Âh!

Her aşkın öldüğünde gittiği yer aynı değil.
aynı değil kalbin kaldırdığı hasat, uğradığı zarar

Ben çıkamazken yüzüne kan oturmuş akşamlardan dışarı
serde bu heves, bu ümit, bu humma
aşk adaşım olana kadar
bendeki bu kalp imkânı!

Biliyorum aynı şafağı sökmüyor gecelerimiz
bu aşk benimle benim aramda artık
gerisi yas tutan kelimelerin âhı!

Murathan Mungan

Çapa

Sabahın demiriyle kapalı sular
sönmesini beklediğin dün yaraları

zamanı gelen aşkın çağırdığı
rüyalar açık deniz
korkular kara parçası

yıldızımın sahibi kalbime saldığın çapa
birlikte yaşlanmayacağımızı bilmenin yaş farkı

Murathan Mungan

Sonuna Geliyoruz

Sonuna geliyoruz dostum
Eksiliyor soframızda
Bir bir iskemleler

Duyuyorum içimde
Yeşeriyor baş verip
Toprağa vereceğim tohum

Bu yaştan sonra her şey
Uzak yakın bana eşit geliyor
Toprağı daha bir seviyorum

Necati Cumalı

Her şeye, herkese sadece katlanıyordum

Bazen düşünüyorum, ne garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? 
*

Fazla teferruata girmeden şurasını da işaret edeyim ki,saat kadar derin olmasa bile bu benimseme ve uyma keyfiyeti bütün eşyamızda vardır. Eski şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık değiştirmek istemeyişimiz de bu yüzden değil midir? Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı, yahut “ben artık bir başkasıyım!”diyebilmek saadeti.
*
Fakirlik, içimizde etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde-zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.

Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiç bir zaman manasını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek bir insan onunla karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden,davul zurna, sokaklara fırladık.

Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, ”Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birden bire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

Nihayet şu kanaata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyim, nasıl olsa beni artık ayıplamaz, kendine ait bir lugatı kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmi nutuklarda adının anılması kafi geliyor.

Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir. Evvela, burası zanımca en mühimidir, onu bana hiç kimse vermedi. Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum. Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir defa için buldum. Bulduğum günden beri de küçücük hayatım, fakir evimiz,etrafımızdaki insanlar, her şey değişti. Vakıa sonraları ben de onu kaybettim. Fakat ne olursa olsun bana temin ettiği şeyler hayatımın en büyük hazinesi oldular. Ne dünkü sefaletim, ne bugünkü refahım,hiçbir şey onun mucizesiyle doldurduğu seneleri benden bir daha alamadılar. O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti.
*
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!

*

Her şey yolunda.  Fakat yalnızız. Bütün dünyada yalnızız.
*

Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? … Newton başına düşen elmayı, elma olmak haysiyetiyle mütalaa etseydi belki çürümüş diye atabilirdi. Fakat O böyle yapmadı. Şu elmadan nasıl istifade edebilirim? diye kendine sordu. Azami istifadem ne olabilir? 
*
Hayatımızın bir devrinden sonra başımıza gelen şeylere o kadar hazırlanmış oluyoruz ki, kederimizi kendi içimizde taşır gibi yaşıyoruz.
*
O büyük bir ruh ve idealistti. Hayatta ‘hep’i elde etmek için ‘hiç’in kısır çölünde yaşamayı tercih etmişti.
*
Araya menfaatlerimiz girmeyince hâdiseleri elbette başka türlü, daha realist bir gözle görmeğe, hakikaten daha uygun şekilde anlamağa ve yorumlamağa başlarız.
*
Fakat hayır, burası gerçekten garip bir yerdi. Hiçbir şeye hayret edilmiyor, hiçbir şeyin üzerinde fazla durulmuyordu. Burada insan, olduğu gibi, bütün hususiyetleriyle, kabahatleriyle, sakatlıklarıyla kabul ediliyordu. Ve bunlar ne kadar çok olursa o kadar hoşa gidiyordu. Fakat bu affedilmek değildi. Aksine hiçbir şey unutulmaz, hattâ her zaman için hatırlanırdı. Gerçekte onlar, pasaportlarda o kadar dikkatle kaydedilen ve isim, doğuş tarihi gibi şeylerin ötesinde insanı herhangi bir karışıklığa artık meydan vermeyecek şekilde tâyin eden ayırıcı ve değişmez çizgilere benzerdi.
*
Belkide şahsiyet dediğimiz şey bu, yani hafızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve tesadüfü, onların birbiriyle yaptığı terkiplerin bizi benimsemesidir.
*
Mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan “ne olacağım?”sualini geciktirir. Bırakın ki vaktinde yetişir, sonuna kadar sabreder, aktarmaları tam zamanında yaparsanız, içindekini behemehal bir yere götüren trenlere benzer. Ben bu trenden vaktinden çok evvel adeta çölün ortasında inmiştim.
*
Her insan ne kadar müspet yaradılışta olursa olsun ölümünden sonra tekrar dirilmeyi düşünür, özler. Bu hayat dediğimiz mihnetler silsilesinin çok ileri zamana, müpheme atılmış bir mükâfatı gibidir. En müsait ve daima kazanacak kâğıtlarla oynanan bir oyun gibi, yeniden adeta baştan aşağı beğenmemek, inkâr etmek, değiştiğinden dolayı sevinmek için kalmışa benzeyen küçük bir mazi şuurundan başka her şeyi, her tarafı değişmek, güzelleşmek şartıyla tekrar yaşamak insanlığın elbette vazgeçemeyeceği bir hülyadır.
*
İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer insanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.
*
İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.
*
Artık bütün mukavemetim kırılmıştı. Nerdeyse yalnız ona bakacak,ona şaşıracaktım. Nasıl muhakeme esnasında günlerce herkese şaşırdımsa, “Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorlar!”diye hayret ettimse… Galiba bizi benzerlerimizin karşısında her gün birkaç defa çıldırmaktan bu hayret kurtarır.
*
Bana kalırsa bu çalışma hayatına tam intibak etmemekten gelen bir şeydir, demişti. Hayat, kendi şeklini yaratmazsa böyle olur. Bu kahve hakkında sizi dinlerken ben, çoğunu tanıdığım bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi, yarı şaka, tembel bir hayat! Öyle bir mazi falanla alakası olması gerek!
*
Hakikaten buradaki hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden, yahut da bir ayakları daima eşikte, yaşıyorlardı. Hiçbir mesele yoktu ki eninde sonunda bir kaçış, bir kurtulma vesilesi olmasın! Neden kaçarlardı, niçin kaçarlardı? Yoksa hakikaten her şeye yabancı, her şeye kayıtsız mıydılar? Hayır, burada her şey biraz afyon, biraz uyku ilacıydı.
*
Her devrin ve yaşayışın kendisine göre bir insan tasarrufu vardır ki, bütün bir zihniyeti ve inkarı güç realiteleri ifade eder. Şoför kelimesi şüphesiz bunların en medenisi, en latifi, en iyisi ve en cemiyetlisidir. İki dudağın arasında bir öpüş taklidine benzeyen ve ilk hecede havada bıraktığını ikinci hecede adeta geriye alan bu kelimenin Türkçe’nin en mühim kazançlarından biri olduğuna bilmem dikkat ettiniz mi? Hangi şivede söylenirse söylensin o daima manalıdır.
*
Fakat hayır, bütün bunları yapabilmek, kendini alışkanlıklarının dışında denemek için başka türlü adam olmak lazımdı. Koşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lazımdı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare gölge idim. Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan, bilhassa ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge… Gül! dedikleri yerde gülen, ağla veya konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biçarenin biri.

