Şub 23
2013 Şiir Yıllığı
Şub 23
2014 Şiir Yıllığı
Şub 23
2015 Şiir Yıllığı
Şub 23
2016 Şiir Yıllığı
Şub 23
Ruh halimin güvercin tedirginliği
Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.
Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim…
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi…
İşte size bedel… İşte size bedel…
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…
O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan’a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
Hrant Dink
* Bu yazı 19 Ocak 2007 yılında Agos Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Şub 23
Özenle
Şub 23
El Yazısı
el yazımı istiyorsunuz benden
ne yapacaksınız el yazımı, diyorum, ben bile bir şey yapmıyorum artık onu
çocukluk hatırası kadar uzak bana elimin altındaki yazı
el yazısı çocukluğudur insanın
ilk öğrenmelerin izini bütün ömrüne taşır
ilkin gözleri öksüzleşir insanın, bakışları
zamanla kendinin olan şeylere bile yabancı gözlerle bakmaya başlar
tanıdıkları azalır kendi hayatının
okuldayken yazım güzeldi, zamanla çirkinleşti, derler, ben de öyle diyorum,
biliyorum izi kalır her güzelliğin geçtiği yerlerde.
özendim mi güzel yazıyorum bir tek,
örneğin yeni başladığım defterlerin ilk satırlarıyla
coşup akan satırları arasında el yazım
ayak değiştiriyor, hız her şeyi kendine benzetiyor
okunaksız oluyor bazen insan kendine bile
ne de olsa yıllar geçiyor
el yazısını geçiriyor zamana
büyüklerimizin altın sorusuydu çocukluğumuzda
el yazın güzel mi bakalım?
beğenilmek arzusuyla yabancı gözlere uzattığımız defterlerde
renkli kalemlerle kenar süsleri yaptığımız sayfalar
el yazımızın sihirli ülkesi defterler
şimdi öksüz satırlarda çoğu kez artık benim bile okuyamadığım el yazım
artık yalnızca mahrem bana
bu yüzden birine kart attığımda benden bir şey olarak gider
ne zaman birine aşık olsam çocukluk fotoğraflarını görmek isterim,
bu sen misin?
o zaman ben nerdeydim?
sonra el yazısını görünce heyecanlanırım, mahremin ürpertisini duyarım
yazın güzelmiş
sevgilinin her şeyi güzeldir
bu satırları yazarken onu düşündüğümü ayrımsıyorum birden
çocukluk resimlerini, el yazısını merak ediyorum
birlikte yemek yediğimiz o akşam bana,
çocukluğundan söz ettiğinde anlamalıydım onu sevdiğimi
çocukluk resimlerini bilmiyorum, el yazısını hiç görmedim
o ise benim her şeyimi biliyor, çünkü
el yazım herkesin elinde
eski sevgilimden ayrılırken notlarını tuttuğu o küçük kırmızı defterini istemiştim
sonraları her okuduğunda, beni heyecanlandıran
beni ne kadar sevdiğini yazdığı satırlar değildi,
el yazısının kendisiydi, o tanıdık yazı,
o eski, güzel günler kadar dipdiriydi
bana, benim sevdiğim zamanlardaki çocuğu hatırlatıyordu
ikimiz değişmişken o yazı hiç değişmemişti
hala yazı masamın çekmecesinde duruyor o defter
o aşkı benim için saklıyor
insana şiirini ve biricikliğini sağlayan pek az şeyden biridir el yazısı
el yazısı, parmak izi, sesi ve gözdeki iris tabakası
taklit edilemeyen, başkasına veremediğimiz şeyler,
insan ancak bunlarla kendisi olur ve şair kalır
bilgisayarın başına oturup bir kerede yazdım bu yazıyı
çıkış aldıktan sonra oturup el yazısına dökeceğim
ve size göndereceğim, biliyorum
el yazısı ellere gider
eğer bu yazıyı okuyacak olursan
son sevdiğim
çocukluk resimlerini göster bana ya da bir mektup gönder
Murathan Mungan
Şub 23
Sevgilim
Sevgilim,
yetimim benim,
aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken
kapılar kapalı, dünya buzlu cam
uyuşmuş gözlerimin önünde
hayat akıp gidiyor hiç kımıldamadan
ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı
kapıyı açmıyorum
telefonlara çıkmıyorum
başını bekliyorum geleceği olmayan hatıraların
Sevgilim,
yetimim benim,
nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata
öldüğünden haberi yok fotoğraflarının
Murathan Mungan
Şub 23
Öldürdüğümüz Aşklar İçin
Ziya Yağtu’ya
Bir akşam yemeğinde
Şerefe! niyetine söylenmiş
Fransızca bir sözün yanlış çevirisi:
“Öldürdüğümüz aşklar için!”
İstemediği kadar çok şeyi birden tanımlayarak
Bir zemberek gibi boşalır
İçinde yaşanan ham gerçekliğe
Birbirimizden kaçırdığımız gözlerimiz
Şimdi birbirimizden kaçırdığımız gerçeklerle göz göze
Ne çok karanlık nokta ışığa çıkar
Ne çok şey birden ölür
Kalabalık masaların sessizliğinde, böyle gecelerde,
Bir kahkaha, bir söz, bir bakış
Bekletilmiş ayrılığa ad koyar
“Öldürdüğümüz aşklar için!”
kaldırılan kadehlerde eski zehirler
bütün gücüyle kendini tazeler
sağ kalmak ne mümkün
öldüre öldüre
Bu söz doğru çevirisinden daha güzel, der biri
Aşkın ve şiirin çevirisi olmaz,
diyeri geçirir içinden bir diğeri
Tıpkı doğrusunun da olmadığı gibi
Diz dize gelirsin yanındakiyle
Verdiği kararı duyarsın damarlarında
Yabancı bir kan gibi
Öldürdüğü ilk aşkın sen olduğunu bilirsin
Bir zamanlar senin öldürdüklerinle
Seni öldürenler
Şimdi iç içe
Murathan Mungan