Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir.

Bugün Aynalı’nın hâlinde bir durgunluk, bakışlarında biraz hüzün vardı. Uzun süre sessiz kalıp, düşüncelere daldık. Ben seyrettiğim garip manzaraları düşünüyor, insanların fikirlerinin bu kadar değişik ve çok oluşuna şaşırıyordum. Aynalı’nın konuşmaya başlamasıyla düşüncelerden sıyrıldım ve kendime geldim.
-Ben yalnızca ney değil, saz çalmasını da bilirim. Aslında bütün çalgıları çalmasını bilirim. Bugün sana biraz saz çalayım.
Kulübesine girip bir saz getirdi. Kalenderâne bir taksimden sonra okumaya başladı:

Zahid bize ta’n eyleme
Hak ismi okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete gider yolumuz.
Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli

Ko desinler bize deli
Usludan yeğdir delimiz.
Muhyi sana da ola himmet
Aşık isen canan minnet
Elif Allah, mim Muhammed
Kisvemizdedir dallımız.

Dalmışım… Büyük bir sarayın içinde, çok küçük bir pencerenin önünde bulunuyordum. Bu pencereden, içine binlerce kişinin sığabileceği genişlikte büyük bir oda görüyordum. Odanın duvarları, benim pencerem gibi küçük pencerelerle doluydu. Her birinin önünde bir kişi oturmuş, odayı seyrediyordu. Odanın içinde, zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsülerin üstünde, başlarında taç olan, çoğunun yüzü peçeli, heybetli ve ağırbaşlı kimseler oturuyordu.

Kürsülerin ortasında, oturan zattın biri ayağa kalkıp:

-Beşeriyet gelmiş. Bize bir soru soracakmış. Uygun bulursanız gelsin, dedi.

Orada bulunanlar uygun bulduklarını söylediler. Konuşma yapan zattın emri üzerine Beşeriyet’i odaya aldılar.

“Beşeriyet” adındaki bu adam sakat ve sefil bir zavallıydı. Üzerindeki eski püskü elbiseleri ve sararmış yüzü, meclisin durumuyla büyük bir tezat oluşturuyordu. Başkan vekili ona:

-Ey Beşeriyet! Otur, rahat et ve sorunu sor! dedi. Fakat Beşeriyet oturmadı ve dedi ki:

-Oturmak, rahat etmek mi? Yazık! Yüzbinlerce senedir oturup, rahat edecek zamanın oldu mu diye bir sorun hele. Bir taraftan geçim derdi, diğer taraftan hastalıklar rahat etmek için vakit mi bırakıyor? Bu kadar sefil olmama rağmen, yine de intihar edemiyorum. Ben alçağın biriyim.

Bunları söylerken hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu durumdan son derece etkilenen meclisi hazin bir sessizlik kaplamıştı.

Bütün üyeler zavallı Beşeriyetin acısını paylaşıyormuş gibi görünüyordu. Başkan vekili:

-Bu çok büyük bir mesele. Çözüme kavuşturulması başkanın gelmesine bağlı, dedi.

O sırada Beşeriyet dedi ki:

-En azından bu kadar sefalete niçin katlandığımı, neden intihar etmediğimi anlasam.

Meclistekilerden biri ayağa kalkıp:

-İzin verirseniz şu zavallıyı teselli edeyim, dedi. Meclisin uygun görmesiyle, şunları söyledi:

Ya Rab! Hayatta nedir bu lezzet?
Hayata rabteden bu garip kuvvet!
Hayat ki bîbeka pür derd-ü keder,
Yine emel o, nedir bu hikmet?
Bir an bırakmaz insanı rahat,
Bin türlü âlâm, derd-i maişet,
Çocukluğunda ağlar beşikte,
Feryatla geçer o vakt-i ismet,
Civanlığında bin türlü âmâl,
Şeyhudetinde bin türlü minnet,
Vakt-i ecelde mazı bir an,
Bir an için mi bunca sefalet!
Hatifi bir ses verdi cevabı,
Dedi: Hayatta bu zev- ü kıymet,
Akiller için seyr-i bedayi,
Câhiller için yemekle şehvet.

Beşeriyet derin bir ah çekti ve:

-Doğru, Doğru!.. Lütfen bana söyleyin, merhamet edin. Madem ki hayattan tiksiniyorum, ama onsuz da yapamıyorum. Öyleyse saadetin ne olduğunu bana söyleyin, dedi.

