kağıt (hamur) anneyse kalem de babadır

Defterler eski elbise dolabında,
gündüzleri açık artırmada!
Geceyse uzun yollar giyinir
          ve uyur,
Göksüz küçük yıldızımız!
Kızları boyladı.

(Levh-i Mahfuz)
Saklı Kitap

Akaşa -akaşik kayıt- dünta belleği.

* Eğer kağıt (hamur) anneyse kalem de babadır ve her sözcük içindeki herflerin diziliş bağlantılarıyla
avlularda, bahçelerde, kumda oynayan kardeşlerin kendilerine ördükleri zarif ilmeklerdir. Beyaz perde gergin bir çarşafsa (duvar) sinemada onu örten kıvrımlı ağır kumaş da annenin eteğidir, yavaş kalkınca duvardaki gölgeler göze geri döner.
Nilgün Marmara

Menekşe Alanı

Geçmişe doğru bir yükselmeyle elde edilen herhangi bir menekşe alanı, düşlerin kurulduğu ve orada tutsaklandığı bölge; kendini ancak bizim imgelememizde var kılan ve hep orada yinelenen mor şenlik türküsü.

Nilgün Marmara
Kağıtlar / Everest Yayınları / 2016

Sıradan Pencereler

Erkekler o gerçekleri taşıyamaz.

Neredeyse hiçbiri kadınların gizledikleri gerçekleri bilerek yaşamayı sürdüremez.

Kendilerine duydukları güven, büyük ölçüde kendilerine söylenen yalanlara dayanıyor çünkü.

Kadınların söyledikleri yalanların erkeklere yapılan bir iyilik mi yoksa kötülük mü olduğuna karar vermek çok zor.

Hangisi daha vahşice olurdu?

Gerçeği söylemek mi, saklamak mı?

Havuzun kenarındaki şemsiyelerle şezlongları kaldırmışlar. Yaz günlerinde üç-dört garsonun çalıştığı büfe boş raflarıyla geniş bir oyuk gibi gözüküyor, büyük buzdolabının kapısına bir asma kilit takmışlar.

Ortalıkta kimsecikler yok.

Hafif bir yağmur çiseliyor.

Suyun üstünde bir iki kuru yaprak yüzüyor.

Mevsim kapanmış ama suyun temiz tutulması için çalıştırılan motorun vınıltısı duyuluyor, belki yüzmek isteyen birileri çıkar diye suyu hálá temizliyorlar.

Gökyüzü kapalı ama hava ılık.

Suya girdiğinde önce bir serinlik hissediyorsun, sonra ateşe batmışsın gibi bir yanma yayılıyor her yanına, kuvvetli kulaçlarla ısınmaya çalışıyorsun.

Tek kişilik bir “yaza veda” partisi bu.

Terk edilmiş havuzda, zaman zaman avucuma takılan kuru yaprakların arasında yüzerken garip bir sevinç de duyuyorum, sonbaharın tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Arada bir sütunların arasından bir görevli şaşkın gözlerle bana bakıyor, eylülün son günlerinde yüzen bir adamın suyun içinde taş kesilip dibe batmasını bekliyor sanırım.

Sırtüstü yüzerken uzaktaki apartmanların üst katlarını görüyorum.

Birbirlerine benziyorlar.

O sıradanlığın içinde nelerin gizlendiğini merak ediyorum.

Mesleki bir çarpılma belki de bu, gördüğüm her şeyde görülmeyen bir şeyler olduğuna inanmak.

O evlerin her birinde de görülmeyen, anlatılmayan, saklanan bir şeyler olduğuna eminim.

Bir şeyler saklıyorlar.

Havuzun bir ucundan bir ucuna gidip gelirken yüzümde bir gülümseme yaratan hınzır bir hayal de dolaşıyor aklımda.

Türlü tuhaf meselelere aklını takan bütün erkeklere, kadınlarının kendilerinden neler gizlediklerini söyleyiverseler mesela.

Kötü kalpli biri, aynı anda bütün erkeklere kadınların onlardan gizli neler yaptığını, neler düşündüğünü, neler hayal ettiğini anlatsa.

