Kadın

Güller vardı, yağmurda.
Koparmayın, diye yalvardım.

Dayanmazlar, dedi kadın.

Ama o kadar güzel duruyorlar ki
    oldukları yerde.

Ah, hepimiz güzeldik bir
zamanlar,
   dedi kadın
ve koparıp gülleri tutuşturdu
elime

William Carlos Williams
Çeviri: Cevat Çapan

Endülüs’e Ağıt (Feryadnâme)

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu
Niçin bunca gurur maldan, mülkten, adtan sandan insanoğlu.

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.
Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu

Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür:
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar iIeri doğru işlemez oldu mu.

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların.
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?
De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?

Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sâsaniler’in ebedî sanılan devleti ne oldu?

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?

Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisra’yı. Kisra’yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.

Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın;
Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu

Zamanın fâciaları çeşit çeşit türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir
Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.

Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.
Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan dağları yerinden oynadı,
Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.

Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hali nicedir?
Şâtibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba’ya ne oldu?

Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri.
Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?

Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar
Bu güzelim vatan köşeleri kül haline geldikten sonra yaşamak boşun boşu,
İnsan yaşamaya ne borçlu?

Yüce İslam, yârinden ayrılmış bir genç gibi.
Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.
İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan
Endülüs için, ulu İslam, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu

Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı
Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu…

Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!

Ey göğsünü gererek “benim ülkem, saltanatım” diyen, kurumundan geçilmiyenler!
Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Endülüsün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu
Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!

Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?

Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden
İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yarabbi ne kaderdir bu!

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?

Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.

Sen de şahit olsaydın benim gibi onların
Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.

O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.
Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu.

Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki.
Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu

İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler.
Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:
Eğer o yüreklerde İslâmdan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!

Ebu’l-Bekâ Sâlih b. Şerîf
Tercüme: Sezai Karakoç

Savaş Alanında

Bir insan ha aslan pençesinde paramparça olmuş
Ha olmuş şiirimin nişanı
Aynı kaderdir onu bekleyen
Annesi yakında ağlayacak ona
Öldürmeden önce başına dikildiğim anda
İyi bilir ölümün satın almak için bir karşılık ödemediğimi
Ve en ufak bir kaygım olmayacağını
Karşılık olarak tasarlanan cezadan

Korkunç kuzey rüzgârı üstünde koptuğunda
Ve köpükten kamçısıyla kıyıyı dövmek için
Dağ gibi dalgalarını topladığı an
Benden şiddetli olamaz deniz bile

Düşmanımın üzerine atıldığım zaman
Gazaptan bambaşka bir insan olduğum zaman
Dolu yüklü olarak ansızın çıkıp gelen
Bir bulut çabukluğu ve hızıyla

Kureyşe gelince peşlerini bırakmayacağım
İçinde bulundukları sonsuz kayıp halinden
Lât ve Uzza putlarına tapmadan dönünceye
Ebedi ve Tek Allah önünde secdeye kapanıncaya kadar

Hz. Hasan Bin Sabit

Çeviri: Sezai Karakoç

Yayın Arası

“nicedir açık sular aradım sessizce boğulmaya
soldum ve sarardım ve kanayarak yanıldım
sularla örtülmüyor düşlerin yırtılan güzelliği
yağmur da yağmıyor artık yüzümü yıkamıyor
yüreğimde binlerce yüze dağılmanın kederi
kimlikler uydurdum yüzüme tutulan aynalardan
yitirdikçe öğrendim acının ve aşkın iklimini
soğudum yoruldum şenlik bitti artık
kimsesiz bir ölümle değişirim kendimi”

Haydar Ergülen

Dönüş

Niçin geldim buraya
niçin döndüm bu toprağa
dört bir yanı suyla çevrili
bu çorak adaya?
Havasına dayanamadığım
iklimi sağlığıma zararlı
ve her dönüşümde pişmanlık duyduğum
bu kara parçasına
geldim
niçin?
Burada açtım gözlerimi. Burada kapayacağım. Dediğim için. Burda. Bu adada. Bu odanın bir köşesinde. Bahçe içindeki küçük evimde. Dediğim için. Ya da kumsalın bir yerinde. Bir kaya kovuğunda. Bir deniz mağarasında. Bir kaçak gibi. Ya da tepelerinden birinde. Kurşunu alnına yemiş gibi. Dediğim gibi.
Burda açtım gözlerimi. Gözlerimi nerde açtığımı ansımıyorum. (Nerde kapayacağımı da ansımayacağım.)
Beni doğuran kadın, ölü. Çocuk belleğim ölü.
Ölünün gözleri görür mü?
Gözlerimi burda açmış olup olamayacağıma göre niçin bu dönüş?
(Bu kaçıncı dönüş?)
Bu sürekli dönüş?
Bilmiyorum.
Bir tutku mu?
Bir saplantı mı?
Toprağın çekmesi mi?
Denizin çağrısı mı?
Bilmiyorum.
Bilmeden dönüyorum.

Gemiden indim.
Elimde bir bavul.
İskeledeki memur selamladı, hatırımı sordu ve “Hoş geldiniz” dedi.
Akşam, dört bir yanı örümcek ağlarıyla sarılı eve girdim kapıyı büyük demir anahtarla açıp.
Girişte sandığın üstünde bırakılmış bir mum buldum. Sanki beni bekliyordu.
Yaktım. Mum ışığında baktım eve, örümcek ağlarına, rutubetin duvardaki izlerine.
Yatak odasına girdim. Hazır. Ama toz toprak içinde bir yatak, beni bekliyordu.
Yatağın üstündeki örtüyü kaldırdım. Pencereyi açtım. Sonra bütün pencereleri açtım. Mumu söndürdüm. Çıktım. Karnımı doyurmak için gittiğim aşevinde, şarabı yudumlarken, adını unuttuğum bir çocukluk arkadaşı geldi yanıma.
-Demek dönüldü?
-Evet.
-Toprak çekiyor değil mi?
-Hayır, toprak değil deniz.
-Aynı şey.
-Evi nasıl buldun?
-Örümcek ağları içinde.
-Eh o kadar olur.
-Camlardan bazıları kırılmış.
-Bunca yıl geçti aradan.
-Evet.
-Bu kez dönüş temelli mi?
-Bilmiyorum. Bakacağım. Belki.
-Tek başına mı?
-Her zamanki gibi.
Şaşırdı. Ya da acıdı.
-Şaşacak ne var?
-Şaşırmadım . Ama yaş… Biliyorsun hepimiz yaşlandık. (Yaşla yalnızlığın ne ilgisi var?)
-Haklısın. Yoksa köyden birini mi bulacaktın bana bakacak?
-Niçin olmasın?
Niçin olmasın?
Aşımı pişiren. Çamaşırımı yıkayan, Yatağımı yapan. Soğuk gecelerde beni ısıtan. Kıyıda balıktan dönüşümü bekleyen.

