Yeniden güçlü -yapabilir- olmak

   Yeniden güçlü -yapabilir- olmak:-
   Bunun için nasıl da tersine çevirmen gerek yaşam
yönelimlerini – sen tamamiyle boşvermeye karar
vermişken geldi o: bütün yönelimini değiştirmek için –
nasıl da zor bu; ama, nasıl da güzel, yeniden canlanmak –
yaşamının toz tutmuş hayallerini silkeleyip bahar güneşine
çıkarmak – – kendine yeniden bir yeni yıldız seçip,
gökyüzü haritanı yeniden çıkarmağa girişmek…
   Çıkmak ve çıkarmak, yeniden – o, işte, bu olanak.

Oruç Aruoba

Kendin olmayı yeniden öğrenmen gerek

27.

   Bir tedirginlik, huzursuzluk doğacak içinde, onun ile yanyana, yüzyüze olunca — o denli yabancı düşmüş olacaksın ki yaşamının kendi, sahici anlamına, aykırılık duyacaksın ondan — ancak o zaman anlayacaksın, nasıl tam da senin kendi anlamın —ta kendin— olduğunu onun : o yıllar boyunca kendine ne denli aykırılaştığını—— ama, o da hemen duyacak, duyumsayacak senin duyduğunu : suskunlaşacak, kapanacak, uzaklaşacak…
   Anlayamayacaksın——
   Çünkü, işte, temiz değilsin ki…
   Ne çok yalan barınıyor oranda-buranda — ne çok sahtelik…
   Ne çok sensizlik — sende…
   Ne çok sensizsin sen ——
   ne çok sensiz sen…
   Şimdi işte — olanak : sen ol sen.

* * *

   Duyduğun garip tedirginliği, huzursuzluğu da çözümlemelisin: O senin en önemli şeyin (Herşeyin) — işte : yaşamının anlamı olduğu halde (olduğunu en içinde duymana, bilmene, yaşamana rağmen), rahatsız, sanki iğne üstünde hissedeceksin kendini — o da hemen hissedecek bunu, tabiî ki : suskunlaşacak, hırçınlaşacak…

* * *

   Bu duyguyu çok iyi kavramalısın : bu, senin tam da sahtelik noktanı sana bildiren duygudur — kendin olamadığın yerlerde takındığın maskelerin bıyık altına eşlik eden duygu — bu duyguyu onun ile yanyanayken, yüzyüzeyken de duymanın endişesi, işte, seni tedirgin eden — çünkü bu duyguyu onun ile de birlikteyken duyman, artık tam olarak sahteleşmiş olduğunun göstergesi olurdu — artık, içi tamamiyle boş bir maske haline gelmiş olduğunu gösteren…
   Bu duyguyu —gerçekten ortaya çıktığı zaman da; çünkü, çıkacak— kovmalısın, defetmelisin — en sahte duygun aslında bu; ve, şimdiye dek en çok alıştığın — hatta, içinde rahat ettiğin, ‘huzur’, ‘dinginlik’; işte, ‘mutluluk’ duyduğun… Senin bu en alışık olduğun duygun, kendine en aykırı olanıdır — o’nun onu hemen hissetmesi de bundan : senin kendisine —çünkü kendine— nasıl aykırı olduğunu hissetmesi—Bırak —kov, defet— bu tedirginliği artık — tam kendin olabileceğin tam kendi, o, işte—
Ol——

28.

   Gider de — bırakabilirsin onu sen de : yaşamının anlamını zaten yitik saymamış mıydın, çoktan…
   Ama, onu bırakırsan; o da dönmezse sana; yitirirsen onu, kapkara bir duman kaplar yaşamını : artık, gerçekten isteyebilirsin sonu, sonucu, sonunu — yokluğu…
   Senin ölçün —kendin için kullanacağın mihenk taşı— olacak o: Ona layık olamazsan, hiçbirzaman hiçbirşeye yaramamışsın, demektir——
  O zaman —öyleyse; öyle ise—, büzül — küçül; ve, işte, yok ol———

* * *

   Buğu, aslında, heryerdedir —
   — göremeyen, sensindir…

29.

   Bambaşka bir anlamda olacak artık ona ulaşman—
   —ona ulaşman : kendini bulman olacak; ama, hiç olamadığın yerde — kendinde, yani: Yepyeni —kendin— olacaksın.
   —Yeni, ve, kendi : bu çelişmeyi —bu ululuğu— bu yücelmeyi de bileceksin — hiç umamamıştın bu olanağı; olamayacak saymıştın; ama, gerçek(oluyor) işte…
   Kendi gelmesini bile sana göre ayarlamış işte : kendiliğinden kendisine geliyor çünkü — kendi kendisi ile kendine…
   Nasıl da burada, senin ile, işte…
   Yaşamın boyunca, anladığında hayran olduğun —seni de yücelten—, hep ulu yaşam anları olmadı mı — öngörülmemiş, benzersiz, yepyeni, biricik ilişkilerin, anlamların, yaşamların kurulduğu, varedildiği, gerçeklendiği anlar:-
   O, bütün o anların anlamlarının toplam anlam bağlamı işte — bütün yaşamının bütün anlamı…
   Anla, işte — ve, yücel…

30.

   Kendin olmayı yeniden öğrenmen gerek — yıllar yılı unuttun onu yalnızca: Bunu da “koşullar”a, “hayatın akışı”na, “sorumlulukların”a falan bağlamaya kalkışma — bahane bulmağa çalışma: Sendin, sendeki asıl senin anlamını, önemini, değerini gözardı eden : korkaklıkla işin kolayına kaçan…
   O işte şimdi hesabını soruyor o sahici senin, senden : ne yaptın sen sana?!…

31.

   Sahicilik —dürüstlük— noktanı çok dikkatle belirlemelisin yeniden: Özgürlüğün de buna bağlı şimdi — amaçlarının gerçekleşmesi —senin gerçekleşmen— de : doğru ve doğruluklu —sadık— olabileceğin nokta——
   —kendine ve yaşamının anlamına…

* * *

   Şunu da iyice biliyorsun, bileceksin, bilmelisin : sen ne denli kendin —bağımsız, özgür— olabilirsen, o da o denli senin —sahici, tam— olacak.

32.

   İşte, geldi——
   Bunun nasıl bir geliş olduğunu da ancak yavaş yavaş anlayabileceksin; çünkü hem bütün o eski hayallerin teker teker —ama, harıl harıl—, parlıyor gözünde, hem de, o yıllar boyu özlemlerini kırıp yıkan gerçekler, sıraya girmiş, geçit resmi yapıyorlar, önünde!—

* * *

   “…yoksa, bütün o acıları
   boşuna yaşamış olacaksın”—

Oruç Aruoba
Hani

Yolculuk

                             Maxime Du Camp’a

I

Kendini resimlere, haritalara vermiş
Çocuğa evren doyma bilmezliği kadardır.
Lamba ışıklarında, ah! Yeryüzü ne geniş!
Anılarında gözünde yeryüzü nasıl dardır!

Açılırız bir sabah, beynimiz alev dolu,
Kabarıp hınçlar, acı isteklerle ruhumuz,
Yola düşeriz, uyup çalkantılara, sonlu
Denizlerde sallanır duru sonsuzluğumuz:

Kimi, rezil bir yurttan kaçtığına sevinir;
Kimi, doğduğu yerden iğrenmiştir, kimiyse,
Bir kadının gözünde boğulmuş müneccimdir,
Bir kadın, ürküten kokusuyla zalim sirse*.

Hayvana dönmeyelim diye esrikleşirler
Havadan, aydınlıktan, yanan gökyüzünden;
Güneşler pişirirken onları, ayaz dişler,
Silinir gider öpüş izleri yüzlerinden.

Ama gerçek yolcular gitmek için giderler;
Yürekleri balonlar gibidir, hafifçecik,
Ve, niçin olduğunu bilmeden, derler,
Yazgıları önünde boyunları hep eğik.

Bulut biçimindedir onların istekleri,
Ve düşlerler, düşleyen bir er gibi topunu,
Bilinmedik, değişken ve sınırsız zevkleri,
Ki insan ruhu bilmez bile varolduğunu!