*
Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya, kahveye, az çok benden başka türlü yaşayanların, kendilerini hiç olmazsa benim gibi göz hapsinde tutmayan insanların arasına gidiyordum. Onların yanında benim de bir hayatım oluyor, onlarla beraber düşünüyor, onlarla beraber yaşıyordum.
*
Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu, insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.
*
Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer. Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyordum.
*
Hayatlarına biraz duygu, istisnai zamanlar katmak istiyorlar. Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek istiyor.
*
İçten gelen her şey doğrudur.
*
Hayat yürüyor, Hayri Bey… Siz kelimelerle zehirlenin durun, hayat her gün yeni bir şey keşfediyor.
*
Hayatı güçleştiren şeylerden hoşlanacak yaşta değilim.
*
Korkuyu bütün ömrümce tatmıştım. O yılanı gayet iyi bilirdim. Bir kere içimizde yerleşti mi bulandıramayacağı hiç bir şey yoktu.
*
İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti.
*
Hele hiddetin değiştirdiği insan yüzü! Öyle kendinden çıkıyor, öyle katılaşıyor ki insan… Dünyada bundan kötü, iğrenç bir şey olamaz.
*
Tecrübe sahibi olmak demek yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.
*
Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde.. Fakat daima ödersiniz… Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.
*
Siz tecrübe kelimesinin hakiki mânasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir. Bu cins insanlardan bize hiçbir zaman hayır gelmez.
*
Emine’nin sevincini gördüğüm âna kadar bu hep böyle devam etti. Denebilir ki, asıl onu görünce uykudan uyandım. Karım biraz zayıflamıştı. Ellerinde ve boynunda hep aynı sıcaklık vardı. Bununla beraber karşımdaydı. Ve her zamanki neşesiyle, açık kalbiyle gülüyordu. Bu gülüş bana kaybettiğimi sandığım her şeyi bir lahzada iade etti.
*
Bütün ve halis şahsiyet her şeyden evvel kendisiyle yetinmeyi icap ettirir.
*
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat aynı iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve manasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
*

Bu masada biri de, bini de kazanan hep aynı şeylerin üzerinde ve sonuna kadar kaybetmek üzere oynar! Kazanç belki tesadüf olabilir, fakat kaybettiğimiz şey tam ve katidir. Oyuna girdiğiniz anda onu kaybettiniz demektir.
*
O kendisi olmak için beni unutmaya belki muhtaç! Fakat ben ancak onun sayesinde biraz kendim olabiliyorum. Bu, belki de onun hiç anlamayacağı bir şey. O benim kaderimi bitmiş biliyor ve bunda haklı! Fakat ben onun kaderi üstüne acz içinde titriyorum.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar

Rıhtımda Uyuyan Gemi

Rıhtımda uyuyan gemi,
Hatırladın mı engini?
Sert dalgaları, yosunu,
Suların uğultusunu?

N’olur bir sabah saati
Çağırsa bizi sonsuzluk,
Birden demir alsa gemi,
Başlasa güzel yolculuk.

Yırtılan yelkenler gibi,
Enginle başbaşa kalsak
Ve bir şafak serinliği
İçinde uykuya dalsak.

Rıhtımda uyuyan gemi,
Hatırladın mı engini?
Gidip te gelmeyenleri,
Beyhude bekleyenleri?

Ahmet Hamdi Tanpınar

Galeyan-ı Aşk

Ben seni ağlattım, hem çok ağlattım
Çünkü infiâlin şi’re bedeldi
Bir kadın ağlatmak zevkini tattım
Bende bu bir çılgın, hain emeldi

Güzel gözlerine yaşlar sinerken,
Sonra damla damla taşıp inerken
Göğsünde şahkalar çoşup dinerken
Titrek dudakların cidden güzeldi.

Ben seni sevmiştim ey melek kadın
Sızlıyor içimde sevgili yâdın
Azâr-ı aşkımı yanlış anladın
Bence hüzn-i hüsnün pek mübecceldi

Rıza Tevfik Bölükbaşı

Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdat

Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han?!
Feryadım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lahza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.

Tahrike yeltenen tac ve tahtını
Denedi bu millet kara bahtını
Sınadı sillenin nerm ü sahtını
Rahmet et sultanım sûz-ı âhına

Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyâsi padişahına.

Padişah hem zalim hem deli dedik,
Îhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz belî dedik,
Çalıştık fitnenin intibahına!…

Divane sen değil, meğer bizmişiz
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz,
Sade deli değil, edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegahına!

Sonra cinsi bozuk, ahlakı fena
Bir sürü türedi girdi meydana,
Nerden çıktı bunca veled-i zina!
Yuh olsun bunların ham ervahına!!

Bunlar halkı didik didik ettiler
Katliâma kadar sürüp gittiler,
Saçak öpmeyenler secde ettiler,
Bir asi zabitin pis külahına!

Bu gün varsa yoksa Mustafa Kemâl
Şöhretine herkes fuzulî dellâl
Alem-i ma’nadan bak da ibret al
Uğursuz tali’in şu gümrahına!

Haddi yok alçakla derde girenin,
Sehpâ-yı kazaya boyun verenin!
La’netle anılan cebâbirenin,
Rahmet okuttu bu en küstahına!

Çok kişiye şimdi vatan mezardır!
Herkesin beladan nasibi vardır!
Selamete eren pek bahtiyardır,
Bu şeb-i yeldanın şen sıyâhına.

Milliyet davası fıska büründü!
Ridâ-yı diyanet yerde süründü!
Türk’ün ruhu zorla asi göründü,
Hem Peygamber’ine, hem Allah’ına!

Sen hafiyelerle dem sürdün ancak
Bunlar her tarafta kurdu salıncak
Eli, yüzü kara bir sürü alçak
Kement attı dehrin mihr ü mâhına!

Bu itler -nedense- bana salmadı,
Belalıydı başım kimse almadı!
Seyrandan başka da bir iş kalmadı,
Gurbet ellerinin bu seyyahına!

Hoş oldu cilvesi cumhuriyetin!
Tadı kalmamıştı meşrutiyetin,
Deccala zil çalan böyle milletin,
bundan başka çare yok ıslahına.

Lakin sen sultanım gavs-ı ekbersin!
Ahiretten bile himmet eylersin.
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefaat kıl şâhım medet hâhına.

Rıza Tevfik Bölükbaşı
(Büyük Doğu dergisi, Haziran 1947)

Gerçi enzar-ı ehibbadan dahi dûr olmuşuz,

Gerçi enzar-ı ehibbadan dahi dûr olmuşuz,
Rahmeti Mevla’ya yaklaşmakla mesrur olmuşuz.

Hak yolunda müflis u hane-harab olduksa da,
Bu harabiyetle biz manada ma`mur olmuşuz.

Ehli hakkız, korkmayız idamdan, berdardan,
Çünkü te`yidi ilahi ile mensur olmuşuz.

Hâkimi Mübtil yedinden madrubin olduksa da,
Emri Hakla şar’ı garra hakkını ifaya memur olmuşuz.

Kul bize zulmen mucazat etse de perva etmeyiz,
Şüphemiz yoktur ki, indillahta me`cur olmuşuz.

Salih`im, ehl-i salahım. Dine can kıldım feda,
Lütfü hakla taşnegan-ı ab-ı Kevser olmuşuz.

Hanili Salih Bey

Şair dedi ki: Her ne kadar dostların, sevgililerin, akraba u iyalin, çoluk çocukların… bakışlarından uzak olmuşsak da, onların sıcak ilgilerine bigane, muhabbetlerine hasret kalmışsak da, her ne kadar bu uzaklık bize dokunuyor, bizi yaralıyor, bizi içinden çıkılması zor durumlar girdabına koyuyorsa da ve her ne kadar içinde bulunduğumuz şu karanlık zindanın, şu karanlık gecesinin sabahı yaklaşıyor ve acımtırak bir firak kendini gösteriyorsa da gam değil… Çünkü biz, bedeli ne kadar ağır olursa olsun Mevla`nın rızasını, O`nun hoşnutluğunu ve ruz-i mahşerde Habibi`nin şefaatini ve komşuluğunu arzuladık. O`nun için dostların bakışlarıyla aramıza şu karanlık zindanlar, şu berdarlar girmişse de…

Devam ederek dedi ki: Şu ahvâl bizi Mevla`ya götürecek gibi… O`na yakınlaştıracak gibi… O`na olan hasretimizi, O`na olan özlemimizi dindirecek gibi… On yıllarca dostundan ayrı kalmış bir aşık`ın bu dostuyla artık görüşme zamanının geldiği, göründüğü gibi… Aşkının yakıp kavurduğu, kül edip savurduğu, maşukun cemaline wuslatın artık göründüğü gibi. Çılgın bir dengizin içinde çılgınca dalgalar arasında bocalayan kişinin halinde olduğu gibi bizim şu dar-ı dünyada, şu bizi elemden eleme, kederden kedere sokup sıkan, perişan eden fani hayattan çok daha mes`ud bir hayata, ölümün hiç olmayacağı bir makama götürecek gibi… İşte bu hal, işte bu düşünce Mevla`nın namütenahi rahmetinin bir tecellisidir. Budur bizi mesrur eden, sevince gark eden... Bu sevincin tarifini, şu makamda hissedilen duyguları tarif etmek zor; hatta mümkün değil. Burada, bu makamda, bu iklimde olmak gerektir bunu idrak etmek için.