O sırada başkan geldi. Meseleyi anladı ve oradakilere:

-Haydi bakalım, şu zavallının sorusunun cevabını verin! dedi.

Oradakilerin bazıları şu şekilde cevap verdiler:

Hz. İbrahim:
-Saadet; çalışıp kazanmak ve kazanılanları başkalarıyla paylaşmaktadır.
Hz. Musa:
-Saadet; nefsi, Firavun’un tutkuları gibi tutkulardan kurtarmaktadır.
Hz. Adem:
-Saadet; şeytana ve Havva’ya uymamaktadır.
Konfüçyüs:
-Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır.
Platon:
-Daima yüce şeyleri düşünmektedir.
Aristo:
-Mantık! İşte saadet!
Zerdüşt:
-Saadet, karanlıkta kalmamaktadır.
Brahma:
-Saadet mi? Zannedilen şeyin aksidir.
Hz. İsa:
-Saadet; Maziyi unutmak, içinde bulunulan anı iyi değerlendirmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.
Lokman Hekim:
-İnsanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir.
Hızır Aleyhisselâm:
-Saadet, tutkuların giremediği gönüllerde aniden görülen bir hayalettir.

Bu sözler üzerine Buda öfke ile ayağa kalkıp:

-Ey Beşeriyet! Saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana! Ey Beşeriyet! Nirvana! dedi.

Sonunda Beşeriyet yorgun bir hâlde yere düşüp:

-Oooff! Hangisi? Hangisi? diye söylendi kendi kendine.

İşte o zaman Başkan ayağa kalktı ve:

-Ey Beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir, dedi.

O sırada Beşeriyet ayağa kalktı ve:

-Ey Fahr-i Alem Efendimiz! Beşeriyet’in dertlerini anlayan ve bunun ilacını bulan yalnızca sensin! dedi.

Gözlerimi açtığımda, boşu boşuna Aynalı’yı aradı gözlerim. Derken yanımda bir kâğıt parçası gördüm. Üzerinde şunlar yazılıydı: “Elveda! Kim bilir gün gelir belki yine görüşürüz.”
Mezarlıkta akşama kadar ağladım…

A-mâk-ı Hayal
Filibeli Ahmed Hilmi
(Hayalin Derinliklerinde Yolculuk)

Ne geçmiş ne de gelecek, dem bu demdir…

Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir hâldeydi. Her gece beni sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Her zaman eve sabaha doğru gelirdim. Onu hasta olmadığıma ikna ettikten sonra kendi hâlime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşündüm ve erkenden yattım. Ertesi sabah çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere, tabak, sahan, kaşık ve mangal gibi eşyaların yanı sıra yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Ve mezarlığa gittim. Aynalı Baba kulübesinin önünde oturuyordu. Aldığım hediyeleri reddetmedi. Kahve pişirdi. Bir müddet sohbet ettik. Sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahve içtik. Aynalı Baba neyini eline aldı. O güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı.

Bu şuun, âlem
Bîsebat-u bîkıdem
Nerde Havva, Adem?
Varsa aklın ey dedem.

Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!

Yâd-ı mazi bahşeder
Hayf-ü âlâm-ü keder
Olma meşgul-i kader
Kimse kalmaz hep gider.

Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!

Sen gibi bir saile
Heyf değil mi gaile?
Olma meşgul hâl ile
Derd-i istikbal ile.

Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!

Bu hayatta yok vefa
Her günü derd-ü cefa
Sen, ey müştak-ı sefa
Ömrünü etme heba.

Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!

Kim bilir Ethem imiş
Bilmeyen sersem imiş
Gayesi bir dem imiş
Maadası hem imiş.

Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem

A-mâk-ı Hayal
Filibeli Ahmed Hilmi
(Hayalin Derinliklerinde Yolculuk)

Bu olaylar ve bu âlem
ezelî ve ebedî (süresiz) değildir.
Havva ve Adem nerede, ey dedem!
Aklın varsa an bu andır.

Geçmişi hatırlamak korku,
ıstırap ve keder verir.
Kaderinle uğraşma.
Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gelip gider.
An bu andır, an bu an.

Senin gibi bir dilencinin
dert ve sıkıntı ile uğraşması yazık değil mi?
Ne şimdinin ne de geleceğin derdiyle uğraşma!
An bu andır, an bu an.

Bu hayatta vefa yoktur,
Her günü dert ve cefadır.
Sen ki; Ey huzur için can atan!
Boşa geçirme ömrünü!
An bu andır, an bu an.

