Tapu Sicil Muhafızı

“Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”
Diye kükreyerek,
Zehir zemberek
Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim;
Ama neyleyim ki ellerim,
Yedek subay eğitimi dışında
Görmedi tüfek.
Benim şiirim ne tüfektir…
Ne kelebek.
Ne de hâyal ülkesinin nârin bir kızıdır;
O, gözlüklü ve siyah kolluklu
Bir tapu sicil muhafızıdır ki,
Eski günler ve anıların
Tapularını saklar.
Şimdi gel ey Muhafız Bey, lütfen
Cenuptan karanlık çocukluk,
Şimalden ilkokul başlangıcı,
Şarkından Feriköy mezarlığı,
Garbından İkinci Dünya Savaşı
İle muhat arsanın,
Tapusunu ver.
O arsa ki 1943 yıllarının
Anılarıyla dopdoludur,
Bir anı müteahhidi alıp
1979 anılarından
Kat karşılığı bina dikecek.

Hüsrev Hatemi

Sone V

Beraberken kıymetini bilemedimdi;
Elim ayağımdın sanki, zora koştuğum.
Bir yetim şiir kaldı yanımda şimdi,
Kaybetmekten deli gibi korktuğum,
Bir kum saatıyım sensiz geceden gündüze,
Altı durmadan üstüne getirilen.
Bu nasıl zaman ki çakılıp kalmış güze,
Doğmamış çocukları evlâtlık verilen.
İşte böyledir gülüm bazı şeylerin
Hiç hissedilmez varlıkları ama,
Yoklukları bir uçurum kadar derin
Baş döndürür kıyısında nasıl da.

Ey bir hüznü büyüten solgun anne
Sen de düşün benden sana kalan ne.

Metin Altıok

Eriyik

1.
dışarısı soğuktu
içime açıldım
bir ten, bir daha
böyle böyle dönüştüm
bıraktığın boşluğa

geçecek dediler
ölüdür gömülecek
yastır bitecek
bir kez ölen
bir daha acı veremeyecek

ben seni ölürkenki
ben seni giderkenki
acıyı besledim
bildim, doğurduğunu insan
asla gömemeyecek

2.
dünya
ağır ve ağrılı
bir hatıra
batıyor etime
derine daha derine…
sevmekse, dünya yaraya dönüşünceye

3.
dünya soğuktu
yeryüzü oyuğunda
başıboş buz kütlesi
içinde ölüsünü gezdirenin
olmuyor dışında kimsesi

bende açtığın yara
sende kanasın istedim
istedim bıçağın ucu
sana da değsin, senin de tenin
kalmalarda çürüsün
öfkeyse öfke, seni
körkuyulara atacak denli
sevdim

4.
ayağımdaki taşla
düştüm buraya
dedim sabırdır taştan murat
vurdukça kıyıya dalga
ben kırıldım
su kırıldı
kuyum dolmadı
kuyum dolmadı

dağ olsa susmaya
kum olsa ayrışmaya
denizdi;
ne gitmeye
ne kalmaya
üzüm de mi böyle acır
kan olup testiden sızmaya

5.
eski bir zaman taşı
çınlıyor ceplerinde
sen gidiyorsun ve şehir
ejderha kaftanıyla
yürüyor sur diplerinde

ben o taşı
göğsümdeki çivi izi
ve bin yılın elleriyle
okşamıştım
ben o taşı sevgilim
canımdan koparmıştım

olur da bir boşluk
bir boşluğa denk düşer
yeryüzü bedeninde zonklarsa
taşımı ellerinde bul istedim

kinse kin,
senin de ırmağında kanlı bir gelin
duvağını bırakıp gitsin diledim

6.
Boş bir kubbede çınlıyorum
bir kez dışıma çıkan
bir daha sığmıyor bana
denizini yitirmiş kara lanetiyle
çarpıp duruyorum yeryüzü duvarlarına

bu gezegende hayat var mı bilmiyorum
kimse kimsenin şifresini çözemiyor
kimse kimsenin oyuğuna giremiyor
gökyüzü aşağıda kalmış, görünmüyor
bu gezegende hayat var mı?
kimse bilmiyor

bense hâla seni seviyorum

7.
bense hâlâ seni seviyorum
bu gezegende hayat var
diyebilmenin biricik yolu buymuş
gibi geliyor
başka dil bilmiyorum
bu yüzden bir yara gibi seni
kendimde gezdiriyorum

yara taşa dönüşüyor
taşımı elliyorum
taşımı elliyorum
çıkıp içimden
taşımı seyrediyorum

