Mukaddime

                       Karaosmanzâde Câvide Hayri Hanımefendi’ye

Zannetme ki güldür, ne de lâle
Âteş doludur, tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyâle…

İçmişti Fuzuli bu alevden,
Düşmüştü bu iksir ile Mecnûn
Şi’rin sana anlattığı hâle…

Yanmakta bu sagârdan içenler,
Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı
Baştanbaşa efgân ile nâle…

Âteş doludur, tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyâle!

Ahmet Haşim

 

Sanat

Dinle, yeni şair, eski ozanı,
Okuyor yürekten Altun Destan’ı…
Deme, “Kopuz kırık, yoktur çalanı!,,
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç.

Kutlu-taş’ı yoksa ilhâmı kutlu,
Kanı gür içmezse kımız ne mutlu,
Umut bir kanatsa, daim umutlu,
Ona ozan derler, yoluna Ortac.

Diyor ki: Siz Parnasse, biz Ortac-eri,
Bizden olan her fert görür ileri,
İğreti sanattan, milli hüneri
İstemez yabancı eserlerden bac!

Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ad’a muhtac.

Irmağız, her akan sele uymayız,
Şark’tan, Garp’tan esen yele uymayız,
El uysun bize, biz ele uymayız,
Biz dilmac değiliz, yalvacız yalvac.

Halk bir viran kale, duvarı siyâh,
Giren de peşîman, girmeyen de ah,
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size dert veren şey bize bir felah!

Bu yerde biz bulduk gizli bir hazne;
Dağarcık omuzda girdik içine,
Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne
Hep ondan çıkmıştır, gözlerini aç.

Ey şair, Parnasse’tan çık, gel Ortac’a;
Baudelaire’i, Verlaine’i kesme haraca;
Sen kendi gücünle tırman yamaca:
Bu yükseliş, belki olur bir Mi’râc…

Ziya Gökalp

San’at

Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.

Sen kubbesinde ince bir mozayik arar da,
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini.

Sen raksına dalarken için titrer derinden,
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden,
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.

Fırtınayı andıran orkestıra sesleri,
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine;
Iztırab çekenlerin acıklı nefesleri,
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun,
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun,
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini.

Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,
Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu’muz.
Arkadaş! Biz bu yolda türküler tuttururken,
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz…

Faruk Nafiz Çamlıbel

Benim Şiirlerim

“-Sen kalbsizsin; hani senin gençliğin hayatı?”
Aşklarım mı? Bir nefeste solabilen bu şeyler,
Bir yanardağ ateşiyle kömür gibi karardı;
Şimdi ise yerlerinde bir sıtmalı yel eser.

Evet, benim her şi’rimde yılan dişli diken var;
Sizler gidin bal verecek yeni açmış gül bulun.
Belki benim acı sesim kulakları tırmalar;
Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun!
Varın sizler, onlar ile korularda el ele
Gezin, gülün, bir çift bülbül aşkı ile yaşayın;
Yalnız kendi, yalnız kendi ruhunuzu okşayın!

Zavallı ben, elimdeki şu üç telli saz ile
Milletimin felâketli hayatını söyleyim;
Dertlilerin gözyaşını çevrem ile sileyim!..”

Mehmet Emin Yurdakul

Büyük Hayat

 I

  Kuru dalı ağacın
  Artık çok yaşlı, beli solgun
  Ve yok tomurcuklanmak umudu

  Böyle bakıyor çocuksuz  geleceğine
  Taş dolu ve güneşle kavrulu kuyuya
  Dikmiş gözlerini yıllardır
  Bakmakta gibi bir çöllü

  Oysa o seçilmişlerdendir
  Bir peygamberdir o
  Adı ibrahimdir
  Gür bir ağızdır o
  Bid şelale başıdır
  O kupkuru ve iklimsiz görünen
  Bir hayat çanağıdır

  İbrahim
  Yıldızlara bakıyordu sayısız
  Gece

  İbrahim aleyhisselam
  Irmak ağzı olundu
  Çoğalarak genişleyerek akmak
  İstiyordu ve işitildi

  Günler geçiyor
  İki hanımı iki ayrı hayat kaynağı
  Birinden büyük akıyor
  Ötekinden en büyük

  Derken
  Doğuyor o mührü taşıyan
  Çünkü istendi ve işitildi

  Büyüdün
  Çocuk

  Hangi çöle ilk adım
  Anne
  Götür

  Hangi yöne çevrilecek yüzü
  Anne bak

  Kenan ilinden bu kervan
  Develer arşı inmeye başlar
  Yol süresi
  Kırk kum gecesi

  Tepeler
  Tutmak ister gibi herbiri
  Gelenleri

  İşte tepeler içindeki vadi
  Üç çıkışlı
  Biri denize kuzeye ve güneye
  İşte çocuk işte anne
  Uçsuz bacaksız çöl
  Hiç kimse yok içinde
  Senle varılıyor o yere
  Senle bitiyor her yön her mekan
  Ayrılıp kaldınız kervan ıpıssız yürüdü kayboldu
  Baktınız
  Ancak bir melek anlatmasıyla anlaşılabilir
  O acele

  Yanıyor çölde çocuk , ah ecel
  Koş anne
  Yedi kez / Safadan Merveye
  Ve bak çabuk çabuk ufuklara
  Ne insan var ne cin ne de bir çizi
  Korkma korkma korkma
  Gel
  Tamam sesi duyuldu
  Çocuk suyu buldu
  Akan rızık öyle bol
  Kervanlar dönebilir
  İnsanlar toplanabilir
  Ağaç açabilir

  Baba gel zamanı
  Boyutları ve yönleri
  Ve yeri
  Ezelden belli
  Evi bil ve kur

  Baba gününde gelecektir
  Duvar yükselecektir
  Ak taş doğu kanatta
  Bembeyaz parıldayacaktır