Sanırım dehşet filmlerindeki gibi bir sahne yaşanırdı.

Sokaklar, bir yerden bir yere çılgınca koşan erkeklerle, çarpışan arabalarla, çığlıklarla, küfürlerle dolardı.

Hayatın diğer alanlarında olup bitenlere ilgilerini tümüyle yitiren erkekler kadınlarına ait gerçeklerin daha fazlasını, nedenini, ayrıntısını öğrenebilmek için kıyamet kısrakları gibi koşarlardı.

Yaşanan görünür huzuru, belki de söylenmeyen gerçeklere borçluyuz.

Saklananlara.

Kadınların çok büyük kısmının erkeklere asla anlatmadıkları sırları var.

Zihinlerinin özenle kilitlenmiş bölümlerinde erkeklere göstermedikleri duyguları, maceraları, hayalleri, hatıraları duruyor.

Taa çocukluklarından beri babalarına, ağabeylerine, arkadaşlarına yalan söylemek zorunda bırakılan, baskılar sonucunda bir tür yalan eğitiminden geçen kadınlar iki şeyden çok eminler, erkeklerin onların gizlediği bir şeyler olduğunu asla anlayamayacağından ve o koca adamların gerçekleri taşıyacak kadar güçlü olmadıklarından.

Eğer biri, kadınları “ne saklıyorlar” diye dikkatle izlemeye koyulursa, ışıksız bir yeraltı labirentine düşmüş gibi zamanla gözleri karanlığa alışır ve birbirine benzer küçük işaretler görmeye başlar.

Biriktirdiği o işaretleri bir araya getirdiğinde ise bir definenin haritasını ele geçirir.

Kadınlar erkekleri tanıyor ama birbirlerini pek tanımıyorlar.

Ve, sır saklama biçiminin neredeyse hepsinde aynı olduğunu bilmiyorlar.

Hepsi birbirine benzer sırları, zihinlerinin birbirlerine benzeyen bölümlerine, bir cevizi ağaç kovuğuna saklayan sincap gibi aynı mimiklerle ve jestlerle bırakıyor.

Bir erkek, sakladıkları gerçeklerden birinin yanından farkına varmadan geçerse yüzlerinde aynı uçuk pembelik bir anlığına beliriyor.

Aynı kaçamak gülüş.

Konuları değiştirmek için yapılan o aynı muhteşem manevra.

Üstlerine gidildiğinde aynı sinirli tepki.

Birisi, erkeklere o gizli araziye girişin yolunu gösterse…

Bütün erkekler gerçekleri öğrense.

Sanırım, bu konuda kadınlar haklı.

Erkekler o gerçekleri taşıyamaz.

Neredeyse hiçbiri kadınların gizledikleri gerçekleri bilerek yaşamayı sürdüremez.

Kendilerine duydukları güven, büyük ölçüde kendilerine söylenen yalanlara dayanıyor çünkü.

Kadınların söyledikleri yalanların erkeklere yapılan bir iyilik mi yoksa kötülük mü olduğuna karar vermek çok zor.

Hangisi daha vahşice olurdu?

Gerçeği söylemek mi, saklamak mı?

Bazen kadınlar taşıdıkları sırlardan yorulduklarında, kaçmaktan sıkılan bir suçlu gibi yakalanmayı arzularlar.

Ama çok açık, çok berrak bir arzu değildir bu, yakalanma isteği, yakalandığında olacaklardan duyulan korkuyla çatışır.

Onun için açıkça bir şey söylemezler ama yakalanmalarına yol açacak ipuçlarını erkeklere verirler; anlamsız gözüken bir cümleyle, bilmemesi gereken bir konuda sergilediği bir bilgiyle, kuşkulandırıcı kaygan bir gülüşle erkeği soru sormaya kışkırtırlar.

Sanırım çok az erkek karşılaştığı bu “olağandışılıkla” ilgilenip soru sorar.

Bu ilgisizlik, onların işaretler karşısındaki duyarsızlıklarından mı yoksa bilinçaltlarında hep yaşattıkları tuhaf korkudan mı kaynaklanıyor, bunu bilmek çok zor.