Niçin olmasın?
Oldu. Buldular.
Yeryüzünün en iyi kadınıydı.
Yüzü kızarmadan yüzüme bakmıyordu.
Gel, dediğim zaman geliyor, git, dediğim zaman gidiyordu. 
Sustuğum zaman susuyordu. 
Yalnız bahçede hangi çiçekleri görmek istediğimi soruyordu. 
Bugüne değin ne yaptığımı sormuyordu. 
Bundan sonra ne yapmayı düşündüğümü sormuyordu. 
Verirsem alıyordu. Alırsam giyiyordu.
Yalnız bir gün, daha doğrusu bir akşam, soyunup yatağa girmeden önce, o tüm saflığı içinde bir söyledi ki delinmez sandığım ciğerimi deldi:
-Biliyor musun, senden önce ben burada yok gibiydim.
Biliyorum, daha çok yoksulluğun sesiydi bu.
Hiçbir şey vermemiştim bu kadına. Hemen hemen hiçbir şey. Yazın bir basma entari. Kış yaklaşıyor diye üç arşın pazen. Canım çektiğinde bir okşama. Diyelim biraz ötesi. Ne övüp göklere çıkartmıştım, ne yerip yerin dibine batırmıştım. Kendim nasıl yaşıyorsam, onu da öyle yaşatmıştım. Sessiz. Tekdüze. İlk kez evime girdiğinden, yatağımı paylaştığından beri ilk kez, doğru dürüst bir şey söylemek gereği duydum. Ama sözcükler, boğazımda düğümlendi. Yalnızca: 
-Ben sana hiçbir şey yapmadım, diyebildim. Sonra, en sevdiğim, birçok kez, birçok kişiye söylemek isteyip söyleyemediğim sözcük çıktı ağzımdan. 
-Bağışla! 
Bana dokunmaya, bana bir söz söylemeye çekinen, canı çektiğinde kendisini sevmemi bile istemekten; değil istemekten, bunu belli etmekten çekinen bu kadın, birlikte olduğumuzdan beri ilk kez benden önce yatağa girdi. Sırtüstü uzandı. Kollarını iki yana açtı. Gözlerini yumdu.
-Sen beni bağışla ve bana bir çocuk ver, dedi. 
Ada sarsılıyor sandım. Dışarda bir fırtına patladı sandım. Öylesine bir doğallıkla söylemişti ki, sanki kuruyan bir bitki dile gelmiş su vermemi istiyordu benden. Oysa, su, yaşam, güneş oydu. 
Yanına uzandığımda, ona bana güvenmemesini, çünkü kendime benim bile güvenim olmadığını söyledim. 
-Geldiğim gibi bir gün gene giderim, dedim. 
-Biliyorum, dedi. Onun için istiyorum.

Güz yağmuruyla birlikte adadan ayrılma isteği belirdi içimde. Kışı burada geçirmekten korkuyordum. Burası: Bir ada. Dört yanı denizle çevrili. Bir denizin üstüne oturmuş. Ya deniz dibindeki kayalar çözülürse? Ya da batarsa? Bundan mı korkuyordum? Bilmiyorum. Kışın esecek, günler boyu dinmeyecek fırtınaların korkusu muydu içimdeki? Bilmiyorum.
Bir sabah, iskeleye gittim. İki gün sonra kalkacak vapur için bir bilet istedim. Bir tek bilet.
İskele memuru, önüne koyduğum parayı eliyle itti.
-Nereye gidiyorsunuz? dedi. Adamızda rahat etmediniz mi?
-İşlerimi çözümleyip döneceğim, dedim.
-Hangi işleri? Neyi çözümleyeceksiniz? Bırakın bunları. Oturun oturduğunuz yerde. Bakın, artık yabancılar da kalmadı adamızda.
-Ben sizin düşüncenizi sormadım, dedim. Ben ilk vapur için bir yer istiyorum.
-Bir yer mi? dedi iskele memuru. İlk kalkacak vapurda sizin için bir yer yok.
-Yani bütün yerler dolu mu? dedim.
-Hayır, dedi. Sizin için yer yok dedim.
-Bu ne demek? dedim.
-Bu şu demek ki, adadan ayrılmak için sizin özel izin almanız gerekiyor.
-Kimden? dedim.
-Adanın mülki amirinden, dedi.
-Ben kimseden izin almam, dedim. Eğer siz bilet vermezseniz, ben de bir balıkçı motoruna atlayıp giderim.
-Bunu size salık vermem, dedi. Başınıza bir kaza gelebilir.
Sonra kalmam için yalvarırcasına:
-Niçin gitmek istiyorsunuz? dedi. Eviniz barkınız burda. Kimse sizi tedirgin etmiyor. Bu ada sizin adanız. Doğduğunuz yer. Baba ocağınız. Üstelik şimdi çocuk bekleyen bir de eşiniz var.
-Ama bu benim seçtiğim bir yaşam değil, dedim.
-Hangimiz kendi yaşamımızı seçiyoruz ki, dedi iskele memuru. Hangimiz dilediğimiz yaşamı seçiyoruz ki?
Elimdeki parayı cebime koydum.
-Demek bana bilet vermiyorsunuz, dedim.
-Hayır, dedi.
Odasından çıkarken,
-Balıkçı teknelerini unutun, dedi. Bunu size pahalıya ödetirler.
-Ödetsinler bakalım, dedim.

Neyi ödeyecektim?
Kim ödetecekti?
Nasıl ödetecekti?
Niçin ödetecekti?
Niçin ödeyecektim?
“Kimseye bir borcum yok, ama gerekirse öderiz” dedim kendi kendime. Sonra içimden bir ses, “Ama ödenmeyecek şeyler de vardır” dedi.
“Yaşamımla öderim” dedim.
“Yaşamınla ödenmeyecek şeyler de vardır” dedi.
Kısır bir yaşam deneyimim vardı.
Bu sorunun karşılığını (neymiş onlar) sorup, cevabını veremedim.