Bilen kimse Ethem imiş,
bilmeyen ise sersem imiş.
Ölüm sırasında hayat bir nefesten ibaretmiş,
Geride kalanlar dert ve kedermiş.

An bu andır, an bu an.
An bu andır, an bu an.

A-mâk-ı Hayal
Filibeli Ahmed Hilmi
(Hayalin Derinliklerinde Yolculuk)

En acısı da benim kızımın hiç fotoğrafı yok.

‘Kızımın hiç fotoğrafı yok’

Aladağ’daki yurt yangınında yanarak can veren Sevim Köylü’nün annesi Hayriye Köylü kızının kendisinde bir fotoğrafının dahi olmadığını söyledi. Köylü şöyle konuştu: “2 hoca varmış bir tanesi gidince geriye bir tane hoca kalmış. Yurt Aladağ’ın dışındaydı. Dışarıda olması önemli değil de 2 tane erkek görevlisi olsaydı kapıyı kırar çocuklarımızı kurtarırdı. Bir oğlum da o yurtlarda kalıyor. En acısı da benim kızımın hiç fotoğrafı yok. Sadece hocasında vardı. O da yangında öldü.”

Hayriye Köylü “Kızım doğduğunda kalp damarı tıkalı teşhisi kondu. Ankara’ya götürdüm. 7 bin TL ameliyat parası istediler. Çaresizlikle ne yapacağımızı düşünürken, hastanede 11 yıldır görmediğim dayımın oğluyla karşılaştım. Bizi bir doktora götürdü. 7 yaşına kadar tedavi ettirdik sonunda iyileşti. Yurt çocuğuma mezar oldu” diye konuştu.

‘Ocağıma ateş düşse kim ulaşıp söndürebilir’

Eşinin maden işçiliği yaptığını belirten Köylü “Geçimimizi bu dağ taşın arasında sağlıyoruz. Madene iniyor orada çalışıyor beyim. Bu evde 5 çocuk 2 de biz, bir de annem bizimle yaşıyor. Benim evimin yanına bir yolum yok. Ocağıma ateş düşse kim ulaşıp da kim söndürebilir. Bin 300 lira maaşla bu kadar kişi yaşamaya çalışıyoruz” dedi.

‘Şimdi herkes yardımcı olmak istediğini söylüyor. Evladım gittikten sonra ne anlamı kaldı’

Adana’nın Aladağ ilçesindeki yurt yangınında bir kızını kaybeden, diğer çocuğu ise kurtulan Yetim ailesi, cenazeler defnedildikten sonraki ilk geceyi çocuklarının acısıyla geçirdi. Bir kızının hayatta kaldığına gözyaşları içinde şükreden anne Hatice Yetim, çocukların niçin yurtta kalmak zorunda kaldığını anlattı. Köprücük Köyü’nün yıllardır yol problemi çektiğini anlatan anne Yetim, “Köyde çok zorluklar olduğu için çocuklarımızı yurda verdik. Okulda hocamız yoktu. Cami var imam yok. Yollarımızın ne halde olduğunu herkes gördü. Hatta bakan bey bile cenazelerden sonra helikopterle döndü, çünkü yol yok. Defalarca başvuru yaptık. Kimse sesimizi duymadı. Şimdi herkes yardımcı olmak istediğini söylüyor. Evladım gittikten sonra ne anlamı kaldı” diye konuştu.

‘O kurtulamadı, çok üzülüyorum’

O gece yurt binasından camı kırarak kurtulan 5. sınıf öğrencisi F. Yetim yaşadıklarını şöyle anlattı: “Yurtta sadece bir tane aşçı var, o yemek yapar biz bulaşıkları yıkardık. Yangının çıktığı gece birinci katta yemekhaneyi temizliyorduk. Hocaya teslim edecektik. Sonra kapının orada yangın çıktığını gördük. Yukarı çıkıp ikinci katın penceresinden bağırdık. Ayşe hoca pencerelere koştu orada itfaiye çağırdılar. Ben ikinci katta olduğum için camı kırıp pencereden atladım, yangından öyle kurtuldum. Kardeşim üçüncü kattaydı orada etüt yapıyorlardı. O kurtulamadı, çok üzülüyorum.”