8.
uzağından geçen tren
geceyi titrettiğinde
ayışığı bir dağın
içine eridiğinde, dünya
kızgın bir eriyik gibi
damlarken oyuğuna

sen bende ölmeye devam edeceksin sevgilim

benden söktüğün taş
bir daha geri gelmeyecek

yeryüzü bunu bilecek
sen bilmeyeceksin
sen bilmeyeceksin

Çiğdem Sezer

İstanbul Sabahı

Bu aydınlık, bakışlarının güneşe vurmasıdır.
Bunlar saç değil, sarı güllerin savrulmasıdır.

Ne bahar, ne sonsuz mavilik, zamanı güzel kılan,
Kalbimin ansızın gözlerine vurulmasıdır.

Garip telaş.. uçarı gönül.. hülyalı saatler.. hepsi boş!
Özlenen, bir sualin bir bakışta sorulmasıdır.

Bu, fırtınadan arta kalmış beyaz köpükler,
İçimdeki çılgın denizlerin durulmasıdır.

Asıl çekilmez olan hayatın yükü değil,
İnsanın bir amansız koşuda yorulmasıdır.

Nurettin Özdemir

Yetim İstanbul

‘Çocukluğa, küçük şehirlere, ilk aşka, senin gidişine 
ve İstanbul şehrinin yetimliğine dair…’ 

Bir zümrüt masaldı çocukluğumuz;
Bembeyaz çiçekler söylerdi onu.
Nedir, bilir misin unuttuğumuz?
Ömrün başlangıcı, masalın sonu.

Acısı duyulur bir yerimizde,
Küçük şehirleri hatırlamanın.
Bir sır gibi yaşar gözlerimizde,
Buğulu rüyası geçmiş zamanın.

Duaların narin yapraklarında,
Tanrı’nın yüzüne bakmadığı kul.
Bir ayet gibidir dudaklarımda,
Sen gidersen yetim kalır İstanbul.

Seninle güzeldi kubbeler şehri.
Senin yüzün kadar büyülü seher;
Boğaz, sahil boyu, firuze nehri
Ve garip rüyalar içinde sefer.

Uzakta Küçüksu, Kandilli, Hisar.
Kimsesiz yollarda ayak seslerin.
Bana gülümsüyor, asırlık çınar
Dalları içinden mavi gözlerin.

Aşkın sahilinde böldük nasibi.
Yollar ölesiye bekler gölgeni.
Suyun ve toprağın sarışı gibi,
Şimdi bir başkalık sarıyor beni.

Ay, sarmaşıklardan gülmüyor artık;
Işıklar düşmüyor sulara pul pul.
Şimdi yollarımın hepsi karanlık.
Şimdi her şeyiyle yetim İstanbul!

Nurettin Özdemir

Ellerin İçin Noktürn

Sen, gecelerin ortasında bir ada gibi
En son gücümle kıyılarına yaklaştığım
Denizlerin ezgisini uzak bir sevda gibi
Bir çoban kulübesinde paylaştığım…

Yağmur altında dinlediğimiz şarkılar oynak
Güneşli havadakiler gamlıydı
Öptüğüm zaman gözlerin parlak
Okşadığım zamanlar dumanlıydı…

Nasıl hatırlamam, yapayalnız kalırım da
Ellerini.. Köpükler kadar beyaz
Gece söylediğim şarkıdır kaldırımda
Öylesine bir şarkı ki, anlatılmaz…