II

Korkunç! Topa, topaca uydurduk kendimizi,
Zıplar, döneriz onlar gibi; merak, durmadan,
Uykuda bile fırıl fırıl döndürür bizi,
Azgın bir melek gibi, güneşe kırbaç çalan.

Garip talih, amacın hep yer değiştirdiği,
Hiçbir yerde olmaz ya olabilir her yerde!
Ve insanoğlu, ki yoktur umut yitirdiği,
Deliler gibi koşar, erinç bulmak ister de!

Arayan yelkenlidir gönül Ikarya*sını;
Güvertesinde bir ses çınlar:
Kızgın, delice bir ses dolanır gabyasını:
Vay canına, kayalık, kaç!

Alnımıza yazılmış Eldorado’ya benzer
Vardiyadan gözcünün bildirdiği her ada;
Gönül bütün gücüyle kurar da neler neler,
Sabah sabah kayalık bir yer bulur orada.

Uydurduğu yerlere tutulmuş zavallı, sen!
Seni zincire vurup atmalı bir tarafa,
Dipsizliği serapla daha derinleştiren
Olmaz Amerika’lar kaşifi, ayyaş tayfa!

III

Şaşırtıcı yolcular! O öyküler ne soylu
Ki vurmuş denizlerce derin gözlerinize!
Yıldızlardan yapılmış mücevherlerle dolu
Kutuları açın zengin belleğinizden bize.

Yolculuğa yelkensiz, buharsız çıkmalıyız!
Öykünüzü ufuktan çerçevelerle çizin,
Aydınlığa kavuşsun diye loş zindanımız,
Üstüne tuval gibi gerilen beynimizin.

Söyleyin, ne gördünüz?

IV

“yıldızlar ve dalgalar
gördük; kumullar gördük; önümüze her yerde
Umulmadık belalar çıktı, hiçten kavgalar,
Ve sıkıldık buradaki gibi birçok günlerde.

Güneşin o görkemi kızaran bir denizde,
Batan güneş altında kentlerin o görkemi
Yakıp tutuştururdu her zaman içimizde
Bir göz alıcı, parlak göğe dalma özlemi.

En varlıklı kentler, en geniş görünümlerde,
Bulutların gelişigüzel yarattıkları
Görünümler kadar hoş değildi hiçbir yerde,
Ve bitmezdi istediğin bize verdiği ağrı!

-Daha bir güçlendirir isteği duyulan tat.
Sen, gübresi zevk olan gün görmüş ağaç, istek,
Kabuğun sertleşir ve kalınlaşırken kat kat
Dalların güneşi çok yakından görmek ister!

Büyür müsün hep, selviden çok yaşayan, taze
Kalan dev ağaç? – Ama, özene bezene biz,
Birkaç taslak derledik doymaz defterimize
Uzaktan gelen şeye hayran kardeşlerimiz!

Selamladık hortumlu putları; zengin, parlak
Mücevherlerle süslü tahtları birer birer;
O sarraflarımızı düşüyle batıracak
Sarayları, ki masallarca görkemliydiler;

Kadınları, dişleri tırnakları boyanmış;
Giysileri, o gözler büyüleyen giysiler,
Usta hokkabazları, yılanlarla okşanmış.”

V

Sonra, ya daha sonra?

VI

“Ey çocuk beyinliler!
Tam yeri geldi asıl soruna değinmenin,
Her yerde aramadan bulduk, tanrının günü,
Başından sonuna dek uğursuz merdivenin,
İlk işlenen günahın acı görüntüsünü:

Kadın, o iğrenç köle, burnu havada, ahmak,
İğrenmeden bayılan kendine, gülmeden tapan;
Erkek, dediği dedik, pisboğaz, azgın, yalak,
Kölenin de kölesi, akan dere lağımdan;

Keyifli cellat, hıçkırığa boğulmuş kurban;
Kanın koku ve çeşni sağladığı ziyafet;
Buyruk verme zehiri, buyurganı kudurtan,
Yeden, hayvanlaştıran kamçıya düşkün millet;

Bizimkine benzeyen daha başka dinler de,
Hep göğe tırmanmaya çalışan; ayık bayık
Uzanmış nazlı gibi kuştüyü bir minderde,
Kıl ve çivi üstünde zevk arayan kutsallık;

Kendi aklına vurgun, geveze insanoğlu,
Şimdiki çılgınlığı aratmadan gideni,
Haykırarak Tanrı’ya, azgın bir kinle dolu:
Ey benzerim, efendim, kargışlıyorum seni!

Ve daha az sersemler, deliliğin o acar
Tutkunları, yazgı’nın ağıla kapattığı
Büyük sürüden kaçıp afyona sığınanlar!
-Budur bize kürenin her zaman anlattığı.”

VII

Acıdır gezilerden çıkardığımız bilgi!
O küçük, yavan yeryüzünün bugün de, dün de,
Yarın da, her zaman, bizi bize gösterdiği:
Bir korku yeşilliği bir sıkıntı çölünde!

Gitmeli mi? Kalmalı mı? Kalan kalsın, canı
İsteyen gitsin. Kimi saklanır, kimi koşar
Kandırmak için uğursuz, uyanık düşmanı,
Zaman’ı! Bir’de, yazık! Boyuna koşanlar var

Göçebe Yahudi*yle havariler benzeri,
Arabalar da yetmez öylelerine, gemi de,
Kaçmak için o kanlı katil*den, kimileri
Yok edebilir onu daha beşiklerinde.

Sonunda ayağı basınca belimize,
Umutlanır ve bağırabiliriz; İleri!
Eskiden çıktığımız gibi Çin gezimize,
Saçlar rüzgarda, gözler ufuklardan içeri,

Karanlıklar denizinde yola koyuluruz,
Genç bir yolcunun sevinci yüreklerimizde;
Düşleyin şu sesleri öyle tatlı, uğursuz,
“Yemek isteyenler kokulu Lotüs*ü, siz de

Buraya gelin! Yalnız burada devşirilir
Canınızın çektiği o masalsı meyveler;
Sizi garip tadıyla kendinizden geçirir
Bu öğle sonrası, ki bitimsiz uzar gider!”

İşte o bildik sesli hayal; oradan bize
Pilades*lerimizdir kollarını uzatan.
“İçin açılır Elektra*na git yüze yüze!”
Der ki kadın, ki dizini öpmüştür bir zaman.

VIII

Ölüm, ey koca kaptan, yelken açalım artık!
Sıkıldık bu ülkeden. Ölüm! Tutalım yolu!
Gök, deniz varsın olsun katran gibi karanlık,
Yüreklerimiz, bilirsin, ışıklarla dolu!

Zehrini dök içimize, dök de güç alalım!
Beynimiz ateşiyle yansın da onun iyi,
Uçuruma, ha Cennet ha Cehennem, dalalım
Bilinmezin dibinde bulmak için yeni’yi!

Charles Baudelaire
Çeviren: Sait Maden

sirse* : Ülis’in yol arkadaşlarını domuza çeviren büyücü kadın. (Odissea’nın 10. bölümü)

Ikarya* :Etienne Cabet (1788-1856) nin 1821 de yayımlanan Voyage en ıcarie (İkarya’ya yolculuk) adlı, düşsel bir mutluluğu betimleyen romana gönderme.

Kapu* :İtalya’nın kuzeyinde bir kent. Anibal İ.Ö.215’te ele geçirmiş ve kendine kışlak yapmış.Ordusu da kışı zevk ve safa içinde geçirmiş.

Göçebe Yahudi* :İsa’ya kötü davrandığı için sonsuza dek yaşamaya ve durup dinlenmeden yeryüzünü dolaşmaya mahkum edilmiş masal kişisi. (Ahasverus)

Kanlı katil (retiaire)* :Hasmını alt etmek için ucu çatallı bir sopa, bir hançer ve bir ağla donanmış gladiyatör.

Lotüs* :Odissea’nın 9. bölümünde adı geçen çiçek. Ülis’in yol arkadaşları bunu yeyince bir daha bitkisinin bulunduğu yerden ayrılmak istememişler.