Hep öğrenmek ister gibi gözükmelerine rağmen belki de öğrenmek istemiyorlar.

Bütün dünyayı yöneten, savaşlar çıkartan, cinayetler işleyen, bin bir entrika çevirebilen, büyük servetleri idare eden, istihbarat teşkilatları kuran erkeklerin, konu kadınların sırları olduğunda böylesine aptallaşıp saflaşması insanı kuşkuya düşürüyor.

Büyük bir ihtimalle onlar kadınların gizlediklerinin peşine düşmekten korkuyorlar.

Bu, sadece karşılaşacaklarını taşıyamama endişesinden değil.

Daha ürkütücü bir başka tehlike var onlar için.

Bir kadının sırrını çözmeye çalışan erkek, o kadında kaybolur.

Yakalamaya uğraştığı sırrın kölesi olur.

Bütün hayatı, bir kadının karanlığı içinde kör bir yarasa gibi duvarlara çarpa çarpa parçalara bölünür.

Her bir sır için zamanını, ruhunu, varlığını feda eder ve her sırrın arkasından yeni bir sır çıkar önüne.

Bu, öylesine dehşet verici bir kısır döngüdür ki, kadının sırrının peşine düşen erkek bulduğu her ipucuyla ulaşmaya çalıştığı gerçeğin ve o gerçeği içinde saklayan kadının esiri haline gelip bir daha kolay kolay uzaklaşamaz.

Bağımlılık yaratan, hiç çözülmeyen sonsuz bir bilmeceye dönüşür kadın.

Bu duruma düşen erkeğe, gerçeği bir eroinmana eroin verir gibi parça parça verir kadın.

O gerçeğin o erkeği çökertişini izler.

Her çöküşte erkek kadına bağlanırken, kadın erkekten uzaklaşır.

Belki de, kadınların zaman zaman yakalanmak istemelerinde bu oyunu oynama arzusu da vardır, gerçeği ilk gördüğünde silkinip kaçamayan ya da bu gerçeği sağlam bir biçimde taşıyamayan erkeğin köleleşeceğini sezerler.

Bir jileti etine sürmek gibidir bu.

Ürpertici, korkutucu, tehlikeli ve heyecan verici.

Erkek gerçeğe yaklaştığında belki sadece korkudan değil bu tuhaf heyecandan kızarır kadınların yüzü.

Kadınların sakladıkları gerçekleri öğrenmek tehlikelidir.

Çok iyi tanıdığınızı sandığınız birini hiç tanımadığınızı anlayabilirsiniz.

Bir yanıyla size çok yakın olan birinin bir yanıyla çok uzak olduğunu görmek şaşırtır sizi.

Ve, bir erkek aradaki o mesafeyi nasıl dolduracağını hiç bilemez.

O mesafenin neden oluştuğunu da…

Belki de birçok kadının o mesafeye, kendilerine ait gizli bir hayata ihtiyacı vardır.

Yalnız başlarına, sadece kendilerine ait maceralarla ve hayallerle dolaşacakları bir alana.

Erkeklerin pek tanımadığı bir bahçedir orası.

Bir erkeğin kolayca sahip olamayacağı bir bahçe.

Kadını o gizli bahçesinin varlığını bilerek kabul edebilir mi bir erkek?

Kadınlar, kabul edemeyeceğine inanır.

O bahçeyi saklarlar onun için.

Serin bir sonbahar havuzunda avuçlarıma kuru yapraklar değdiğini hissederek yüzerken gördüğüm o sıradan evlerin içlerinde gizli bahçeler var.

Pencereleri ne kadar da birbirine benziyor…

Ne kadar da sıradan görünüyorlar.

Birisi, erkeklere bütün gerçekleri söylese…

Kadınların aklından geçenleri…

Hepsini…

O sakin kadınların rüyalarında gördüklerini…

Bir erkeğin giremeyeceği, sahip olamayacağı karanlık bölgeler.

Bütün bunları bilerek bir erkek bir kadınla mutlu olabilir mi?

