamında önemli bir rol oynayacağı düşüncesiyle edebî hayatının erken sayılabilecek dönemlerinden itibaren şiirlerinde toplumunun karşı karşıya kaldığı sorunlara, çektiği acı ve sıkıntılara, gördüğü baskı ve yıldırmalara vurgu yapmakla kalmamış, aynı zamanda gerek siyasileri gerekse tepkisini dile getirmeyen halkı da cüretli bir şekilde eleştirmiştir.

Uzun yıllar diplomat olarak çalışmış olması onu hem edebi yönden hem de siyasi yönden beslemiştir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yansından sonra tüm dünya edebiyatını etkileyen edebî, fikrî ve felsefî akımlar onun edebî kişiliğinin oluşumunu etkilemiştir. Bu konuda şair şu değerlendirmede bulunur: “Akdeniz’in bize taşıdığı tüm fikir tohumları topraklarımızda yeşerdi. Çiçek açtı ve yaprak verdi. Marksizm, emperyalizm gibi Doğu ve Batının tüm felsefe ve ideolojileri toprağımızda çatıştı. Daha sonra arkasında düşüncelerinden bir şeyler bırakarak topraklarımızdan ayrıldı. Ellili yılların başında Marksizm ani şekilde başımızda bir tur attı ve şiirlerimizi ideolojik bir manifestoya çevirdi. Gelenekçi şairlerin hayallerinden dahi yeni kasideler türetti. Arkasında bir şiir ürünü bırakarak sahillerimizden ayrıldı. Sonra da Jean Paul Sartre (1905-1980)’nin egzistansiyalizm akımı edebiyatımızın kapılarını hızlı bir şekilde vurdu. Edebiyatımızda bu felsefe ve akımların etkisinde kalmayan kişi başparmakla gösterilmeye başlandı.” Onun bu tespitleri aynı zamanda yirminci yüzyıl Ortadoğu’sunun tarihini de özetlemektedir. Bu noktada onun tanıklığını anlamak bakımından şiire ve edebiyata bakışı üzerinde durmak gerekecektir öncelikle.

Nizâr Kabbânî, elli yılı aşan sanat hayatı boyunca yazdığı çeşitli makale, deneme, şiir ve kendisiyle yapılan konuşmalarda şiirle ilgili görüş ve düşüncelerini dile getirmiştir. Bir anlamda Kabbânî’nin poetikası olarak da kabul edilebilecek söz konusu bu düşünceler şairin şiirlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

“Bir tarafta yer almayan, bir tutum ve tavır sergilemeyen, bir görüş için mücadele etmeyen, herhangi bir insanın zulmü karşısında kılıcını çekmeyen bir şiir hayal edemiyorum. Seyfuddevle ve Babıali’den maaş alan tüm şairlere ve edebiyattaki sirk oyunlarına karşıyım. Edebiyatçıların saray yöneticilerinin karşısında filler gibi dans ettikten sonra elma, muz ve zilletle ıslatılmış ekmeğin önlerine konması için hortumlarını uzatmalarını yadırgıyorum.” diyor Kabbânî. Kabbânî’nin poetikası’nın olabildiğince net bir biçimde anlaşılabilmesi için öncelikle klâsik Arap şairlerinin ekseriyetinin tuttuğu yol bilinmelidir. Bu şairlerin genel özelliği kendilerini koruyan, kollayan patronaja tabi olmalarından ötürü şiiri bir kazanç ve bir geçim kaynağı olarak görmeleriydi. Bu şairler sultanların kendilerine sundukları nimetlere, caizelere kavuşabilmek için onları en yüce sıfat ve meziyetlerle överlerdi. Bu nedenle bu şairlerin şiirleri, övgü dışında hiçbir misyon taşımayan, süslemeli ve abartılı söz sanatından öteye geçemezdi. İşte bu şiir anlayışı, dünyada yaşanan değişmelere ve ideolojik çatışmalara paralel olarak köklü bir eleştiriye tabi tutulur. Özellikle kırklı ve ellili yıllarda tüm dünya edebiyatını etkileyen Marksizmin toplumcu edebiyat damarı Arapça konuşan, yazan şairleri de etkiler. Bu ilginin nedenlerinden biri, Arap topraklarını işgal eden Siyonist İsrail’i destekleyen ABD’ye karşı tepki iken ikinci olarak, toplumsal yoksulluklar, baskılar, eşitsizlikler gibi meseleler de yavaş yavaş edebiyat dünyasına girmeye başlar. Böylece Arap şiiri, yıllarca devam eden uysal yapısından sıyrılarak, muhalefet eden, eleştiren, sorgulayan, algısal erozyona karşı eleştirel bir çerçeve geliştiren, halkın sıkıntılarını paylaşan bir kimliğe bürünür.

Kabbânî’nin şiirlerini bir bütün olarak değerlendirdiğimizde ve şiirle ilgili görüşlerini irdelediğimizde onun şiir anlayışıyla Marksist toplumcu edebiyat anlayışı arasında büyük bir benzerlik bulunduğunu görüyoruz. Şiiri daha çok bir çatışma, bir direniş olarak gören Nizâr Kabbânî, tabuları yıkmayan, kurallara karşı çıkmayan, halkın sıkıntılarını paylaşmayan, özgürlük için ateş kıvılcımı yakmayan, zulüm ve baskılara direnmeyen, adaleti sağlamayan şiirin hiçbir önemi olmadığını belirtir. Onun bu yaklaşımları edebiyat çevrelerinde tartışmalara neden olur. Hakaret derecesine varan sert eleştirilere maruz kalır. Ancak bu eleştiriler karşısında yılmaz. Çünkü ona göre gerçek şair, hiçbir zaman şiirleri için teminat ya da caize istemez. Şiir ise kâğıtların üzerinde şahitlik yapma eylemidir. Dolayısıyla şiirleri için bir teminat yani konformist karşılıklar arayan beklentiler içinde olan bir şair, toplumun ve olayların gerisinde kalır. Bu da toplumcu şairle bağdaşmayan bir tutumdur. “Arzu ve hedefi olmayan, bir tahta tavşan olan şiiri reddederiz / Bir palyaço gibi halifeleri eğlendirmek için dans eden şiirin ne önemi var / Ne, gökyüzüne uçurduğumuz güvercinler, ne ney, ne de sabâ rüzgarı / Ancak o, tırnaklara uzanan bir öfkedir, ne kadar korkaktır şiir, öfke taşımazsa!” dizeleri onun klasik Arap şiirinden farklı yanlarını daha da anlaşılır kılmaktadır.