Pilades* :Agememnon’un oğlu Oreste’nin arkadaşı Foçalı yiğit. Vefa örneği diye anılır.

Elektra* : Agememnon’un kızı. Kardeşi İfigenia’yı tanrılara kurban eden babasını annesi Klimnestre aşıkıyla birlikte öldürür; o da kardeşi Oreste ile birlikte babasını öldürür.

Charles BAUDELAİRE
çev: SAİT MADEN

Ateş Yakana Kılavuz

1.

En son, en kalın odunu yakarsın.

2.

Deniz’in taşıdıklarını da kesip kesip yakmıştın,
o birzamanların şimdi uzakta kalmış ocağında —
ne kalır ki, geriye?…

3.

Ateşinin dumanını da biriktirirsin——

4.

Herşeyden önce unutmaman gereken,
ateşinin hiçbirzaman tek bir düzeyde yanmadığıdır :
ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir —
ya yükseliş, ya iniş…

5.

Ateş, yanmakta olan odunlarla değil,
yeni yanmağa başlayan odunlarla yanar.
Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir;
yalnızca eski —yanan— odunları olan ateş,
inişe geçer.

6.

Yanan odunlar tüten odunların dumanını da yakarlar.

7.

Yanamayan odun, tüter.
Ateşin, bazen, yalnızca tüter : yanamamaktadır…
Dikkat etmen gereken, ateşe yanyana ve üstüste koyduğun odunların
biribirlerine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbirzaman
bitişik ve binişik olmamalarıdır : ateşi yakan, ısı olduğu kadar,
havadır — belki daha da çok…

8.

Ateşin tütüyorsa, bil ki birşeyleri yanlış yapıyorsun.

9.

Tek bir odunu yakamazsın : odunlar ancak başka odunlar
yanıyorsa, yanar — her bir odunun yanması, öteki her bir
odunun yanmasına bağlıdır : hepsi için ayrı ayrı; ve,
hepsi birlikte, karşılıklı…

10.

Alttaki odunun yanması, üstünde yanmaya başlamış bir odunun
bulunmasına — ve üstteki odunun yanması, altında yanmakta olan
bir odunun bulunmasına, bağlıdır.
Odunlar yalnız yanmazlar.

11.

Ateşini yakmağa başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli
kullanmalısın : fazla koyarsan, ya gereksizce büyük alevler
elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin
tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları
tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar
tütmeğe başlarlar — tam ölçüsünü, tam yerini, tam zamanını
bulmalısın, ateşini yakmağa başlarken.

12.

Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden
çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline
bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama,
kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine
girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.
Bu yüzden, ateşini ‘beslemen’ gerekir : tam zamanında, tam yerine,
yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe
yüztutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak
tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen
— bir sürü düzenleme, ayarlama…
Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner…
Ateşinden sorumlusun.
(Exupéry)

Oruç Aruoba
yakın

Gene Ben

şimdi yazların o eski doruğundan
bir gül açacaktır ıslak denizlerden bu yana
benim ellerimi berberler kesiyor
saçlarımdan önce
ben hep kavgaya hazırlanan o eski çocuğum
şiirimi eskitmeden
çağlardan gelen bir korkuyu duyarak
eşkıya ateşlerini seviyorum
bir yalnızlık uykusuz gecelerde
eski şaraplardan bana gelen
dağlardan ovalara inen bir ırmak gibi
hangi güneş bu kendini öldüren
ne kadar çok yeniledim kendimi
kaç kez yorgundum kentler kadar
bir sevgi diyorum bir sevgi
gözlerin bittiği yerde başlar
durup saçlarımı yeniliyorum
gözlerim üşüyor apaçık olmaktan

Ercüment Uçarı

Şehirden Kaçıp Köy Hayatı Yaşamaya Karar Verenlerin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar

1-Suya yakın olması: Su yaşamdır. Uygun bitki türleri ve yetiştirme teknikleriyle birlikte farklı su hasadı yöntemleri de işin içine katıldığında su bakımından fakir yörelerde dahi tarım yapmak mümkündür ancak tarım arazisi aynı zamanda yaşam arazisi olarak planlanacaksa arazide veya yakınında herhangi bir su kaynağına ihtiyaç vardır. Su problemi olmayan yerlerde iklim de müsait ise bereket bol olur.

Bizim yerimizde ise doğal bir kaynak yok. Köyün suyundan alma imkanımız varmış. Tam olarak bu kritere uyduğumu söyleyemem bu yüzden. Birde sıfır diyelim.

2-Arazinin kendi haline bırakılmış olması: Kendi haline bırakılmış bir arazinin hâlihazır tarım kültürü bakımından dezavantajları varsa da günümüzün kimi yanlış uygulamalarının kötü etkilerinden kurtulmuş veya bu etkilerin iyileşme sürecine girmiş olması bakımından çok önemli avantajları da vardır. Kendi haline bırakılmış bir tarım arazisi muhtemelen kimyasal gübre ve ilaçların kullanılmadığı veya kullanılmışsa da zamana bağlı olarak etkisinin azaldığı ve hatta bittiği araziler olabilir. Kendi haline bırakılmış arazilerde kendiliğinden (tohumdan) çıkmış meyve ağaçlarına rastlanabilir; bu ağaçlar güçlü ve sağlıklı olduklarından uygun yaşa geldiklerinde aşı için anaç olarak kullanılacağı gibi isteğe göre öyle de bırakılabilir. Böyle arazilerde yabani ot ve hayvan çeşitliliği artmıştır ve doğal bir tarım için kontrol edilmeye, yönlendirilmeye hazırdırlar. Doğal tarımın yaban hayatına olan bağları güçlüdür ve bu bağları yeniden kurmak yerine hazır bulmak ve sonradan yönlendirmek işleri hızlandırır. Bu türden tarım arazilerinin dezavantajları olduğunu yazmıştım; bana göre en önemlisi, yıllarca budanmaya alıştırılmış meyve ağaçlarının kendi hallerine bırakıldıklarında karmaşık bir hal alıp dengelerini kaybetmeleri ve hastalıklara davetiye çıkarmalarıdır ancak bu problem, ağaç halen yaşıyor ve sağlığını şöyle böyle koruyor ise halledilemeyecek bir problem değildir. Bu türden araziler genellikle köylünün hayvanlarını yaydığı yerler olarak da görülürler ve bu durum yıldan yıla toprağı zayıflatan bir durumdur ancak toprak güçlüdür ve korunduğu, uygun önlemlerin alındığı, kimi iyileşme yöntemlerinin uygulandığı durumlarda şaşırtıcı biçimde kendini toparlar.

Arazi tam olarak bu durumda. Bakımsız, yıpranmış ancak doğal. İkide bir oldu.

3- Bitki çeşitliliğine sahip olması: Mono kültür bir tarım arazisinde seçilmiş olan bitki türü topraktan aynı besinleri alır ve bir süre sonra bu besinlerde azalma olur, toprak verimsizleşir, çiftçi gübreye –genellikle kimyasal gübreye- sarılır; kısa vadede başarı, uzun vadede ise bereketsizlik görülür.  Böyle arazilerde zararlılar(mantar hastalıkları veya böcek vb fark etmez) herhangi bir engelle karşılaşmadan arazinin biricik türüne zarar verdiklerinde o yıl çiftçinin işi bitmiş olur. Çiftçi bundan iki ders çıkarabilir, biri doğru, öbürü de yanlış ders. Doğru ders: Monokültürü bırakır, hakim bir tür seçse bile çeşitliliğe yönelir, denge sağlar. Yanlış ders: Bir daha bu riskle karşılaşmamak için pestisitlere veya fungusitlere dadanır. Günümüzde alınan ders genellikle yanlış olan. Monokültürün daha başka olumsuz yanları da vardır. Bu durumda çeşitlilik iyidir diyelim; iklimi, toprağı, türler arası ilişkileri gözeterek oluşturulan ve yabandan da destek alınan bir tarım arazisi meyve sepeti gibidir.