2) Hak yolunda müflis u hane-harab olduksa da,
Bu harabiyetle biz manada ma`mur olmuşuz.

Şair dedi ki: Doğru. Bu mübarek yolda acılar çektik. Perişan olmuş bir halkı cemaat haline getirmeye çalıştık. Bu mazlum Müslüman halkla el ele verip zulme başkaldırmak, Allah için bunu kabul etmemek için kıyam ettik. Kavga, zahiren aleyhimize döndü. İflas ettik. Evlerimiz-barklarımız, köylerimiz – kasabalarımız, şehirlerimiz ve daha bir bütün olarak memleketimiz harap oldu. Çoluk-çocuklar, akraba u iyal hepsi top ve tüfenklerden geçirildiler. Taze gelinlerin kucağındaki bebeler süngülerin ucuna takılarak uzaklara fırlatıldılar. Kadınlarımızın iffetlerine kirli eller uzandı. Taş, taş üstünde kalmadı. İşte, yakalanıp düşmana esir düştük. Böyle. Dünya gözüyle per u perişan olduk. Düşmana göre ve zahiri bakan gözlerce yenildik. Ha! İşte binanın önündeki meydanda darağaçlarını kurmuşlar. Berduş, cahil cühelayı toplamışlar ki nasıl asılacağımızı temaşa etsinler. Şafağın atmasını istemiyorlar, karanlıklar içinde, kabahatlerini gizleyerek bu cürümü icra etmek istiyorlar. Yani manzara bu. Doğru. Dünya ehline göre biz iflas eden tüccar gibi olduk. Yani biz böyle müflis olduksa da aslında mesele görünen gibi değil. Zaten dünya hayatı fanidir. O`na tutunan, peşine verip ardından koşan müflistir. Onun için hane-harap ve müflis olduksa da aslında mesele hiç de böyle değildir…

Devam ederek dedi ki: Şu kısacık ömrümüzde gördük. Dünya ehlinin gözü aç. Şu dünya metaı için birbirlerini kırıp geçirirler. Yazık, şu zavallı dünya ehli, şu saltanata göz dikenler bunun için vahşi katliamlar yaparlar, iktidarı ele geçirmeye göz dikenler masumların kanlarını akıtma pahasına, katliamlar, soykırımlar pahasına bunu yapmakta bir beis görmezler. Tahtlarına oturmak için tüm bunları mubah ederler. Dünya`ya ait bu kendilerinin olamayacak iktidarlarına kavuştuklarında bunu artık kendilerinin zannederler. Zannediyorlar ki devran hep onlardan yana olacak. Zannediyorlar ki bu saltanat ebeden onların olacak… Ama öyle olmuyor. Bir müddet sonra o ihtişamlı saltanatı terk etmek zorunda kalıyorlar. Değer mi yani? Ölüm onları korkunç bir halde yakalıyor. Ahirete dair hazırlıkları olmadığı halde, cezaya müstahak oldukları bir halde ölüm onları yakalıyor. Ve onlar Yaradan`ın huzuruna elleri boş gidiyorlar. Bu kimseler için Mevlamız cehennemin çılgın alevlerini hazırlamıştır. Zebaniler onları sabırsızlıkla bekliyorlar. Onların harabiyetleri kaçınılmazdır. 

Fakat Mevla için kıyama kalkan şu bahadırların hali hiç de böyle değildir. Çünkü bunlar bilerek, hesap ederek bunu dava etmişlerdir. Kıyama kalktıkları zaman bunun ağır bedeline de kendilerini hazırlamışlardır. Yani onlar çok kârlı bir alış-veriş yapmışlardır. Her hal u karda onlar kazançlı çıkmışlardır. Metâı aldatıcı şu dar-ı dünya yerine, ahiretin `selam` yurdunu, oradaki daimi nimetleri ve firdevsleri tercih etmişlerdir. Yani biz şu elleri ve bedenleri esaret bağı ile bağlanmış olanlar, ayaklarına pranga ile, kurulmuş darağaçlarına götürülmekte olanlar diğer taife gibi değiliz. Mevlâ`mız bizim için beşerin tarifte aciz kaldığı nimet makamlarını hazırlamıştır. Rabbimizin hidayeti ve inayeti ile bizler zillete, O`nun kerih göreceği amellere, basit hayat tarzlarına iltifat etmedik. Hâsılı… Rabbimizin yardımı bu dünya hayatında bizimle olduğu gibi Ahiret yurdunun güzel nimetleri de bizim içindir. Selam yurdu bizim içindir. “Sakın onlara ölüler demeyiniz.” Buyruğu bizim içindir. “En güzel rızklarla rızıklanmaktadırlar.” Haberi bizim içindir. Ve daha sayamayacağımız nice ma`muriyet halleri… İşte bu nedenlerden dolayı şu dar-ı dünyadaki harabiyet vaziyeti, dar-ı uhra`da necatımızın, halaslığımızın vesikasının ta kendisidir, biiznillah…

3) Ehli hakkız, korkmayız idamdan, berdardan,
Çünkü te`yidi ilahi ile mensur olmuşuz.

Şair dedi ki: Kaldı ki biz batıl değil, hak ve hakikat ehliyiz. Bu bile, bu konumumuz bile tek başına bir galibiyettir. Manasıyla, sıfatlarıyla biz ehl-i hakkız. O`nun için bu bile kendi başına bir üstünlük, bir zaferdir. Bakınız tarihe. Göreceksiniz hep böyle olmuştur. Hak-Batıl mücadelesinde asıl manasıyla batılın üstünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Hiç kimse batıl bir dava uğruna mazlum kardeşinin katline giren Kabil`den iyi bahsetmiyor. Kimse onun kazandığını iddia etmiyor. Ama Habil için böyle mi? O her zaman gönüllerin muhabbet deryasında köşk ve kasırlarda olmuştur. Öyle ki o beşeriyet nezdinde hakkın görünen, tutulan, dokunan nurani bir çehresi olmuştur. Ama Kabil`in içine girdiği acınacak hâl hiç bir zaman taltif edilmemiştir. Batıl ve onun batıl ehli manası ve sıfatıyla batıl, yani boştur, hiçtir, yoktur. Berrak suların üzerindeki köpük gibi… Var/yoktur. Var zannedersin, ellerini attığın zaman bakıyorsun ki yoktur. Göze kaba görünebilir, şa`şaalı görünebilir… Bunun gibi göze kuvvetli de görünebilir. Ama asıl ve berrak suyun üzerindeki köpüğün manası ne olabilir ki?

Batıl ehli; zevk u sefa ehli, nefs-u şehvet ehlidir. Bunlar, bu karakterde olanlar ise, insanların en korkaklarıdır. Bunu muhakkik alimler delilleriyle tespit etmişlerdir. Kitab-ı azim-uş`şan onların bu vasıflarını saymıştır. Nebi (as)-i Zişan onların bu özelliklerini bir bir ümmetine göstermiştir. Böyle… Garip ama şu hak-batıl kavgasında batıl ehli daima sayısal çoğunluğu oluşturmuştur. Fakat bu sayısal çoğunluk onların haklılıklarına kanıt olmamıştır. Bu hâl kendi başına hiçbir zaman onların zahiri galibiyetlerinin nedeni, sebebi olmamıştır. Tarihte “Nice az olan topluluklar sayıca çok olan topluluklara galip gelmiştir.” Durum böyle iken ve durum “Gevşemeyiniz, üzülmeyiniz, eğer inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz” fermanındaki gibi iken, ehl-i hak olan bizler nerde! Şu zavallı mahlûklardan korkmak nerde! Bir başımıza kalsak bile inancımızı muhafaza ettiğimiz sürece kesinlikle galip olan biziz. Onlar çok olsalar dahi mağlupturlar. Her şeyde olduğu gibi yüce İslam`ın galibiyet-mağlubiyete dair getirdiği tarif de özgündür. Ehl-î hakkı batıl ehline oranla daima moralli kılan, ümitvar eden de bu olsa gerek. Ne olursa olsun, korkmayız. Ölümlerden, esaret ve sürgünlerden, darağaçlarından, çoluk-çocuklardan ayrı kalmaktan, dünyanın sair nimetlerinden mahrum kalmaktan… Korkmayız. Çünkî biz inanıyoruz ki bunların tümü ve her biri birer imtihan vesilesidir. Kimse bunlarla bu fani dünyada ebedî kalmamıştır. Yakinen inanıyoruz ki bunların tümü sınama gerekçeleridir. Eğer imtihanı iman-İslam üzeri kazanırsak bunlardan daha çok nimetlerin bizleri beklediğine yakinen inanıyoruz. Hal bu iken biz neden ve kimden korkacağız. Biz korkmayız idamdan, zindandan, sürgünden…