Tek hecelik bir değişiklik herkesi mutlu edebilir belki de, “benim olsun” yerine “benimle olsun” diyebilmek…

Aradaki o küçük “le” hecesi…

Bir hece…

Birçok hayatı mutsuz kılan küçük bir hece.

O hecenin üstesinden gelmek zor, değil mi?

“Senin söylediğinden fazlasını sana sormam, benim söylediğimden fazlasını bana sorma” diyen, herkesi kendi gizli bahçesinde özgür bırakan, gerçekleri korkulacak tehlikeler olmaktan çıkaran bir anlaşma…

Bu yapılabilseydi eğer birçok hayat ne kadar farklı yaşanırdı.

Erkekler gerçeklerden bu kadar korkmaz, kadınlar gizli bahçelerinde bu kadar ürpererek dolaşmazlardı.

Yağmur çiseliyor.

Kimse yok.

Şezlongları çoktan kaldırmışlar.

Yağmurla titreyen bir havuzda yüzüyorum.

Uzaktan evler gözüküyor.

Sıradan evler.

İçleri tene değen jilet gibi ürpertici gerçeklerle dolu.

Kimsenin bilmediği, kimsenin sormaya cesaret edemediği gerçekler.

Hayatı böylesine eğlenceli kılan da belki bu.

Yağmurda yüzmek gibi…

Havuzda yağmurdan ıslanıyorsun…

Ahmet Altan

Huzursuz Ruhlar

Birisini çok sevseniz…

Ona aşık olsanız…

Hayranlık, dostluk ve şefkat bu aşkınızı beslese…

Yıllarınızı birlikte geçirseniz…

Onun için dünyanın en unutulmaz şiirlerini yazsanız…

Ve, bir gün sizi yapayalnız bırakıp ölse…

Perdelerinizi kapatıp her yanında onun izleri olan evinize kapansanız…

Artık yanınızda olmayan sevdiğinizin anılarını düşünseniz…

Sonra, artık size sahipsiz görünen odalardan birine girip onun dolabını açsanız…

İçinde isimler olan bir defter bulsanız…

Sevdiğinizin sizinle beraberken seviştiği ya da sevişmeyi düşündüğü insanların adları, uzun bir liste olarak yazılı olsa orada…

Ne yaparsınız?

Ne hissedersiniz?

Ünlü Fransız şair Aragon, karısı romancı Elsa Triolet öldükten sonra böyle bir liste bulmuştu işte.

Sevdiği kadının seviştiği erkekler…

Yediği bu darbenin ağırlığından uzun zaman kurtulamadı Aragon.

Çok ağır yaralanmıştı.

Ölüm, onların gelecekte birlikte yaşayacaklarını çalıp almış, ona sevdiği kadının bulunmadığı bir gelecek bırakmıştı; bulduğu defter de şimdi geçmişini alıp götürüyor, geçmişi lekeli bir boşluğa döndürüyordu.

Sevdiği insandan ona kalan anıların hepsi şüpheli gölgelerle kaplanıyordu.

Hesap sorabileceği, “niye yaptın” diyebileceği kimse yoktu.

Herhalde, ölene kadar Elsa’nın neden bunu yaptığını merak etti.

Üstelik bu cevabı kolay bulunabilecek bir soru da değildi.

Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandı.

Elsa için yazdığı şiirler neredeyse bütün dünya tarafından ezbere biliniyordu.

“Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”

O “derin gözlerin” sahibi onu aldatmıştı.

Bir kadının isteyebileceği nerdeyse her şeye sahip olan kocasını bırakıp onunla kıyaslanamayacak bir defter dolusu erkekle birlikte olmuştu.

Bir kadın bunu niye yapar?

Kocasıyla birlikte efsaneleşmiş bir aşkın sembolü olarak görülen, adı kocası tarafından aşkla özdeşleştirilmiş, dünyanın en bilinen şiirlerine kendi ismi verilmiş bir kadın niye yapar bunu?

Sadece kocasını, sadece bütün dünyaya “Elsa’nın gözleri” şiirini ezberletmiş bir şairi değil, onların isimlerini kendi aşklarına katmış milyonlarca insanı da aldatmıştı.