Bulunduğumuz yerden denize kadar olan yerler hep zeytinlik. Burada ise çeşit bol. Bu durumda üçte iki.

4- Ormana yakın olması: Orman, karaların en üretken yeridir. Orman, oksijen, su, nem, toprak, odun, yaban besinleri, huzur ve sağlık verir. Böyle bir yere yakın olmanın çok avantajı vardır. Saymakla bitmez.

Ormanla aramızda 50 m kadar mesafe var. Yaprak döken bir orman olsaydı nimetleri daha bol olurdu ancak orman ormandır. Dörtte üç.

5- Köye Yakın Olması: Köylülerin, özellikle de yaşlıların bilgi ve deneyimlerinden yararlanmak onlarla konuşmakla ve onları gözlemlemekle mümkündür. Okuduğunuz yüzlerce sayfa onların tek bir sözüyle veya gördüğünüz tek bir sahneyle aydınlanabilir. Köy hudutlarında kalan bir arazinin alt yapısı büyük ölçüde hazırdır; bu kaynaklar zaman içinde alternatifleriyle değiştirilecekse bile ilk başlarda işleri hızlandırır ve sonrasında da yedekte kalmalarının yararı vardır. Ürünlerde değiş tokuş yapmak mümkündür ve ihtiyaç duyulan pek çok kaynak yakındır. Bundan başka, dünyanın bin türlü hali var… Diğer taraftan köyle iç içe olmanın bulunulan köye göre değişebilen bazı can sıkıcı yanları da olabilir. Çoğunlukla çöplerin sağa sola atılması ve bundan rahatsızlık duyulmaması, tuvalet giderlerinin bakımsız olması, geri dönüştürülememesi ve ortaya çıkan sağlıksız koşullar, gürültü, dedikodu alışkanlığı, yabancıları hor görme vb.

Köyle aramızda dört yüz metre kadar bir mesafe var. Ne yakın ne uzak; bence iyi böyle. Beşte dört.

6- Kafa Dengi Arkadaşlar: Dağ, orman, bağ, bahçe… Hepsi güzel, hoş. Bir de bunları paylaşacak, arada sırada iki laf edecek, kimi zaman derin mevzulara da dalabilecek dostlar varsa ne âlâ. Aslında gerçek bir ihtiyaçtan bahsediyorum. Zaman geçtikçe bunun önemini daha iyi anlıyorum.

Bulunduğumuz köyde yeni tanıştıklarım var. Asıl bahsettiğim arkadaşların en yakını ise 5 km kadar ileride. İstanbul’u düşünürsem çoğu arkadaşım daha uzak mesafelerde oturuyor veya çalışıyorlar. Yine de bu kriter karşılanıyor mu emin değilim. Puanlama dışı kalması daha uygun.

7- Yangına hassas bölgelere uzak olması: Yangın kasıp kavurucudur; ortaya çıktığında başa çıkmak çoğu zaman zordur ve en ufak rüzgârda dahi kat kat hızlanma eğilimindedir. Böyle bir tehlike kimi hassas bölgelerde yüksek risk haline gelir. Sıcak ve kuru iklim ormanları genellikle kolay yanan ancak diğer taraftan da kendini yine kolayca yenileyebilen ağaçlarla bezelidir. Türkiye’nin en tehlikeli yangın bölgeleri kuru ve sıcak bölgelerin tipik orman ağacı olan kızılçam orman sahalarıdır. Mümkünse bu ormanlardan uzak olmakta yarar var ancak unutmamalı ki bu ağaçlar Türkiye’de en fazla yer kaplayan ağaçlardır. Böyle bir yerde arazimiz var ise yangın bariyerleri oluşturma, yani yangına dayanıklı ağaç ve çalılarla bu orman arasına bir sınır çekme işi ihmal edilmemesi gereken bir iştir. Olası bir yangın durumundaki su ihtiyacını da göz önünde bulundurmak ve hazırlıkları yapmak gereklidir.

Yakınımızdaki orman maalesef kızılçam ormanı. Yangın riskimiz var. Bu durumda altıda dört.

8- Güneye veya güneydoğuya bakıyor olması ve mümkünse farklı bakılara da sahip olması: Pek çok ağaç ve sebze, meyve veya tohumlarını olgunlaştırmak için uzun süreli güneşe ihtiyaç duyar; duymayanlar da vardır ve aslında en önemlisi türleri bu uygunluk veya uygunsuzlukları değerlendirerek seçmektir. Öte yandan güneş sever bir bitki dahi, bilhassa kurak bölgelerde sürekli güneş ışığı altında sıkıntı yaşayabilir; böyle yerlerde ışığın gün boyu kalması toprağın daha çabuk kurumasına, bitkilerin susuz kalmasına, meyve hacmi ve sayısının düşmesine ve daha başka istenmeyen durumlara yol açabilir.

Arazinin yüzü tam olarak güney güney doğuya dönük. Pek çok bitkinin meyve kalitesi için uygun. Güneşlenme ihtiyacı az olan meyveler için iyi değilse de dediğim gibi pek çoğu için iyi. Yedide beş.

9- Tatlı eğimli olması ve biraz da düz yerlere sahip olması: Düz yerler genellikle sıkıcıdır. Böyle yerler hasat sırasında, arazide çalışmada ve dolaşmada, malzeme vb. taşımada avantaj sağlar sağlamasına da kimi dezavantajları da bağrında tutar. Misal, drenaj büyük bir problem haline gelebilir. Sulama sistemleri kurulduğunda yerçekiminden faydalanmak mümkün olmayacağından başka bir enerjiye veya suyun yüksekte depolanmasına ihtiyaç duyulur, birim alana düşen güneş ışığı ağaç gölgelerinden dolayı azalır ve bunun gibi şeyler. Düz arazilerde tarım faaliyetleri odağında bir yaşam alanı kurulacaksa kimi yükseklikler ve çukurluklar meydana getirme yoluyla arazi çeşitlenebilir ve farklı mikro iklim bölgeleri ve farklı bitki birlikleri oluşturulabilir.  Meyilli arazilerde ise eğim açısı arttıkça bu kez eğimden kaynaklanan daha başka problemler ortaya çıkar. En önemlisi yağmur suyunun toprağa sızacak vakti bulamadan akıp gitmesi, bu akışın hızlandığı durumlarda ise erozyonun artmasıdır. Böyle durumlarda toprak olması gerekenden erken kurur, diri örtü de akıp gitmişse işte o zaman çok kötü. Eğimi dik yerlerde bu türden sorunlarla karşılaşmamak ve yağmurdan olabildiğince yararlanmak için eş yükselti eğrilerinde hendek açma, araziyi setlendirme vb. yöntemler kullanmak büyük fayda sağlar.  Ancak, bu yöntemlerin bedelleri zaman, emek veya dolaylı emek yani para olarak karşımıza çıkar. Türkiye coğrafyasının büyük bölümünün eğimli arazilerden oluştuğunu düşündüğümüzde bu bedelleri büyük olasılıkla ödeyeceğimiz fikrine de alışmak gerekir; yine de uygun eğim derecelerini aramaya odaklanmak bu bedelleri azaltmaya yardımcı olur. Sonuç: Tatlı eğim iyidir; tatlı eğimli yerleri Allah sevdiğine bağışlasın.

Bizimki dik bir yer. Çok zorluklar bekler bizi. Yani buradan puan alamıyoruz, sekizde beş.

10- Vadi tabanına yakın olması: Vadi tabanları kimi olumlu, kimi de olumsuz yanlara sahiptir. Vadi tabanlarından genellikle bir dere geçer, bu dere bir kış deresi olsa bile açılan bir kuyu ile fazla derine inmeden suya ulaşabilme ihtimali yüksektir. Eğer, civar bölge tepelik, yıpratıcı rüzgarlara açık ve kurutucu ise vadi içleri korunaklı yerlerdir; nem oranı daha yüksektir.