Kabbânî, şairin toplumsal duyarlılığını belirlerken ona bir peygamber kadar büyük ve öncü bir sorumluluk yükler. O, peygamberlerin, arz üzerinde fesat çıkaranlarını uyarma, yoldan sapan toplumları düzeltme, onları eğitme, ıslah etme ve yönlendirme göreviyle sorumluluklarının farkında olan şairin sorumluk yönünden, toplumda üstlendiği görev bakımından, peygambere benzer bazı sorumluluklarının bulunduğunu kabul eder. Dolayısıyla bir peygamber ilkeleri uğruna dışlanmayı, yalnız bırakılmayı, sürgün edilmeyi hatta ölümü göze alırken, bir şairin de inandığı ve savunduğu ilkeler uğruna neden ölümü göze almaktan kaçındığını bir dizesinde “Peygamberler bir görüş uğruna çarmıha gerilirler. O halde niye çarmıha gerilmez şairler?” biçiminde sorgular. Nizâr Kabbânî, toplumda kendine bir görev biçmeyen ve hiçbir sorumluluk taşımayan bir şiir ve şairin varlığını düşünemez. Yüzyıllardır “Anlamsız süslemeler, oyuncaklar ve mozaikler bizleri (meşgul etti) öldürdü / Şiirlerimizin yarısı nakıştır, oysa bina çöktüğünde nakış ne işe yarar?” yaklaşımlarıyla hem toplumcu bir sanat ilkesini dışavurur hem de edebi gelenek eleştirisi yapar. Nizâr Kabbânî, şair ve şiirin toplumdaki işlevini irdelerken şiirin döneminden kopuk olamayacağı düşüncesindedir. Nitekim şiirlerinde Arap toplumunun siyasî, sosyal ve kültürel alanda geri kalmasında sadece siyasileri değil aynı zamanda şairleri de sorumlu tutar. Kabbânî’ye göre sanat, var olanla yetinmek, var olanı papağan gibi tekrarlamak değil, yeniyi aramak, yapılmayanı yapmaktır. Kabbânî, şiirlerinde klişenin tiranlığından, benzetmelerinden, söz dağarcığından uzak durarak şiir yeteneğini serbestçe ama ustalıkla kullanır. Hayal ufkunu alabildiğince geniş tutarak, hatta bazen mantık kurallarını aşan sürrealist ifadelerle şiirine yeni tasvir ve benzetmeler kazandırır, şiirlerinde her zaman özgün hayallere önem vererek yerleşik ifade kalıplarının dışına çıkar, özellikle de ilişkiler teorisinden hareket ederek okuyucunun beklemediği, daha önce alışık olmadığı yeni benzetmelere başvurur. Nizâr Kabbânî, şiirlerinde geleneksel şiir anlayışının dışına çıkarak, kendine özgü imgeler kullanarak şiiri uyu(t)maktan kurtarır. Şiirleri biçim olarak serbesttir, serbest biçimli şiiri, şiir alanındaki en önemli gelişmelerden biri olarak kabul eder. Ona göre klâsik Arap şiiri, farklı dönemlerde yazılmasına rağmen sanat bakımından aynı konular etrafında dönüp durmuştur yani sınırlı bir izleğe sahiptir. Oysa serbest şiir, bu anlayışı yıkarak çağının gerek siyasal gerekse toplumsal gelişmelerini yakından izleyen bir özelliğe sahip olmuştur. Aynı zamanda kuralcılıktan kurtulmayı da sağlamıştır.

Siyasi Şiir, Filistin ve Ortadoğu

Nizâr Kabbânî’yi öne çıkaran esas unsurun yazmış olduğu siyasi şiirler olduğu bilinmektedir.2 Arap şiir tarihinde siyasi şiir, Emeviler döneminde siyasi hiziplerin doğuşuyla ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelmiş olan bir şiir türü olarak anılıyorsa da Şuara Suresi çerçevesinde baktığımızda siyasi şiirin vahyin ilk muhatapları zamanında da olduğunu söyleyebiliriz. Siyasi şiir toplumsal değişim ve dönüşüm zamanlarında ortaya çıkan bir şiir tarzıdır esas itibariyle. Arap dünyasında da I. Dünya Savaşı’nın ardından daha da yoğunlaşan işgalci emperyalist güçlere karşı gösterilen dirençle birlikte yeniden önem kazanmaya başlamış ve sanat açısından da çıtasını günden güne yükselten bir şiir anlayışı olmuştur. Siyasî bir mesaj niteliğinde olan bu tür şiirlerin, halkın büyük bir kesimine ulaşabilmesi ve onlarda beklenen etkiyi gerçekleştirmesi için yalın, heyecanlı, diri, muhalif, dirençli bir içeriğe sahip yapaylıktan uzak bir şiir iklimini de beraberinde getirdiği görülür. Bu siyasi şiirin Arap dünyasında daha çok Filistin meselesi etrafında ilmek ilmek işlendiği de bir başka gerçektir. Kabbânî de pek çok şiirinde siyasi mesajlarını ağırlıklı olarak Filistin dolayımında sunmuştur.

Onun şiirlerinde yoğun olarak küçük ve doğacak çocuklar üzerinde durduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Özelikle “doğmuş” ve “doğacak” çocuklara seslenmesinin onun devrimci düşüncesinden kaynaklandığı ortadadır. Çünkü Kabbânî de, diğer devrimciler gibi değişimin ancak ve ancak zihniyet değişimiyle mümkün olacağını düşünmektedir. Kendisiyle yapılan bir konuşmada “Devrimciliğe nereden başlarsınız?” diye sorulduğunda: “Ana karnındaki cenin ve çocuklardan, herhangi bir düşünceye sahip olmamış, biçim almamış şekillerden, henüz hitabet ve atasözlerimizden zehirlenmemiş olanlardan, kafatasları nihaî şeklini almamış ve sırtları daha kamburlaşmamış masum ve saf kişilerden başlamalıyız.” diye cevap vermiştir. Şiirin devrimci bir ruh taşıması gerektiğine inanan şair, bir yazısında şiiri geçmişteki bütün dilleri iptal eden bir dil, bütün aklı özetleyen çılgın bir söz, şiddete başvurmadan ve kan dökmeden gerçekleştirilen çağdaş bir devrim, adaleti yansıtan, kuralın dışına çıkan bir sanat, özgürlük uğruna savaşan insanların ortaya çıkması için biriken hüzün olarak niteler. Şairin devrimcilik anlayışı ise Arap insanının coğrafyasını bütünüyle değiştirip onun zihinsel yapısını yeniden oluşturmaktır.

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin nabzını ülke ayrımı yapmaksızın tutan şairin şiirlerinden örneklerle onun siyasi şiirlerini genel olarak çerçevelemeye çalışalım.

Nizâr Kabbânî, 1967 Arap-İsrail savaşından önce yazdığı Aşk ve Petrol adlı şiirinde Filistin sorununa duyarsız kalan, Arap ulusunun millî serveti niteliğindeki petrolün gelirleriyle İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde zevk ve sefa süren Körfez Arap ülkelerinin yöneticilerini ironik bir üslûpla eleştirir: İsrail’in mızrakları, kız kardeşlerinin karnındaki çocukları düşürmemiş miydi / Evlerimizi yıkmamıştı sanki, mukaddes kitaplarımızı yakmamıştı / Sanki Bi’ru’s-Seba’da, Yafâ’da ve Hayfâ’da ağaçlarda idam edilenler senin sülalenden değildi / Kudüs kan revan içinde, oysa sen şehvetinin esirisin / Uyuyorsun, yaşanan trajedi sanki senin trajedin değil / Ne zaman anlayacaksın / Ne zaman senin ruhunda uyanacak insan?”

Kabbânî’nin 1967 Arap-İsrail savaşından önceki döneme ait siyasî şiirlerinin hem biçim hem de içerik bakımından iyi bir seviye yakalayamamış, olgunlaşmamış olduğu yönünde bir düşünce edebiyat çevrelerinde yer almaktadır. Uzun bir dönem kadın ve aşk gibi bireysel konulardaki şiirlerle meşgul olan şairin, siyasî şiir yazımı konusunda bir yandan fazla bir deneyime sahip olmayışı öte yandan ve belki de daha önemlisi mücadele kültürünün yetersizliği nedeniyle başarılı olabilmesi mümkün değildir. Ama bütün bu kusurlarına ve kılçıklarına rağmen onun bu döneme ait siyasî şiirleri gelmekte olan bir şairin ilk verimleri olarak okunmaya müsaittir.