Kumsala döndüm. Kızgın kumsala. Artık kızgın olmayan kumsala.
Kimseler yoktu.
Nereye gideceğimi bilmiyordum.
Niçin gideceğimi bilmiyordum.
Buraya, yazmamak, ölene değin yazmamak, bahçemde çiçek yetiştirip, denizde balık tutup yaşamak için dönmüştüm.
Gün batıyordu.
İki gün sonra beni adadan götürmesini istediğim vapur rıhtıma yanaşmıştı. Işıklar içindeydi.
O demir alacak ve ben içinde olmayacaktım.
“Sabah ola hayrola”, dedim.
Evime doğru yürüdüm.
Bahçe kapısını açtım.
Ev ışıklar içindeydi.
Alt katın penceresine yaklaştım.
Yemek masasının başında bir adam, masanın üstüne kâğıtları yaymış, ağzında cigarası, yazı makinesini önüne çekmiş bir şeyler yazıyordu.
Karım kahvesini getirdi.
O gülümseyerek teşekkür etti.
Kahvesinden bir yudum aldı.
Sonra kâğıtları karıştırdı.
Sonra yazı makinesinin tuşlarına vurmaya başladı
Boşluğa yönelmiş
Bir makineli tüfeğin
Tetiğine basar gibi.

Ferit Edgü  / Bir Gemide (1972)

Yağmur Yağmasaydı

önce yağmur vardı

adam içerden kekeme adımlarla çıktı
burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzeltti
arkadan bağlı değildi kolları
ama o bunu farketmedi
baktı bir ufka yatıp bakar gibi bir ufka
görüşçülerin arasına karıştım
oysa ben değildim aradığı

sarıldılar boynuna adamın
sarılanları tanıyordum

çok iyi tanıyordum

adam öptü onları kokladı
adam birini aradı durmadan
ben değildim aradığı
sendin
usulca ellerimi tutan

seni yağmurların aldığını biliyordu
belki bilmiyordu
adam durmadan seni aradı
adını bağırdım

duymadı

beni benden başka kimse duymadı

barbaros kafe’nin balkonunda oturuyorduk
masada bir eylemin başlangıcı duruyordu
yağmurun altında akşam oluyordu

yağmur yağmasa akşam olmayacaktı
belki bunların hiçbiri olmayacaktı

şiirden ayrılan bir dize gibi kalktın
bir dizesi eksik şiir gibi kalktın

onsekiz yaşını alıp masadan

arabaya bindirdiler adamı
buğulu cama dayadı ıslak burnunu
kolları bağlı değildi farkına varmadı
seni yağmurların aldığını biliyordu
belki bilmiyordu
baktım arkasından koştum arkasından

aramızda sekiz yıl vardı

yağmur ve akşam

bağırdığımı duymadım ama bağırdığımı biliyorum
elini aradım elin yoktu
dehşetle girdim balıkçı pazarına
işte böyle yağmurlu bir akşamdı
sakalım ve kederim yoktu önceden
ve beşiktaş’ta balıklar
    bu kadar pahalı
                değildi

kaç adam düşer balıkçı tezgahına

vurulup tezgahınıza düştüğüm bir akşamdı
kanımın balıkları boyadığı bir akşamdı

seni yağmurların aldığı bir akşamdı

seni yağmurların aldığı bir akşamdı
karnından vurulmuştu o kalbini tuttu
alnından vurulmayı sevmiyordu

            gül dese de şairler
 

kadavra gibi diktiler karnını
kalbini avuçlayarak kalktı adam
gözlüğünü aradı yüzünde
henüz gözlük kullanmıyordu bunu unuttu
bir leylak geçti önünden eflatun mu ak mı
kokusundan tanıdı bir leylak geçti önünden
baktı arkasından koştu arkasından
seni tanımıyordu bunu da unuttu

buğulu cama dayadı ıslak burnunu

yüzünün ıslaklığını yağmura yordular
belki cama dayamazdı burnunu
biryazgünü açılsaydı kapılar

biryazgünü açılsaydı kapılar
yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
ıslığımla okşayacaktım
heybetinden yanına varılmaz
                             dağları

soluğum dağ
kurdun kuşun uğramadığı taze bir şeftali
bir fesleğen bir ıtır bir sardunya kokusu
koşacaktım sana

ihtimal ben kapıyı vurmadan açacaktın

ellerimi bulacaktın
 

yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
nizamiye kapısında dururdun
güneş saçlarında dururdu
görüşçülerin gözlerinde
nöbetçinin kepinde dururdu

kimbilir ellerin nasıl dururdu

kiremit renkli aralık
beni içine alıyordu
sen yoktun
sözlerini bulamadığım
bir şarkının müziği vardı
küçük eski bir yara izi gibi
tüfeklerin dönüp baktığı
bir şarkının müziği vardı

sen yoktun

ben kederimi ellerinden tuttum

yağmur yağmasa akşam olmayacaktı
belki bunların hiçbiri olmayacaktı
yağmurda bütün ışıklar ölüyordu
sakallı bir karanlık yürüyordu
lalezar caddesi’nde çığırtkan sesleri
        sinemalar tiyatrolar sönmüştü

yıldızlar dahil lalezar caddesi ölmüştü

cafe naderi’de oturuyorduk
cadde istanbul kararıyordu
tek tek ölüyordu ışıklar
ellerin ellerimde uyuyordu
gözlerin başka söylüyordu
birden çıkardın tokalarını
saçların omuzlarından aktı

masaya bıraktın
 

furuğ’la oturmuştuk soltanpur’la kalktın
sakallı karanlık üstümüze yürüyordu
yıldızlar dahil bütün ışıklar ölüyordu
furuğ’la oturmuştuk soltanpur’la kalktın
onsekiz yaşını alıp masadan gülüm
karanlığın üstüne bir şimşek gibi çaktın

ya merg ya azadi

tahran’da akşam oluyordu
geceye dönüyordu yağmur

yoktun

zendan-e evin’de bir şafak
belki astı seni bu kapkara devrim
belki yağmura karıştın

ne asılanların arasında adın
ne yağmurda kokun

olsa duyardım
gecenin yüzüne vururdu
cubların aynasına vururdu

kalbim dururdu

kimbilir ellerim nasıl dururdu
 

kimselere sormadım seni
cublara bakarak yürüdüm
suretini düşürmedi suya
alnı açık tek bir kadın

seni kimselere sormadım
onsekiz yaşını alıp kalktın
ısrarla uçtu saçların
bir pasdar gelip yapıştı
bir pasdar bir pasdar daha