‘Anne kokusuna ihtiyaç duyuyor’

Yangında ölen çocukların akrabası olan Elif Göklektaşoğlu, Aladağ köylülerinin zor günler yaşadığını belirterek, “Biz başka çocuklarımız ölsün istemiyoruz. O yüzden yetkililerden yurt ve yol konusunda bize yardım etmelerini istiyoruz” diye konuştu. Çocukların yurt yetkililerinin zorlamasıyla ailelerden alındığını anlatan Elif Göklektaşoğlu, “Mesafe çok uzak ve yolumuz yok. Köydeki ilkokulumuzun öğretmeni yoktu. Geçen sene bir öğretmen geldi. Bu nasıl bir okul tavuk kümesi gibi dedi, çekti gitti. Biz 8 yıllık eğitimin köylerde uygulanmasını istiyoruz. Çocuklarımız daha çok küçük ayrılamıyoruz. Çoğu daha anne kokusuna ihtiyaç duyuyor” ifadelerini kullandı. Tuğba ve Seher isimli 9 ve 5 yaşında iki çocuğu bulunan genç anne, “Buraya yurt yapılsın yada yolları yapsınlar çocuklar rahat rahat gidip gelebilsinler. Bu derdimize bir çare istiyoruz” dedi.

“Ne olduğunu anlatın bize” 

Yaklaşık 250 kişinin yaşadığı köyde herkes başı önünde çocuklarına gözyaşı döktü. Cenazeler mezarlığa ardı ardına götürülürken, kadınların ağzından “kuzularım” feryadı döküldü. Nurgül Pertlek’in teyzesi Fatma Kötoğlu  “Geçtiğimiz pazar yolladık hepsini, böyle mi geleceklerdi? Ne olduğunu anlatın bize, sahip çıkamadılar çocuklarımıza” dedi.

Altı kız çocuğu da aynı okuldandı. İlkokulu Köprücük’te okuduktan sonra ortaokula gidebilmek için Aladağ Sinanpaşa Yatılı Bölge Okulu’na gelmişlerdi. En küçüğü 10, en büyüğü 14 yaşındaydı. Okullarının yurdu depreme dayanıksız olduğu için bir yıl önce yıkılmıştı. Yeniden yapılacaktı. Ancak yeni yurdun temel kazma çalışmaları daha bir ay önce başladı. Yani çocuğunu kaybeden ailelerin hepsinin ortak noktası çocuklarına mezar olan yurttan başka seçeneklerinin olmayışıydı.

“İlla bu yurtta kalın” 

Hepsi de ağlarken bunu dile getirdi. Tıpkı 8.sınıf öğrencisi Sevim Köylü’nün annesi gibi:

“Sınavlarımı kazanayım okuyayım diyordu kızım da, başka bir şey demiyordu. Okullarının yurdu geçen sene yıkıldı. O zaman Aladağ’daki lisenin yurduna almışlardı çocuklarımızı. Bu sene yer yok diye bu özel yurda yerleştirdiler. Herkes ‘İlla bu yurda varacaksınız’ dedi. Ücret vermiyorduk. ‘Fitre, zekat verirsiniz’ dediler. Üç oğlumdan biri de bu yurdun erkek kısmında. Devam ettirmem. Yurdun başına iki görevli dikselerdi, ölür müydü çocuklarımız?”

“Tuvaletleri öğrenciler temizliyordu” 

5. sınıfa giden kızı Tuğba Aydoğdu’yu yangında kaybeden, 6.sınıftaki kızı Neslihan’ın da yaralı kurtulduğunu anlatan Teslime Aydoğdu öfkeli. “Benim çocuğumu Allah almadı” diye isyan etti:

“Zor durumdaydım. Mecburluktan gönderdim. Sorumsuz yurtlara verdim. Büyük kızım yurtta elini yıkarken elektrik çarpmış. ‘Kardeşimi kurtaramadım, ona ulaşamadım yangında’ diyor.” 

Tuğba’nın ablası Gülay Aydoğdu, kardeşinin kaymakam olmak istediğini anlattı. Köylerindeki bu zor koşullara rağmen okuduklarını ve başka çarelerinin olmadığını anlatan abla Aydoğdu, “Kardeşlerimin kaldığı yurtta tüm işi çocuklar yapıyordu. Tuvaletleri, yemekhaneyi hep öğrencilere temizletiyorlardı” diye konuştu.

Aynı kurumun erkek yurdunda kalanlar tedirgin

Köyde çocukları aynı kurumun erkek yurdunda kalanlar da var. İki gündür uyku uyumadıklarını söylüyorlar. Herkes kaygılı. 12 yaşındaki oğlunun aynı kurumun erkek yurdunda kaldığını anlatan Şerife Özgeç, “Yangından bu yana çocuklarımız da korkudan uyuyamamış. Okulumuzun yurdu yıkıldı diye mecbur kaldık. Hiç istemedi çocuklarımız gitmeyi buraya. Güvende olmadıktan sonra okusalar ne okumasalar ne” dedi.