Nizâr Kabbânî’nin siyasî şiirlerindeki asıl değişim, 5 Haziran 1967’de başlayan ve Arapların yenilgisiyle sonuçlanan Arap-İsrail savaşının hemen akabinde yazdığı ve tepkisini ortaya koyduğu Yenilgi Defterine Notlar adlı şiiriyle meydana gelmiştir. Birçok eleştirmen de şairin bu kasidesini siyasî şiirleri için bir dönüm noktası ve sanat anlayışı hususunda da değişimin başlangıcı olarak görür. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Haziran 67 Savaşı yenilgisinden sonra şiirinde açıkça görülmeye başlayan değişimin nedenlerine değinirken şöyle der: “Aşk şiirinden siyaset şiirine geçişin kesinlikle kazançlı bir ticaret olmadığına inanıyorum. Kadınların gözlerinde uyumak, dikenli tellerin arasında uyumaktan daha huzurlu ve daha güvenlidir. Parfüm ticareti, sirke ticaretinden daha kârlıdır. Ülkemizde zeki olan bir insan, siyaset çukuruna düşmeyendir. Sevgi ülkesi, ülkelerin en mutlusudur. Uzun zamandır aşk ülkesinde otoritemi sürdürüyorum. Benim tahtımı ve tebaamı savunacak bütün imkânlara sahibim. Benim siyasete geçişim bir değişim değildi, aksine içimdeki cam levhaların hepsini kıran bir anlık iç sarsıntısının sonucudur. Haziran’ın geride bıraktığı cam parçalarının duygularımın üzerine dağılması neticesiyle başka bir sesle haykırdım.” Haziran yenilgisinden sonra şair duyduğu öfkeyi şiirlerine taşımış, İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki işgali var olduğu sürece bitmeyecek uzun soluklu bir eyleme dönüşmüştür.

Nizâr Kabbânî, bu yenilginin ardından Arap düşüncesini, siyasi yapılarını, savaşa karşı misli misline hazırlıklar yapmayı ihmal eden zihniyeti eleştirerek bunun cahili bir düşünce olduğunu vurgular. Bu yaklaşımları Arap dünyasının doğusundan batısına kadar her köşesinde büyük bir tepkiye neden olmuş, onun hakkında çeşitli tartışmalar yapılmasına yol açmıştır. Nizâr’a göre Haziran çok mantıksız bir aydı, dolayısıyla onunla ilgili yazılacak her şey mantık kuralları dışında olacaktı: “Haziran çok acı bir meyveydi. Bazıları bu meyveyi yedi, bazıları da zamanla onun tadına alıştı, bazıları da bu meyveyi görür görmez reddetti. Ben de açlık grevine giden ve Haziran’ın rahminden doğan bu sakat çocuğu reddeden son gruptan idim.”

Haziran yenilgisi, askerî bir yenilginin yanı sıra, aynı zamanda Arap siyasî sisteminin bir çöküşünün ve iflasının da açık bir göstergesiydi. Zira savaştan önce Arap liderleri Filistin meselesi üzerinde siyaset yapıyorlardı. Vatandaşlarını da içi boş, hamasî söylemlerle oyalıyorlardı. Savaştan sonra tüm sermayeleri tükendiği gibi kralın çıplak olduğu da herkes tarafından görüldü. Bu nedenle şair, Arap siyasî liderlerine şöyle seslenir: “Sınırlarımız sayenizde / Bir kağıt parçası haline geldi / Helal olsun size! / Peşkeş çekilen bir kadına döndü / Helal olsun size be!” Gerek yöneticilerin, gerek vatandaşların, gerekse basın-yayın organlarının, Haziran yenilgisinden sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi eski alışkanlıklarını sürdürüyor olmalarından yakınır.

Kabbânî, fakirlik, hastalık, savaş, barış, yenilgi ve zaferin Tanrı’nın bir iradesi ve lütfu olduğuna inanarak her şeyde kaza ve kadere sığınma eğilimi gösteren teslimiyetçi anlayışı kendine özgü alaycı bir üslûpla eleştirir. Aynı şekilde Arapların, kaybetmiş oldukları toprakları dualarla, evliyaların kabirlerini ziyaret etmekle geri almalarının mümkün olmadığını, dolayısıyla bu insanları da mezarlarında rahat bırakmaları gerektiğini dile getirir: “Evliyalarımızı rahat bırakın, evliyalar hangi toprağı geri getirdi ki?”

Kabbânî, Kudüs adlı şiiriyle işgal altında bulunan Kudüs’e seslenir ve şehrin kutsal kimliğini öne çıkararak onun işgal altında olmasından dolayı duyduğu üzüntüsünü dile getirir. “Kim durdurur düşmanları / Sana karşı ey dinlerin gerdanlığı / Kim siler kanları duvar taşlarından / İncil’i kim kurtarır / Kur’an’ı kim kurtarır / Kim kurtarır İsa’yı öldürenlerden / İnsanı kim kurtarır.” diye sorar. 1970 yılında ise Kabbânî İsrail Duvarlarında Fedaî Afişleri isimli kasidesini yayımlar. Şair, burada Siyonistlerin Arap topraklarını işgal etmekle, bu savaşın sona ermeyeceğini, zira dünyanın kuruluşundan beri bu toprakların Arapların olduğunu söylemektedir: “Bu bizim ülkemizdir/ Dünyanın kuruluşundan beri buradaydık / Ey İsrailoğulları! Böbürlenmeyin / Saatin akrepleri dursa da / Bir gün mutlaka dönecektir / Toprağı işgal etmekle bizi korkutamazsınız / Tüy, kartalın kanatlarından düşebilir / Korkutmaz bizi uzun susuzluk / Sular her zaman kayaların bağrında kalır / Orduları yendiniz, ancak duygulan yenemediniz / Ağaçlan tepelerinden kestiniz / Kökleri kaldı (…) Golan tepelerinden çıkacaksınız / Ürdün yakasından çıkacaksınız / Silah zoruyla çıkacaksınız…”

Nizâr Kabbânî, Haziran yenilgisinden sonraki döneme ait siyasî şiirlerinde sadece Haziran yenilgisiyle sınırlı bir algıya takılıp kalmamıştır. Arap dünyasında yaşanan siyasî olaylara ve gelişmelere de değinmiştir. Bunlardan biri, 1967 Haziran savaşından sonra Ürdün’e sığınmış olan Filistinliler ile Ürdün ordusu arasında 26 Ağustos 1970’te çıkan ve 18 Eylül 1970’e kadar devam eden iç savaştır. Kabbânî, Ürdün ordusunun Filistinlilere karşı giriştiği bu hareketi bir “kıyım” olarak niteler ve bu operasyonla ikinci bir “Kerbelâ” yaşandığını vurgular.

Onun şiirinde işlediği konulardan biri de Lübnan’da yaşanan iç savaştır. Kabbânî, 1961’de diplomatik görevinden ayrıldıktan sonra Beyrut’a yerleşir. Beyrut’u çok sever, yaşanan iç savaş onun şiirlerine de yansır: “Yakutla süslenmiş bileziklerini kim sattı / Büyülü yüzüğüne kim el koydu / Altın örüklerini kim kesti / Yeşil gözlerinde uyuyan mutluluğu kim katletti / Bıçakla yüzünü kim çizdi / Ve güzel dudaklarına kezzabı kim döktü / Deniz suyunu kim zehirledi ve dost iki yakaya kini kim serpti / İşte biz geldik, özür dilemeye … ve itirafta bulunmaya / Kabile ruhuyla sana ateş açtık… / Ve bir kadın öldürdük, (hürriyet) adı olan / Beyrut, her gün içimizden birini öldürüyor / Ve her gün bir kurban arıyor / Ölüm ise kahve fincanımızda / Dairemizin anahtarında, balkonlarımızın çiçeklerinde / Gazetelerin sayfalarında ve alfabede / Ey Belkıs! İşte biz yeniden Câhiliye dönemine giriyoruz / İşte biz; vahşete, geri kalmışlığa, çirkinliğe ve seviyesizliğe dalıyoruz / Tekrar barbarlık çağına giriyoruz.”