  Kavimler konuğun olsun
  Taş taş üstüne konsun
  Çadır yanına çadır konsun

  Büyü ey belde
  Canlan
  Ve hüzırlan

  Bir gün
  Olgun bir incir gibi
  Patlayacak ve balını dökeceksin yeryüzüne

  II

 Tepeler arasına
 Demet demet iniyor çehreler
 Ap ak yüzler kavisli kaşlar
 Kalın dudakları beşerin
 Öpülen bir rüya katıyor içine

 Adım adım doluyor vadi
 Gözleri mercan develer
 Yüzleri ipekliler
 Atlas zenginlik genişlik
 Biri diğerinden yumuşak
 Biri ötekinde görevli

 Tepeler içinde vadi
 Vadi içinde Kabe
 Sana geliyorlar
 Böyle istendin Ve işitildin
 Her kime seslendinse
 Geliyor
 Ve yüzyıllar ne çabuk
 Eteklerine kara otlar takılarak
 Günah kapıları arlanarak

 Ak Taş benek benek kararıyor

 Vadi insan doldu
 Kimi elini alnına atarak
 Deprendiren bir rüya görüyor
 Çadırını yıkıyor o sabah

 Kimi elinde Kabeden bir taş
 Yaban illerde öpmek için
 Kabeyi öpmek yerine

 Kimi gözyaşını yolluyor önden
 Kuzey güney gurbetlerine

 Kâbe taşlarına şimdi
 Doğuda batıda putlar
 Değiyor
 Hadi Hacca gidelim
 İbrahimi hoş edelim dedikçe
 İkisini birden tutan eller
 Geldikçe Kabeye bunlarla geldiler

 Put araya girdi
 Ezada
 Gerek Sevinçte mutlulukta

 Vadi insanları artık
 Öte dünya şüphesi
 Yürekleri

 Vadi insan dolu
 Hani o su
 Unutuldu

 Kuyusuna taş üstüne taş atıldı
 Beldeden kovulan eller
 Cürhümiler
 Kinlerini beleyip berkiterek

 Hani o su
 İsmailin topuğuyla bulduğu

 Huzaa
 Düş suyun ardına

 Hayır kader
 Kitlendi üstlerine
 Sıyırdı palasını şeytan
 Biri
 Puta tapar Moaiblerden
 Hübel’i getirip dikiyor Kâbeye

  III

 İbrahim soyundan Kureyş
 Diğer bir kol Huzaa
 Çekilip bırakılınca titreyen
 Çeliği
 Arap kılıçlarının

 Kureyşten Kusayy
 Huzaadan Huleylin kızı
 Buluşuyor
 Dağın ikiye  ayırdığı ırmak

 Kusayyın elinde Kâbe anahtarları
 Vergileri o toplar
 O bakar hacılara

 Kusayy şöyle dedi
 Artık çadırlardan çıkalım
 Evler kuralım

 Dar’un Nedve
 En büyük evin
 Kusayın

 Kusayy öldü oğluna bırakarak şu kelimeleri
 Sen açmadıkça Kabeye kimse girmesin
 Kureyşin bayrağı senin elinde
 Hacılar
 Doymasın içmesine yemesine
 Sen vermedikçe

 Abdul Menaf oğulları Haşim ve dostları
 Kadınları
 Kâbe yanında
 Bir tas güzel koku içinde parmakları
 And içtiler birlik için
 Sürerek ellerini kabe duvarlarına

 Böylece görev ikiye bölündü
 Abdul Menafta vergi
 Abdud Dar’da Kâbe anahtarları

 Haşim ne güzel
 Nasıl titretici sesin
 . Siz Allahın evinin yakınlarısınız
    İşte hacılar geliyor
    Onlar Allahın misafirleridir
    Hiçbir misafir, onunkiler kadar
    Cömertlik beklenmez

 Haşim kurar yaz kervanını
 Kışınki de onun

 Yol Mekkeden Şama
 Yol üzerinden Yesrip / Medine
 Burada yahudiler
 Ve birbirleriyle kardeş iki oymak
 Evs ve Hazreç

 Haşim ve Yesripten Selma
 Evlendiler
 Bir oğulları varken öldü Haşim
 Kardeşi Muttalip Mekkeye götürürken oğlu
 Görenler şöyle dediler
 Bu Abdulmuttalip / Muttalibin kölesi
 Hayır dedi Muttalip
 Ama adı Abdulmuttalip kaldı.

Cahit Zarifoğlu

Ateşli Hastalıklar

 I

  Bir ateşli hastalık
  Orak ucu gibi geçmiş karnına

  Bilinmez rahmet saatı
  Birden çıtçıt – çıtçıt – çıt
  İsyan davulunu o
  Asmış boynuna

  Baktı ki bu ölümün ayak sesleri
  Daraldı mekan
  Can çekiliyor ayak uçlarından
  Tırnaklar soğuyor hücreler sahipsiz kalıyor
  Ve ömründe ilk kez
  Başlıyor duaya

  Bilinmez ne zaman birden açılır kapı
  Korku ve recade cennet yanıkları
  Neredeyse ilk kez ömründe başlıyor duaya

 Ama aklı önden atıldı
 Gönlü bir türlü titreşmedi:

 “Hiç yönelmedim Tanrıya” dedi”onca zaman”
 “Şimdi ölüm geldi
  Yalvarmak boşuna”

  Ama ölmedi orak uca çekildi
  Ateş
  Serin dağ başlarının
  Ahu ceylanına benzedi
  Dünya güzelleşti şarap lezzet kazandı
  Rahmet saatı devrini tamamladı
  İsyan davulu boyunda kaldı
  Ölüm sanki hiç yokmuş
  Olmayacakmışcasına uzağa durdu

  Bir vade verilmiştir.
  Bu iki fırsat yaratılmıştır
  Bir kement atılmıştır
  Cehennem soylu
  Başını çevirdi gitti öteye

  II

  Bir ateşli hastalık
  Kan kırmızı yuvarlar
  Görüyorlar bizi bocalarken karanlıkla
  Görüyorlar dördüncü zaman
  Ve alemi melekut boyutunda