Arazi, vadi tabanlarında genellikle düzdür, iş yapmak kolaydır. Hem vadinin daha yukarı kesimlerinden, hem de yandaki yamaçlardan aşağıya organik ve inorganik maddeler yığılır ve toprağın kalınlığı da, verimi de artar. Buna karşılık tabana inen başka şeyler de olabilir. Misal, bu tür yerler sel tehdidi altındadır, heyelan ve kaya yuvarlanmaları olabilir, soğuk hava aşağıya indiğinden bu yerler civardan daha soğuk ve hatta dondurucu olabilir; bahar vakti don yaşanarak erken çiçeklenen bitkilerde verim düşebilir. Bu durumda vadi tabanının nimetlerinden faydalanmak, zararlarından da çok etkilenmemek için arazinin bir kısmı vadi tabanında, geri kalanı da yan kısımlarda olursa iyi olur. Anlaşılacağı üzere bir ev yapılacaksa en iyisi vadi tabanında yığılan soğuk hava kuşağının üzerinde yapılmasıdır; böylece kış geceleri daha rahat geçirilir, sel tehlikesinden uzak durulmuş olunur vb.

Vadi tabanında değiliz. Bir tepenin üzerinde sayılırız ancak hemen arkamız dar bir vadi tabanı. Fakat, nimetlerinden direkt olarak faydalanamıyoruz. Yine de organik maddelerin yığıldığı yerlerle aramızda 50 m mesafe var. Bu durumda bu maddeyi görmezden sayıyor ve puanlamaya katmıyorum.

11- Yolu olması: Keşiş hayatı için en iyi şey yolsuz ve hatta patikasız bir mağara olabilir pek âlâ. Ama, işin içine tarım, hayvancılık, sosyal yaşam, çoluk çocuk girerse yol lazım olur. Bir yerden bir yere gidip gelirken kullanmak için, araziye malzeme getirirken veya buradan götürürken kullanmak için, kaza gibi, hastalık gibi, yangın gibi acil durumlarda kullanmak için yol gerekir. Araziye kadar gelen bir yolun haricinde arazinin içine giren bir yol da çok yararlı olur.

Yolumuz var. Deniz kıyısındaki ana yoldan köye kadar asfalt; sonrasında 600 m kadar toprak yol. Dokuzda altı oldu.

12- Organik tarım yapılan bir bölgede olması: Kimyasal gübrelerin, herbisit ve pestisitlerin toprağı, havayı, suyu kirletmediği bir yer en iyisidir. Bizim kullanmadığımız ancak komşumuzun esirgemeden savurduğu türlü kimyasallar direkt veya dolaylı bir şekilde bizi de etkiler. Maalesef hiç beklemediğiniz yerlerde dahi bu türden kirletici maddelerin kullanımı o kadar yaygınlaştı ki tertemiz bir tarım arazisi bulmak gerçekten güçleşti.

Bu yer bu bakımdan doğru nokta. Köylülerin neredeyse tamamı bu türden kimyasalları kullanmıyor. O halde onda yedi.

13- Manzaralı olması ya da olmaması: Şu kararı vermek lazım: toprağımızda tarım mı yapılacak, manzara mı izlenecek? Şehrin sıkışık yapısından ve karmaşasından kaçanların pek çoğunun yaptığı hata, muhtemelen bu sıkışmışlığın doğurduğu ferahlık ihtiyacından kaynaklanır. Genellikle güzel manzaralı bir yer alınır, yani yerin tarım için uygunluğuna değil, yalnızca manzarasına bakılır. Manzarası güzel diye alınan yerlerin çoğunda tarım zordur çünkü manzaralı yerler genellikle yüksek, tepelik yerlerdir ve arazi eğimi epey fazladır; böyle yerlerde iş yapmak zordur. Buna karşılık manzarasız, kapalı yerlerde ise çalıştıktan ve yorulduktan sonra bu yorgunluğu alıp götürecek ve ruhu dinlendirecek açıklıklar yoksa işin keyfi tam anlamıyla çıkmaz. Açık alanlarda güzel bir manzaraya bakmak huzur verir, bu huzur da alfa dalgaları yaymamızı sağlar. Bu ise keyifli ve huzurlu olduğumuzun göstergesidir. Rahatlayamayan insan ürettiğinden de keyif almaz.  Bu nedenlerle önceliği arazinin tarıma uygunluğuna vermek, manzarayı da bulmuşsak şükretmek lazım.

Manzara muazzam; nerede dursak farklı, kendine has karakteri olan bir köşe var ve nerede dursak baktığımız yerde ayrı bir manzara. Buna karşılık eğim de az değil hani. Zaten tüm bu farklı, çeşitli manzaralar eğimin yüksek derecesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle bu maddeyi de puanlama dışı bırakıyorum; harika manzaranın iyi, fazla eğimin kötü yanları var ve hala onda yedi.

14- Madencilik faaliyetleri, HES, sanayi ve benzer doğa talanlarından uzak olması: Madenler, hesler artık her yerde. Kapitale dayalı sistem cennet vatanı kavramış, tecavüz ediyor. Kalkınmaysa kimin, neresinin kalkındığı ortada. Sanayi, fabrikalar, bacalar, dumanlar, çöpler… Büyüyen şehirlerin ve öksüzleşen toprakların göstergesi bunlar.  Hepsinden ne kadar uzaksak o kadar iyi. Ama, büyük bir ama var burada. Nereye giderseniz gidin onlar da oraya geliyorlar. Son zamanlarda bu işlerin önünde duran yasalar dahi değiştirilmeye çalışılıyor.

Kaz dağları; adı, altın madenleriyle en çok anılan yerler arasında anılıyor son yıllarda. Maden sahalarına uzak değiliz; yakınız ancak karşı duruşa da yakınız. Buralarda toprağını sevenler var. Önemli olan da bu. Yine de bu kriterden puan alamıyoruz: On birde yedi.

On bir kriterden yedisini karşılıyor bu arazi.  Hepsine birden bakarsak on dört kriterden yedisini, yani yarısını tam olarak, üçünü ise kısmi olarak karşıladığını, dördünü ise karşılamadığını görürüz. Çok da fena değil diye düşünebiliriz ancak ilk maddedeki “su” bana kalırsa beş kriter gücünde. Yine de köyün suyunu bağlama imkanımız olduğundan dolayı rahatım. Bu kriterlere tabii ki daha başkaları da eklenebilir ancak bunlar bence en önemlileri.

Nihayetinde gördüğüm şu: İnsan bir şeyi ne kadar isterse hata olasılığı da o kadar artıyor. Zaman geçtikçe sıkıntı artıyor, sabırsızlık geldiğinde de gözler kapanmaya ve hayaller görmeye başlıyoruz. Şunu net olarak söyleyebilirim: Beş yıl önce buraya gelmiş olsaydım kesinlikle ilgilenmez ve arkama bakmadan giderdim. Ancak şimdi odaklanma zamanı. Her işte bir hayır vardır. Artık daha somut bir amacım var. Bu yıpranmış ve yorulmuş kuru toprağa destek olmak. Artık birbirimiz için varız. Biz onu, o da bizi mutlu edecek. Bilgimi, ilgimi ve sevgimi adıyorum. Hayırlı olsun.

**

İnşaat, bilmediğim bir dünya. Şanslıyım ki buradaki bir arkadaşım bu işlerden iyi anlıyor. Yardım edeceğini daha önce yazmıştım. Ekibiyle, bilgi ve deneyimleriyle, bağlantılarıyla tam bir paket yardım. Dolayısıyla kendi çapımda her ne kadar bu işleri öğrenmek için çabalıyorsam da yaslandığım dağ sağlam, içim rahat. Bahsettiğim arkadaşın herhangi bir maddi çıkarı yok bu işte. Buna karşılık bazı şartları var:

1- Bu ev “yazlık” bir ev değil, tüm zamanlı yaşanan bir ev olmalı.

2- Evin yapılacağı yerde ev sahibi önce bir süre kalmalı ve “hissetmeli”.

“Yazlık ev” fikri beni oldum olası rahatsız eder. Kimileri ölü yatırım diyerek bu işe karşı çıkarlar ancak ben yatırım olarak düşünmediğim için derdim başka. Onlar hayalet gibidir. Yılın bir-iki ayı yaşam enerjisiyle dolan, sonra terk edilen, yalnız kalan, soluklaşan, mutsuz varlıklar. Kaderleri bu. Diğer bir açıdan da inanılmaz bir tüketim, kaynakların savrukça kullanımı vb. Yok, benim istediğim hiçbir zaman böyle bir şey değil. Yani ilk şart tamamdır. İkincisine gelirsek seve seve.