‘Geleceğimdi benim’

Kan örneği vererek kızının teşhis edilmesini başı önünde gözyaşları içinde bekleyen acılı baba, 5 çocuğundan en büyüğü olan kızı için “Geleceğimdi benim. Sıcakkanlı, öyle güzel bir çocuktu ki, ömrüm boyunca unutamam” derken boğazı düğümlendi.

‘Hayalleri de yandı kül oldu’

Yurttaki yangında hayatını kaybeden 13 yaşındaki İknur Maden’in annesi Emine Maden ise şöyle konuştu: “Başarılıydı kuzum. Üniversitelere gidecekti. Hayalleri de yandı kül oldu.”

İlknur’un ilkokul öğretmeni Çiğdem Gürses, küçük kızın çok zeki olduğunu söyledi: “Sema Nur ile ikisine derdim ki, üniversiteye gidip çok iyi mevkilere geleceksiniz. Makamınızda ziyaretinize gelip kahvenizi içeceğim. Mevkileri bu oldu. İlknur’u öğretmen olması için ikna etmiştim. Hale bakın, yangın merdiveni kapısının kulpunu sökmüşler.”

‘Kapılar kilitliydi’

Yurtta kalan 6’ıncı sınıf öğrencisi Neslihan Aydoğdu, bulaşık yıkayan bir öğrenciyi elektrik çarptığını anlatarak, “Bulaşıkları makineye doldurduk, kazanları yıkadık. Ablanın biri suyu açtı, ‘Elim elektriklendi’ dedi. Cız etti… Şalterin olduğu yerde yangın çıkmış. Karşısındaki yerde de duman vardı. Kapılar kilitliydi. Balyozla kapıyı açmaya çalıştılar. Sonra yukarıya çıktım, camları kırdılar. Herkes üst katlardaydı. İkinci kattaki pencereye itfaiyeci amcalar merdiven uzatıp bizi indirdiler. Yangın merdiveninin önünde üç kişiyi kucak kucağa ölü bulmuşlar” diye konuştu.


‘Odadaki çocukların cesetleri de el ele idi’

İtfaiye Müdürü Fahri Durukan, çocukların bulunduğu andaki durumların ilişkin bilgi verdi.
Durukan, “Binanın en üst katında iki oda bulunuyor. Cesetlerden dördü bir odada, sekizi bir odada bulundu. Ekiplerimiz odaya girdiklerinde her iki odadaki çocukların cesetleri de el ele idi. Zaten bulundukları oda yatak odaları. Çatı çökmeye başlayıp alevler etrafı sarınca odanın ortasında toplanıp el ele tutuşmuşlar” dedi.

“Loş ışıkta, romantik ortamı seviyorsun” 

Cenaze törenine katılan AB Bakanı Ömer Çelik, köydeki şartlara tepki gösteren yaşlı kadına tuhaf bir yanıt verdi.Törenin ardından protokol, taziye çadırında bir süre oturdu. Bu sırada köyde tek başına kalan Ümmü Dönmez adlı yaşlı kadın “Gösterin bana valiyi, ondan hesap soracağım” diyerek protokolün yanına gitti. Ümmü Dönmez, köyün yolunun bozuk olduğunu, ortaokul olmadığını, elektriklerin sık sık kesilmesi ve günlerce gelmemesi nedeniyle karanlıkta oturduğunu anlattı. Bakan Ömer Çelik ise “Loş ışıkta, romantik ortamı seviyorsun” diyerek espri yapmaya kalktı.

Törenin ardından protokol, polis helikopteri ile köyden ayrılırken, gözü yaşlı köy halkı acılarıyla baş başa kaldı.

‘Çekil, öndekileri çekemiyoruz’

Basın mensuplarının kızını kaybeden babaya; “çekil, öndekileri çekemiyoruz” deme anı:

Sarkis Çerkezyan: Ben bu ülkede olmanın acısını çektim.

“91 yılda neler gördüm, neler…Her şey değişti ama iktidarlardaki İttihatçı kafa hiç değişmedi. Birinin bıraktığı yerden öbürü devam etti. ‘Güzel günler göreceğiz çocuklar’ demişti Nazım, ama o da o günleri göremeden gitti Moskova’da. Vaziyet böyle, ister ağla ister gül.”