  İzlenirken köşelerden
  Hangi gizliden sözedebilirler

  Hangi ate kalmadı rezil olmadık
  Yoo ben ondan öndeyim
  Mahcubluğum
  Onun dehşetinden az değil

  Ateş
  Bulamaçlı bir buğu gibi
  Sarıyor tenimi
  Bismillah
  Bir tertip antibiyotik
  Çay
  Şu aziz aspirin
  Hep çarelere tevessül olarak

  Yarab şifa sendendir
  Etten ottan değil
  Eğer kavi kulların olaydık
  Yemeden doyar
  Görmek için göz aramaz bakmazdık
  Mikroplar
  Hastalıklar şifalar
  Emrimizde olurdu
  Yine de taktirini gözlerdik
  Onu yeğlerdik

  Bir ateşli hastalık
  Eklem ağrıları ve baş
  Sanki yerinde değil
  Karyolanın yanında bir uçurum hissi
  Bahçede
  Sularla oynayan çocukların arasına karışmak

Cahit Zarifoğlu

İstanbul Halkının Ölüm Karşısındaki Duyguları

Cenevre Üniversitesi Dahiliye Kliniği profesörü Dr. Roch ile 1933 senesi yazında Eyüp Sultan’da,
Gümüşsuyu’na çıkarken yokuşta tesadüf ettiğimiz mezarların üzerlerinde neler yazıldığını sordu.
Taşlarda bazı mısraları kendisine terceme ettim. Mânâlarından çok mütehassıs oldu. “Mezaristan-larınız bir âlem, halkın ölüm hakkında felsefî fikirlerinin bir bahçesi. Bunlar acaba toplanmıyor mu? Buna dair yapılmış bir tedkikat var mı?” dedi. Buna merak ettiğimi fakat ufak bir kısmı müstesna hepsini toplayamadığımı söyledim. O zamandan beri ne vakit bir mezaristandan geçersem birkaç taş okur, halkın ölüm karşısındaki düşüncelerinden birkaçını daha öğrenirim.

Bunları yeniden beraber dolaşarak okuyalım ve bunlardan birkaçını misal alalım:

Karaca Ahmed’de:
Dûçâr olmuştu bir emrâza eyvah olmadı çare
Olur mu mevte çare eylesek bin kerre vâveyla

Ne güzel bir tevekkül numunesi. Dûçâr olduğu hastalığın çaresi bulunamamış. O halde vâveylaların ölüme çaresi yoktur.
*
Karaca Ahmed’de:
Ziyaretten murad heman duadır
Bugün bana ise yarın sanadır

Güya ölenin terceman-ı hissiyatı olan bu beytin birinci mısrası doğrudur, ziyaret ona alaka-i ruhu temin eder. Dua da ruh-i alakanın intifaıdır. Lâkin ikinci mısrada acı bir hakikat ifham etmekte ve âdeta beddua eder gibi bir lisan kullanmaktadır.

*
Karaca Ahmed’de:
Bu fânîde bulamadım hiç rahatı
İhtiyar ettim anın için rıhleti

Zavallı bu dünyada rahat edemediği için ölümü ihtiyar ettiğini ne saf bir suretle ilan ediyor.
*
Karaca Ahmed’de:
Hastalandım bulmadım derdime derman
Yok bu dünyanın vefası kanı (hani) Süleyman
*
Karaca Ahmed’de:
Bu cihan bağına geldim bir mürüvvet göremedim
Derdime derman aradım bir ilacın bulmadım
1282
*
Karaca Ahmed’de:
Bu canımda terahhum etmedi veba bir kerre
Yaktı ciğerim köşkünü geçmedi reca bir kerre
1300

Şair burada ciğerim köşkünü yaktı demekle onun lisan-ı hâl ile öldüğünü anlatmak istiyor.

*
Edirnekapı’da:
Ah ne yazık oldu bana gençliğime doymadım
Çaresiz bir derde düştüm çaresini bulmadım
Yaktı bitirdi vücudum şehrini kahr ile
Gül gibi soldum cihandan ne olduğumu bilmedim.
1332

Şair bu genç yaşında ölenin hissiyatına ve ölüm anındaki düşüncelerine iyi vâkıf olduğunu göstermiştir.

*
Edirnekapı’da:
Ey felek kaddin bükülsün nâmurad ettin beni
Bir murada ermiş iken târumâr ettin beni
1317

Feleğe ne kadar yerinde ta’riz. Murada erenler târumâr olduğunu şair ne güzel düşünmüş.

*
Edirnekapı’da:
Daha pek genç iken bîçare düştü bîdeva derde
Ciğerler parçalandı çehre soldu tülhükam oldu
*
Karaca Ahmed’de:
Hem medkûk illetile ciğerim püryan etti
Kim görse rahm ederdi akan çeşmim yaşına
*
Karaca Ahmed’de:
Meskenim dağlar başı sahraya hacet kalmadı
İçtim ecel şerbetini Lokman’a hacet kalmadı
Nikâhım kıyıldı tezevvüc olmadı icra
Nagihan bir derde düştüm vereme bulmadı çare
Arkasından tez ermişti câm-ı ecel
Murada ermek değil mümkün ne hikmettir bu dünyada
Garibin halini hanımım ağlasın yansın
On yedi yaşında deyu mezarım iftihar etsin
1315

Anadolu’dan gelmiş burada bir evde büyümüş bir garip kızcağız, bir hanımın yanında evlatlık. Ondan başka kendisine ağlayıp yanacak yok. On yedi yaşında nikâhlıyorlar. Lâkin dûçâr olduğu veremden dolayı evlenemiyor ve çabucak ölüyor. Onun lisanından şair bu dünyada ne hikmettir murada ermek mümkün değil diyor. Mezaristanlarımızda bunun gibi acıklı hikâyeler çoktur.