üçünü de arkamda bıraktım

üç kurşun ıslığı çalıp
 

tahran’da akşam oluyordu
geceye dönüyordu yağmur
yoktun

yağmur da yoktu

ben kederimi ellerinden tuttum
 

ıslak burnunu cama dayadı adam
ben kederimi ellerinden tuttum
kolları bağlı değildi arkadan
benim kollarımdaydı bunu unuttum

baktım arkasından koştum arkasından

yanında sen yoktun

ranzamda
açlığın buza kesen ayazında yatıyordum
çiftleşen sıçanların üzerinde
gece huzursuz bir eşkiya gibi
                            kıpırdanıyordu

uyumuyordum
sıçanlar da uyumuyordu
nöbetçiler aç değildi
onlar da uyumuyordu
 

sen
 

sen de uyumuyordun
çünkü yoktun
 

çünkü yağmur yoktu
 

sıçanlar vardı
ve en iyi onlar bilirdi
açlık grevlerinde
  ölüme yaklaşan insanı

askerlerden sonra çoğalıp
basıyorlardı koğuşu üçer beşer
kaç kez eğilip konuştum
kuşlarla anlaşamamak korkusu belki
belki sen yoktun
belki yağmur

kaç kez eğilip konuştum
 

ölüm istediği yerde istediği biçimde dursun
ben girerdim düşlerimin çatalağızlarına
çakşırları çatıları okşayan güvercinler
  uzak mavileri çağıldayan kanatlarını açardı

biz çatakta oturur zeytin ekmek yerdik

haki mintanıma yapışan çamsakızları
senin uçurduğun rüzgarları toplardı
tüfeklerin patladığı yere koyardı
kalbimi alıp oraya koyardı

bir çaylak gölgesini koyardı

vururduk çelimsiz gövdelerimizi
  çetelerin sırtlarını verdikleri dağlara
kurşunlar çıvardı da omuzverdiğimiz kayalardan
gidip çaylağın gölgesini vurmazdı

çünkü sen yoktun

çünkü yağmur yoktu
 

ben kederimi ellerinden tuttum

ellerin platin ve elmas kokuyor
bütün tarihin
   üstün başın

bunu söyleyen ilk kadın
dokunduğum ilk beyaz
                 komünist kadın
                          sendin

çünkü alamazdı kokusunu platinin ve elmasın
platin ve elmas kokan bantu kadın

babama dedesinden geçmiş bu koku
dedesinin yüzünü avuçlarına alıp
özgürlük şarkılarını fısıldadığında kulağına
                                          onun dedesi

her gece korkulu rüyalar doğurur
    beyazların kapı mandalı

babana dedesinden geçmiş bu korku
bir elinde incili ötekinde silahı
zululu savaşçı dedemin dedesini
toprağımıza evimize girip öldürüldüğünde
                        boerli dedenin dedesi

plastik bir leğende
sabun ve su içinde
annesinin rengini az ovduğu
ben karaderili çocuk
bantu çocuk
senjenina mırıldanıyorum
petrol lambasında islenen
sesinden alıp annemin

biraz daha ov anneciğim
akarnan dört kara çocuk
korkmasın
bir küçük beyaz çocuktan
biraz daha ov anneciğim

        biraz daha
 

her sabah çıkıp langatownship’ten
cilalı bir gece gibi gireyim kentlere
    alnımda karaçalı’nın alnı
biraz daha ov anneciğim biraz daha
korkulu rüyalar doğursun güpegündüz

beyazların kapı mandalı

robben island’da
bir duvar ötemde
kayalara vurduğu yerde
yıllardır kalbimi bir fındık kabuğu gibi sallayan
                            dalgalar kadar yakın
                              dalgalar kadar uzaksın bana
seni kara tenimde yürüyen bulutlar gibi
seni özgürlük
seni kurtuluş gibi düşünüyorum

karda kalmış serçe gibi üşüyorum

üşüyorum
 

düşük bir satır gibi sırıtıyor nöbetçi
ustura gibi çekiyorum kendimi ranzadan

beynimde bir taşın unufak olma isteği
 

seni kimlere sormalı
 

seni
tınısına yenilgi düşürmeyen çığlıklara sormalı

nereden geldiği bilinmez bir uğultu
                 karanlıkların yediği
düşlerimin izdüşümünü karıştırıyordu

ağaçların dalları var mıydı yok muydu

hışırtılar dallarının olduğunu düşündürüyordu

ve aslında
karanlık bir korkunun dallara çıktığı
    adımlarımızın kekelemesinden belliydi

yüreğimi ağzıma getiren kuş
baykuş demişti kırsal bir ses
mola verdiğimizde bacağını kıvırıp altına alan
başının silueti hepimizden yukarda olan

kurşunun ilk değeceği adam

yürüdük sonra
evet yürüdüğümüzü anımsıyorum

sen yoktun
 

sen hiç yoktun
gibi susuyordum
netleştirmek için

gövdemi

işkenceciyi çıldırtmış olabilir
geceye çalan sakallarımın
hep başka bir yönü göstermesi
yoksa ne diye yolmaya kalksın

olmayan sakallarımı
 

daha dün değil miydi
olmayan sakallarımın
gizli bir umut gibi

durması
 

daha dün değil miydi dediğinde
çocuk ellerimin taşladığı karga
güle güle kalkıyor bir ağaçtan
                              bir ağaca

                    o da kalkarsa
 

kaç paralık ömrün var ki kaç yıllık

                                ha ha ha ha ha ha

ama daha dün değil miydi
biz onsekiz ondokuz yaşındakilerin
uykularına basıldığında bir şafak
on yıl

                                                yaşlanması

daha dün

anımsa

anımsıyorum

yapıişçilerinin kaldıkları oda topraktı ıslaktı
bekarevlerinin duvarlarına sümüklüböcekler haritalar çizer
biz toprağa çizmiştik istanbul’un bütün sokaklarını

sonra geceye yürüdük
 

sonra geceye yürüdüm o genç ve esmer dili konuşan işçilerle
 

iki işçi yazı yazmıştı duvarlara
ihtimal elleri kanamıştı
koyarken o duvarların harcını