1916 Halep doğumlu Çerkezyan’ın ailesi 1915’te Tehcir Yasası’yla Suriye’ye “göçtürülmüş“.

1918’de ise baba memleketine, Konya-Karaman‘a “göçmüş“. Koca bir dönemin, hatta bir tarihin yaşayan bir tanığı o. Cumhuriyet ilan edildi, Varlık Vergisi “kondu“, 6-7 Eylül “oldu“, Atatürk “öldü“, (sanal-gerçek) darbeler oldu, Sarkis Amca vardı. En yakından gözlemledi olanları; içinden, en içinden hem de. Bizim tarih dersinde hatmettiğimiz ‘inkılaplara’ o, bizzat şahit oldu. 1965‘te TİP’e girdi. Atılım Gazetesi’ni 4 yıl Gedikpaşa’daki marangozhanesinde gizli saklı çıkardı. İki oğlunu üniversitede okuttu. Her gün bir paket sigara içer. Eşi Ağavni Mayrig/Kuyrig (ki başlı başına ayrı bir yazı konusudur) 2000 yılında aramızdan ayrıldığından beri, Sarkis Amca Kumkapı’daki eski evinde tek başına yaşıyor.

Onun sözünün başladığı yer, bizim sözümüzün bittiği yer oluyor adeta.

“Uzun bir hayat, 91 yaşındayım. Birçok insanın anlatılanlardan öğrendiklerini ben yaşayarak gördüm. Kimseden, kulaktan dolma bir şey yok. Babamlar Tehcir’de Suriye’ye gitmiş. Ben orada doğmuşum. 1918’de yeniden Karaman’a geldiğimizde, koskoca bir banker olan babamın iki paket tütün alacak parası kalmamış. Annem bizi okutmak için İstanbul’a geldi babamı bırakıp. Temizliğe gitti, basamak sildi, ama olmadı. 7’nci sınıfta bıraktım okulu parasızlıktan. Sınıf birincisiydim… Konya Ereğli’ye geri döndük. Akrabamızın yanında marangozluğa başladım.”

Hepimizin hayalleri vardır. Kimimizinki basit, kolay elde edilebilir ama üşengeçliğimizden ya da tembelliğimizden olsa gerek, ömür boyu hayal olarak kalıverir. Kimimizinki ise gerçekten hayal olmaya mahkumdur. Sarkis Amca’nın hayali ise…

“Havacılığa tutkundum. Hâlâ da bir uçak görsem kaybolana kadar seyrederim. Çok istememe rağmen almadılar beni İnönü Planör kampına. Belki de helikopteri ben icat edecektim kim bilir?”

II. Dünya Savaşı boyunca 48 ay askerlik yaptı Sarkis Amca. Döndüğünde babasız bir hayat bekliyordu onu. 1946‘da İstanbul’a gelmiş annesi ve kızkardeşiyle… 1953’te ise hayatını Ağavni Mayrig’le birleştirmiş ölüm onları ayırana dek….

İki halkın birbirlerine düşman olması baştakilerin marifeti. Komünist oldum, iki halkın yararına olduğunu düşündüğüm şeyleri yaptım. Halklarımızın benzer acılar yaşamaması için uğraştık. Emeklerin boşa gitmediğini düşünüyorum.”

Bunca acıya şahit hayat hikayesi, biz “kanıbozuk“ Ermeni’lerin, en çok da gurbette yaşayanlarımızın burnunun direğini sızlatan bir söylemle devam ediyor:

“Bu memlekette doğduk. Bu memleketin insanıyız. Ermenistan’a gittim, burası burnumda tüttü. Varlık Vergisi de aldılar, 6-7 Eylül olayları da oldu. Bu işleri yapan insanlar var Türkiye’de. Şimdi bile yaparlar fırsatını bulsalar. Zihniyet değişmedi ki… Hrant’ın öldürülmesi de ortada işte. Ne yaptı da bu adamı öldürdüler? (Duvardaki resmi gösteriyor) Bunlar Ermeni aydınları, 287 kişi, Türkiye’de öldürüldüler. Kuduz köpek toplar gibi topladılar, öldürdüler. 1915-16 olaylarını İttihatçılar yaptı.”