*
Karaca Ahmed’de:
Ah kim âlem içre ben de şâdân olmadım
Çaresiz derde esir oldum def ‘a imkân bulmadım
Geçti ömrüm görmedim sıhhat yüzün
Bir misafir gibi geldim ben de mihmân olmadım
*
Karaca Ahmed’de:
Bulmayub derdine şifa bu civan
Gençliğine doymayıp gitti
1252
*
Karaca Ahmed’de:
Bulmayıp derdine şifa bu civan
Hamlini vaz‘eyleyip heman gitti
*
Karaca Ahmed’de:
Ah ile zar kılarak gençliğime doymadım
Çün ecel peymânesi dolmuş muradım almadım
Hasrete fânî cihanda tûl-i ömür sürmedim
Firkate takdir bu imiş ta ezelden bilmedim
*
Karaca Ahmed’de:
Bir gül gonca misalin meskenidir bu mezar
Eyledi nazik tenin hâk ile yeksân rûzigâr
*
Karaca Ahmed’de:
Niyazım budur benim Bari Hüda’dan
Unutmasın dostlar beni duadan
*
Karaca Ahmed’de:
Bakıp geçme recam budur ey Muhammed ümmeti
Müteveffânın diriden heman bir Fâtiha’dır minneti
*
Karaca Ahmed Türbesi adasında:
Dâr-ı dünyada gezerken gül gibi
Nazik tenime ansızın geldi
Veba vermedi hiç emn ü aman
(XIX’uncu Asır Başları)
*
Karaca Ahmed’de:
Ne hekim kâr etti bana
Ne buldum derdime derman
Emr-i Hak böyle imiş
Yerini buldu ferman
1251
*
Üsküdar’da:
Çeküp el âlemi fânîden oldu âzim-i bekâ
Düşüp derdi bîdermana çekdi çilesin çarhın
Terehhum eyledi ahvaline dünya ve mâ fîhâ
Esüb bâd-ı ecel gülberk-i ömrün pâyimâl etti
1260
*
Karaca Ahmed’de:
Bir kuş idim uçtum yuvadan
Ecel beni ayırdı anadan babadan
Unutmasınlar beni hayır duadan
*
Karaca Ahmed’de:
Ne yaptım ben sana ey zalim felek âh
Bana göstermedin rûy-i cihanı
Henüz açılmadık bir gonca iken
Perişan oldu halim nâgehânı

İNCE DUYGULU MEZAR TAŞLARI KİTABELERİ

Olmadı bu âlemi süflî bana cây-i karar
Bir melektim âlemi lâhûte ettim intikal
Görmeyince gülşen-i fânîde anı rahatı
On yaşında mürg-ı ruhum eyledi tahrik-i bâl
1329
*
Geldim şu dünyada eğlendim al giydim karalar bağladım
Bir vakit dillerde söylendim hayf ömrüm geçti gitti
Hak sahibi kapıya geldi kesildi nasibim geriye kaldı
Ezrail yanağıma pençe saldı can cesetten çıkıp gitti
Kavm ü hısım duyup yandı çığırdılar imam geldi
Mal ü mülküm burada kaldı hayf ömrüm geçti gitti
El urdular sağlığımıza bakmadılar hâlimize
Göçürdüler ilimizden göçürdüler geçti gitti
İndirdiler mezarıma sığındım Ganî Sübhân’a
Toprak attılar serime gözüm yaşı kaçtı gitti
İmam telkine başladı ne güzel iş eyledi
Kavm ü hısım beni başladı dövünüben geçti gitti
(Tarih kırık – Karaca Ahmed’de bir Bektaşî kabrinde)
*
Edirnekapı’da:
Ferman etti Hüda
Fânîye hacet kalmadı
İçtim ecel şerbetini
Lokman’a hacet kalmadı
Hep yârelerim iyi oldu
Cerraha hacet kalmadı
Yapıldı cennet sarayın
Mimara hacet kalmadı
1339
*
Karaca Ahmed’de:
Sârikler elinde konakda oldu telef
Sadakatle ol civan etti kütah
1303
*
Karaca Ahmed’de:
Hanemde otururken bir gün nâgihân
Kulağıma değdi ihfâdan irciî emri heman
Hasretile yirmi dört saat mürûrunda emr-i tamam
Bu vücudu gülterim kabr içinde oldu nihan
Tıfl idim ki henüz girdim on yedi yaşıma
Terk edip ömrüm defterin dürüp misl-i hazan
1285
*
Öyle geçme bir nazar kıl mehlika
Böyle eyler her kişi sonra sana

Yaşadığımız anların tesirine göre ölüler, dirilerin hatırlamasını çok isterler deriz. Yaptığının mukabilini göreceğine işarettir.
*
Karaca Ahmed’de:
Kimesne gülmez kimesne dahi gülmeye
Zevkine değmez cihanın mihneti
1216

HASTALARIN TEDAVİSİYLE MEŞGUL HEKİMLERDEN BAHİS MEZAR TAŞLARI

Karaca Ahmed’de:
Vâlideynin yüreğine urdu dürlü yâreler
Hiç tabîbler ana kılmaz ne deva ne çareler
1206
*
Karaca Ahmed’de:
İdince Hüda kulun hakkına gel deyu ferman
Hekimler onu te’hir edemez bir an
1230 (Bir kadın kabri)
*
Karaca Ahmed’de:
Çaresiz bir derde düştüm bulmadım asla deva
Derdim efzûn oldu umdukça etıbbâdan vefa
1284
*
Edirnekapı’da:
İçtim ecel şerbetini
Lokman’a hacet kalmadı
Hep yârelerim iyi oldu
Cerraha hacet kalmadı
1339
*
Edirnekapı’da:
Esir-i renc-i bîmârı olup vâfir zaman-ı âhir
Etıbba-yı zamane oldu tedbirinde acz-ârâ
Karaca Ahmed’de:
Ne hekim kâr etti bana
Ne buldum derdime derman
1251
*
Karaca Ahmed’de:
Kele Lokman neylesin dolmuş ecel peymânesi
(XIX. Asır Başı)
*
Bu satırlarda bazen tabiplerin ölümden kurtaracak devalar yapmadıklarından hafif serzenişler, sonra eceli gelince hekimlerin onu te’hir edemeyeceğinden bahis vermeler, çok uzun hasta yatmasını hekimlerden vefa umduklarından bilenler, öldükten sonra artık Lokman’a ihtiyacı olmadığını bildirenler, delilikler karşısında zaman hekimlerinin tedbirlerindeki aczden şikâyet edenler, hekimin derdine derman bulamadığını bildirenler, Lokman da gelse ecele ne yapacak diye soranlar vardır. Hekimlere tariz yoktur. Ölüm sebepleri, ekseriye kadere haml olunur.