Devam ederek dedi ki: Yani niye korkalım ki! Niye zalimleri sevindirecek davranışlar içerisine girelim ki! Yani biz izzetli mevkide iken zillete niye razı olalım ki! Böyle yapmayız. Böyle yapmak bize yakışmaz. Hamd olsun ki öyle yapmadık. Yine hamd O`na ki bizi sınırsız kuvvetiyle desteklemiş, O`nun kuvvetiyle yardım olunmuşuz. Çünkî biz, bize düşen şer`i vazifemizi yerine getirdik. Oturup neme lazım demedik. Zulme, tuğyana ve üzerimize deli seller gibi gelen şirkin ahkâmını kabul etmedik. Sineye çekmedik. Mazlum halkımızla bir olup ayağa kalktık. Allah için kıyam ettik. Biz dünyaya, onda yaşayan dost-düşmana, herkese Müslüman olarak var olduğumuzu gösterdik. Biz varız dedik. Şu yol geçmez mahrum beldelerde, şu sarp ve yalçın kayalıklar yurdunda, aha şu aç-perişan bırakılmış imanlı halkımızla beraber insanlara ve de zalimlere, sizin getirmeye çalıştığınız garbın ahkâmı bize lazım değil, biz onu almayız. Bu, ölümümüz ve kırılmamız pahasına da olsa. İşte, bunu yapmaya çalıştık. Hamd olsun… Mevla bize va`dini gösterdi. O`nun nurlu şeriatı hâkim olsun diye seferber olurken O`da va`di gereği yardımını gönderdi. Mesajımızın dost- düşmana ulaşmasını sağladı. O, içinde bulunduğumuz şu şehidlik nimetiyle bize en güzel yardımını gönderdiği gibi, mazlumca akıtılan kanımızla da çocuklarımıza, torunlarımıza davamızın mesajını ulaştırdı. Bu, O`nun bize dünyadaki en güzel yardımıdır. Hiç olmazsa, başımız dik yürüyoruz. Hiç olmazsa, çocuklarımız bizden dolayı utanmayacaklar. Hiç, hiç olmazsa, torunlarımız bizimle iftihar edecekler. Ve daha önemlisi, hiç olmazsa, biz onlara kötü bir örnek olmadık. Ve sayamayacağım sayıdaki daha nice nimetlerle mensur olmuşuz.

4) Hâkimi mubtil yedinden madrubin olduksa da,
Emri Hakla şar’ı garra hakkını ifaya memur olmuşuz.

Şair dedi ki: Hâkim-i mubtil; yani hükmü geçersiz şu hâkimin elinden vurulmuş olsak da… Yani şu adaletten nasibi hiç olmamış, bi-insaf u bi-vicdan, paranın, makamın esiri, köle ruhlu ama zalimin ta kendisi ha şu kendini hâkim kabul etmiş serseri zorbanın elinden darağacına gitmemize bir karar çıkmışsa da… İdamımıza ferman çıkmışsa da, bunun şu miskal-ı zerre kadar kıymet-i harbiyesi yok yanımızda. Hem zalim, hem gasıb şu “ben hakim`im” diyen zavallı mahlukun verdiği karar( indillah`ta ona azap gömleği olur bi-iznillah) Allah katında makbul ve adil olmadığı gibi ehl-i vicdan ve insafın yanında da batıldır, onun `karar` dediği karar. Selim insanlık tarihi ise, onun hakkımızda verdiği bu idam fermanını ateşten bir mintana çevirip yanıyor haldeyken ona giydirecek, boynuna geçirecek ve nesl-i ati onu adalet ile yargılayacaktır. Dolayısıyla böyle bir cahilin elinden madrubin olduksa da, bu zalimliği gereği onun vazifesi olup o, bunu yapar. Yapmaktan geri durmaz.

Devam ederek dedi ki: Biz de kendi vazifemizi yaparız. Biz de kendi vazifemizi yaptık, yapıyoruz. Hakkın emri ile parlak ve nurlu şeriatın ahkâmını hakkıyla yerine getirmek, yerine getirilmesi içün vazifemizi yaptık. Asla bundan pişman değiliz. O zalimin görevi o ise bizim memuriyetimiz de hakkın hizmetinde bulunmak, hakkın, hak dawanın memur davetçileri, mücahidleri olmaktır. El-ân biz bunu yaptık. Kalben rahat, vicdanen müsterihiz. Amacımız İslam şeriatının canlanması, halkımız arasında neşv-u nema bulması, çocuklarımızın buna göre ahlaklanmasıdır… Yoksa birilerini ezmek, birilerine üstün gelmek, birilerini mağdur etmek bizim vazifemiz değildir. Pak şeriatımız buna cevaz vermez. Sadece bu amaçla, geçmişteki İslam davetçileri gibi İslam’ın ahkâmına sarıldık. Dinimiz bunu vacib kılmıştır. Ayrıca bu kıyama kalkarken amacımız bir mevki, bir makam, bir pâye almak değildir. Bu hiç olmadı. Karşılığında dünyevi başka bir lütuf da istemedik. Biz ecrimizi Rabbimizden bekleriz, işte biz bu vazife ile memurduk. Dünyevi, uhrevi mükâfatını vermek bizi bununla mevzuf kılan Mevla’ya aittir. İnancımız o ki Rabbimiz bizi böyle bırakmaz. Dünyada da ahirette de her birimize amellerimizin karşılığını tastamam verir. O, haşa kimseye zerre kadar haksızlık etmez. Kaldı ki O, pek merhametli olandır. Rahmetini müminlere has kılmıştır. Hamd olsun biz buna ümidliyiz. Güzel akıbet muttakilerindir…

5) Kul bize zulmen mucazat etse de perva etmeyiz,
Şüphemiz yoktur ki, indillahta me`cur olmuşuz.

Şair dedi ki: Şu zavallı, şu sarhoş, ne yaptığını bilmeyen kulların bizi cezalandırmaya kalkışmalarından asla ve kat’a perva etmeyiz, korkmayız, çekinmeyiz. Davamız hakkında vehm-vesveselere düşmeyiz. Propagandalarının tesirinde kalmaz, böylece yılgınlık, gevşeklik denilen hastalığa müptela olmayız. Onların şu cezalandırmaları sadece fani dünyanın yalancı yüzüne bakar. Asıl ceza değildir. Sadece dünyaya ait, bunun ömrüyle sınırlı bir şeydir. Oysa hayat sadece bu dünya hayatından ibaret değildir ki! Öleceğiz. Top yekûn. Hiçbir canlı yoktur ki ölümün acımtırak şerbetini içmesin… Öleceğiz ve bundan başka bir hayata, yepyeni bir hayata yeniden merhaba diyeceğiz. Hepimiz misafiriz buralarda. Yol üzerinde bulunan seferilerin birbirlerine düşmelerine hayf olsun. Biz insanlara yazıklar olsun…

Zulmen bize verilen bu cezanın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Zira kul`un ameli de kendi gibi fanidir. Asıl ceza; bu mahkemede değil, Mahkeme-i Kübra`da, bütün amellerin ortaya döküldüğü, uzuvların birer birer dile gelip konuştuğu gündeki cezadır. Orada Mevlâ`nın merhamet ettiği hariç, müjdelediği salih kulları hariç gerisi züntiqam olan Rabbin şedid-ül iqab kamçısıyla cezalandırılacaklardır. İşte asıl ceza odur. Şu önümüzde dikilmiş darağaçları bizi Firdevslere götürecek birer Burak, birer Refref benzerindedir. O nedenle kulun bize zulmen ceza vermesinin ne kıymeti kalır? Bu inanç ve imanla yoğrulmuş İslam mücahidleri, zavallı mahlûkların zulüm ile verdikleri cezalardan korkmaları, perva etmeleri akıl kârı mı?