                         taşını

eğri büğrü yazıyorlardı
 

ne güzel yazıyorlardı
 

sonra vuruldu biri
çamura bulandı
elindeki

fırçası

ya mızıkası

ya

mızıkası
 

bir işçinin koluna girip yürümek miydi
      sözlerini bulamadığım o şarkı

tüfeklerin dönüp baktığı

tüfeklerin dönüp baktığı
      kafiye tutmaz adını
kime sorsam
metruk yapılar gibi kapatıyor

                            kapısını

sic itur ad astra
 

evet ama
önce dağlara çıkar
 

buğulanmış camdan burnunu çekti adam
aynı anda kalktı içimden bir sürü vapur
vapur düdükleri sensiz martıları vurur
ne kent taşıyabilir kederini ne deniz
lodos yüzünde bir tokat gibi durur

adam yüzünü döndü istanbul’dan
manuel marcial federico bir de ben
bir gece gizlice kaçtık leon’dan
 

bizi kamp yerine götürecek olan campesino
yorulmak nedir bilmeyen bir deli
hay dinine yandığımın az yavaş yürüsen olmaz mı
bu campesino keçi soyundan be federico
kurşun sıksan yetişmez arkasından
seni beni bulursa kurşun kampa varmadan
companeroları bulmadan
dağadamı olmadan
federico
yazık olur bize

patria libre o morir

federico söyle
hangimizin yüzünde

                     ölüm

bugün yanında olan yarın ölür
omuz başında hayali yürür

tello’yu anımsıyor musun federico
kışa dönen bir akşam gibi asıktı suratı
çevik yırtıcı bir hayvandı ormanda
fena kurşun atardı düşmana
bu adam asla ölmez derdin

kurşundan önce bulur kötü haber adamı
dağa çıktığının ilk ayı dolmadan
    terketmiş sevdiği kadın onu
federico açma şu kadın meselesini

ağlatma tello’yu

dağda bir ağaçtık suda balık ağaçta maymun
çorbasını yapıp içtiğimiz bir maymunduk biz
irileşti çenelerimiz dişlerimizi kenetlemekten
bir patika gibi tehlikeyle inceldi kaşlarımız
mümkünü yok tanıyamazdın
dağda ormanda birer hayvandık biz
buz gibi sulara girerdik sabahın köründe
      iti atsan durmaz iki dakika
tek bir çıtırtı kaçmaz nöbette
ve üstelik biliriz bu neyin çıtırtısı
hangi ağacın dalı titredi
hangi hayvan hışırdattı yaprağı
dağda ormanda birer hayvandık biz
 

ve yalnızdık onlar kadar

subtiava’da bir kızılderili vardı
akrabandı senin iyi adamdı
adiac’ın torunları der saklardı bizi
onun kulubesinde başladı ilk
ellerimizin ve kalbimizin
                büyük macerası

yıldızlara çıktık damdaki aralıktan

damdaki aralıktan

ayrılığa çıktık

ayrılık içimi macheteyle biçer
kalbimin kuytuları titredi de dağlarda

        geçmedi senden tek bir haber
 

adı neydi o kızılderilinin
iyi adamdı akrabandı senin
atabalını alıp çıkardı barrioya
barangan-bangaran
bu akşam yedide meydanda

barangan-bangaran
bu akşam yedide meydanda
 

akşam gösterilerinde yaktığımız mumlar
çobanateşleri oldu barriolarda
her barrioda dağateşleri gülüm
sizinkiler yürüdü
adiac’ın torunları

bakır ve kalay madenleri yürüdü
kauçuk plantasyonları andlar
bütün latin amerika yürüdü

kalbimin kuytuları titredi de
geçmedi senden tek bir haber

devrim kentlere yürüdü

prio reis
yaşlı kurt
jesus christ’i dinletirdin bize
dipteki masada ikimiz
ağızağıza verir konuşurduk
asımsadın mı
bira parası değil
şiir verirmiş sana ruben dario
çok yıllar geçti reis
kaldı mı bilmem
dipteki masada

izimiz

sana dağı ve hapishaneyi getirdim
                          şiiri bir de
mutlaka gelmiştir
saçlarını kestiyse bir oğlan çocuğu gibi
kara bir gözlüğün ardına gizlediyse gözlerini
yürüyüşünü ne yapsın reis

                            gülüşünü
 

gülüşü bir rüzgardı
kuşların kanadına binip giden
kuşların uçma merakına
onun rüzgarları neden

bıçaklarımla keserim gürültüyü
eski plaklardan koy
üç de bira getir reis
sen
ben
  bir de onun hayali

karşılıklı içeriz
 

kollarım bağlı
değildi
bunu
anladım

oyunhavaları
klarnet
darbuka

rakı

rakılı
uzun masalarda insan kendini eğri çakar

benim içimde zenci bir akşam vardı
pastoral bir ay utanmasız soyunuyordu
çobanköpekleri kalın havladı
kuşluk vakti sokuldum ranzama
oyunhavaları klarnet darbuka rakı
benim içimde zenci bir akşam vardı

çingeneler küstü

oyunhavaları
klarnet
darbuka
 

küstü
 

saksofona döndüm yüzümü
 

ipince girdi geceye soprano saksofon
öldürülenler ambrosia içer dedi
öldürülenlerin ölmediğini saksofon söyledi
o dere bu dere miydi diye sordum kızıl
    dere miydi kalbimin ufkuna kıvrılarak yatmış
    her kıvrımı bir başka türlü baruta batmış

allegro dedi içimdeki maystro

                        allegro be

bacaklarım uzadı da

sokaklara sığamadım

sokaklarda

sen
 

yoktun
 

ben kederimi ellerinden tuttum

arananlar listesinde afişe olmuş yüzün
şarkıların ve polisin bilmediği adını
kafiye düşmez adını
bağırsam
 
 

                            bağırsam

duvarlarda yüzün kalmış
gidip gördüm
kimseler görmedi

ellerimi yüzüme sürdüm

ellerim yüzümde geziyorum

yağmurlar yağmazdı eskiden böyle

günlerdir yüzümün ıslaklığını yağmura yordum

sen yoktun
belki yağmur

ben kederimi ellerinden tuttum

kalkıp oynayabildiğime göre despina’da
    oyunhavaları da bilmem üstelik
kollarım bağlı değildi bunu anladım
çingeneler klarnet darbuka rakı
kalkıp oynayabildiğime göre despina’da
kollarım bağlı değildi