MEZAR TAŞLARINDA YAZILAN VEFAT SEBEPLERİNDEN
(KERRE İÇİNDE OLANLAR İZAHLARIDIR)

Tâûn (asıl veba).

Derd-i hunnâk (kuş palazı).

Veba (sârî hastalıklar). Vebadan ölenlerin adedi çoktur.

Derd-i bî-aman, çaresiz dert (veba ve kanser).

Vaz‘-ı haml esnasında (şehid sayılır).

Türlü emrâz (müzmin hastalıkların arazı).

Renc-i bîmârî (delilik).

Ciğerler parçalandı (verem).

Uyub nefsim hâline

Eyledim canım harab

Sârikler elinde konakta oldu telef (hırsızlar öldürmüş).

Şehid (harpte yaralanıp ölenler veya uzun bir hastalıktan sonra göçenler).

Kalp hastalığı.

Aşk.

Katl (şehid).

İkiz doğup yaşadıktan sonra ölümlerinde yine yan yana ana rahminde gibi bulunanlar.

Muradına ermeyen (evlenememiş kız ve erkekler).

Garip ölenler (vatanlarından uzak vilayet mezarlıklarında).


ŞAİRLERİN KABRİSTANLAR HAKKINDAKİ BİRKAÇ DUYGUSU

Şair, bir çocuk kabrine şunu yazdırıyor: “Ey toprak, üzerine pek de sıklet-bahş olma. Zira o senin üzerine çok az basmıştır.”
*
Ruşen Eşref: “Bastığım toprak ayağımın altında uslu duruşunu ve beni binbir süsünle avutuşunu anlamıyor muyum sanıyordun. Ey sinsi! Seni çiğnediğimin cezasını beni öğütmekle vereceksin. Biliyorum, seni seviyorum.”
*
Şair Eşref :
“Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin reddeylerim billâhi öz kardeşimi
Gözlerim ebnâ-yı âlemden o rütbe yıldı kim
İstemem ben Fâtiha tek çalmasınlar taşımı.”

DARB-I MESELLER

Ölüm hakkındaki darb-ı mesellerimiz de halkın ölüm karşısında duyduklarına bir misaldir. Bunlar üzerinde çok düşünmeğe değer. Birkaçı:

– Ölümü görmeyince hastalığa mum olmaz. Ölümü gören hastalığa razı olur.

– Ölüme tükürtürüm, yüzüme tükürtmem.

– Eden bulur, inleyen ölür.

– Mezar taşıyla iftihar olunmaz.

– Ayıbını topraklar örtsün

– Ölenle ölünmez.

– Öleceğim diyen ölmez, onurup yürüyen ölür.

– Ölüm hak, miras helal.

– Ölüye ağlamaz, diriye gülmez.

– Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane.

– Ölmüş ile ölünmez.

– Borçlu ölmez, benzi sararır.

– Biri ölmeyince, diğeri gün görmez.

– Öküz öldü, ortaklık ayrıldı.

– Tende biten, teneşirde gider.

– Can çıkar, huy çıkmaz.

– Çıkmayan canda umut var.

– Ne ölüye ağlar, ne diriye güler.

ŞAİRLERİMİZİN SÖYLEDİKLERİ
ÖLÜM TARİHLERİNDEN BAZI MİSALLER

Sürûrî: Can borcun eda eyledi gitti Ödemişli (1206).

Hikmet: Ömrü Ömer Efendi’yi etti veba heba (1227).

Sürûrî: Mevte çare bulmayıp göçtü hekim bey derdimend (1201).

Sürûrî: Yedi Gevrekzade’yi açgözlü felek (1216).

Esat: Hekimbaşı iken Behcet Efendi göçtü âlemden (1249).


VEBA/TÂÛNDAN VEFAT TARİHLERİ

Hikmet: Genç iken renc-i vebadan eyledi Tahir vefat (1227).

Rasim Esad: Şumnu’da Baki Efendi oldu tâûndan şehid (1227).

Sabit: Gitti bin yüz birde Esad hekim tâûndan (1101).

Ârif: Gitti Şakir vah kim tâûndan (1227).

Sürûrî: Hayf Yusuf genç iken kıldı intikal (1207).

Sürûrî: Vah kim tâûn hücum etti şehid oldu Said (1211).

Sürûrî: Kıldı tâûn Afife Hanım’a vah (1213).

Sürûrî Mecmuası (1299)


GARİP TARZDA YAZILI MEZAR TAŞLARI

Ser verip sır vermeyen Server Dede.

– Davasında yok güzafı ser verip sır vermemiş.

Karı dırıltısından vefat eden es- Seyyid Ahmed Ağa (1260).

Mevlevihane Kapı Mezarlığı’nda (ta‘lîk yazılı ve sarıklı taş).

Diğer bir rivayette Halil Ağa (Hotinli Kemaleddin rivayet).

– Her kim ki mezarıma dokunursa yılancık illetinden kurtulmasın.

Mevlevihane Kapı Mezarlığı’nda. Altında “Yılancıklı” kelimesi imza makamında konmuş. Hangi kadına ait belli değil. Vaktiyle bunun tedavisi ile meşgul birisine ait olması muhtemel. Bu, müzeye naklolan taşlardandır.