**

Tüm bunların anlamı ise şuydu: Düşündüğümüz zamanın üzerine fazladan 2 yıl daha İstanbul! Kabul ettik ve bu yönde planlarımızı hayata geçirmeye başladık. Bu durumda, her şey planlandığı gibi giderse 2013’ün temmuzu, yok eğer gitmez de bütçeyi aşarsak 2014’ün temmuzu. Yani en fazla 4 yıl daha İstanbul. Hadi hayırlısı.

**

Niye taş: Civar bölgede bulmak kolay, sağlam bir malzeme, taş evin bakımı kolay, ustası var, uygun taş seçilirse izolasyon özelliği iyi, estetik bakımdan güzel ve bölge mimarisiyle uyumlu yani geleneksel.
Dezavantajları: Ağır işçilik, riskli ve uzun inşaat süreci, bu özelliklerden dolayı artan maliyet, dikkat edilmezse hatalı dizilişlerin sakıncaları…

**

Yanımızda getirdiğimiz birkaç fidanı keyifle dikiyoruz. Her biri analarını kaybetmiş bir çocuk. Kavuşturmanın hazzını yaşıyoruz. Artık analarından ayrılmayacaklarını, mutlu bir hayatları olacağını fısıldıyorum onlara veya içimden geçiriyorum…

**

Çocukluğumdan bu yana bildiğim bir şey varsa o da toprakla haşır neşir olduğum zamanların hayatımın en keyifli zamanları olduğu. İstanbul’da doğup büyüdüysem de tatillerimizi köylerde geçiriyor ve bu zamanları yılın diğer zamanlarında iple çekiyordum. Liseyi bitirdiğimde babama çoban olmak istediğimi söylediğimde şaşırmaktan çok yardımcı olmak istemişti. Köye gittik, keçi fiyatlarını araştırdık, köyün hemen dışında yıkıntı bir eve baktık; sahibiyle anlaştık, derken işler ters gitti, olmadı. Sonra iş, arkasından üniversite, tekrar iş. Değişen şeyler olduysa da köyle ilgili isteklerimin bir türlü değişmediğini, aksine daha da güçlenmiş bir halde aklımı kurcaladığını görüyordum. 2004 yılı itibariyle de istediklerimi artık yapabilme gücüne eriştiğimi veya şartların olgunlaşmaya başladığını hissetmeye başlamıştım. O sırada Cihangir’de yaşıyor, buraları seviyordum; muhabbet güzeldi, dostluklar güzeldi; demlenen çaylarla Cihangir camii bahçesinden İstanbul’u izlemek de güzeldi. Ama, gönlümde yatanın buralar olmadığını, ellerimi toprağa sokmadan, gözümü dağlarda dolaştırmadan rahat edemeyeceğimi de çok iyi biliyordum.

Yanlış hatırlamıyorsam Çinliler olacak, demişler ki, insanın mutlu olması için üç şey lazım: Bir amaç, toprakla uğraşmak ve dostlar. Benimle ve Çinlilerle aynı veya en azından benzer şeyleri düşünen arkadaşlarla konuşarak arazi arama işlerine başladık. En uygun zamanım bir buçuk aylık yaz tatilleriydi. Başlangıçta sekiz arkadaşla yazı planladık ve yaz geldiğinde iki kişi olduğumuzu gördük. Yola çıktık. Arkadaşım Kazdağları’nın arka taraflarında bir yeri daha önce görmüş, beğenmiş. Satılık olan bu yerde taş bir ev de varmış. Gittik, gördük ancak satılmıştı. Oyalanmayarak Batı Toroslar’a gittik. Alakır Nehri yakınına yerleşmiş olan arkadaşlarımız Birhan ve Tuğba’yı ziyaret ettik, oradan Akseki taraflarına geçtik, Mersin’e devam ederek tekrar yaylalara çıktık. Kriterlerimize uyan yerlerde her nedense genellikle soğuk karşılandık, sıcak karşılandığımız yerlerde de aradığımız kriterleri bulamadık. Bulduğumuz birkaç yere ise gücümüz yetmedi.

Bu şekilde birkaç yıl daha geçti. Arkadaşlar dağıldı. Kimi yurt dışına gitti, kimi bana uymayan yerlere yerleşti, kimi şehirdeki işlerine daldı, kimiyse unuttu gitti, dağıldık bitti.

Bu arada evlendim, çocuk fikri de vardı. Sosyal yaşam bir ihtiyaç ama kafamda oluşan yaşam tipi, dostlarla bir toprağı paylaşmaktan uzaklaşarak, komşuluk ilişkilerinin olduğu ayrı yaşam alanlarına doğru dönüyordu. Yani dağ başında bir grup arkadaşla hayatı paylaşmak ve bunu bir deney olarak büyütmek yerine hali hazırda bir şeylerin başlamış olduğu, aynı arazide yaşamayan ama birbirlerine yakın yerleşmiş, üstelik aynı frekansta olan insanların bulunduğu yerlere bakınma fikri ağır bastı. Başka bir açıdan da “uzak ve yakın”ı bir arada barındıran bir yer arıyorduk artık. Birhan’la konuştuğumuzda Kazdağları fikri tekrar gündeme geldi ancak bu kez körfeze inen güney kısımlar. Aslında 2005 yılında eşimle oraları şöyle bir dolaşmış ancak sevmemiştik. Üstelik Toroslar’la karşılaştırıldığında benim dağ aşkımı ve yaban sevdamı karşılamıyordu. Yine de 2009 yılı itibariyle tekrar bir gözden geçirdiğimizde Dedetepe çiftliği, Buğday derneğinin kırsal merkez binası gibi oluşumlar çekici geldi. Ağustos ayında tekrar gittik oralara; Dedetepe çiftliğinden Erkan’a uğradık, civar bölgeyi tanıyan biriyle dolaşmaya başladık.

Kazdağları’nın batıya doğru uzanan ve ana kütleye göre alçalan dağlık arazilerine doğru bir tırmanış. Önce birkaç zeytinliğe baktık ancak bir zeytinlik aramıyorduk. Zeytin ağaçlarını çok sevsem de hem bulundukları iklim, hem de yansıtıcı yapraklarının ortam ısısını arttırmalarından dolayı yazları genellikle bunaltıcı yerler olurlar. Tek bir ağaç türünden ibaret bir yer de istemiyorduk.  Bakınmaya devam ettik; ilk olarak bol manzaralı yerlerden geçerek tırmandık ta tırmandık, sonra bir süre kızılçam orman ı içinden geçen bir yoldan ilerlemenin ardından hiç beklemediğimiz bir anda açıklık bir yere geldik. 450 m rakımda, güney bakılı, uzaktan da olsa deniz gören, dağlı bağlı bir manzara. Bizi buraya getiren kişi arazinin satılığa çıktığını ancak son durumun ne olduğunu bilmediğini söyledi. Sormasını istedik ve şöyle bir gezindik. Uzun süredir bakımsız kaldığı ve hor kullanıldığı belliydi. Etrafındaki komşu arazilere bakıldığında en ağaçsız ve kuru görünen yer burasıydı. 3 buçuk dönüm kadar bir yer olsa da eğimli arazilerin gerçek yüzölçümleri her zaman daha fazla oluyor. Henüz yatay koordinatları rakım eğrileriyle birlikte hesaplayacak bir sistem uygulanmıyor.

Arazinin eğimli oluşunun avantajları da var dezavantajları da; eğim arttıkça dezavantajlar da artıyor. Ama uzun yıllardır yer aramaktan sıkılmış birisi olarak göze her şey kolay görünüyor; onu da yaparım, bunu da yaparım; peki ya su? Araziden iki ayrı su hattı geçiyormuş; ev yapınca bağlatırmışım; güzel… O halde evdeki hesap çarşıya uyarsa bu yer de bize uyar.