                                bunu anladım
 

yanımdaki kadın kimdi

sen değildin buna eminim
senin ellerinden elleri vardı
belki bu yüzden vardı
ve hatta gözlerinden gözleri vardı
belki bu yüzden vardı
ama sen değildin

buna eminim

gülüşün bir rüzgardı senin
kuşların kanadına binip giden
kuşların uçma merakına
senin rüzgarların neden

nerdesin
 
 
 
 
 
 

musluğu açan ellerinde
belli değil
su mu akardı

            gümüş mü

nerdesin
 

yoruldu kalbim
kadınlarda
aramaktan
seni

tüketiyorum onları

kendimi
 

                            nerdesin
 

bir akşam vakti zifiri düşündüm

bir tuhaf dursa da kadifeler

                                hatmiler

        cudi dağı’nın cayırtısına sarınıp yürüdüm
 

kolu kanadı kırık bir çıkrık gibi duruyor evin
az ötede suluboya bir dere akıyor gibi
                                              akmıyor gibi
çocukların çite yaslanmış hayali bakıyor gibi
                                                        bakmıyor gibi
 

duvarlardaki kurşun oyuklarına batıyor
uzayan gölgeleri

                fısıltılarımızın
 
 

baban
o dev gibi adam
varla yok
      arası

kendi dilinde gizlice büyüyor küçük kardeşin
örüp çözüyor
çözüp örüyor saçlarını annen
    gölgesi geceden kara
bir gülebilse
nar gibi saçılacak odaya

kahkahan
 

şilan
muhtar fena adam
ihbar edecek beni
korucu düdükleri
yırtıyor geceyi

    korkudan

kalbimin haritaları karıştı
birbirine çıkmıyor yolları
ne izin var yırtılan gecede
ne kederimde tutunacak bir dal

hoşçakal şilan’ın annesi
babası kardeşi

                ülkesi
 
 

hoşçakal
 

dedesi bırakmıyor yatmaya
martıları kanatsız düşünmek
 

gözümü açıyorum turuncudan kırmızıya
 
 

çünkü yakamozlar aklımı çeliyor
 

bu bağırmak ne ayışığı
 

                            Ocak 1988 – Mart 1990
 
 

NOTLAR

lalezar caddesi
Tahran’da bir cadde ; sinemaları, tiyatroları ve eğlence yerleriyle ünlü.

furuğ farrohzad (1934 – 1966)
Şiirleri bir çok dile çevrilen ünlü kadın şair. Çağdaş İran Şiiri’nin önde gelen adlarından. Aynı zamanda sinemacıdır.

Said soltanpur
İranlı şair Soltanpur. Şah’ın devrilmesinden sonra ülkesine dönüyor ve politik içerikli sokak tiyatrosu yapıyor. 19 Haziran 1981’de, Humeyni iktidarı tarafından idam ediliyor.

ya merg ya azadi
Ya özgürlük ya ölüm.

zendan-e evin
Tahran’ın kuzeyinde, infazları ve işkenceleriyle ünlü olan cezaevi.

cub
Tahran’da ve kimi başka kentlerde, caddelerin her iki yanından akan su kanalları.

pasdar
Devrim muhafızı.

boer
Afrikaaner.

bantu
Siyah.

senjenina
Güney Afrika’da, eşleri cezaevine düşen kadınların çocuklarına okudukları bir tür ağıtninni.

akarnan
Henüz çocukken, babası, Arkadya kralı Phegeus tarafından öldürülen Akarnan’ın annesi, tanrı Zeus’tan oğlunun çabuk büyümesini dilemiş. Akarnan, bir kaç ay içinde ergenlik çağına ermiş ve babasının öcünü almış.

karaçalı
The Black Pimpernal
Mandela’ya halkın taktığı ad. Bu da mandela’yı Güney Afrika efsanesinin baş kahramanı yapıyor.

langatownship
Büyük kentlerin yakınlarında kurulan ve siyahların oturmak zorunda oldukları gettolar.

robben island
Capetown açıklarındaki bir adaya yapılmış ve Mandela’nın da uzun yıllar yattığı bir zindan.

sic itur ad astra
Bu kapılardan insan yıldızlara çıkar.
Nikaragua’da, Hukuk Fakültesi’nin kapısında yazılı olan bir özdeyiş.

leon
Kent.

campesino
Kırsal kesimde yaşayan erkek. Köylü erkek.

companero
Yoldaş.

patria libre o morir
Ya özgürlük ya ölüm.

subtiava
FSLN’nin kurulduğu ve örgütlü mücadeleye başladığı ilk yıllarda en güçlü olduğu bölge.

adiac
Efsanevi bir kızılderili lideri.

machete
Kamış kesmekte kullanılan büyük ve ağır pala.

atabal
Altı bakır ya da pirinç olan büyük bir davul.

barrio
Mahalle.

ruben dario (1867 – 1916)
Nikaragualı bir şair.

tacho
Somoza’ya takılan bir ad.

ambrosia
Büyülü bal.
Olympos tanrıları bu balla beslenirlermiş. Ölümsüz anlamına geliyor. Bu bal insanlara içirildiğinde, onlara gençlik, mutluluk ve ölümsüzlük sağlarmış.

Rondo

Rondo- sevgi bazen yok olur

sönüşünde gözlerin,
ve sönmüş gözlerine
bakarız sevginin.

Dokunur kirpiklerimize duman,
kraterden yükselen soğuk;
sadece bir defa tuttu
nefesini, korkunç boşluk.

Ölü gözleri
gördük ve unutmadık asla.
Sevgidir en uzun süren
ve tanımaz bizi bir daha.