Lübnan’da yaşanan iç savaş sırasında Irak Büyükelçiliği’ne düzenlenen bir bombalı saldırı sonucu Nizâr eşi Belkıs’ı kaybeder. Şair, eşinin ölümünden milis grupları değil, o çok sevdiği Beyrut’u sorumlu tutar: “Öldüren Beyrut… cinayet işlediğini bilmiyor. Sana aşık olan Beyrut’un… haberi yok sevgilisini öldürdüğünden, ay ışığını söndürdüğünden.” İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle Beyrut’tan ayrılmak zorunda kalan şair, Avrupa’nın değişik kentlerinde bulunduğu sırada dahi Beyrut’a olan sevgi ve özlemini dile getiren birçok şiir yazar. Nizâr Kabbânî’nin Lübnan’da yaşanan iç savaş sonrası şiirlerinde ele aldığı başka bir konu da Lübnan’ın güney topraklarını işgal eden İsrail’e karşı mücadele veren Hizbullâh’tır. İsrail, Lübnan’dan gelen Filistin komandolarının saldırılarını önlemek amacıyla Lübnan’ın güney topraklarını 1982’de işgal eder. Hizbullâh’ın, işgale son vermek için sınırdaki İsrail kuvvetlerine saldırı ve gece baskınları düzenlemesi sonucu İsrail, işgal ettiği topraklardan çekilmek zorunda kalır. Nizâr Kabbânî, 1985 yılında yazdığı Beşinci Güney Senfonisi adlı şiiriyle Hizbullâh’ın İsrail’e karşı gösterdiği direnişi över ve şiirini Şiîler için önem arz eden dinî ve tarihî motiflerle dokur: “Güney olarak isimlendirdim seni Ey Hüseyn’in abasını giymiş ve Kerbelâ’nın güneşi! Ey fedaîliği sanat edinen gül ağacı! Ey yeryüzünün devrimi, gökyüzünün devrimiyle buluşan! Ey toprağında, buğday ve peygamberler biten beden! İzin ver bize… Elindeki kılıcı öpelim Bize izin ver… Gözlerinden bakan Tanrı’ya tapalım! Ey Şam gülü gibi kanlarıyla yıkanmış! Sen verdin bize kimliği ve özgürlük gülünü.”

Nizâr Kabbânî Lübnan’dan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra Filistin sorununu uluslararası siyasî bir platforma taşımak amacıyla diplomatik faaliyetlerini artırır, ancak bu girişimleri sonuçsuz kalır. Bunun üzerine Cezayir’in Fransız işgaline karşı yaptığı silahsız direnişi örnek alarak bağımsız bir Filistin devletinin kurulması için Aralık 1987’de Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlileri İsrail’e karşı silahsız taşlı direnişe (intifada) çağırır. Filistinli çocukların bağımsızlık için başlattığı intifada hareketine Nizâr Kabbânî de şiirleriyle destek verir. Nitekim yazdığı Atfâlu’l-Hicâre (Taş Atan Çocuklar) adlı şiiriyle bu çocukların attıkları taşların, dünya kamuoyunun dikkatlerini Filistin meselesine çekmesinden övgüyle söz eder. Duktûratu Şeref fî Kîmyâ’i’l-Hacer (Taş Kimyasında Onur Doktorası) adlı şiirinde ise intifada çocuklarının büyük silah gücüne sahip İsrail kuvvetlerini nasıl çaresiz bıraktıklarını ortaya koyarak onların bu direnişini şöyle över: “Atıyor bir taş / Ya da iki taş / Bölüyor İsrail kobrasını ikiye / Yutuyor tankların etini / Ve dönüyor bize… / Kolsuz / Bir an içinde / Görünür bulutların üstünde bir yer / Doğar gözlerde bir vatan (…) Sorar onu büyük gazeteler: / Kenan topraklarından gelen bu peygamber kim? / Hangi çocuk bu? / Hüzün rahminden çıkan, / Hangi efsane bitkisi / Duvarların arasında bu biten? / Hangi yakut nehri / Kuran’ın yapraklarından taşan?” Şair, el-Gâdibûn (Öfkeliler) adlı şiirinde ise Gazzeli öğrencilere üzerinde yaşadıkları toprakları kendi neslinin kaybettiği ve geri almak için de herhangi bîr çabada bulunmadığı itirafında bulunur ve onlardan direnişlerini sürdürmelerini ister: “Gazze öğrencileri! … / Öğretin bize… / Sizdekinin bir kısmını / Çünkü unuttuk biz… / Öğretin bize / Çocukların elleri arasında taşın / Nasıl değerli bir elmasa dönüştüğünü / Gazze öğrencileri!… / Basınımıza aldırmayın / Dinlemeyin bizi / Vurun / Vurun… / Tüm gücünüzle / Kararlı olun / Ve dinlemeyin bizi!”

Nizâr Kabbânî, Filistinli çocukların direnişlerini bu şiirleriyle desteklerken, İsrail’in çeşitli gazete ve dergilerinde kendisi aleyhinde haberler çıkar ve terörü desteklediğine dair ona birtakım suçlamalar yöneltilir. Şair, bu suçlamalara, Ben ve Terör adlı şiiriyle şöyle yanıt verir: “Suçlanıyoruz terörle biz / Ne zaman savunsak gülü … ve kadını / Günahsız kasideyi… / Gökyüzünün maviliğini… / Bir vatanı, artık içinde kalmadı / Ne havası ne suyu / Ne çadırı ne devesi / Ne de siyah bir kahvesi / Terörle suçlanıyoruz biz / Sökülmüş, dağılmış, parçalanmış / Bir vatan kalıntısı hakkında yazı yazdığımızda / Terörle suçlanıyoruz biz / Sesimizi yükselttiğimizde / Milliyetçi liderlerimize / Ve eğerlerini değiştiren herkese / Ve birlikçilikten / Simsarlığa dönenlere!” Şair, şiirin devamında işgale karşı direnen, kuvvetin mantığını kavrayan tüm direniş hareketleri eğer bir terör olayı olarak değerlendirilecekse böyle bir terör hareketinin yanında olduğunu vurgular: “Ben terörden yanayım / Eğer beni kurtaracaksa / Yahudilerin çanından / Ya da Roma çanından / Kayserler’den koruyacaksa / Ben terörden yanayım / Mademki bu yeni dünya / Paylaşılmış / Amerika ile İsrail arasında / Eşitçe!! / Ben terörden yanayım / Sahip olduğum bütün şiir / Nesir… / Ve dişlerimle / Mademki bu yeni dünya düzeni / Kasapların elindeyse!!! / Ben terörden yanayım / Mademki bu yeni dünya / Tasnif etti bizi / Sinekler kategorisinde / Ben terörden yanayım / Şayet Amerikan senatosu / Ceza verme gücü elindeyse / Ceza ve sevaba o karar veriyorsa / Ben terörden yanayım / Mademki bu yeni dünya / Çocuklarımı öldürmek / Ve onları köpeklere atmak istiyor / Bütün bunlar için / Sesimi yükseltiyorum / Ben terörden yanayım / Ben terörden yanayım.” Kabbânî, bu şiirinde İsrail ile Amerika’ya karşı tepkisini dile getirirken aslında yeni dünya düzeninin kendisine direnen bütün direniş hareketlerini terör olarak ifade etmesindeki yaklaşımın ipliğini pazara çıkarır. Aynı zamanda Amerika ve İsrail’e karşı duyulan meşru ve haklı öfkeye tercüman olur.