Sanırım, bunun cevabı, Elsa Triolet’nin büyük bir açık yüreklilikle tutulmuş günlüklerindeki bir satırda gizli.

“Herkes beni sevsin, bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum.”

Dünyanın belki de en korkunç hastalığına tutulmuş, daha doğrusu bu hastalıkla doğmuştu, “herkes tarafından sevilme ve beğenilme” hastalığı onu daha doğarken yakalamıştı.

Öylesine büyük ve imkansız bir şey istiyordu ki bu isteğinin tatmin edilmesi, onun bu tatminle huzura ermesi imkansızdı.

Bu hastalığa tutulmuş herkes gibi neredeyse tüm hayatını huzursuzlukla ve mutsuzlukla geçirmek zorundaydı.

Böyle birine dünyanın en büyük aşkını, dünyanın en iyi şairlerinden birini, yeteneği, başarıyı, kendisine ve kocasına hayranlık duyan bir kalabalığı verseniz de onun elde ettikleriyle yetinmesi mümkün değildi.

Tanrının niye bazı insanlara bu acı dolu hastalığı verdiğini bilmiyorum.

Gerçi yeryüzündeki herkeste bir “sevilme” isteği, beğenilme arzusu vardır ama bütün hayatının yönetimini bu tutkunun emrine vermek çok daha başka bir şeydir.

Neredeyse bütün erkekleri ya da kadınları tek bir insan gibi görüp onların hepsini tek bir insanı kendine aşık eder gibi kendine aşık etmeye çalışmak, aralarından biri bile kendisine yeterli ilgiyi göstermeyince herkes kendini terk etmiş gibi hissetmek, sürekli acı çektirir insana.

Böyle biri kaçınılmaz olarak kendini sevenlerle değil sevmeyenlerle, beğenenlerle değil beğenmeyenlerle ilgilenecektir.

Hep acı ve kırgınlık olacaktır hayatında.

Bir insan niye bu kadar çok sevilmek ister?

Niye diğer insanları hayatının merkezine yerleştirir?

Onların söyledikleri her söz içinde yankılanır, onların bakışlarından, seslerinden anlamlar çıkarmaya çalışır?

Bu kadar çok insanı ruhuna sığdırmaya uğraştığına göre büyük bir boşluk olmalı ruhunda, doldurulması zor bir boşluk.

Nedir o?

Ne yaratır o boşluğu?

“Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa’nın
Gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri.”

Bu mısraların bile dolduramayacağı o boşluk nasıl yerleşir bir insanın içine?

Şiire biraz meraklı her aşık sizin adınızı sevdiğine söylerken siz kendinizi nasıl bu kadar yalnız hissedebilirsiniz?

Bu mısraları sizin için yazan adam sizi severken, siz kendinizi nasıl sevilmemiş biri olarak görebilirsiniz?

Sizi böylesine aç bırakan eksiklik nedir?

Bütün dünyayla doldurmaya çalıştığınız o boşluğu yaratan sanırım aslında bir kişinin sevgisinin ve beğenisinin eksikliği.

Kendisinin.

Bazı insanlar bilmediğim bir nedenden dolayı kendilerini istedikleri gibi güvenle sevip beğenmeyecek bir ruhla doğuyorlar.

Ve, kendilerini beğenmedikleri için kendilerine kızıyorlar.

Garip bir ikilik bu.

Sevilmek isteyen de, sevmeyen de, sevilmediği için kızan da, sevmediği için kızılan da aynı insan, hepsi aynı ruhun içinde kendilerine bir yer buluyorlar.

Bu karmaşa onları yoruyor, hırpalıyor, yalnızlaştırıyor ve diğer insanlara düşman ediyor.

Bir yandan insanların sevgisini ve beğenisini kazanmak için çırpınırlarken bir yandan da o insanlara kızıyor ve kendilerini beğenenleri onların beğenmediği birini beğendikleri için, kendilerini değil de başkalarını beğenenleri de “yanlış insanları” beğendikleri için küçümsüyorlar.

“Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar”

Bu mısraları onlar için yazan biri bile kurtulamıyor bu öfkeden ve küçümsemeden.