Ve Hrant Dink… Agos’u ara sıra ziyaret ettiğini anlatarak devam ediyor Sarkis Amca:

“Hrant’ı orada görürdüm. Özgür düşenen bir insandı. Yazık oldu çocuğa. Memlekete zararlı bir adam değildi. ‘Türklüğe hakaret etmiş’! Nereden çıkarıyorlar bunları? Biraz muhalefet yaparsan götürüyorlar seni işte. Bunu yapanlar kılıfını hazırlamıştır. Kafaya koymuşlar adamı ortadan kaldırmayı, kime anlatacaksın meramını? Yalnız Hrant değil ki! Kaç tane Türk gazeteci de öldürüldü. 91 yıldır hiçbir şey değişmedi. Görüyorsunuz iktidarlardaki zihniyet hep aynı. O eski İttihatçı kafa. Talat’ı, Enver’i Niyazi’si… İsmet İnönü ve Celal Bayar da İttihatçıydı. Birinin bıraktığı yerden öbürü başlıyor, mantık aynı. Fırsatı buldular mı yine aynı pislikleri yapıyorlar. 1900’lü yılların başında bu coğrafyada 166 Ermeni okulu varmış. Şimdi kaç tane kaldı? Bu kadar okulu olan bir halk şimdi nerede?” 

Hrant Dink’in öldürülmesinin Ermenileri çok üzdüğünü anlatan Sarkis Amca, Ermenileri ne kadar iyi tanıdığını şu ilk cümlesinde gözümüze sokar:

“Üzülürler ama ayaklanacak değiller ya. ‘Onlar öldürdü biz de seni öldürelim’ diyecek halleri de yok. Ama bu Türkiye için iyi olmadı, AB işi bitti. Avrupa’nın kapısı kapanınca bizimkiler dönecek İslam Birliği’ne” diye tamamlıyor sözlerini, biraz düşünceli...

(Bu röportaj ağustos 2009 da yapılmış, 2016 dan bakınca tespitinin yerindeliği insanı düşündürüyor.)

DÜNYA HEPİMİZE YETER

Ailem 1900’ün başlarında Kayseri Talas’tan Karaman’a yerleşmiş ve yaşamaya başlamış. Karaman’da ticaret yapıyorlarmış. Bir gün Karaman’a bir adam gelmiş ve kiliseye herkesi toplamış. “Herkes malının, canının güvenliği için bazı tedbirler alsın. Ne yapabilirse onu yapsın,” diye birtakım önerilerde bulunmuş. Amcam o zaman çok ağır bir adam. Gelip konuşma yapan adamı, “Bu namussuz memlekette fesat çıkarıyor,” diye kovmuş.

1909’da amcam Adana’da öldürülmüş. Babam 1915’te sürgüne gönderilmiş. Arabistan’a…

Yani babam her şeyini kaybetmiş bir adamdı. Bir gün otururken bana dedi ki, “Biliyor musun Karaman’da kiliseye toplayarak bizi uyaran adam var ya o akıllıymış, biz eşekmişiz.” 

“Neden baba?” dedim.

“Ben isteseydim Karaman’da 500 tane Ermeni gencinin altına 500 tane at verirdim. 500’üne de 500 tane silah verseydim. Keşke öyle yapsaydık. Böyle onursuz öleceğimize şerefimizle ölürdük…” Yani babamlar, sürgünü yaşayacaklarını düşünmemişler bile. Öldüğü günlerde iki paket köylü tütünü alacak parası yoktu. O ki bir zamanlar 57 bin sarı liranın sahibiydi. Bu bankerlik belgeleri halen elimde.

Ben okuyamadım. Tahsili yarıda bıraktım. İstanbul’a geldim, çalıştım, marangoz oldum. Ereğli’ye gittim. Biraz şiir yazdım, biraz resim yaptım. Ama bunlarla geçinilmiyordu. Babamın ise bir işi yoktu. Akrabaların yanına gidiyordum. Marangozluğu öğrendim. Öğrendim derken işte akşam cebime iki paket tütün alıp eve giderdim. “Aferin oğlum. Benim de hiç tütünüm kalmamıştı,” derdi. Halbuki alacak parası yoktu. Bunlar ailemizde hep yaşanmış şeyler. Ne yapmıştı bu adam? Suçu neydi? Kimse buna cevap veremez…

Ben bu nedenle hiçbir zaman Türk halkını suçlamıyorum. Yani genelleme yapamıyorum, ama iktidarlardan soracak çok şey var. O İttihatçılardan, o Sultan Hamit’ten… Onlar katliamların sorumlusu. Sultan Hamit yöresel katliamların mucidi. Ama İttihatçılar onun yarım bıraktığı işi tamamlamış. Üstelik de Ermeniler, Hareket Ordusu’nu coşkuyla karşılamıştı. Yeşilköy’e gidip de çiçeklerle karşılayan bir halktı. İşte Adana katliamı tam o günlere rastlar. Bu bir intikamdır. Gerici bir harekettir ve 27-28 bin kişi öldürülmüştür.