Saddam Hüseyin yönetiminin İran Devrimi’ni bloke etmek için giriştiği savaşın sona ermesinden birkaç ay sonra 1990’da Kuveyt’e saldırıp işgal edişine de tepki gösterir Nizâr Kabbânî. Yenilgi Defterinin Üzerinde Notlar adlı şiirinde şöyle ortaya koyar eleştirilerini: “Körfez savaşı, trajikomiktir / Ne uğruna mücadele edilecek bir şey / Ne savaşılacak insanlar var / Ne de bir defalığına olsun Aşûr Binyabâl’i gördük / Tarihin müzesine tüm kalan / Terliklerden bir piramidi…” Şaire göre Kuveyt üzerinde yapılan Körfez Savaşı’nın ağlatıcı tarafı artık Araplar arasındaki birlik düşüncesinin iyice imkansız hale gelmesidir. Şairin bu öngörüsünde yanılmadığı Arap Birliği’nin özellikle işgal, direniş gibi hayati meselelerde bir türlü toplanamaması ya da dişe dokunur bir eylemlilik içine giremeyişi hatırlandığında görülecektir: “Her yirmi yılda bir / Silahlı bir adam gelir bize / Birliği kundakta öldürmek / Hayalleri yok etmek için / Arapların kılıçları etimizde kesişti / Müslüman Müslümanla çatıştı / … / Her yirmi yılda bir / Bize gelir kendine aşık bir narsis / Kurtarıcı ve Mehdi olduğunu iddia etmek için / Her yirmi yılda bir / Maceracı bir adam gelir bize / Ülkeyi, insanları ve kültürü rehin bırakmak için / Kumar masasına.” Körfez Savaşı’nın ardından Washington’daki FKÖ ile İsrail heyetleri arasında yapılan ikili görüşmelerden sonuç alınamayınca bu defa görüşmeler gizlice 20 Ocak 1993’te Oslo’ya intikal eder. Burada yapılan gizli görüşmeler sonunda İsrail’in işgal ettiği Filistin toprakları Gazze ve Eriha’dan aşamalı olarak çekilmesi ve buraları özerk bir bölge olarak Filistinlilere devretmesi, buna karşılık Filistin’in de İsrail devletini tanıması şeklinde iki heyet arasında bir mutabakata varılır. Bu mutabakat 13 Eylül 1993’te Washington’da taraflar arasında imzalanarak tüm dünyaya ilân edilir. Nizâr Kabbânî, daha önce İsrail ile Mısır arasında yapılan Camp David barış anlaşmasına karşı çıktığı gibi İsrail ile Filistinliler arsında Oslo’da varılan anlaşmanın adil bir çözüm getirmediği düşüncesiyle bu anlaşmaya da karşı çıkar ve tepkisini şu ifadeleriyle dile getirir: “Çocuklarımızı elli yıl aç bıraktılar / Orucun sonunda attılar bize / Bir soğan / Elimize tutuşturdular bir Sardunya kutusu / (Gazze) adında / Ve (Erihâ) adında kuru bir kemik / Filistin adında bir otel / Tavansız ve direksiz / Bıraktılar bizi kemiksiz bir beden olarak / Ve parmaksız bir el olarak / Kalmadı üzerinde ağlayacağımız hiçbir harabe / Bir millet nasıl ağlasın / Gözyaşları alınan?? Oslo’daki bu gizli flörtten sonra / Kısır olarak çıktık… / Buğday tanesinden daha küçük bir vatan bağışladılar bize / Susuz yutacağımız bir vatan bıraktılar!! / Tıpkı Aspirin taneleri gibi / Elli yıl sonra / Oturuyoruz şimdi harabelerin üstünde / Barınağımız bile yok, binlerce köpek gibi!!” Kabbânî’nin Oslo barışına tepki göstermesinin bir başka sebebi de bu barışın işgal altındaki diğer Arap topraklarını da içine alacak şekilde kapsamlı bir çözüm olmamasıdır. Bu yüzden bu tür anlaşmalara “Güçlülerin değil korkakların barışı” olarak bakar. Kabbânî’nin şiirlerinde dikkat çeken önemli bir husus ise onun, hiçbir zaman barışçıl girişimlerin bir sonuç vermeyeceğini, silahla alınan toprakların ancak ve ancak silah zoruyla geri alınabileceğini düşünmesidir. Onun bu yaklaşımında yirmi yıl sürdürdüğü diplomatlık mesleğinin Filistin meselesinde hiçbir etkisinin olmaması da oldukça etkili olmuştur. Belki de o, bir diplomat olarak, kapalı kapılar ardında olup bitenlere yakından tanık olduğu, Birleşmiş Milletler gibi teşkilatların karar ve kurallarının sadece güçsüz ve zayıflar için bağlayıcı olduğunu bildiği için bu tür ‘barışçıl’ yöntemlerin güçsüzler adına pek bir yarar getirmeyeceğini düşünüyordu. Bu nedenledir ki Nizâr Kabbanî, adil ve kalıcı barışın her zaman güç ve kuvvetten geçtiğine inanır. Örneğin Tarîk Vâhid (Tek Yol) adlı şiirinde bunu şu ifadeleriyle vurgular: “Bir tüfek  istiyorum / Annemin yüzüğünü sattım bir tüfek satın almak için / Rehin bıraktım cüzdanımı ve defterlerimi bir tüfek için / … / Şu an bir tüfeğim var / Beni de götürün sizinle birlikte Filistin’e / Saf (temiz) bir yüz gibi mahzun tepelere / Yeşil kubbelere, peygamber taşına / Yirmi yıldır ben / Bir toprak, bir kimlik arıyorum / Arıyorum oradaki evimi / Dikenli tellerle çevrili vatanımı / Ey devrimciler!… / Kudüs’te, Halil’de, Beysâh’da, Eğvâr’da / Beytu’l-Lahm’daki / Nerede olursanız ey özgürcüler! / İlerleyin / İlerleyin / Barış süreci bir tiyatro / Adalet bir tiyatro / Filistin’e tek bir yol gider / O da tüfek namlusundan geçer…”

Oslo barış sürecinden sonra Nizâr Kabbânî, Araplardan tamamen umudunu keser. Bu yaklaşımı yazdığı şiirlerine de yansır. Nitekim Necîb Mahfuz, Kabbânî’nin barış sürecinin yerine herhangi bir alternatif ortaya koymadığını belirterek onu bu konuda eleştirir. Ona göre sadece eleştirmek yeterli değildir. Önemli olan, Kabbânî’nin onlara ne yapmaları gerektiğini söylemesidir. Çünkü barış görüşmelerinde bulunanlar çok zor şartlar altında pazarlık yapıyorlar. Bu yüzden yangından kurtarılması gerekenin kurtarılması ve boşuna zaman kaybedilmemesi gerekir. Mahfuz’un Camp David Anlaşmasına sıcak baktığı hatta Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasının bu konudaki yaklaşımı dolayısıyla olduğu hatırlandığında Mahfuz’un Kabbânî’yi eleştirmesi çok abes kaçmıyor doğrusu. Mahfuz’un bu eleştirisine Kabbânî’nin yanıtı gecikmez: “Siyasî çözümler hususunda öneriler sunulması şairlerin görevi değildir. Bu siyasilerin işidir. Şairler, sadece seviyeli şiirler yazıp, gerçekleri betimleyip, olayları eleştirirler.” diyerek kendini savunur.