Ama asıl onları tehlikeli yapan, bütün dünya tarafından sevilmedikleri için kendilerini “haksızlığa uğramış” hissetmeleri.

Haksızlığa uğramış biri, bu “haksızlığı” dengelemek için her şeyi yapma hakkına sahiptir onlara göre.

Ve her şeyi yaparlar gerçekten de…

Sevgililerinin bütün arkadaşlarıyla yatıp onların adını bir deftere, “bulunacak” bir deftere yazabilirler.

“Sevilme hastalığına” yakalanmış birinin bencilliğinin sınırı yoktur.

Huzursuz, huysuz, öfkeli ve bencildirler.

Tanrının şakaları bitmez.

Bütün bu olumsuz özelliklerinden dolayı da çekicidirler.

İnsanlar, bu “sevilme hastalarını” tanıyamaz, anlayamaz, onların kendi kendileriyle olan olağanüstü didişmeleri, kavgaları, durduk yerde yarattıkları huzursuzlukları, sürekli, neredeyse an be an değişen duyguları, “sevilmek isteyen”den “sevmeyen”e süratli geçişleri, ruhlarındaki değişik insanları birbiri ardına ortaya çıkarmaları öylesine kuvvetli bir ruhsal girdap yaratır ki buna yakından bakmaya kalkan birinin bir karanlığa yuvarlanması kaçınılmazdır.

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Zaman sensin
Zaman kadındır. İster ki
Hep okşansın diz çökülsün hep
….
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi

Daha beter seni kaçak
Seni yabancı bilmekten
Aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan

O karanlığa yuvarlanmış bir şairin, o karanlığı yaratan bir kadına yazdığı mısralar bunlar.

Aragon, bir “kaçaklık”, bir “yabancılık” olduğunu hissediyordu herhalde ama bunun sınırlarını tam da kestiremiyordu ta ki o defteri bulana, karısının bilmediği bir hayatı olduğunu keşfedene kadar…

Ama gene de “sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi” diyordu.

O bıçak, asıl Elsa’nın ölümünden sonra o defterle daldı Aragon’un gırtlağına.

Hiçbir soru soramadı.

“Niye” diyemedi, “Niye yaptın Elsa?”

Dünya edebiyatının en büyük aşklarından biri, dünyanın en büyük acılarından biriyle bitti.

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden. Pencerelere doğru akşamüzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim”

Aragon, “ölmenin sevmekten daha kolay” olduğunu Elsa’nın ölümünden, sırrının aydınlanmasından sonra daha iyi anladı.

Ve hiçbir zaman soramadı.

“Niye Elsa, niye yaptın bunu?”

Ahmet Altan

Evlerle İlgili Üç Şiir

1. Evler Yıkan

O ailenin oturduğu evin camında bir ilan:
“Arsa Fiyatına Satılık Ev.” Çok geçmeden
bir başka Burger King ya da Domino’s Pizza
    olacak burası.

Yeni evlenmiş bir çift yaptırmıştı bu evi.
Kızları, oğulları orada doğmuş, büyümüşlerdi
Sonra başka yerlere taşındılar. Çünkü
aile hayatının özü dağılmaktır sonunda.
Ocak sönmeye başlar, yaşlı ana baba ölür,
arsa fiyatına satışa çıkarılır ev.
Birkaç hafta sonra, birileri gelip
kirayla aşk ve korku videoları alacaklar burdan.
Öbür dramlar unutulmuş olacak:
örülüp çözülen aile hayatları,
doğumlar, ölümler ve aradaki hayatın
uçsuz bucaksızlığı: öylesine hızlı ve acımasızca geçen.
Bütün evlerin sonu olan toz duman.


2. Limbo

Pencerenin açılması olanaksız.
Sımsıkı mühürlenmiş; intihara karşı
bir önlem, dışardaki kaosa karşı.
Klima arıtıyor
ağırlaşan havayı.
Her şey kusursuz.
Ama bugün elektriği kesmişler,
bu yüzden ne hava var, ne su.

Göğe yakın bir akvaryumu andıran
bu otuzuncu ya da yirmi dokuzuncu kat
-on üçüncü kat yok çünkü-
limboymuş bir zamanlar.
Bu sıcakta derme çatma
bir üçüncü dünya kulübesine dönmüş.
Cehennemin kaynadığı
bir kazan olmuş.