Ingeborg Bachmann
Çeviren: Ahmet Cemal

Yürekten düşkünsen karına

Yürekten düşkünsen karına, ruhunu bir tek kadına vermişsen,
başını eğ ve boyunduruğa hazırla boynunu.
Asla bulamazsın âşığını esirgeyen kadını: Kendisi alevler içinde yansa bile,
hoşlanır âşığına eziyet etmekten, onu darmadağın etmekten;
bu yüzden, çok daha az yararlıdır karısı kocasından,
adam ne kadar iyi olursa, o kadar istenen bir koca olur.
Kadının gönlü yoksa, hiçbir şey alamazsın, istemezse.
Senin adına sever ya da sevmez: döndürür kapıdan,
gittikçe yaşlanan, ilk sakalını kapının gördüğü arkadaşını.
Muhabbet tellalları, gladyatör eğiticileri, arenanın kibar adamları
vasiyetnamelerini gönüllerince yazabildikleri halde,
sana birden çok rakip mirasçı kaydedilir.
“Çarmıha gerin köleyi.”
“Ama bu köle hangi suçu işledi ki kurban edilsin?
Tanığın nerde? Muhbir kim? Hiç olmazsa bir dinle;
bir adamın yaşamı söz konusu olduğunda, uzun sayılmaz hiç bir gecikme?”
“Seni akılsız, bir köleyi adam yerine koyuyorsun, öyle mi?
Hiçbir şey yapmadı ha? Öyle olsun:
Ben bunu istiyorum, böyle emrediyorum, isteğim senet yerine geçsin.”
Böylece hüküm kurar erkeği üstünde. Ama kurar kurmaz bırakır,
Bir evden diğerine gider, duvağını aşındırır,
uçup kaçar ve geri döner yüzüstü bıraktığı yatağının anılarına;
az önce süslenmiş kapısını terk eder, duvarda asılı kumaşları,
evinin tentelerini, eşikte hâlâ yeşil kalmış dalları.,
Böylece koca sayısı çoğalır, sekiz kocası olur beş sonbaharda bir;
mezarına yazılmaya değer bir olay doğrusu.

Iuvenalis / Yergiler / (Satura VI-210-230)
Çeviren: Çiğdem Dürüşken / Alova

Birakujî nedir?

Bin dokuz yüz doksan dört. Haziran. Şairim, ağabeyim Abdulla Peşêw, göğsünden hiç çıkarmadığı kalbiyle uzun bir geceye başlar. Yazacağı şiire bir ad bulmasına gerek yoktur. Şiirin adı, Güney jargonunda “partî” ve “yekîtî” olarak anılan iki Kürt partisinin adını çoktan koydukları bir vahşet olarak her sokakta, her dağda uğulduyordur: “Birakujî” (kardeş katli).

Şairin sözünü şiir yapacağı uzun bir gecedir bu. Her bir dizeyi sadece bir kere yazar. Pimpirikli şairler gibi dönüp tek bir dizeye bakmaz. “Ev ne helbest e, helwest e” (Şiir değil, bir tavır bu) der. Kürtler, “kurt soylu çobanlar” gibi “açlıktan kırılan çocukları siper ederek” birbirlerinin kanını iştahla döküyorlardır Hewlêr’de de.

Bütün Hewlêr şairin o gece o şiiri yazdığını biliyordur. Sabah herkes erkenden uyanır, şiiri dinleyen ilk kişilerden olmayı umar. Şair uyumamıştır. Evin basık kapısından çıkar. Sokağında biriken yüzlere bakmaz, onları görmez, onlara selam vermez. Elindeki şiir ilk kez rüzgâra değerken yüzündeki taze çiyin sesini fark eder. Ama mutlu olacak bir şey değildir bu. Hatta serçelerin kardeş çağrısı, hatta erken sabahın toprak kokusu bile. Şair yürür.

“Bugün şiirlik bir gün değil
Kendi kendime terennüm ediyorum işte 
Son derece sade bir dille söylüyorum size: 
Kürt olup bir Kürdü öldüren kişi 
Piçtir, alçaktır, pezevenktir!” 

Şair yürür, “dağdaki taşlardan da çıplak” bir ulusun sakatlanmış ruhuna doğru.

Şehir yürür. Dört bir yan bir meydana akar. Kardeşin göğsüne uzanan namlular merakla susar. Bebeklerin ağlaması kesilir. Anneler tülbentlerinin ucunu ağızlarına tutar. Bir ayak ve bir kol değneğiyle yürüyen bir adam durup terini siler. Genç bir kadın ellerine ellerini ilk kez görüyormuş gibi uzun uzun bakar. Güneş birbirini iştahla acıtan adamların yüzünde şavkır. Şehir sessizliğe keser.

Moskova’da yaşadığı öğrenci yurdunun gri yankısını saçlarına döken şair, iç cebindeki kırmızı zarftaki mektubu ikinci kalbi bilen şair, bir bahçenin kederli mevsimini süren şair nereden sapsa, arkasındaki mahcup nehir o yöne doğru değiştirir yatağını. Enfal’in yetim çocukları, çöllerden türeyen kâbusu görmüş kadınları, kekeme bir ağaç gibi büyümüş adamlarıyla sessiz bir kervan, artık özgür ama delik deşik evlerin içinden akıp geniş, tozlu bir meydana birikir. Şair de meydanın ortasına uzun boyu ve kıvırcık sakallarıyla varır.

Adı ortalıkta çınlayan şiiri bütün şehir etrafında toplanmamış gibi, çıldırmış bir şerh gibi okumaya başlar. Kimsenin yüzüne bakmadan, kimin ikna olduğunu merak etmeden, binlerce başın üstündeki yerlerde tüten yorgun dumanlara baka baka, okur. Sesinin karanlık rengi, çıt çıkarmadan dinleyen çocuk ulusun ruhuna çarpar.

Tek bir dizesi tekrar yazılmamış şiir uzar. Kurumuş pınarları uyandırır uykudan, gölgeleri kabartır, buzulları ağlatır, mezar taşlarını toza bular, yaprakları karartır. Büyük şair, başka bir büyük şairi, doksan yedi yıl önce bin sekiz yüz doksan yedide ölmüş ölümsüz Koyî’yi çağırır imdada:

Diz çöktüm önünde
Ona secde ettim
Koyî dedim, darmadağınım ben
Eğdi başını
Elini kalbine götürdü
Dedi: Yiğitsen dirilt beni
Dedim: Efendim, İsa değilim ki ben
Nasıl dirilteyim seni, söyle
Dedi: Beni çıkar bu mezardan
Düşmanlığı koy benim yerime!

“Siz” der meydan-ı mahşere, “renkleri de böldünüz siz, sözcükleri, su ve ateşi, hatta orospuları, hırsızları, soyguncuları bölüştünüz, el alemin bir tarihi var, bizim iki!” BAAS’ın başlattığı Enfal tertelesini (soykırım) kırılmadığı sürece devam ettirecek işlek bir saattir birakujî. Ama şair bölecektir herkesin uykusunu, saati tuzla buz edecek, dalgaları ayaklandıracak, mayalanmış havayı kızıştıracak, “iki kör atın çektiği bir faytona” doluşmuş halkı utandıracak ve o iki kör ata leziz bir menü sunacaktır:

Üç yıllık birakujînin
Şehitlerinin kaburgalarından
Çetin ve gür bir orman
Yığın önlerine
Yiyecekleri gözyaşı olsun
Üç öğünleri azar azar kan!