Devam ederek dedi ki: O hâlde bu dünya hayatını ebedi kılıp bize ceza verenlerin vay haline! Allah`ın nereden göndereceği belli olmayan azabından eminmiş gibi davrananların vay haline! Veyl onlara ki, onlar Allah dostlarına Allah`tan kokmayarak ceza veriyorlar! Veyl onlara ki, onlar bunu kendileri için iyilik zannediyorlar! Veyl onlara ki buna karşılık onları cehennemin korkunç vadileri bekliyor! Ya bizleri. Ya bu mübarek yolun mazlum davetçilerini! Ya bu mazlumiyetleri ile beraber, aç-sefil olmaları ile beraber şeriat-ı garra için gayrete gelip kıyam sancağını yükselten bu masum halkı ve bu halkın alim mücahid önderlerini!? Bizleri de Mevlâ`nın güzel mükâfatları, pek muhteşem ecirleri, çok lezzetli nimetleri, cennet-i âlâ, peygamber (Aleyhissalat u vesselam)ın komşuluğu, şehidlerle beraber olma, Arşı Âlâ`nın gölgesi… Bunlar ve ancak Rabbimin bildiği muhteşem bir hayat bekliyor. Dünyanız başınızı yesin ey zalimler!

6) Salih`im, ehl-i salahım. Dine can kıldım feda,
Lütfü hakla taşnegan-ı ab-ı Kevser olmuşuz.

Şair dedi ki: Heeyy! Ben Salih`im Salih!! Salâh ehliyim. Islah ehliyim. Düzeltip yola koyma ehliyim. Sulh ve sılm ehliyim. Şeriat-ı Muhammediyenin yılmaz davetçisi, fedakâr neferiyim. Güzel ahlaka davet eden, kötü ahlaktan men eden davamın bir mücahidiyim. Heyy! Ben buyum işte! Buyum/ Dine canımı feda ettim. Ona kurban oldum. Ona her şeyim feda, her şeyim kurban olsun. Ben buyum işte! Ya siz kimlersiniz ey zavallı güruh! Siz kimlersiniz ey biçareler?! Sizler, evet sözleri fesad ve yıkma, darmadağın etme, katliamlar yapma, masum insanların kanlarını haksız yere dökme ehlinin birer maşası, birer robotusunuz.. Nesl-i ati hayfımızı sizden alacak. Sizin yüzünüze tükürecekler biiznillah! Devamla dedi ki: Hak Teâlâ’nın büyük lütuf ve keremiyle zaten bizler O’nun cemalinin aşık`ı, elçilerinin aşık`ı davasının aşıklarıyız. Kevser suyunu ne de çok özler olmuşuz. Onun susayanları olmuşuz. Ondan iştiyakla içme yarışında olanları olmuşuz. Kevser suyu ve onun ehli bizleri bekler durur…

İşte yağlı urganı boynuma geçirmek üzereler. Durup bir an gözlerimi ileriye, istikbale diktim. Çok güzel kokular geliyor bana. Reyhanların kokusu, lalelerin kokusu, Selahaddin ve Hüseyin`lerin kokusu geliyor bana…

Selam size…

M. Mehdi Gül / İnzar Dergisi – Haziran 2014 (117. Sayı)

Yazarın parayla imtihanı / Şaheserler yazdılar ama yoksul öldüler

Günümüzde kitapları çok satan kimi yazarların milyonluk serveti konuşulsa da böylelerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yazar milletinin başı öteden beri ‘para’yla daime dertte. Tanpınar, “Ya Rabbim, bana bir 5000 lira lütfet.” diye yalvarıyordu. Para ve parasızlık yazarları nasıl etkiledi, istemedikleri işlerde çalışmak zorunda kalınca neler yaptılar, bol parası olanlar nasıl harcıyordu? Dünyada ve Türk edebiyatında yazarın para ile imtihanını araştırdık. Sonuç mu? Varlığı bir dert paranın, yokluğu bin…

Yazarın ezeli derdi

Edebiyat severler, yazarların parayla handan olmaktansa fakirlikten nalan olmasını tercih ederler. Böylesi, dünyevi hazlara ve hırslara sırt çevirmiş yazar imgesine daha uygun düşer. Oysa yazarlar da modern dünyada yaşamayı becerebilen her insan gibi paranın kıymetini pekala bilirler ya da acı acı öğrenirler. Türk ve dünya edebiyatında yazarın para ile olan ilişkisini inceledik.

Mehmet H. Doğan, Şimdi Uzaklardasın adlı kitabında, Cemal Süreya’yı ilk gördüğünde nasıl şaşkına döndüğünü anlatır. Şair, Doğan’ın kafasındaki şair imgesinden ziyade, “Eskiden orta büyüklükteki hemen her işyerinin duvarında asılı duran ‘peşin satan-veresiye satan’ levhasındaki peşin satana, kasasında deste deste banknotlar olan şişman, göbekli, bir koltuğa yan gelmiş, ayak ayak üstüne atmış, elinde kalın bir puro, belinden saatinin kösteği sarkan adama…” benzemektedir.

Eğer Süreya tablonun diğer yarısındaki avurdu avurduna çökmüş, elindekini avucundakini hesapsızca havaya savurmuş, kara kara yarın ne yiyeceğini düşünen “veresiye satan”a benziyor olsaydı Doğan’ı muhtemelen bu denli şaşırtmayacaktı. Çünkü edebiyat severler, yazarların parayla handan olmaktansa fakirlikten nalan olmasını tercih ederler. Böylesi, dünyevi hazlara ve hırslara sırt çevirmiş yazar imgesine daha uygun düşer.

Müsriflik ya da pintilik…

Laurence Sterne, Duygu Yolculuğu adlı eserinde, iki şişe şarabı yuvarladıktan sonra malını mülkünü diğer insan kardeşleriyle pay etme romantik heveslerine kapılır. Tam da o sırada kapıdan, manastırı için iaşe toplayan bir keşiş girer. Sterne hemen para kesesini cebine atıp üstünü ilikler. Nihayet hiç kimse, “erdemlerinin tesadüflerin elinde oyuncak olmasından hoşlanmaz”.

Erdemlerini sonuna kadar götürme konusunda daha hırslı olan Tolstoy, evinin önünde biriken dilenci güruhunun arasından geçebilmek için bir para küpü edinir yaşlılığında. Küpten paralar, ağzından İncil’den alıntılar dökülürken bile kimsecikleri memnun edemez. Sadakayı beğenmeyen bir dilenci arkasından bağırır “Bana bir de iyi biri olduğunu söylemişlerdi!”. Ne var ki yazarımızın gençlik hali bu denli cömert değildir. Kan kardeşi olduğu Kazak genci ona bir para kesesi, gümüş bir dizgin, yüz ruble değerinde bir Doğu kılıcı hediye eder ve beş rublelik kumar borcundan da kurtulmasını sağlar. Genç cimri Tolstoy ise bunların karşılığında ona ancak bir tabanca, altı kurşun ve küçük bir müzik kutusu verir; ki kutuda da gözü kalır.

Yahya Kemal ise yaşlılığında bile parasının kıymetini had safhada bilenlerdendir Mina Urgan’a göre. Annesi Şefika, Kemal’den aldığı borcu ödemek için evindeki halıyı sattığında Urgan, ünlü şairin eski dostlarından bu sıkışık dönemlerinde para almayacağını düşünür. Ancak şair “acelesi nedir canım, ne gereği vardı” gibi sözlere bile lüzum görmeden alacağını cebine indirir.

Pintiliğiyle nam salmış Patricia Highsmith, 18 yaşında aldığı kıyafetleri ünlü ve iyi kazanan bir yazar olduğu zamanlarda bile giymeye devam eder. Yıkılmış binalardaki keresteleri toplayıp evindeki şöminede yakar. Tek çocuğu olduğu annesinin bakımevi masrafları gözüne batar “Annemin faturaları, yiyecek, kılık kıyafet gibi gündelik masraflarımdan daha pahalıya patlıyor bana”. Nedir ki Highsmith, boğazından arttırdığı paraların bir kısmını düzenli olarak, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını destekleyen örgütlere bağışlar.

Herkes para için yazar…

Çehov ise ömrü boyunca gık demeden bakar ailesine. Çehov’un ataları çağdaşı Rus yazarların tersine toprak kölesidir. Büyük dedesi kendisi ve dört oğlunun özgürlüğü için adam başı yedi yüz ruble sayar efendisinin eline; parasının çıkışmadığı kızını ise efendiye hediye eder. Çehov’ların yıllarca iki yakaları bir araya gelmez. Müflis bir tüccar olan babaları oğullarının eline bakmaktadır ve azıcık sızlanacak olsalar sakalını okşayarak “Babanın ve ananın yemesi lazımdır” der. Yıllar sonra onu fazla eser üretmekle suçlayanlara karşı Çehov’un cevabı hep bu olacaktır “Siz de biliyorsunuz ki ananın babanın yemesi lazım”.