3. Yıkım

Terkedilmiş evi yıkıyorlar şimdi
ve iş işten geçince anlıyorlar, para hırsıyla
yokettikleri evin sömürge döneminden kalma
bir mücevher olduğunu. Aşağılık bir katkı
     “modernlik” ve “işlevsellik”lerine.

Daha üzücü ve irkiltici olan da,
-konuya nasıl baktığınıza bağlı bu-
kamyonetlerini ve arabalarını
park edecekleri avlunun altından
çevresinde tabak çanak kırıkları
ve yıkık bir çeşmesi olan
daha eski bir avlunun bulunması.

Çünkü bu gündelik eşya
ne yok olur ne de değişir her zaman.
Kimsenin görmek ya da hatırlamak için
dönmediği bir yerde kalır bazıları.
Bir terslik olmazsa, orada öyle beklerler
arkeolojiye dönüşmeyi.

Ve belki daha da derinde,
(eski kentlerde sık sık rastlanır gibi)
bu tabakalardan yemek yemiş
ve bu çeşme başında oturup
zaman akışını dinlemiş olanların
kemikleri vardır.
Bir an için bu hiç bilemeyeceğimiz
hayatlarla karşılaşınca, bu günün de
bir gün çok gerilerde kalmış
tarihöncesine dönüşeceği geliyor aklıma.
Geleceğin bu Pombeisinde,
şu anladığımız kentte,
bir başka kazı heyeti
bu acıklı hayatın eskittiği bizlerin
kullanıp eskittiği bu değersiz eşyayı
bulup korumaya çalışıyor
-hiç düşünmeden toprağı kazarak
sonunda kendilerinin de
kimsenin düşünmeyeceği, hatırlamayacağı
birer yıkıntı olacaklarını.

Jose Emilio Pacheco
Çev: Cevat Çapan

Burası Türkiye Sultanım

              – Şünstan Sultanı’na –

Burası Türkiye Sultanım
Rahat vermezler sevişenlere
Burada kadınların koynuna
Bıçak tehdidiyle girilir
Burada
Aşıklara kelepçe vurulur
İnsanlarımız yoksun yaşarlar aşktan
Ve şaşarlar sevişenlere
Kadına değer verene erkek demezler
Burada
Sevenleri ve sevişenleri
Sevmezler sultanım sevmezler

Köylerde daha çok kadınlarımız çalışır bizim
Sabah ezanıyla kalkarlar
Doyururlar insanları ve hayvanları
Sonra vururlar çocuklarını sırtlarına
Tarlaya koşarlar yalın ayak
Nasırlı eller ve kara toprak
Savaşırlar bütün bir gün
Yakıp kavuran bir güneşin altında
Çocuk ağlar
Kadın ağlar
Toprak ağlar
Bazen acır da kadınların haline
Bir serinlik gönderir karlı dağlar
Yeni bir çilenin başlangıcıdır
İnek sağılmayı bekler
Çocuk uyutulmayı
Erkek doyurulmayı
Oysaki yorgunluktan kadının kemikleri sızlar
Fakat gizler oyalı yemenisiyle gözyaşlarını
Birer birer bitirir işlerini
Sonra uzanır erkeğinin yanına
Serin geceyi yorgun vücuduna sarınır
Ve diker gözlerini tavanda bir noktaya
Oradan gökyüzü ve yıldızlar görünür
Burası Türkiye Sultanım
Kadın hala alınıp satılır burada
Köyde başlık parasıdır bedeli
Kasabada yüzgörümlüğü
Şehirde bir apartman dairesi
Ya da bir gecekondu
Genelevlerse bir kasap dükkanına benzer
Burada kadın etinin kilosu
Beş on liraya gider
Büyük şehirlerin
Kibar semtlerinde
Durum değişir
Oralarda kadın
Daha iyi giyinmek için
Başka türlü çalışır
İpek çorap, naylon külot
Ve elmas taklidi kolye
Pavyon, alaturka saz
Sonra bilmem ne pastanesi
Ve gelsin arkasından
Emrazı zühreviye hastanesi
Burası Türkiye Sultanım
Bir ömür boyu yalnızdır kadınlarımız
Genç yaşta gömerler
Kalplerine arzularını
Sisli ve soluk rüyalar
Süsler uykularını
Kimi aradığını bulmaz
Kimi ne aradığını bilmez
Ve gelmez bir türlü bekledikleri an
Bütün umutları bir hayaldir artık
Git gide uzaklaşan
Unutulmak onlar içindir
Terk edilmek onlar içindir
Ve bir gün
Karnında çocukla sokağa atılmak onlar içindir
Sokağa atılmak ve her şeye rağmen yaşamak
Yine onlar içindir
Ömür boyunca anlaşılmamak
Burası Türkiye sultanım
Kadınsız erkekler diyarı
Otuzuna gelince
Altmışında görünen kadınlar diyarı
Yalnızlar diyarı sultanım
Mahzun yürekler diyarı
Bir bak gözlerine insanların
Dostluktan ve sevgiden eser yok
Burası Türkiye Sultanım
Burada sevmek yasak
Sevişenlere yer yok