– Meşhur yevmiye elli dirhem sülmen (civa) ve afyon ekl eden yüz otuz dört yaşında fevt olan Rehavî es-Seyyid el-Hâc Ahmed Efendi.
*
Karaca Ahmed’de:
Uyup nefsim hâline
Eyledim canım harap
Bir cariyesiyle akibet
Oldun turâb
1289

Bir kıza aşık oluyor. Duyulunca zamanın içtimaî terbiyesi, düşüncesi sevkiyle bunu izzet-i nefsine giran görerek canına kıyıyor. Nitekin bu taşın diğer tarafında aynı adamın dilinden şair şunları yazıyor:

İlahi rûz-ı mahşerde bana gûna gûn ecreyle
Ne dertlerle helak oldum şehidlerle haşreyle
Sana kurban edüp canım eyledim turâbı mesken.


MEZARİSTANLAR HAKKINDA TUHAF RİVAYETLER

Ankara taraflarında bir mezar taşında “Kırk yumurta bir paraya çıktığı zaman herkes karısını geçindiremeyeceğim diye boşadı. Lakin ben boşamadım.” diye yazılı olduğunu görenler rivayet eder.

KABRİSTANLARIMIZA AİT BABALARIMIZIN ÖĞÜTLERİ

Kabristana otlatmak için hayvanlarınızı sokmayın.

– Kabristandan kimse hiçbir şey almamalıdır. (Bu terbiye el’ân Sarıyer halkında vardır. Ağabeyim Ömer Şevki’nin dört yıl önce yaptırdığım kabrinin eski tahta aksâmı daha evvel ve daha sonra yerlerde çürüdüğü hâlde kimse gelip almamıştır.)

– Mezaristanlardan bir şey alıp götürenlerin evlerinden ölü çıkar.

– Komşu mezarlarından taşlarından yeni kabirler yaptırmayın.

Hırsızlıktır, o onların malıdır. Yeniden, hariçten malzeme getirtip yaptırın. Sonra sizinkileri de başka kabirlerin imarında kullanırlar.

– Kabirlere ve kabristanlara tecavüz ve müdahale etmeyin. Zira içinde babalarınız, anlarınız, evlatları, kardeşleri, akraba ve ahbabı medfûndur. Bunlara yapılacak tecavüzü bir gün de size yaparlar.

– Kabristanına hürmet eden, kabirlerini temiz tutan bir millet, büyük bir medeniyet sahibi olduğunu ispat eder.

– Kabirlerine hürmet etmemek ve onları tahrib etmek yalnız eski ve yeni nesle değil, gelecek nesillere karşı da irtikâb edilmiş bir kabahattir.

HALK ŞAİRLERİNİN MEZAR KİTABELERİ

1- Mezaristanlarımız, büyük duygulu şairlerimizin, insanların ve halkın ölüm karşısındaki duygularının yaşadığı bir kitaptır. Bunların bir kısmı en meşhur dîvan şairlerimiz, diğerleri halk şairlerimiz tarafından yazılmıştır. Dîvan şairleri tarafından yazılanlar ince hislerle ve derin mânâlarla süslüdür. Bu noktadan mezarlarımız fikir meşheri bedayiidir. Şair, umumi kültürünün ve felsefesinin tesiriyle güzel medlûller meydana çıkarmıştır. Aralarında çok nükteli olanlar, memleketin zenginlerine ve ricâline ısmarlama yapılan tarihler gibi değildir. Bunlar birtakım mânâsız ve güzelce sıralanmış, mevzûn sözlerdir. Ancak o şahıslara aittir. Lâkin efrad-ı ailesinden birisine irticalen söyledikleri çok güzeldir. Halkın gönlünden kopanları halk ve esnaf mezarlarında ve onların ailesinde görüyoruz. Onlar ölümün mahiyetini, tekrar dirileceklerini ve bu yerlerden bitecekleri tesellisiyle beraber büyük üzüntülerle karşılaşmışlardır. Halk mezar taşlarının başındaki beyit ve kıtaları zaman elif-balarının karışık ve imla yanlışlarıyla dolu birçok kopyalarını diğer mezar taşlarında da çok buluyoruz. Çoğunun vezni yoktur. Mezarcılar bunları istismar ile kendilerine sipariş olunan taşların yazılarından seçilen misallerden halkın hoşuna gidenleri çoğaltmışlar. Ahîren dostum Prof. Horia Slobozianu Romanya’da Tekir gölündeki villası bahçesinde bulduğu eski bir mezaristan taşlarında da vezinleri bozuk âtîde saydığımız misallerle süslü kabir taşı örneklerini tercemeleri için yollamıştır.

Bunlardan öğreniyoruz ki Türkler gittiği yere kültürünü de beraber götürmüştür ve bu eski yurtlarındaki hislerini hiç kaybetmemişlerdir.

Ziyaretten murad heman duadır
Bugün bana ise yarın sanadır.

*

– Gençliğine doymadan muradına ermeyen…

– Gençliğine doymayan (1191).

– Bulunmadı emrâzın çaresi.

– Genç yaşında tekmil imiş vadesi (1326).

*

Bunun, bozuk imlâlı ve yanlış kafiyeli pek çok çeşitleri vardır:

Bulmayıp derdine şifa bu civan
Gençliğine doymayıp gitti heman…

(XIX. Asır)

*

Bu fânîde bulmadım hiç rahatı
İhtiyar ettim anın-çin rıhleti…

*

Emr-i Hak’la dürlü emrâz geldi benim tenime
Bulmadı sıhhat vücudum sebep oldu mevtime
Âkibet erdi ecel rıhlet göründü canıma

1320

*

Dâr-ı dünyada gezerken gül gibi
Nazik tenim ansızın geldi
Veba vermedi hiç emn ü aman…

(XIX. Asır)

Romanya’da Tekir gölündeki kabir taşları da bunlara çok benzer. Burada garip olarak ölenler de mezkûrdur.

2- Türkler ölümden korkmamışlar ve onu, “Ömrüm bu kadarmış.” diye ölecekleri anda bile tevekkül ile karşılamışlardır. Ölümden sonra mezaristanda olan safahatın teferruatı ölmezden evvel birçok saf ve temiz ruhlu insanların hafızasında yer etmiştir. Mezar taşları, insanların ölüm karşısında tevekküllerinin izahlarıyla doludur.