Saçlarımdan tutup kör gecelerden
Beni sabaha çıkaran ellerin
Gömleğime aşk mısraları işleyen
Mutlu soframızı kuran ellerin…

Ellerin… Ilık çeşmeler misali
Anıların havuzunda güller açtıran
Avuçlarıma konduğu zaman perişan
Doğduğum topraklar kadar sevgili…

Dizlerinde o eşsiz günleri geçirdiğim
Yaşanmamış zevklerin sofrasındaymış gibi
Ey kimsesiz zamanıma dökülen musiki
Ey step gecelerinde kalan gençliğim!

Sen, karanlıklar ortasında bir ada gibi
En son gücümle kıyılarına yaklaştığım
Ölümsüzlüğün çağrısını uzak bir sevda gibi
Ömrümün her noktasında paylaştığım…

Şinasi Özdenoğlu

Bir Yağmur Sonrası

        -Fethi Gemuhluoğlu’na
‘Kalbim uçurumlarda açan çiçek. 
    O kadın bu kalbi nerden bilecek? ‘ 
                            Şinasi Özdenoğlu 

Kalbim! .. O şarkıyı unutmadın mı?
Dinmedi mi hala o eski ağrı?
Bir küçük şehirde başlayan şarkı…
Özlediğin yalnız o şen kadın mı?
Kalbim! .. O şarkıyı unutmadın mı?

Hafızamda gece bitmek üzeredir.
Hatıralar bile şimdi çok uzak.
Kalbim, sonsuzluğun aynasına bak! ..
Bu garip ve çılgın heyecan nedir?
Hafızamda gece bitmek üzeredir.

Çocukluğun o şen dünyasındayız.
Ölümü tahayyül acayip ve zor.
Bir garip rüyada gibi yaşıyor,
Vişne dallarında arzularımız.
Çocukluğun o şen dünyasındayız.

Baharı, yaprağı, çiçeği düşün!
Düşün ki hayatta her aşk güzeldir.
Ölüm yalnızlığı getiren eldir.
Sırrını bilirsin bu son öpüşün.
Baharı, yaprağı, çiçeği düşün.

Artık beklediğim bir şey kalmadı,
Gözlerinin mavi güzelliğinden.
Kalbim, bu kıyıda bir parça dinlen
Ve unut ömründe en güzel adı!
Artık beklediğim bir şey kalmadı.

Kalbim, o şarkıyı hatırlama hiç!
O kadın girmesin rüyalarına.
Çimen tazeliği hülyalarına,
Karışmasın artık o eski sevinç.
Kalbim, o şarkıyı hatırlama hiç.

Bir yağmur sonrası hali var bende.
Gün vurmuş içimde yatan dağlara.
Öyle mahzun bakma mor dalgalara.
Aydınlanır garip dünyam neşende.
Bir yağmur sonrası hali var bende.

İçimde bereket, içimde huzur,
İçimde şafağın aydınlıkları…
Kalbim, n’olur terket karanlıkları!
Götürür Tanrı’ya bizi bu yağmur.
içimde bereket, içimde huzur.

Geçmiş geceleri düşünme sakın!
Boy ver aşkın sıcak iklimlerinde.
Kalbim, işte her şey yerli yerinde!
Yeni bir şafakla gelecek yarın.
Geçmiş geceleri düşünme sakın!

Yeni bir ışıkla bitiyor gece.
Yeni bir şarkıyı söylüyor toprak.
Ne düştün yollara böyle yalın ayak?
Nedir seni deli eden düşünce?
Yeni bir ışıkla bitiyor gece.

Kurtul dünyasından hatıraların!
Hasat mevsimini yaşıyor ömrüm.
Çocuk dudağında sıcak tebessüm
Ve senin Tanrı’ya yalvarmaların…
Kurtul dünyasından hatıraların!