**

Doğa kendinden olmayanları yok sayar, her şeyi kendi kusursuz varlığı içinde eritir. Zeytin ağacı gibi doğasıyla oynanmış, insan elinde binlerce yıl geçirmiş bir varlığı da önemsemez, o ise milyonlarca yıllık hafızası ve yaşam enerjisiyle atalarından kalan huyuyla yaşamaya çalışır, doğal olmayan bir şekle büründüğünü fark etmez, kökleri ve gövdesi ayrı, kendi ayrı davranır. Ve o zeytinlik birkaç on yılda daha başka doğal çalılarla, ağaçlarla, tohumdan çıkan delicelerle, türlü kuşuyla, börtü böceğiyle “doğal” ritmine girmeye başlar. Deliceler o bölgenin yerlisiyse öyle kalır, değilse muhtemelen ardıllık devam eder veya arada bir yolda karar kılınır, sonrasnı bilemeyiz.

**

Burada, yaşadığımız bu yerde, alınacak olup da daima uyulacak hiçbir kararımız olmayacak gibi. Her yıl bir öncekinden farklılık gösteriyor. Havada, suda, karada değişen onca şey birbirlerini farklı yollarla etkileyerek daha farklı belirtilerle, sonuçlarla ortaya çıkıyorlar.

**

Geçen yıl bu savaşın veya bitlerle karşılıklı üreme yarışının sonunda nüfusları tükenen bitlere karşı çok sayıda uğur böceği meydanı ele geçirmişti. Bu yıl ise üreme ve yeme güçleri bitlerinkine bir türlü yetişemedi; onlar iki ürediyse, bitler beş üredi; onlar on ürediyse, bitler yüz üredi… Nihayetinde fasulyeler bitlerden toplanamaz hale gelmeye başladı.

Bu durumda daha önce vazgeçtiğimiz karışımı tekrar hazırladık; önce uğur böceklerini ve larvalarını mümkün olduğu kadar topladık, sonrasında da karışımı püskürttük. Sonuç bitlerden kurtuluş oldu. Ama bunu yaparken kimi bitkilerin bir kısmındaki bitlere de dokunmadık ki uğur böcekleri aç kalıp da terk etmesinler bizi; üremeye ve buralarda barınmaya devam etsinler. Öyle de oldu. Bitler henüz eski tempolarıyla çoğalmaya başlamadılar ve onlarla ilgilenecek kadar da uğur böceği ve larvası halen etrafta…

Hassas denge, ince ayar… Zehirsiz, zararsız, kalıntısız tarım yapmak kolay aslında ama amaç yalnızca tarım olmayıp da doğanın dengelerine hayranlıkla beslenen bir yaşam olunca daha dikkatli, daha hassas, daha saygılı ve belki de bu ilk yıllarda çok kararsız oluyor insan.

Kaynak https://taslibahcem.wordpress.com/2016/01/27/geldikgordukbegendik/

N’apacaksın Tanrı?

N’apacaksın Tanrı, öldüğüm zaman?
Ben ki testinim senin, ya kırılırsam?
İçkinim, kaçarsa tadım, ya bozulursam?
Dokusu kumaşının, giysinim senin
Kalmaz bir anlamı gidecek olsam.

Evsiz barksız demeksin yokluğumda sen
Yoksun kalacaksın içli ve sıcak selamlardan
Düşecek yorgun ayağından
Kadife terliklerin, ki onlar Ben’im
Aban da sırtından yitip gidecek.

Bakışın ki, dinlenir yanaklarımda
Sımsıcak pamuksu yastığında
Gelecek ve beni aranacak boşuna
Ve çaresiz uzanacak günbatımında
Yabancı taşların yatağına
N’apacaksın, Tanrı, Kaygılıyım.

Rainer Maria Rilke
Türkçesi: Melahat Togar – Nihat Behram

Edirne

Biz ne zengin haritalar
Gördük Arda’lı, Tuna’lı

Ki o günler bir Edirne
Vardı döşeli dayalı;

Dalları altın yemişli
Kuşları altın gagalı…

Yuvalar vardı, şen şakrak,
Ağaçlar vardı yuvalı…

Tası ayetli, oyalı
Sular içerdik şifalı

**

Balkan’da dağlar tepeler
Öbek öbek, oymak oymak…

Dağları aşıp Tuna’da
Kanad kanad ordu yeymak.

Uçmak Tunca’dan Vardar’a
Vardar’dan Vistül’e kaymak…

Sonra, ne acıdır bir gün
Tunca’yı Tuna’ya saymak.

**

Fetih günlerinin burdan
Kanatlanırdı kartalı;

Burdan giderdi ordular
Debdebeli, tantanalı!

Kahramanlar vardı beller
Kuşaklı, eller palalı…

Söyle sen buna ne dersin,
Kolu bükülmez Adalı?

Bu ellere taçlar teslim
Etti kayzer’i, kıralı!

**
Sormayın: Edirne kimdi?
Bereket taşan mevsimdi:
Belki senin kız kardeşin
Belki benim sevgilimdi…
Edirne, dilber Edirne
Kıyık’ta yatıyor şimdi.
**
Nerde O bahtiyar yıllar
Kırkpınar’lı Kakava’lı;
Pazarları devay-ı misk
Missabunu, oğul balı?
Ali paşa çarşısından
Taşarken dağlı, ovalı
Edirne ovasındaydı
Istiranca’nın merali…
Ki kına gecelerinden
Eller dönerdi kınalı!
Kızlar, Esma’lı Pembe’li!
Kızlar.. Ayşe’ll Fatma’lı!
**
Aksa da Tuncay’la Meriç
Yine kıvrıla büküle
Ne yapı kalmış, ne nüfus
Göçe göçe, öle öle…
Bülbüller ağıttır artık
Bülbül Adası’nda bile!
Ne Sarayiçi’nde saray
Ne Kaleiçi’nde kale!
Yıkmaya gel, yıkmaya gel;
Bir sen eksiktin zelzele!
**
Yıkılmış eski konaklar
Kırk odalı, kırk sofalı..
Hıçkırıklar var boğulmuş
Çeşmeler var ağlamaklı.
Talihsiz Edirne sanki
Yanıkkışla’da cezalı…
Bir çobandır boynu bükük
Tunca’ya düşmüş kavalı…
Bu kadar öksüz kalmadı
Meric’im Meriç olalı!
Simdi gülenler yolcudur;
Boynu bükükler buralı!
**
Tarih, akın, fetih, destan
Yalan oldu, hepsi yalan!
Kitaptan kitaba dolan
O şanlı hatıralardan
Kırık mezar taşlarıyla
Kırık çeşmelerdir kalan!
Artık ne Meriç’te yelken
Ne Tunca boyunda yalı!
Yeni imaret sellerde
Ve «Sittisultan» kapalı!
Dilber Selimiye bile
Sol memesinden yaralı!
«Lâri Çelebi» dökülür
Süleymaniye yamalı!
Kurtlar ziyarete gelir
Zavallı Köse Mihal’i
Gidenlerin hangisine
Hangisine ağlamalı?
Edirne tarihini sil
Ve yaz Edirne masalı!
Arif Nihat Asya

Duino Ağıtları – Rainer Maria Rilke

1. AĞIT

Tuhaf şey elbette, artık şu yeryüzünde oturmamak,
Unutmak bundan böyle daha yeni edinilmiş alışkıları,
İnsanca geleceğin anlamını verememek
Güllere, vaatlerle dolu öbür şeylere;
O sonsuz korkulu ellerde ne idiysek
Onu artık olmamak ve öz adını bile
Koyup gitmek bir kırılmış oyuncak gibi.
Ne tuhaf, dilekleri dileyememek daha,
Bütün olan her ne varsa darmadağın uçuşur
Görmek uzayda. Zahmetli şey ölü olmak,
Yeni baştan, ağır ağır alışmak öyle zor ki,
Biraz olsun bengilik sezer insan zamanla – ama yaşayanların
Hepsi de yanılır, böyle kesin ayırarak.
Derler ki, çoğu zaman bilemezmiş melek, dirilerin mi,
Yoksa ölülerin mi arasında yürüyor. Bengi akıntı
Her iki ülkede çocuğunu, yaşlısını
Birlikte sürükler, tümünün sesini bastırır.