3- Şairler, kabir taşlarına yazdıklarını bazen kendi lisanlarından, dirilere hitab tarzında yazmışlardır. Ölenlerin dilinden hitabı daha sûzişkâr olmuştur ve yanlarından geçen dirilere açık ve kapalı serzenişlerde bulunmuşlar. “Bugün bana ise yarın sanadır.” gibi sözler katmışlardır. Gelip geçenler bunları okudukça kendi telakkilerine göre müteessir ve mütehassis olmuşlardır.

4- Mezar taşlarımız Türk harsının bir safhasını canlandırır. Ölenlerin ölüm karşısında mütevekkilâne düşünceleri, terceme-i hâlleri ve meziyetlerini, ve’l-hâsıl dünyevî her hâlini anlamak kabildir.

5- Hars menbaı olan mezaristanlarımız hekimler, hekimbaşılar, mimarlar, esnaf, devlet memurları, âlimler, tarikat mensupları, ve’l-hâsıl her tabaka hakkında tedkik yapılabileceği gibi bu açık meşherde kavuklar, mezar taşı mimarisi ve yazılar hakkında çok şeyler öğrenebiliriz. Bu hususta “Yeni Türk” koleksiyonunda Hikmet Turhan Dağlıoğlu’nun değerli etüdleri ve muhtelif yerlerde bu taramanın lüzumuna temas eder kısa yazılar vardır.

6- Esnaf ve halkın ölüm telakkileri çok dikkate şayandır. Garip yazılı ve tuhaf mânâlı taşlar bunlara aiddir. İlim ve fazilet sahiplerinin ve sanatkârların kabirlerindeki manzûm ve mensûr yazılar kendi mevkilerini temsil edecek bir vasıftadır.

7- Hayatta olan kocaların eşlerine aid mezar taşları pek farklıdır. Hayatında olduğu gibi öldükten sonra da karısına bağlılığını bırakmamış ve unutmamış insanların, mezaristanlarda bu kabirlere ne kadar özendikleri ve bazen oralarını gelin odaları gibi süsledikleri görülmüştür.

8- Genç yaşta derd-i deva-nâ-pezîr (verem)den ölen kızların mezar taşları pek acıklıdır. Hele birisinde “Senin bırakacağın hatıra bu mezar taşı mı olacaktı?” diye yazılıdır. Mezar taşlarında Türklerde ölüm felsefesine dair bilgilerimiz ve onun neticeleri sırf bu kadar değildir. Bunlar bir deneme mahiyetinde toplanmıştır.

9- Netice şudur: İstanbul’da yaşayan halk ölülerin uykuda olduklarına, yeniden hayata gelinceye kadar uyuyup sonra dirileceklerine kâildir. Halkın felsefesinin de ölmekle artık ebediyen yok olmak telakkisi yer bulmamıştır. Halkın bu düşüncesi bugünkü felsefe cereyanlarının bazen menfi yollar takip etmesine güzel bir cevaptır. Halkça ruh vardır ve ebedîdir. İnsanlar mutlaka ölüm geçidinden geçecektir. Lâkin ademe, yok olmağa değil, ruh âlemine.
Karaca Ahmednâme
Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver

Kaynak: https://www.uskudar.bel.tr/userfiles/files/Karaca_AhmetName.pdf

Hicret

I

Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları
Durmadan çalardı, bütün gün.
Tren sesi duyulurdu, yatağından
Arada bir
Ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartmanda.

**

Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.

II

Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.

*

Şimdi kavak ağaçları görünüyor,
Penceresinden,
Kanal boyunca.
Gündüzleri yağmur yağıyor;
Ay doğuyor geceleri
Ve pazar kuruluyor, karşı meydanda.

*

Onunsa daima;
-Yol mu, para mı, mektup mu?-
Bir düşündüğü var.

Orhan Veli

Bir Şehit Mezadı

Oturduğumuz evin karşısında bir küçük kahve vardı; zâbitlerimiz burayı kendilerine mahsus bir kıraathane haline koydular; bütün boş vakitlerini, burada, İstanbul gazetelerini, Ankara’dan gelen ajans haberlerini, kimbilir hangi tarihten kalmış bazı eski risaleleri okumakla geçiriyorlardı. İki muharebe arasındaki fasıla bu ateşli gençler için pek can sıkıcı bir intizar devresidir. Bütün malihulyalar insanı hep bu devrede yakalar; eski hâtıralar hep bu devrede uyanır ve daüsıla denilen bu yumuşak pençeli canavar kalbin içine tam bu devrede yerleşir. O zaman harbin en çetin, en korkunç, en kanlı safhaları bile iştiyak ile özlenir.

Karşımızdaki bu zabitler kıraathanesine arasıra ben de uğrardım; en yenisi on günlük gazeteler üzerine eğilmiş başlar, pencereden dışarıda yağan yağmura dalmış gözler, mütemadiyen çay içen ve mütemadiyen sigara dumanları ile dolup boşalan ağızlar… Her gidişimde gördüğüm manzara bundan ibaretti.

Lâkin, bu sâkin ve bunalmış yerde bazen pek heyecanlı saatler olurdu. Birdenbire kahveci bir hasır iskemlenin üstüne çıkar ve etrafa “Başlıyor!” diye bağırırdı; o zaman bütün oturanlar yerlerinden kalkarlar ve kahvecinin etrafında uğultulu bir halka teşkil ederlerdi. Ben de bunların arasına sokulurdum ve iskemleye tünemiş adamın yanında bir masanın üstünde ya açılmış bir bavul, ya kapağı devrilmiş bir sandık görürdüm. Bunların içi daima karmakarışık bir eşya yığınıyla doludur. Son muharebede şehit düşen zâbitlerden birinin eşyası…

Cephede âdet olduğu üzere sağ kalan arkadaşlarından biri onun nesi var nesi yoksa, toplar, buraya getirir, mezada koyardı.