Belki şarkıların en güzeli bu.
Bahar güneşinde yıkanmış, ılık,
Bir temmuz sabahı gibi aydınlık,
Gözbebeklerinde aşkın buğusu…
Belki şarkıların en güzeli bu.

İçimde bereket, içimde huzur,
İçimde şafağın aydınlıkları…
Kalbim terk ediyor karanlıkları.
Geliyor dünyama saadet ve nur.
içimde bereket, içimde huzur.

Nurettin Özdemir

Temâşâ-yı Leyâl

Hâlid Ziyâ Bey’e

Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim
Levha-i kâinâtı seyr edelim :

Gölge, hep gölge, her taraf gölge,
Gölgelerle bütün zemin mestûr;
Âsumân yalınızca nîm manzûr,

Görülen başlıyor görülmemeğe;
Bir dumandan kefenle cism-i cihân,
Kalıyor ka’r-ı leyl içinde nihân…

Şimdi her gûşe ebkem ü câmid:
Ne ağaçlarda zemzemât-ı riyâh,
Ne hadâyikte ihtizâz-ı cenâh…

Her taraf hufte, her taraf râkid;
Sanki engüşt-ber-dehân, melekût
Bütün eşyâya der: Sükût, sükût!

Bu hiyâbân-ı târ ü nâimde,
Camlar üstünde resm eder ancak

Dest-i şeb şu’leden birer zambak..

Gelir ancak bu bâğ-ı muzlimde,
Gelir enfâs-ı zâr uzaklardan,
Tâ uzaklardaki dudaklardan…

Bu temâşâya karşı göz yorulur:
Hiss eder, seyr edenlerin nazarı
En kavi dalda bir elem tavrı!

Her şey artık bu dem tanınmaz olur:
Rû-yı eşyâya gölgeler, sisler
Bir tecâhül nikâbı ferş eyler.

Gecenin tûde-yi buhârından
Süzülen bir sükût-ı tenhâyî
Doldurur hep hayât-ı eşyâyı…

Seyr eder bir bulut kenârından
Bir hilâlin nigâh-ı tannâzı
Kalb-i zulmette titreyen râzı.

Âh, bak sevgilim bu zulmette
Ne kadar cüssesiz kalır insân,
Bizi gûyâ ezer bu leyl-i girân.

Bu karanlık leyâl-i kasvette
Öyle hiss eyleriz ki gûyâ biz
Ebediyyetle rû-be-rû geliriz.

Bu zalâm-i hamûş içinde hayâl
– Mütekallis, melûl ü zucret-ver, –
Varlığından da iştibâh eyler.

Bu rükûdet, bu samt ü cevf-i leyâl
Rûhu bir sekte-yi tereddüdle
Habs eder bir azâb-ı seyyâle…

Sevgilim… gölge, her taraf gölge;
Sana da düştü reng-i ye’si şebin,
Gölgelendi senin de reng-i lebin;

Sen bile başladın görülmemeğe…

Cenap Şahabettin

Yakazât-ı Leyliyye

Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim,
İhtizâzât-ı leyli dinleyelim:

Tâ uzaklarda işte bir piyano,
Tâze parmakların temâsıyle
Ağlıyor bir hazân havâsıyle…

Dinle ey yârim işte ağlayan o
Gecenin ka’r-ı pür-sükûnunda
Zulmet-i ebkemin derûnunda…

Gâh onun ihtizâz-ı pestiyle
Mütevahhiş, hazin, rakîk ü nizâr
Dağılır cevve bir sürûd-ı hezâr.

Geh onun irtiâş-ı mestiyle
Dolaşır kâinât-ı nâimeyi
Bir umûmî şehîk-i tenhâyî…

Onu kim dest-i ra’şe-dârıyle
Çalıyor, perde perde inletiyor?
Onu kim böyle gamla söyletiyor?

Tellerin lâhn-ı inkisârıyle
Hangi metruke böyle eğleniyor?
Hangi mâtem bu sesle söyleniyor?…

Gâh olur ince, nâzenîn bir ses.
Leyl içinde sürüklenir, inler;
Onu zulmet sükût ile dinler.