Yoksulluk Çehov’u bir yazı makinesine dönüştürür. Hızlı ve satılabilir eserler üretme zorunluluğu hep ensesindedir. İngiltere’de onunla aynı kaderi paylaşan yazarlar, Grub Street’i mesken tutarlar; yiyecek sokağı. Burada yazarlar açlıktan ölmemek için önlerine gelen her şeyi yazmak zorundadırlar; ansiklopedi maddeleri, gazete makaleleri, müstehzerat ilanları… Sokağın mezunlarından Samuel Johnson buruk bir alaycılıkla “Enayiler bir yana, herkes para için yazar” der.

Orhan Kemal “enayi” değildir ama pazarlık payı olmadığından çok ucuza çalışır. Diğer senaristlerin 5000 aldığı yerde o sadece 500 alabilmektedir. Çünkü Yeşilçam esnafı, Kemal’in çocuklarının evde ekmek beklediğini bilir ve eserlerini ucuza kapatır. Tıpkı romanları gibi

Katherine Mansfield da Johnson’ın enayi sınıfına koyduklarından değildir. Bir hikâye kitabı üzerinde didinirken günlüğüne şu notu düşer: “Hem sonra bu kitabı bitirirsem gerçek kitaba başlamak için özgür olacağım. Hem sonra, bir para sorunu bu”. Mansfield hayranı olduğu Çehov gibi yoksulluğun ve veremin pençelerinde kıvranmaktadır ve hikâye para, para refah demektir. “Bu yıl için iki dileğim var; yazmak, para kazanmak. Düşün, paramız olursa dilediğimiz yere gidebilirdik, Londra’da bir oda tutar, gönlümüzce özgür, beş para etmez kişilerden bağımsız, onlara karşı onurlu olurduk. Bizi böyle kıskıvrak bağlayan, yoksulluktan başka bir şey değil pekala”.

George Orwell da yoksulluğun insanı onursuzluğa ittiği kanaatindedir. “Yoksulluk, daha işin başında sizi bir yalan ağının içine alır. Yine de o yalanlara karşın, yoksullukla zor baş edersiniz. Yıkanacak çamaşırlarınızı çamaşırhaneye gönderemezsiniz. Çamaşırcı kadın yolunuzu kesip ne oldu, diye sorar. Ağzınızın içinde bir şeyler gevelersiniz. Kadın, başka bir çamaşırcı bulduğunuzu sanarak can düşmanınız kesilir. Tütüncü neden sigarayı bıraktığınızı sorup durur”. Parizyen yoksulluğun tadına baktıktan sonra memleketine dönen Orwell, Londra’da yoksullara bedava yemek ve yatak veren kurumların eksperi olacak kadar düşer bir aralık “Rowton Evleri çok görkemli binalardır”, “Onlardan sonra, temizlik bakımından, sıralamada Selamet Ordusu’nun konukevleri yer alır”.

Bana zengin bir dul bulun!

Geçim gemisinin kalemle yüzmediği yerde yazarlar daha pratik çözüm yollarına da sapabilirler. Oscar Wilde fecaat halindeki mali durumunu toparlamak için zengin bir kıza evlenme teklif eder. Ret cevabı alınca da üzüntüsünü şöyle kağıda döker “Charlotte, kararına üzüldüm. Senin paran ve benim beynimle öyle uzaklara ulaşabilirdik ki!”. Balzac kızkardeşine yıllarca “Bana zengin bir dul bulun” diye başlayan mektuplar döşenir. Zengin dulu bulup kırk yılın başı zevk için kitap yazma hayaliyle öyle gözü döner ki kadın hayranlarından gelen mektupları yanıtlarken önceliği pahalı kağıtlara yazılmış olanlara verir. Yöntem öyle bilimseldir ki hayatının aşkı ve ömrünün son demlerinde karısı olacak Madam Hanska’yla bu sayede tanışır.

Dostoyevski o kadar uyanık değildir; ikinci ve nihai evliliğini bir steno kızla yapar. Nedir ki Anna’nın fakirliğini telafi edebilecek bir ev idaresi yeteneği vardır. Para konusunda karakterlerine rahmet okutacak denli safça kocasını çekip çevirmeyi bilir. Dostoyevski’nin tek para saçma yöntemi kumar değildir; tüm yoksul akrabalarının geçimini temin etmeyi boynuna borç bilir. İnsanlara olan sonsuz güveni yüzünden defalarca kez dolandırılır. Sıcak paraya olan ihtiyacını açık ettiği için yayınevleri tarafından sömürülür. Kapısına gelen hiçbir dilenciyi geri çeviremez vs… Tuhaftır ki bunca eli açık olan yazarın en ünlü anekdotlarından biri, verdiğine değil aldığına dairdir. Yazarımız Avrupa’dayken Turgenyev ve Herzen’e mektuplar yazarak borç ister. Herzen onu başından savar (Dostoyevski kindarca Herzen’in sosyalistliğiyle birlikte para sevgisinin de keskinleştiğini yazacaktır sonraları); Turgenyev ise 50 thaler gönderir. Borç bir müddet sonra ödenir ancak yıllar sonra Turgenyev alacağının 50 değil 100 thaler olduğunu iddia eder. Şu durumda Dostoyevski borcuna sadık olmayan bir yalancı durumuna düşmüştür. Eski mektupların bulunmasıyla sorun çözülür ancak edebi dedikoducular bir yüzyıl sonra bile bu olayı kapatmamakta direnecektir.

Yoksulluk, müsriflik ve pintilik nihayetinde aşırı durumlardır ve her aşırılık gibi yazara yakışır. Yazarın imgesini asıl bozan şey; hesaba kitaba bulaşmaktır.

Hesap kitap adamı olarak yazar

Bir kadının geçimini mutlaka kocasının temin etmesi gerektiğini savunan ve geliri kocasının gelirini katladığı zamanlarda bile meslek hanesine “ev kadını” yazmakta direten Agatha Christie için kitap demek hesap demektir. Christie “yazar” olduğunu ancak gelir vergisi müdürlüğü kapısına dayanınca idrak eder “Şaşırmıştım. Yazdıklarımdan elde ettiğim geliri yazarlıktan elde edilmiş bir kazanç olarak görmüyordum”. Yazacağı kitap sayısını bile gelir vergisi oranlarına göre planlar “Yılda bir kitap yazmam yeterli olacaktı. Eğer yılda iki kitap yazarsam, elimde kalacak para aşağı yukarı bir kitaptan alacağım paraya eşitti”. Yakınlarına doğum günlerinde ya da bayramlarda çek yerine kitap gelirini verme cinliği de Christie’ye aittir. Hâlâ çok satanlar listesinden inmeyen yazarın hediye çekleri bir nevi altın yumurtlayan tavuklar gibidir.

Hisseler ve romanlar…

Gelmiş geçmiş en hesapçı yazar olan Balzac da terzisine olan borçlarını, romanlarında onu öve öve göklere çıkararak öder. Ünlü olmadan önce sayısız takma isimle sayısız ucuz roman yazarak para kazanır. Yazdıklarından kazandığı paraları inanılmaz ticari spekülasyonlarda yer. Zengin olma hırsı öyle gözünü karartır ki romanlarındaki karakterlerin saçmalık addettiği ticari spekülasyonlara atılacak kadar mantıksızlaşır. Yaptığı en akıllıca yatırım, Madam Hanska’yla birbirlerine aşık olduklarında evlenebilmek için kadının zengin kocasından boşanmasına karşı durmasıdır. Zaten Mösyö Hanska’nın sağlık durumu hiç de parlak değildir, şu dünyada geçireceği topu topu kaç yıl kalmıştır… İki rasyonel âşık zengin kocanın ölmesini beklerler yıllarca. Vuslat biraz fazlaca gecikecek; Balzac nihayet zengin dula kavuştuktan birkaç ay sonra ölüp gidecekmiş ne gam… Balzac’ın hesap yapma arzusu o kadar keskindir ki müstakbel nişanlısını görmek üzere ilk defa Ukrayna’ya gittiğinde, devasa ağaçlarla kaplı uzayıp giden korulara bakarken romantik düşlere dalacağına ağaç ticaretine dalar “Şu sıralar Fransa’da demiryolu döşemeleri için araziler dolusu meşe odununa ihtiyaç var ve o kadar meşe odunu yok”.