İlk gördüğüm bu mezatların birinde sormuştum:  “Bu eşya niçin olduğu gibi şehidin ailesine gönderilmiyor?”

“Bu şehitlerin çoğunun ailesi İstanbul’dadır; bir bavulun, bir sandığın veya bir yatak bağının buradan oraya gitmesi için herhalde içindeki eşya bedelinden fazla bir masrafa ihtiyaç vardır. Bu masrafı kim verecek? Bunun nakli ile kim uğraşacak? En iyisi eşyayı burada satıp parasını sahibine gönderiver-mektir.”

Bunun üzerine burada bütün mezatlara iştirake ve eşya parçasına bir pey sürmeye başladım.

Ah, bu ne hazin bir meşgale idi! Sanki ölen genç, açılan sandığın içinden parça parça önümüze çıkıyor ve her parçası bize gamlı sergüzeştinin hikâyesini naklediyor gibiydi. İskemlenin üzerindeki adam ikide bir elinde bir şey sallayarak bağırıyordu.

“Kalpak, ikiyüze, ikiyüz ona, ikiyüz elliye, kalpak…”

İçimizden biri soruyordu: “Kurşun deliği var mı?”

Kahveci, kalpağı eviriyor, çeviriyor, sonra tekrar bağırıyordu. “Var, var ama küçük bir delik. Dışarıdan hiç görünmüyor; yamanır; bir şey değil yepyeni kalpak! İkiyüz elliye, ikiyüz ellibeşe… Haraç, haraç…”

Sonra elinde bir matara sallamaya başlıyordu; daha sonra ya bir kayış, ya bir dolak, ya bir mendil destesi uzatıyordu: “Ala keten mendil, beş tanesi yüz elliye yüz elliye…”

“İki yüz olsun!”

“İki yüz, iki yüz…”

Bunlar da satılıyor, sıra bir gömleğe, bir dona, bir diş fırçasına, bir tarağa, bir tıraş takımına, bir bilek saatine, bir küçük cep aynasına geliyordu. Bütün bu hususî eşyanın şekline, nevine, rengine göre ölenin hüviyeti gözümün önünde teressüm ediyordu. Kâh “Tuvalete düşkün bir genç!” diyordum. Kâh “İntizam ve ihtimamı seven bir adam!” diyordum. Kâh “Mütevazı, fakir bir küçük zabit!” olduğuna hükmediyordum. Bir gün Mülazım Sani Cevdet Efendi isminde bir şehidin mezadı oldu. Bunun eşyasının büyük bir kısmını Fransızca, Türkçe bir siirti edebî kitaplar ve resimli risaleler teşkil ediyordu. Marcel Prevost’nun “Kadın Mektuplarından tutun da, Bourget’nin Hervieu’nün eserlerine kadar bir roman koleksiyonu. Bunların arasında, Tevfik Fikret’in “Rübab-ı Şikeste”si; çok okunmadan parça parça olmuş bir “Zavallı Necdet”, bir eylül şehit Cevdet Efendi’nin İstanbul’dan tâ Sakarya kıyılarına kadar taşıdığı kitaphanenin, şimdi hatırlayabildiğim, en şayanı dikkat parçalarını teşkil ediyordu. Bunlar meyanında kendi eliyle doldurulmuş birkaç defter ve bir solmuş kurdela ile sıkı sıkıya bağlanmış bir tomar mektup da vardı. Sıra bunlara gelince, mezada nezaret eden arkadaşı yüzü kızararak kahveciye yaklaştı:

“Bunları geç; bunlar olmaz!” dedi ve defterle tomarı alıp yavaşça paltosunun ceplerine yerleştirdi.

Ben; kitapları, mahiyetini tayin edemediğim bir heyecan ile ellerim arasında evirip çeviriyordum ve gözlerimin tevakkuf ettiği her sahifede solgun benizli, mahzun bakışlı bir İstanbul çocuğunun ince ve narin çehresini görüyordum. Onun ile konuşuyordum. İşitilmeyen bir dille ona diyordum ki: “Gördün mü? Bütün bu okuduğun şeyler, bütün bu tadına doyamadığın sözler, bütün bu tiryakisi olduğun edebiyat hep yalanmış! Sen kendini daima bunların içinde zannetmişsin; ruha sun’i bir hassasiyet veren ve hayatı hep şiir ve sevişmeden ibaret gibi gösteren bir sahte havada düşünmüşsün, tahayyül etmişsin, takdirin sana neler söylediğini hiç işitmemişsin! Lâkin günün birinde o müthiş ateş yağmuruna tutulur tutulmaz bütün arkanda kalan yolu unutmuşsun. O yolda seni muhayyel maşuka, bekliyordu; yazın tüllere, kışın kürklere bürülü o muhayyel maşuka ki, tebessümleri kadar bakışları da tatlı idi. Sana, ‘Gel’ diyordu; ‘Kurşunlar niçin, toplar ve süngüler niçin? Biz vatandan daha güzel ve harpten daha ateşli değil miyiz?’ Sen bu sesleri işiterek günlerce, gecelerce sendeliyordun. Lâkin, günün birinde seni bekleyen her türlü visalden daha tatlı şehadeti asla hatırına getirmiyordun!”

Ben kitapların sahifelerinde bu çehre ile böyle hasbıhal ederken yanıma arkadaşı geldi:

Merhum hep bunları okurdu ve beynini mütemadiyen hayal ile doldururdu. Fakat, son zamanlarda çok değişmişti; hakikî bir asker olmuştu!..

Dövüşürken ve ölürken yanında idim, tıpkı bir Anadolulu nefer gibi ‘Allah, Allah!’ diyerek döğüştii ve tıpkı bir Anadolulu nefer gibi ‘Anacığım!’ diyerek can verdi. Onu kollarım arasına aldığım zaman, yüzünde bütün okuduklarını unutmuş ve yeni yeni sırlara agâh olmuş gibi bir hal vardı.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Anlatamıyorum

“Bu şiiri size adayabilseydim şayet
Acım bir nebze olsun dinebilirdi”

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum!..

Orhan Veli