SONUÇ

Nizâr Kabbânî’nin, elli yılı aşan sanat hayatı boyunca yazdığı şiirlerde, siyasî içerikli konuların yanı sıra, çeşitli yönleriyle kadın, fetişizm, doğa ve Endülüs gibi temalar üzerinde yoğunlaştığı görülür. Onun edebî dünyasının biçimlenmesinde ve bu temalar üzerinde yoğunlaşmasında yaşadığı çeşitli olaylar, edindiği kültür, sahip olduğu mizaç ve dünya görüşü gibi faktörlerin büyük etkisi olmuştur. Şiirin insan yaşamında önemli bir rol oynadığını düşünen Nizâr Kabbânî, Arap toplumunun içinde bulunduğu fakirlik, ezilmişlik, geri kalmışlık, emperyalizm, Siyonist yayılmacılık gibi sosyal sorunlara dikkat çekmiş ve halkı bu konularda bilinçlendirmek için şiirini bir araç olarak kullanmıştır. Özellikle Haziran 1967 yenilgisinden sonra, Arapların içine düştüğü trajikomik durumun meydana getirdiği öfkenin etkisiyle şairin şiirlerindeki eleştiriler yergi boyutuna ulaşmıştır. Barış görüşmelerinin gerçek yüzü de onun şiirlerine yansımıştır. Çünkü ona göre şiir topluma seslenmeli, toplumsal ve siyasi sorunları eleştirel bir çerçevede işleyerek hem geniş kitlelere ulaşmalı hem de sorumlu, öfkeli bir duruş sergilemelidir.

Dipnot:

1- Nizâr Kabbânî, 21 Mart 1923’te Şam’ın Mi’zenetu’ş-Şahm mahallesinde, amca çocukları olan Tevfîk bey ile Faize hanımın ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Soyu, Konya’dan Şam’a göç etmiş ve oraya yerleşmiş bir Türk aileye uzanmaktadır. Dedeleri kantarcılık mesleğiyle uğraştıkları için kendilerine el-Kabbânî (kantarcı) lakabı verilmiştir.

2- Kabbânî, herhangi bir devlet adamı için ne bir övgü ne de bir ağıt yazmamış olmasına rağmen, bu tutumunu sadece Cemal Abdunnâsır için bozar. Bu da onun Arap sosyalisti oluşundan kaynaklanmaktadır. Nizâr Kabbânî, siyasî şiirlerinde hiçbir zaman kendi ülkesine ve özellikle uzun dönem iktidarı elinde bulunduran Hâfiz Esad yönetimine açık bir şekilde eleştiride bulunmamaktadır. Bu nedenle şairin ölümünden sonra bir ulusal kahraman olarak naşının Suriye’ye getirilmesine izin verilmiştir.

KAYNAKÇA

SU, Hüseyin (2007) Irmağın İçli Sesi, Hece Yayınları, Ankara
BERGER, John (1988) Şiirin Saati, Çev: Gönül Çapan, Adam Yay. İst.
KABBÂNÎ, Nizâr (1996) İşgal Altında, Çev: İbrahim Demirci, Rey Yay., Kayseri
KABBÂNÎ, Nizâr (1997) Gazaba Uğramış Şiirler, Çev: İbrahim Demirci, Mavi Yay., İst.
KABBÂNÎ, Nizâr (2000) Hüzünlü Irmak, Çev: Metin Fındıkçı, İyi Şeyler Yay., İst.
KABBÂNÎ, Nizâr (2002) Gözlerin Mavi Limanda, Çev: Aysel Ergül ve Rıza Halilov, Birey Yay., İst.
KABBÂNÎ, Nizâr (2002) Nizâr Kabbânî’den Aşkın Kitabı, Çev: Laurent Mignon, Ayışığı Yay., İst.
KABBÂNÎ, Nizâr (2002) Yasak Şiirler, Çev: Kemal Yüksel, Kaknüs Yay., İst.
KABBÂNÎ, Nizâr (2003) Seninle Evlendim Ey Özgürlük, Çev: Kemal Yüksel, Kaknüs Yay., İst.
Çağdaş Arap Edebiyatı Seçkisi, Çev: Rahmi Er, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2004
TUR, Salih (2005) Nizâr Kabbânî Hayatı Sanatı ve Şiirleri, Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enst., Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi.

Asım Öz

Seç

Ben seni seçtim… sen de
Ya göğsüm üzerine
Ya da şiir defterlerim üzerinde ölümü seç!
Ya aşkı…ya da aşksızlığı seç
Seçmessen korkaksın…
Orta yer yoktur
Cennet ile cehennem arasında…

Bütün kağıtlarını at…
Herhangi bir karara razı olacağım
Söyle…haydi bir tepki göster…infilak et!
Çivi gibi çakılıp kalma!
Sonsuza kadar kalamam
Saman sapı gibi yağmurların altında…
Bir kader seç ikisi arasında
Kaderlerim ne kadar acımasız!

Bitkinsin sen… korkaksın
Bende sözü çok uzattım
Ya denize dal… ya uzaklaş
Deniz yoktur…tutması olmayan…
Aşk… büyük bir yüzleşmedir
Akıntıya karşı denize açılmadır…
Çarmıha gerilme, azap ve gözyaşıdır
Yıldızlar arasında bir yolculuktur…

Korkaklığın beni öldürüyor… eyyy kadın!
Perdenin arkasında oynuyorsun
Ben,
İsyankarların taşkınlığını taşımayan…
Bütün surları kırmayan
Kasırga gibi vurmayan
Bir aşka inanmıyorum
Ahhhh… keşki aşkın beni yutsa
Kasırga gibi kökümden söküp çıkarsa…

Ben seni seçtim… sen de
Ya göğsüm üzerine
Ya da şiir defterlerim üzerinde ölümü seç!
Orta yer yoktur
Cennet ile cehennem arasında…

Nizar Kabbani
Çeviren: Rıza Halilov, Aysel Ergül

Nizar Kabbani

Arap edebiyatı (ortadoğu) ve şiiri üzerine konuşulacağı zaman duyduğum ilk ses derinlerden gelen bir çocuğun çığlığı ve bitmek bilmeyen silah sesleriyle tozun toprağa karıştığı bir savaş meydanı. Evet burası Filistin, içimize kazıdıkları acının merkezi, burası Kudüs, vatanım gök kubbem. İşte, “edebiyat ve şiir tam olarak bunun için var olmalı” dediğim an. – Değil mi ki şiir, hezeyanların ve büyük acıların tarifi olmuştur çağlar boyu?- Mahmut Derviş, Le Trio Joubran, Fairouz ve Nizar Kabbani adeta aynı acıyı haykırıyorlar bize.

“Oturdu.. Umutlanarak ters çevrilmiş fincanımdan gözlerinde korku belirdi ansızın
Dedi: Ey oğul…hüzünlenme”