2. AĞIT

Çünkü bizler duydukça azalıyoruz; bizler
Geçiyoruz verdiğimiz solukla; közden köze
Hafifliyor kokumuz. Belki biri çıkıp diyecek: evet,
İçimde kan oluyorsun, bu oda ve bahar seninle
Doluyor…neye yarar, bizi tutamaz o da;
Onun içinde, onun çevresinde eksiliriz. Ya onlar, güzeller,
Onları kim tutabilir? Yüzlerinde o görünüş
Aralıksız belirip siliniyor. Bizim olan gidiyor bizden
Sabah çimeninde çiy gibi, ısısı gibi
Isıtılmış bir yemeğin. Nereye ey gülümseyiş? Ey bakış:
Yeni, sıcak, tutulmaz dalgası yüreğin; –
Yazık: işte buyuz biz. Dağılıp eridiğimiz evren
Boşluğunda kalır mı ardımızdan bizim tadımız?
Yalnız kendilerinden taşmış olanı mı toplar melekler,
Yoksa bizim özümüzden de bir şeyler bulunur mu yanlışlıkla
Arada? Biz gebe kadınların yüzünde görülen
O belli belirsiz şey gibi mi karışmışız
Çizgilerine onların? Kendilerine geri dönüşün burgacında
Bunu duymazlar bile. (nasıl duyarlardı ki.)
…………

3. AĞIT

Biri var, sevgiliyi söylemek. Öbürü eyvah,
o saklı, o suçlu ırmak tanrısını kanın.
Genç kız, senin uzaklardan seçtiğin delikanlı, o kendisi
ne bilir isteğin efendisini, çok zaman yalnızlığı içinde
sen daha dindirmeden ya da hiç yokmuşun gibi,
ah hangi bilinmezlikle damlayarak o tanrı başını
kaldıran, sonsuz bir ayaklanmaya çağırıp geceyi.
Ey kanın Neptün’ü, korkunç üç çatalıyla.
Ey sarmal midyeden yapılmış göğsünün karanlık yeri.
Kulak ver, gece nasıl çukurlaşıp oyuluyor. Siz, yıldızlar,
sizlerden doğmuyor mu sevenin isteği sevdiğinin yüzüne?
İçten içe kavrayışı arık yüzünü onun
bir arık yıldızdan değil mi?

Sen gelmedin, yazık, ne de anası geldi
kaşlarının yayını böyle bekleyiş dolu.
Seninle değil, onu duyan kız, seninle değil
dudağının kıvrılışı daha verimli anlatıma.
Sanır mısın gerçekten, senin tüy gibi hafif ortaya çıkışındır
onu böylesine sarsan, sen ki sabah yeli gibi gelirsin?
Gerçi onun yüreğini oynattğn; ama içinde boşanan
daha eski korkulardı hafif dokunuşunla senin.
Çağır onu… Gene bütün bütün çağıramazsın karanlık
çevresinden. İstemesine ister, kopup gelir, rahatlayıp alışır
senin saklı yüreğini, alır ve bağlar kendini.
Ama hiç bağladı mı kendini?
Sendin onu küçük yapan, ey ana, sendin onu bağlayan;
senin için yeniydi o, yeni gözleri üstüne
iyi dünyayı eğdin, saldın yabancısını.
Ah nerede o yıllar, sen, daha fidan gibi,
kaynayan kaos’un yerini tutardın onun gözünde?
Çok şey sakladın ondan; geceleyin kuşku veren odayı
zararsız kıldın; sığınaklar dolu yüreğinden biraz
insanca uzay kattın gece uzayına odanın.
Zifiri karanlığa değil, hayır, daha yakın varlığına koyardın
gece lambasını, o da sanki dostluğundan ışırdı.
Tek çıtırtı olmazdı ki ona gülümseyerek açıklayamıyasın;
çoktan bilir gibiydin, sofanın ne zaman canlandığını…
Kulak kabartırdı o, yatışırdı. Öylesine güçlüydü
sevgi dolu kalkışın; koca mantosu içinde alınyazısı
dolabın ardına saklanırdı, tedirgin geleceği sığardı
hafifçe yer değiştiren kıvrımları arasına perdenin.

Kendisi rahatlamış yatardı böyle, akıtıp
gözkapakları altında o tatlılığı ön uykusuna,
senin biçimlendirdiğini oyun gibi –;
korunmuş görünürdü… Ama içinde: Kim savar,
kim tutardı içinde aslanın ırmaklarını?
Ah sıkıntı yoktu uyuyan için; uyurken,
ama düş görürken, ama hummada: Nasıl bırakırdı kendini.
Daha yeni, daha ürkek, nasıl yakalanırdı içindeki oluşun
çepçevre boyveren sarmaşıklarına dolanıp,
örnekler olurdu, boğazlayıcı üreyiş, kovalayan
hayvansı biçimler. Nasıl verirdi kendini –. Severdi.
Kendi içini severdi, içindeki yabanlığı, eldeğmemiş ormanı, –
ve dilsiz çökmüşlüğü üzerinde ormanın, yüreği dururdu
Işık yeşili. Evet, sevdi. Bırakıp yürüdü
kendi kökleri boyunca zorlu başlangıcına,
çoktan yaşanmıştı orada küçücük doğuşu. Daha eski
kana indi severek, dar boğazlara, Korkunç’un
oturduğu, ataları yemiş, daha karnı tok.
Her Ürkünç tanıdı onu, göz kırptı, haberli gibiydi.
Evet, gülümsedi Ürkünç… Azdır senin
öyle gülümsediğin, ana. Nasıl sevmezdi artık,
ona gülümsemişti ya. Senden de önce
sevmişti onu, çünkü sen daha karnında taşırken
tohumu çimlendiren özsuyun içindeydi.

Bak, biz çiçekler gibi tek bir yılın uzayından sevmiyoruz; biz severken öncesi düşünülmez
özsu yükseliyor kollarımıza. Ey kızlar,
İşte bu: İçimizde seviyoruz biz. Geleceği, bir tek çocuğu değil, mayalamakta olanı sayısız;
babaları seviyoruz, yıkılmış dağlar gibi
derinimizde yatan; bir zamanki anaların
kuru dere yatağını –; ses vermez ülkeyi bütün,
o apaçık ya da bulut bulut yazgı
altında–: İşte bu , genç kız, senden öncesi.
Sen kendin, ne bilirsin, hangi uzak çağları
dirilttiğini sevenin içinde. Başkalaşmış varlıklardan
hangi duygular yol bulup yükseldi. Ne kadınlar kin duydu sana.
Bilmezsin, ne karanlık adamlar uyandırdın
damarlarında onun. Sana gelmek istedi
ölü çocuklar… Yavaşça, ah yavaşça,
sevgi dolu bir iş yap, güvenilir, gündelik bir iş, onun önünde, –
al onu, bahçelerin oraya götür, gecelerin o büyük ağırlığını ver ona…
Alıkoy onu……

Rainer Maria Rilke

Aşkın Başlangıcı

Ey gülümseyiş, ilk gülümseyiş, bizim gülümseyişimiz,
İnsan nasıl da o: ıhlamurların kokusunu soluyuş,
park sessizliğini dinleyiş, birden, birbirimizdeyken,
yukarlara bakış ve şaşkınlık, gülümseyinceye dek biz.

O gülümseyişte anımsanması vardı
bir tavşanın, karşıki çimende
oynayan. O gülümseyişin çocukluğu
böyleydi. Daha ağırbaşlı bir etki bıraktı onda
sonradan gördüğümüz kuğunun devinmesi:
durgun havuzu bölüyordu kuğu, sessiz akşamı
ikiye bölercesine. Ve saf, açık göğe çizilmiş,
gelecek gecelerle kaynaşan ağaçların tepeleri
o gülümseyişin taslağını çizmişlerdi
yüzümüzde esriyen geleceğe karşı.

Rainer Maria Rilke