Şairin zehirli öfkesi, birbirinin kanını akıtan öfke kardeşliğini önüne katar. Ceset kokusu tüten dizeler, yeni bir kesik gibi sıcak bir merakla açılır. Hatta müjdeler:

Müjdeler olsun, ölmüyoruz artık
Önderlik edemeyen önderler sayesinde
Her bir Kürt bir sayıdır artık
Yabancı bankaların bilgisayarlarının belleğinde!

Dizeler sürer hükmünü girgin sözcüklerin. Bakın, der, bakın, Batı’da güçlü pazuları olan bulaşıkçılara ihtiyaç var. Çöpçülük için sizden iyisi bulunmaz, Einstein çırak olur size. Mesela Adam Smith ve Kissenger ezilenlerin yurduna geldiklerinde önce bir çaycı alırlar konsolosluğa, bir de kapıya tüfekli bir er. Pek başarılıdır düşmanın stratejisi, ama taktik için boşalır şarjörler:

Bulup birini getirirler soyumuzu kurutmak için
O gelemezse eğer
Bizi birbirimizi öldürmeye alıştırırlar
Kimse ayıplamasın onları
Çoban çobandır hep
Koyunsa koyun
Ölene kadar
Kimse onları eleştirmesin!

Şiir biter, söz kalmaz. Şair geniş adımlarla dün birbirine ateş etmiş ve yarın birbirine ateş edecek günahkâr denizi Hz. Musa gibi ikiye yararak Helsinki sokaklarına varır. Bir daha dönmez. Bir daha dönmeyecektir. Birakujîyi bizzat o başlatmış, o sürdürmüş, o alevlendirmiş gibi utanca gömülür.

Aradan sekiz yıl geçer. Birakujî biter. Devlet olunur. Beşikteki bebekler serpilir. Bir kadın ellerine alışır. Sonunda ısrarlı çağrılardan birini kabul ederek döner. Hewlêr’de hınca hınç bir salonda şairi beklerler. Şair, kırçıl saçları ve dağdan yeni inmiş bir pêşmerge gibi yankılı adımlarıyla sahneye yürür. Bu kez, “burayı Abu Dabi gibi yaptınız bakıyorum, ama kültür nerede?” diye sorar. O salonda okuduğu her şiiri bir ağızdan yankılayan iki bin kişi dahil kimse onu anlamamıştır. Çürüdü, bir daha yeşermez denen birakujî tohumu, on beş yıl sonra bu kez Şengal’de filiz verir!

Birakujî ne midir? Birakujî, hiçbir Kürdün duymaya tahammülü olmayan bir sözcüktür. Bütün Kürtlerin bir olup beraber işledikleri bir cinayettir. Bütün Kürtlerin bir olup işledikleri cinayete beraber tanık olmalarıdır.

Ama ruhumuzun dibindeki bu vahşi dürtüyü unutmuştuk nicedir. Hayatımızdan çıkmıştı. Bir cinayet işlemiş, bu cinayete tanıklık etmiş ve herkesin unuttuğunu sanmıştık…

Birakujî, her birimizin şiir yazmadan, sabahlamadan, bir meydana yürümeden, yüzünde taze çiyin sesini fark etmeden, kirli bir kalabalığı ikiye bölmeden de her şeyi terk edip dünyanın en uzak köşesine gideceği, tarihteki bütün kabahatleri işlemiş gibi başını ellerinin arasına alarak ölünceye kadar dışarıya bakamayacağı bir şeydir!

Selim Temo

Sedan Sal e

Sedan sal e
Di mala xwe yî wêran de
Ez pisîka kor î kuncikê midbexa siltan im
Sedan sal e
Hewş û ber hewşa min vala ye
Li ber deriyê dizên xwe pasewan im.
Sedan sal e
Weke çengek dan
Aşê dîrokê ez avêtime
Her çar dorê’m qulên gêrika ne û
Mûrî dev dane nava min
Sedan sal e
Tasa serê’m minare ye
Kî tê û dengê xwe tê de hildide
Sedan sal e
Niştimana min nêrgele ye
Kî tê li devê xwe digire
Sedan sal e
Li ber derê tekiya dinê
Cotek solên bipîne me
Kî min li xwe dike
Ji bo wî me
Sedan sal e
Piştî terîşekê
Têm avêtin
Sedan sal e
Piştî pînekê
Min li xwe dikin
Ez pişteke birîndar im
Li ber qamçiyê xwe rabûme
Ez lehiyek bêxuy im
Li ber keviyan rabûme
Ku dor li min teng kirine
Ez danaynim!
Careke din ranazim ez
Bê aram im
Arama min çirayek bû
Bareşê dora min
Xwîna wê rijand
Bê rehm im
Rehma min deryayek bû
Bi yek bêhnê vexwarin ew
Ez danaynim
Careke din ranazim ez
Ku ez dan bim
Kanî îmkan?
An ez an mûrî!
Ku ez xwîn bim
Kanî îmkan?
An ez an zîlo!
Xayîn in ewên dibêjin
“Dan û mûrî birayên hev in“
Xayîn in ewên dibêjin
“Xwîn û zîlo birayên hev in“
 Xayîn in ewên dibêjin
“Masî û çengel
Dest û derzî
Werîs û gerden
Dûzan û mû birayên hev in“
Werin xelkno!
Ji nêçîr û birînê bipirsin
Bêjin Xwedêkî
Xencer heye birîn derman bike?
Nêçîrvan heye, nêçîr nexwe?
De xelkno!
Ji kayê bipirsin
Tu car agirê sar dîtiye?
Ji hêlîna teyr bipirsin
Bi niyeta maçê tu car mar devê xwe kiriye wê?
De ji dara berrû bipirsin
Bivir dîtiye darbirr nebe?
De ji kerekê jî bipirsin
Gur dîtiye kerxwur nebe?
Xayîn in ewên dibêjin
“Marê şîrînjahr jî heye”
Xayîn in ewên dibêjin
“Bivrê birê dar jî heye”

Ez pişteke birîndar im
Li ber qamçiyê xwe rabûme
Ez lehiyek bêxuy im
Li ber keviyan rabûme
Ku dor li min teng kirine
Ez danaynim!
Careke din ranazim ez

Ebdulla Peşew