Şamlı zengin bir tüccarın oğlu olarak 21 Mart 1923 yılında Şam’da dünyaya gelen Nizar Kabbâni, Lise eğitimini Şam’da bitirdikten sonra Şam Üniversitesi’nde hukuk okudu ve 1945’te mezun oldu. Dışişleri bakanlığında ve Mısır, Türkiye, İngiltere, Lübnan, Çin ve İspanya da çeşitli görevlerde bulundu. Ancak yaşamında, sonraları şiirlerinde bir sevgiliye benzeteceği Beyrut’un yeri büyüktür. Sanat ve hürriyet aşkı taşıyan bir ailede yetişmiş. Şiiri çok seven babası, Fransız ihtilâline karşı düzenlenen ayaklanmaları maddî ve mânevî olarak desteklemiştir. Amcası Ebu Halil Kabbâni Arap Tiyatrosunun kurucularından sayılmaktadır. İlk kitabı Esmerim Anlattı Bana (1942) henüz on dokuz yaşındayken yayımlandı. Bu kitapla kazandığı şöhreti her geçen yıl arttı. Ülkesini birçok Avrupa ve Asya başkentinde diplomat olarak temsil eden Kabbani, yönetimle olan uyuşmazlığı nedeniyle görevinden istifa etti. Kendisi bazı kaynaklara göre Adonis’le birlikte yaşayan en büyük Arap şairi olarak görülür. Bir aşk şairi olarak tanınan Kabbani, 1967 Arap-İsrail savaşından sonra Arap şiirinde çağ açıcı bir rol oynamıştır. “Gerileme Kitabına Dipnotlar” şiiri Beyrut’ta Al-Adab dergisinin Ağustos 1967 sayısında yayımlanır yayımlanmaz bütün Arap dünyasında yasaklanmış ve Arap edebiyatının ilk samizdat örneği olarak gizlice elden ele dolaşmaya başlamıştır. Bu şiirin yayımlanışı aynı zamanda Al-Adab Al-Huzarani (Haziran Edebiyatı) akımını da doğurmuştur. Haziran Hareketi’nin kurucusu ve önde gelen şairi Kabbani, gerek 1950’lerdeki şiirde sadeleşme hareketinde, gerekse 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından patlayarak çığ gibi artan politik şiirde Arap şiirinin yol göstericisi olmuştur.

Haziran hareketi’nin kurucusu olan Kabbani, hem Arap şiirinin sadeleşmesine, hem de 1967’deki Altı gün savaşı’nın ardından patlayan politik şiirin gelişmesine kılavuz olan bir şiirbazdır.. Yeşil bir lambadır şiir, Geçkin bir kadının güncesi gibi eserler de, bu dönemin nefis ürünlerindendir bilhassa.. Türkçe’de en son “gözlerinin mavi limanında aşk, kadın, hüzün şiirlerinden seçmeler” adlı bir seçmesi görülen Nizar Kabbani’nin, daha bir dolu Türkçe söylenmiş eseri mevcuttur.. Şiirleri savaş karşıtı ve Doğulu kadınların acılarını dile getirmesinden dolayı kadın şairi olarak anılan Kabbani, 1967 yılından sonra Araplara yönelttiği sert eleştirilerden ötürü sağ ve sol pek çok kesimin şimşeklerini üzerine çekmiştir, şuurunu keşfedip cüretini gösterenlerin şairi olmuştur.

1966 da şiiri memurluğa tercih edip istifa edinceye kadar bu görevde kaldı. İki kez evlendi. ilk eşi Suriyeli Zehre’den olan oğlu Tevfik’in, Kahire’de tıp okurken kalp hastalığı nedeniyle 17 yaşında vefat etmesi üzerine, Nizar onun için “efsanevi prens Tevfik Kabbani” ağıtını yazdı ve öldüğünde oğlunun yanına gömülmesini vasiyet etti. İkinci eşi “ömrümün ve şiirimin yol arkadaşı” dediği Belkıs Er-ravi Irak’lıdır. 1982 de Beyrutta Amerikan elçiliğine bomba koyulması sonucu ölümü, Nizar üzerinde çok derin izler bıraktı. Nizar karısının adını taşıyan bir mersiye yazdı ve ölümünden tüm Arap yöneticilerini sorumlu tuttu. Ondan sonra tekrar evlenmeyi reddetti ve 1998 de ölünceye kadar hayatının son 15 yılını Londra da bir apartman dairesinde tek başına geçirdi.

“yirmi yıldır aşkın yolu üzerindeyim
ve hala yol meçhul
bir kez katil
çoğu kez maktul oldum
yirmi yıl… ey aşkın kitabı
hala birinci sayfadayım”

Delice sevdiği annesinin ölümü de Nizarı çok etkileyen olaylardandır. Nizar annesinin sütten ancak yedi yaşında kesebildiği nazlı bebeği, annesi de Nizar için bütün kadınları kendisinde toplamış olan bir kadındır.  Nizar Kabbani çağdaş Arap edebiyatının büyük yenilikçilerindendir. Şiirlerini klasik Arap şiirini özümseyerek, ama yeni bir form, yeni bir sesle geçmişin kısıtlayıcı ve belirleyici tüm kayıtlarından da kurtularak yazdı ve hep bu tarzı savundu. 1967 Arap-İsrail savaşında yaşanan bozgundan sonra Arap dünyasında başlayan, mevcut Arap yönetimlerini tenkit edebiyatının kurucusu ve en büyük temsilcisidir. Şiirlerinden açıkça görüleceği üzere, yansıyan duyarlılığın odak noktasını Filistin ve Filistin sorunu oluşturmaktadır. bu bir yerde, İslam dünyasının kalbinin delik deşik olduğu gerçeğiyle aynı anlama gelmektedir. Filistin sorununun başlı başına bir trajedi olmasının yanında, bütün İslam alemi ve özellikle Arap dünyası açısından sömürülme, kuşatma, talan, ihanet, uşaklık, yenilgi, ve batı ya her anlamda bağımlılık gibi başka içerimleri de bulunmaktadır. ayrıca şiirlerine ağırlıklı olarak kadınları konu etmesi sebebiyle kadın şairi diye de anılır.

Nizar hayattayken büyük Arap şarkıcıları onun şiirlerini yorumlamak için birbirleriyle yarıştılar. Ümmü Gülsüm, Abdülhalim Hafız, Feyruz, Macide Rûmi, Kâzım Sahir bunların en meşhurlarındandır.

Nizar Kabbâni, eyvanında şadırvan ve şadırvanın etrafında da çiçek saksıları olan bir evde büyümüş. Şadırvandan akan su sesi ve etrafa yayılan çiçek kokuları Kabbâni’nin ruhundaki sanat kabiliyetinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış. Çocukluk yıllarında resim ve müzikle hemhal olan Kabbâni, ilk şiirini 16 yaşında iken yazmış. Okul arkadaşlarıyla beraber katıldığı Roma gezisinde, bir gün güverteden denizi seyre dalmış. Denizde yükselen dalgalar ve bu dalgalar arasında zıplayan yunusların güzel manzarası, Kabbâni’nin ağzından ilk şiir mısralarını döktürmüş..

“Ey şiirin dostları!
Ben ateş ağacıyım,
hasretlerin kahiniyim ben
Elli milyon aşığın resmi sözcüsüyüm.”

1941 yılında Şam Hukuk Fakültesine kayıt olan Kabbâni, ilk divanı olan “Kaalet lî Samra”yı (Samra bana dedi ki) yazıp kendi imkânlarıyla neşretmiş ve bu şiir edebiyat çevrelerinde büyük yankı yapmış. 1944 yılında Hukuk Fakültesinden mezun olan Nizar Kabbâni, Kahire, Ankara, Pekin, Beyrut ve Madrid’de diplomat olarak görev yapmış. 1966 yılında Hariciyeden istifa edip Beyruta yerleşmiş. Beyrutta “Kabbâni Neşriaat” adında bir yayın evi kuran şair, kendini tamamen şiire adamış.

Nizar Kabbâni ilk dört divanını gazel tarzında yazmış ve bu tarz kendisini, “kadın ve aşk şâiri” olarak tanıtmış. Kabbâni, gazel tarzında şiir yazmasının ana sebebini ailede yaşanan acı bir olaya dayandırmaktadır. Zira sevgili kızkardeşinin aile zoruyla sevmediği bir adamla evlendirilmesine dayanamayıp intihar etmiştir.

Kabbâni aşk konulu şiirleri için “Arap aleminde aşk zincirlenmiştir ve mahbustur. Ben de onu kurtarmaya geldim” der.