Ümit Yaşar Oğuzcan

Bir Mayıs

Ey işçi
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı, senin almışlar elinden.

Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
Kalbinde niçin yok ona karşı, yine bir kin?

Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
Lakin seni fakr etmede günden güne berbâd.

Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden,

Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Ey işçi
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe, bugün kalmadı bir mani önünde.

Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.

Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin,
Ta’zim ile, hürmetle sana başlar eğilsin,

Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi,
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.

Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say.

Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü,
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.

Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.

Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak. Hakkını haksızlara anlat.

Yaşar Nezihe (Bükülmez)

Mecnun isen ey dil sana leyla mı bulunmaz

Mecnun isen ey dil sana leyla mı bulunmaz
Bu goncaya bir bülbül-ü şeyda mı bulunmaz

Sun şerbet-i lal-i lebin ağyara vefasız
Saki mi bulunmaz bana bir sahbâ mı bulunmaz

Arzetmiyorum aleme alam-ı derunum
Yoksa bana bir mahremi sevda mı bulunmaz

Bir sen misin alemde tabip illet-i aşka
Teşhis-i dile başka etibba mı bulunmaz

Al aşkını ver gönlümü Allah için olsun
Dil vermek için dilber-i rana mı bulunmaz

Mesud edecek kimse seni yoksa nezihe
Meşgul edecek bir şuh-ı hülya mı bulunmaz.

Yaşar Nezihe Bükülmez

Aşkım ebedidir erecek sanma zevale

Aşkım ebedidir erecek sanma zevale
Dönsem elem-i kahrı firakınla hilale

Bigane-i gamdın seni ben görmeden evvel
Ettin bu gün eglencemi feryad ile nale

Aylar seneler böyle firakınla geçer de
Hala seni ey zalim edemem Hakka havale

Etmez mi eser kalbine feryadı hazinim
Kafir bile giryan oldu şimdi bu hale

Feryad edip ağlarsa çok mu Nezih’e
Düştü gene bir sahili yok bahr-i melale

Yaşar Nezihe Bükülmez

Aşkı müşkül gizlemek, halka ayan etmek de güç

Aşkı müşkül gizlemek, halka ayan etmek de güç
Zahm-ı hicran-ı dîl’i lâkin nihan etmek de güç.

Hâki payinden cüdayım gerçi ol şûhun, fakat,
Visali için ağyare arzı imtinan etmek de güç,

Eylerim belki dil-i cânânı rencide diye,
Her saat, her lâhza feryad-u figan etmek de güç,

Yare talimi vefa ettikçe cevr eyler bana,
Neyleyim nâmihribanı, mihriban etmek de güç.

Kahru zilletle sürünmek – Doğrusu – âsân değil,
Bir elîm mevkideyim ki terk-i can etmek de güç,

Neş’elerden gam, sürurlardan sefa his eyliyor,
Kalbi nâşâdı Nezihe şadıman etmek de güç!

Yaşar Nezihe Hanım