Dünyadan geçmiş yazarların simgesi Kafka ise sağlıksız çalışma koşulları içine dokunan bir asbest fabrikasının sahibidir. Yine de onbeş yıl garantili ve vergisiz yüzde 5,5 kâr vadeden savaş tahvillerine kayıtsız kalamaz. Vakti zamanında Daniel Defoe da batık gemileri çıkartıp içindeki altınları pay etme iddiasındaki bir şirketin hisselerine kayıtsız kalamamış ve birkaç silah ve gemi bacasıyla evinin yolunu tutmuştur. Sonrasında, “Bir patent tacirinin oldukça eğlenceli hikâyesini yazabilirdim. Oradaki enayi de bizzat kendim olurdum” diye yazacaktır. Bu “enayilik” Defoe’nun iflasına sebep olacak müflis tüccar borçlarını ödeyebilmek için roman yazmaya başlayacaktır.

İngiltere’deki bir diğer finansal kriz ise şair Alexander Pope’u vurur. Güney Denizi adlı şirketin hisselerine para yatıran şair mutluluktan dört köşedir başlarda “Her gün şu ya da bu hissenin kazandıracağına dair haberleri dinliyorum, zenginleşme arzusu içinde iki misli keyfim yerine geliyor”. Ne var ki işler umduğu gibi gitmez ve hisseler elinde patlar. Bir vakitler zengin olma fikriyle içi kıpır kıpır olan şair buruk bir ahlakçılığa çark eder “Tanrı’nın açgözlüleri de tıpkı günahkarlara yaptığı gibi kendi yöntemleri ile cezalandırdığını düşünüyorum. Düşlerinde düş gördüler ve uyandıklarında ellerinde hiçbir şeyin olmadığını anladılar. Güney Denizi’nin tufanı, eski tufanın tersine birkaçı dışında tüm günahkarları boğdu…”.

Parasını boş çıkan altın madeni hisselerinde yiyip edebiyata sığınan Mark Twain, “İnsanın yaşamında spekülasyon yapmaması gereken iki dönem vardır. Biri bunu yapamayacağı dönem, diğeri de yapabileceği dönemdir” sözleriyle ifade eder son pişmanlığını. Borsadan öyle dili yanmıştır ki “Ekim, hisse spekülasyonu yapmak için özellikle tehlikeli aydır. Ondan sonra kasım, aralık, ocak, şubat, mart, nisan, mayıs, haziran, temmuz, ağustos, eylül gelir” diye uyarır kendisiyle aynı hırsı paylaşanları. Bu isimlerin tersine Emily ve Anne Bronte borsadan pekala da para kaldırmayı bilirler.

Roman daha çok para getirir

Yusuf Ziya Ortaç, ‘Portreler’inde şiirlerine nasıl paralar aldığını ballandıra ballandıra anlatır. Daha gencecik bir ‘şair adayı’ iken Abdülhak Hamid’ler, Cenap’lar, Ziya Gökalp’lerle tanışıp onların meclislerine bağdaş kuran Yusuf Ziya, iki üç yıl içerisinde ‘yazıları para eden’ bir adam oluvermiştir. İlk ‘telif ücreti’ni aldığında 18 yaşındadır. Hece vezniyle yazdığı ilk manzumesini Bilgi Derneği toplantısında anlı şanlı şairler içinde okumuş, Ziya Gökalp de bu şiiri beğenip Türk Yurdu’nda yayınlamıştır. Dergiden sapsarı bir altın lira almıştır ki bu onun kalemiyle kazandığı ilk paradır. Artık Türk Yurdu Mecmuası’nda çıkan her şiirine bir sarı altın alıyordur.

Onca romanın yazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatçıların daima maişet bunaltısı içinde yaşadıklarını söylemiş ve şöyle demiştir: “Mesleğin bugünkü besleyiciliği, öldürmeyecek kadardır.” Musahipzade Celal de, “Edebiyat, yazı yazmak, umdurup, undurmayan bir iştir. Kaleminizle bir çığır açıp ne kadar çalışsanız, ne kadar yorulsanız, ün alıp parmakla gösterilseniz, sonu bir hırka bir lokma bile değildir.” der. Reşat Nuri Güntekin ise ‘geçinmek’ten geçinmeye fark olduğunu söyledikten sonra şöyle diyecektir: “Geçinmekten maksadınız, kendiniz ve çoluk çocuğunuz için oldukça rahat bir hayat temin etmekse bugün için yalnız edebiyatla geçinemezsiniz. Mutlaka dışarıda bir iş aramaya mecbursunuz. Fakat açlıktan, soğuktan ölmemeye yaşamak, geçinmek derseniz, mümkündür.” Geçinmek meselesi elbette yazılan yazının türüne göre değişmektedir. Reşat Nuri de bunu söyler ki haklıdır. “Mesela roman, şiirden daha çok okunur, satılır ve muharrire nispeten daha fazla para getirebilir. Bu itibarla bugünkü romancı, bugünkü şairden çok daha zengin bir insan sayılır.”

‘Hiçbir zaman bu kadar sefil olmadım’

Şair Asaf Halet Çelebi de parasızlıktan az çekmemiştir. 1953 tarihli Akşam Gazetesi’nde yayımlanan röportajında, “Sizce şair için en iyi yardımcı iş nedir?” sorusuna Çelebi, şu cevabı veriyor: “Herhâlde memuriyet değildir. Meselâ ben memurum. Şefim benden on yaş küçük olduğu hâlde bir şaire gösterilmesi gereken saygıyı göstermiyor bana. Yanında sigara içmemi bile aykırı buluyor. Her şair memura öteki memurlardan daha çok saygı gösterilsin demiyorum. Ama yazılariyle, kitaplariyle memleket sanatında gerçek değeri tanınmış bir sanatkâra sıra memuru muamelesi yapmak ayıptır. Bir memleket sanatkâra gösterdiği saygı ölçüsünde yükselir.” Devrinde ‘Kırtıpil’ lakabıyla anılan Ahmet Hamdi Tanpınar kadar parasızlıktan şikayet eden yazar azdır. Profesör yapılarak üniversitede görevlendirilmiş ve milletvekili seçilmiş olmasına rağmen hep parasızlıktan yakınan bir yazar olmuştur. Öyle ki zaman zaman kumara ve piyangoya bel bağlar Tanpınar. Prof. Dr. İnci Enginün ve Prof. Dr. Zeynep Kerman’ın yayına hazırladığı Günlük’lerindeki şu cümleler tüm yaşadıklarını özetliyor “(…) Remzi’den 150 istedim, 50 aldım. Şerif’ten hiç ümit yok (…) Hiçbir zaman bu kadar sefil olmadım, bu kadar biçare, haysiyetsiz ve acınacak. Yarabbim bana bir 5000 lira lütfet. (…) Bir kere şu para işlerinden kurtulabilsem, son derece zeki, dikkatli ve soğukkanlı olurum. Bu meseleyi halletmem lâzım. Yarabbim Türk münevverinin tali’i! Ve bütün Türkiye’nin tali’i. Fakat bizler hakikaten bedbahtız. (…) Cebimde yalnız bir lira var. Kendimi dün akşamdan beri küçülmüş, biçare buluyorum. Parasızlığım bazı hastalıklar gibi hemen hemen hiçten başladı, büyüdü, çoğaldı, beni altına aldı. Etrafım alacaklı ile dolu. Cebimde borç senetleri var. Şu anda yalnız borçla ve atıfetle yaşıyorum ve bu borç beni çıldırtacak.”

Ey okur haberin var mı?

Evet; yazarlar da modern dünyada yaşamayı becerebilen her insan gibi paranın kıymetini bilirler. Bazen tatlı tatlı bazen de acı acı öğrenirler bunu. Ne var ki bu tecrübeler onların edebiyatını da doğrudan etkiler. Ya para kazanmak için takma adla ucuz romanlar yazarlar ya da insanüstü bir çalışma temposuyla eserlerini yayınevlerine yetiştirmek zorunda kalırlar. Bütün bunlardan okurun haberi var mıdır peki? Ya da şöyle diyelim: Yazarın yoksulluğu, parasızlıkla imtihanı okurun ne kadar umurundadır? Bizim zevk içinde, hülyalara dalarak okuduğumuz harikulade romanların kaçı acaba rahat ve huzurlu bir yazarın elinden çıkmıştır?  Edebiyatla paranın ilişkisi aslında sandığımızdan daha derin ve çetrefillidir. Parasızlık da para hırsı da sonuçta sadece niceliği değil, edebiyatın ‘kalite’sini etkileyebilmektedir. Bugün değişen bir şey var mıdır? Eserleri çok satan ve iyi kazanan birkaç yazar dışında edebiyatçı milleti yine maişet motorunu yürütebilmenin derdindedir. Balzac’ın zengin bir dul bulma rüyasına kapılmayan kaç yazar sayabiliriz?