Nizar Kabbâni, hem eşi Zehra Hanımın (amca kızı), hem de 22 yaşındaki oğlunun ard arda vefat etmeleriyle şiire 3 yıl ara vermiş. Ta ki, Irak asıllı Belkıs Hanımla karşılaşıncaya kadar. Güzel bir Arap kadını olan Belkıs Hanıma olan aşkını evlilikle taçlandırmak isteyen Kabbâni’nin evlilik teklifi, Belkıs Hanımın ailesi tarafından “kadın ve aşk şâiri” olduğu gerekçesiyle bir kaç defa reddedilmiş. Ancak Kabbâni’nin israrlı talepleri karşısında sonunda razı olmuşlar.. Kabbâni’nin “Babil kraliçelerinin en güzeli” diye vasfettiği sevgili eşi Belkıs Hanım 1982 yılında Beyrut’ta Irak sefaretine düzenlenen bir bombalı eylem neticesinde vefat etmiş. Eşinin ölümünden sonra Beyrut’ta yaşayamayan Nizar Kabbâni Londra’ya yerleşmiş ve ölünceye kadar da burada kalmış.

Hayatı boyunca 41 şiir divanına imza atan Nizar Kabbâni modern Arap şiirinin pîri sayılmaktadır. Hatta kendisine “Reîs Cumhuriyyeti Şiir el Arabi” (Arap Şiir Cumhuriyetinin Başkanı) lâkabı verilmiştir. Nizar Kabbâni Arap toplumunu ilgilendiren mevzulara şiirle çare aramış. 1956 yılında yazmış olduğu ve toplumunun en büyük sıkıntısı olan tembellik hastalığını dile getiren “Hubz, Haşiş ve Kamer” (Ekmek, Ot ve Ay) adlı şiiri ile tepkileri üzerine çekmiş. Arap- İsrail harbinden (1967) Arapların korkunç bir mağlûbiyetle çıkmasını eleştiren “Min Defter en- Nekse” (Nekse Defterinden) adlı şiiri ise uzun müddet yasaklanmış. Haziran Hareketi’nin kurucusu ve önde gelen şairi Kabbani, gerek 1950′lerdeki şiirde yalınlaşma deviniminde, gerekse 1967′deki “Altı Gün Savaşı”nın ardından çığ gibi artan ‘politik şiir’de Arap şiirinin yol göstericisi olmuştur. 30 Nisan 1998’de Sürgünde (Londra) yaşamını yitirdi.

Özgür Öztürk
Kaynak: yasamaugrasi

Hüzünler Nehri (Nehru’l Ahzân)

Gözlerin… iki hüzün nehri,
İki müzik nehri gibi… beni
Ötelere… zamanların ötelerine taşıdılar
İki müzik nehri, kayboldular
Sultanım… sonra beni kaybettiler
Üzerlerindeki siyah gözyaşı
Piyanonun nağmelerine düşüyor…

Gözlerin, tütünüm, içkim
Ve onuncu kadeh beni kör etti
Ben koltukta… yanıyorum
Ateşim ateşimi yiyor
Seni sevdiğimi söyleyeyim mi? Ey kamerim…
Ah! Keşke yapabilseydim
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim

Limanda gemilerim ağlıyor
Körfezler üstünde parçalanıyor
Sarı kaderim beni parçaladı
Göğsümde inancımı parçaladı
Sensiz yola çıkayım mı Leyleğim?
Ey göz kapaklarımdaki Tanrı’nın gölgesi!
Ey yeşil yazım, ey güneşim!
Ey renklerimin en güzeli… en güzeli!
Senden ayrılayım mı? Oysa hikayemiz
Nisanın geri dönüşünden daha güzel
İspanyol saçın zifiri karanlığındaki
Gardenya çiçeğinden daha güzel
Ey biricik aşkım… ağlama!
Göz yaşların ruhumu kazıyor
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim

Seni sevdiğimi söyleyeyim mi? Ey kamerim…
Ah! Keşke yapabilseydim
Ben kaybolmuş bir insanım
Dünyada yerimi bilmiyorum
Kaybetmiştir yolum beni… kaybetmiştir
İsmim beni… kaybetmiştir adresim beni…
Mazim! Bir mazim yok
Ben unutulmuşların unutulmuşuyum
Demir atmayan bir çapayım
İnsanların yüzlerinde bir yarayım
Söyle bana, sana ne vereyim?
Üzüntümü mü? İnkarımı mı? Mide bulantımı mı?
Sana…
Şeytanın avucunda dans eden
Bir kaderden başka ne vereyim?
Seni binlerce kez seviyorum… uzaklaş
Benden… ateşimden ve dumanımdan
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim.

Nizar Kabbani

نهر الأحزان
عيناكِ كنهري أحـزانِ
نهري موسيقى.. حملاني
لوراءِ، وراءِ الأزمـانِ
نهرَي موسيقى قد ضاعا
سيّدتي.. ثمَّ أضاعـاني
الدمعُ الأسودُ  فوقهما
يتساقطُ أنغامَ  بيـانِ
عيناكِ وتبغي وكحولي
والقدحُ العاشرُ أعماني
وأنا في المقعدِ محتـرقٌ
نيراني تأكـلُ نيـراني
أأقول أحبّكِ يا قمري؟
آهٍ لـو كانَ بإمكـاني
فأنا لا أملكُ في الدنيـا
إلا عينيـكِ وأحـزاني
سفني في  المرفأ باكيـةٌ
تتمزّقُ فوقَ  الخلجـانِ
ومصيري الأصفرُ حطّمني
حطّـمَ في صدري  إيماني
أأسافرُ دونكِ ليلكـتي؟
يا ظـلَّ  الله  بأجفـاني
يا صيفي الأخضرَ ياشمسي
يا أجمـلَ.. أجمـلَ ألواني
هل أرحلُ عنكِ وقصّتنا
أحلى من عودةِ نيسانِ؟
أحلى من زهرةِ غاردينيا
في عُتمةِ شعـرٍ إسبـاني
يا حبّي الأوحدَ.. لا تبكي
فدموعُكِ تحفرُ وجـداني
إني لا أملكُ في  الدنيـا
إلا عينيـكِ ..و أحزاني
أأقـولُ أحبكِ يا قمـري؟
آهٍ لـو كـان  بإمكـاني
فأنـا  إنسـانٌ  مفقـودٌ
لا أعرفُ في الأرضِ مكاني
ضيّعـني دربي.. ضيّعَـني
إسمي.. ضيَّعَـني عنـواني
تاريخـي! ما ليَ تاريـخٌ
إنـي نسيـانُ النسيـانِ
إنـي مرسـاةٌ لا ترسـو
جـرحٌ بملامـحِ إنسـانِ
ماذا أعطيـكِ؟ أجيبيـني
قلقـي؟ إلحادي؟ غثيـاني
ماذا أعطيـكِ سـوى قدرٍ
يرقـصُ في كفِّ الشيطانِ
أنا ألـفُ أحبّكِ.. فابتعدي
عنّي.. عن نـاري ودُخاني
فأنا لا أمـلكُ في الدنيـا
إلا عينيـكِ… وأحـزاني

iki yasemin tarlası

Anlatılır ki senin bacakların
Çıplakken..iki yasemin tarlası

(…)

Anlatılır ki: altından iki şelale
Nemli bir sabah gibi çorabın içinde

Nizar Kabbani
Çeviri: Aysel Ergül Keskin

Ve gözlerinde binlerce resim

Akşam, zengin bir firuze şelalesi
Ve gözlerinde binlerce resim
Ben o ikisi arasında göçebeyim
Gözlerinin ışığı..ve ayın ışığı.

Nizar Kabbani
Çeviri: Aysel Ergül Keskin