Gâh olur bir figân-ı tîz-i heves;
Bütün â’sâb-ı kâinâtı gerer;
Kalb-i hâbîde-yî cihân titrer.

Sonra bir şübka-yi bükâ olarak
Düşer âguş-ı leyl-i târike,
Çalışır rûh-ı samtı tahrike…

Sonra tedricen alçalıp solarak
O kadar pest olur ki öksürerek
Zannedersin tebâh olup gidecek…

Sonra baygın, kesik, sükût eyler;
Mûsikî-yî sükûtu okşayacak
Bir enîn-i hafî kalır ancak…

Kim bilir, kim bilir neler söyler;
Bu süreksiz, hevesli zemzemeler,
Bu susup durma, sonra söylemeler,

Bu nevâzişli, nazlı, hoş nağamât,
Bu rekâket, bu lüknet-î elhân,
Bu tereddüdlü mûsikî-yi figân,

Bu yarım cümleler, yarım kelimât,
Belki leyl-i hamûşa yalvarıyor;
Belki bir tûf-ı tesliyet arıyor.

Gâh mestâne bir şetâretle
Bâd-ı pür-gûyu eyliyor taklîd;
Uçuyor cevve pür hayâl ü ümîd;

Gâh bir muğşiyâne hâletle
İnliyor muhtazır, zebûn ü harâb;
Oluyor can-be-leb tuyûra cevâb…          

Tâ uzaklarda işte bir piyano:
Onu, bî-şübhe, bir kadın çalıyor;
Mûsikîden cevâb-ı ye’s alıyor.

Dinle ey ruhum işte ağlayan o…

Cenap Şahabettin

Giysû-yı Yâr

Zülfünü bî-nizâm ü bî-pervâ
Dağıtır şâne-yî tabîiyyet,
Cem’ eder bâ-kemâl-i istiğnâ
Lemse-yi şûh-ı bâd-ı nisviyyet…

Şimdi bir nefha-yi heves dağıtır,
Yine beyhûde topladın, ördün;
Ne kadar toplasan perîşândır,
Toplanır saçların dağılmak içün…

Kaldı gönlüm şu dâm-gâhında,
Dâm-ı zülf-i heves-penâhında
Ebedî bir esîr-i nahcîrin.

Zer-i zülfünde her ham-i sâhir
Sanki bir halka-yi muzıyyesidir,
Unk-ı ruhumda bağlı zencîrin…

Eylerse nasıl hüsn-i hazînin
Giysû-yı zerîninle tetevvüc,
Eyler şeb-i ekdârımın üstünde temevvüc
Bir fecr-i tesellî gibi giysû-yı zerinin.

Zülfün arasından bana mutlak
Âlem görünür nûr ile memlû;
Bir îd-i münevver gibi ey hüsn-i semen-bû
Ömrün bana zülfün arasından güler ancak.

Ba’zan onu ben rûyuma serper,
Okşar, öperim mest ü münevver;
Ba’zan o bana râz-ı bahârânı fısıldar.

Gönlüm ona her derdini söyler;
Her hissimi, her fikrimi dinler
Bir mahrem-i rûhumdur o giysû-yı ziyâ-dâr.
                       *
Saçların, âh o pür-vefâ saçlar
Şeb-i mihnette okşuyor başımı.
Sen uyurken yanımda ben ağlar,
Gizlerim saçlarında gözyaşımı.

Âh o giysû-yı tesliyet-kârın
Edemem ıtr-ı mihr-bânını terk;
Kefenim olsa zülf-i zer-târın
Bir müzehheb firâş olur bana merk.

Elem-i dâğ-ı ömrüm eksiliyor,
Saçların pür hevâ-yı müskir-i dil
Okşadıkça ser-i küdûretimi.

Leyl-i zahmımda an-be-ân siliyor…
Bir muattar, muzî, ipek mendil
Gibi zülfün dem-î felâketimi…

Cenap Şahabettin