Yelda Eroğlu

Edgar Allan Poe 3 dolar olan ev kirasını ödeyemiyordu

Şiirleri ve gizemli hikâyeleriyle Amerikan edebiyatının en değerli yazarlarından birisi olarak gösterilen Edgar Allan Poe, kumar ve içkiye düşkündü. İçecek bir şey bulamadığında saf ispirto içiyordu. Pek çok meslektaşı gibi sağlığında kıymeti takdir edilmedi. Eserlerini karın tokluğuna satmak zorunda kaldı. Erken dönem eserlerinden Ligeia’yı on yılda tamamlayabildi. Bu eserini sadece 10 dolara satabildi. Kuzgun (The Raven) isimli eseri 1845 yılında yayınlandığında kendisine sadece 9 dolar verildi. Aylık 3 dolar olan ev kirasını ödeyemiyordu. Karısı Virginia gıdasızlıktan verem hastalığına yakalandı. Kuzgun’un yazarı Poe parasızdı. Günlerce bir şey yemeden aç oturuyordu. Poe ailesinin açlıktan ölmek üzere olduğunu anlayan komşuları sepetlerle yiyecek getirdi. Eşi Virginia öldüğünde Poe’nun cebinde cenazenin kaldırılmasına yetecek para yoktu. Meyhanede fenalaştıktan dört gün sonra 40 yaşında öldü. Sonsözü, “Tanrım benim zavallı ruhuma yardım et.” oldu. Ölümünden sonra Poe’nun satılığa çıkarılan birkaç sahifelik el yazısına 10 bin dolar verilecekti.

Peyami Safa telefonunu satılığa çıkardı

Peyami Safa, 27 Mayıs darbesinden sonra sıkıntılı günler geçirdi. İlan bulmakta zorlandığı Türk Düşüncesi dergisinin yayını durduruldu. Türk Edebiyatçılar Birliği’nden ve Türk Dil Kurumu’ndan çıkarıldı. Son yıllarında Adnan Menderes’e yakın olduğu için ağır saldırı ve hakaretlere maruz kaldı. Milli Birlik Komitesi’nin baskılarıyla Havadis’teki yazılarına da son verildi. Yaklaşık 300 cilt tutan çalışması vardı; ama işsizdi ve maddi sıkıntı içerisindeydi.

Bir gün yayıncısının yanına giderek ev kirasını ödeyebilmek için telefonu satılığa çıkardığını söyler. Yayıncısı, Sultanhamamı esnafından telefon ücreti kadar para toplayarak Safa’ya teslim eder. Basıldığını göremediği Doğu-Batı Sentezi isimli kitabını bu borcuna karşılık yayınevine teslim eder. 62 yaşında vefat eden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun yazarı, son dönemini şöyle özetler: “Kitaplarımı basıp da büyük paralar kazanmamış, beni yazı kadrosuna alıp da muazzam servetler yığmamış editör, gazete sahibi zor gösterilir. Fakat benim gayret payımın mükâfatı, yarım asır süren uzun bir mahrumluk, hastalık ve işkence hayatından başka bir şey olmamıştır.”

Tanpınar’ın Günlüğü’nden: Hastalığımdan ziyade parasızlıkla meşgulüm

Türk Edebiyatı’na Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi eşsiz eserler kazandıran Ahmet Hamdi Tanpınar da son yıllarında hem sağlık hem de maddi sorunlarla boğuştu. 1962 yılında 61 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Beş Şehir’in yazarı, içinde bulunduğu sıkıntıları günlüğüne şu şekilde kaydetmiş: “26 Teşrin-i Sani (Kasım) 1958. Bugün karaciğer muayenesi için hastaneye gidiyorum. İçimde her şey alt üst. Bittabi hastalığımdan ziyade parasızlıkla meşgulüm. Cebimde yalnız bir lira var. Parasızlığım büyük hastalıklar gibi hemen hemen hiçten başladı, büyüdü, çoğaldı beni altına aldı. Etrafım alacaklı ile dolu. Cebimde borç senetleri var. Şu anda yalnız borçla ve atıfetle yaşıyorum ve borç beni çıldırtacak. Kurtulmak için her teşebbüsüm yeni borca sebep oluyor. Yahut da bir yığın edebi proje (…) parasızlığın mutlak ve şaşmaz tecellileri ve komplikasyonları. Abdülhâk Şinasi’den borç para alıyorum. Kemal’den para bulamıyorum…”

Mehmet Akif Ersoy Ankara soğuğunda paltosuz dolaştı

İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif Ersoy da son yıllarını ıstırap içinde geçirdi. Dostu Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır’a gitti. Daha doğrusu gitmek zorunda kaldı. Maaşsızdı, işsizdi. Ancak onu esas üzense polis takibi altında olmasıydı. Takriri Sükûn’un çıktığı, İstiklal Mahkemeleri’nin yoğun mesai yaptığı 1920’li yılları Mısır’da geçirmek zorunda kaldı. Bin bir güçlükle çıkardığı Sebil’ür-Reşad dergisi kapatıldı. Mısır’da ciddi maddi sıkıntı içerisindeydi. Durumuna üzülüp, yiyecek ve ev eşyası getirmesinler diye oturduğu adresi değiştirdi. Hastalanınca Lübnan, Antakya üzerinden Türkiye’ye giriş yaptı. Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Cenazesine resmi protokol katılmadı. Mezarı iki yıl sonra üniversiteli gençlerce yapıldı. Siyasi atmosfer nedeniyle Safahat’ın basımı ise 1943 yılına kadar yapılamadı.

Ersoy, yazdığı İstiklal Marşı’nın Meclis’te okunup ayakta dinlenmesinin ardından 12 Mart 1921’de milli marş olarak kabul edilmesi sebebiyle ödül olarak kendisine verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışlamıştı. Safahat yazarının İstiklal Marşı’nın yazdığı dönemde sırtında paltosunun olmadığı, Taceddin Dergâhı’ndan Meclis’e paltosuz yaya olarak gittiği söylenir. Akif, çok sevdiği milletine İstiklal Marşı ve Çanakkale Destanı gibi kıymetli eserlerini; yakınlarına ise dürüst ve onurlu bir şahsiyet bıraktı.

24 Ocak 1967’de gazetelerin iç sayfalarında yürekleri sızlatan şöyle bir haber dikkatleri çekti: “Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlu Emin Ersoy’un ölüsü bulundu!” Yıllar sonra Çetin Altan, bir yazısında Emin Ersoy’a yer verdi, bir gün Mehmet Akif Ersoy’un oğlu olduğunu söyleyen bir kişinin odasına gelerek para istediğini, bu olaydan iki hafta sonra da ölü bulunduğunu yazdı.

Hadi, Beraber Gidelim

Güneşim, gidiyor musun?
dilsizlik âlemine,
bildiğin yerler mi?
                          Yapayalnız,
acıyla, neşeyle
bunca yıllık arkadaşlığımız vardı
çok kolay, çabuk gidiyorsun.
sarhoş ettin beni, yıkık bir haldeyim,

Gitme,
gidişin  aleladeye benzemiyor
ömrüm acı, gönlüm hor,
dedim kaç kere, kanatlarım kırık benim,
lûtuflarını anarım inkâr etmem,
can bağışlamıştın
düştüğüm bir zaman
Neden gidiyorsun gereksiz,
tükensin, derdi çok diye mi?
baykuşlar  başımda
böyle kesilirken ben canlı
gözün arkada kalmayacak mı?

-Kendine gel!
-Biçare, çirkin

Tanrı beni çirkin yaratmışsa
Değil önceden, şimdi mi görüyorsun?
ben senim, sen de bensin…
başkalarına bakıp, sürme
Dinimde, gidecek elimden
Gidersen bensiz.

-Aşkımdan fayda mı gördün?

Dostların var, deme,
hepsi mürai, kara yüzlü!
Vefasız da değildin,
elini dahi vermesen,
yüzüme bir kez bakıverseydin,

içini dinleme, beni de sür,
Hadi, beraber gidelim!

İsmail Hakkı Altuntaş