Annem Tokatlıydı. 1910 veya 1911’de İstanbul’da Gedikpaşa Ermeni Okulu’nda öğretmenlik yapmış biriydi. Babalarını kaybedince üç kız, bir erkek kardeş geçim derdine düşmüştü. Annem Tokat Katliamı’nın şahidiydi. Tarih 1895 olsa gerek. O olayları bize şöyle anlatırdı:

“Tokat’taydık. Vur emri geldi. Babam ve amcam terziydi. Amcam sakattı ve dükkânına eşekle gidip gelirdi. Katliam başladığı zaman babam amcamı kaptı geldi, ama amcamı kapının eşiğinde kestiler... Biz kundaktaki kardeşim Aram’ı bahçe duvarlarına merdiven dayayarak kaçırdık. Kendi canımızı da böyle kurtardık. Üç kız kardeş, annem ve babamla Fransız okuluna sığınarak kurtulduk. Dört saat sürdü. Dur emri gelince padişahtan, biz okulun penceresinden beygir arabalarıyla parçalanmış insan cesetlerinin taşındığını gördük.”

Burada annemin bahsettiği Aram dayım; Birinci Cihan Harbi’nde Cemal Paşa’nın yanındaymış, Yunanistan’da albay olarak öldü. Sonra İstanbul’a gelmişler. Karaman Ermeni Okulu’na öğretmen ihtiyacı olmuş. Anasını da yanına alarak Karaman’a gitmiş annem. Orada babamla tanışmış. Babamlar, oranın zengin ve iyi bir ailesi. Yaşça biraz farkları da vardı, evlenmişler. Annem, “Hiç değilse şu fakirlik bitsin dedim ve 1911’de 18 yaşında babanla evlendim,” derdi. Ablam Arşaluys dünyaya gelmiş. İlk önce adını Münevver koymuşlar, buraya gelince adı Arşaluys yapmışlar. Aradan çok vakit geçmeden Arabistan’a sürgüne gitmişler. Annem, babamların bir ay sonra döneceklerine inandıkları için paralarını bankaya yatırdıklarını anlatırdı. Yukarıda o paranın belgeleri bulunuyor. Külek Boğazı’ndan geçmişler. Babaannem, sürgüne giderken Kilis’te ölmüş. Arabistan’a sürgüne gitmişler. Orada Meskene denilen yerde Aram Andonyan Efendi’yi tanıyorlar. Babam bu olayı şöyle anlatırdı:

“Çadırların arasında bir deli vardı. Kıçını ellerlerdi, deli gibi bağırırdı. O adamın kimliğini bilen yoktu. Bir gün Kayserili bir arkadaşla Fırat’ın kenarında böyle otururken baktık ki bu deli geliyor. Ben ‘Deli geliyor,’ dedim. Arkadaşım, ‘Çerkezyan, o deli değil. Bizim aydınlarımızdan Aram Andonyan Efendi’ dedi. Geldi yanımıza, deli gibi davranıyor. Kayserili arkadaşı, ‘Aram Efendi, böyle davranmana gerek yok. Bu arkadaş güvenilir bir arkadaştır. Sizin kim olduğunuzu söyledim,’ demiş. Aram Andonyan, ‘Söylemesen iyi olurdu,’ diyerek oturdu. O günlerin kritiğini yaptı. Türklerin yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu, savaşın ne kadar süreceğini anlattı. Kimliğinden kimseye bahsetmememiz gerektiğini söyledi ve yanımızdan uzaklaştı. 1918’de İngilizler Suriye’ye girdi. Mustafa Kemal Anadolu’ya kaçtı. Hatta o adam, ‘Türkiye’nin kurtarıcısı bu adam olacak,’ demişti. Ne ileri görüşlü adammış… Herkes Halep’e girip çıkamıyordu. Sadece askeriyenin erzağını taşıyan Ermeni arabacılar girip çıkıyordu. Aram Andonyan Efendi yanımıza geldi ve ‘Söyleyin şu arabacılardan birine, beni Halep’e götürsün,’ dedi. Birinin yanına verdik. Götürdü. Sorduklarında arabacı ‘Halep’in yakınlarına kadar arabanın arkasında oturuyordu. Sonra baktık ki yok,’ dedi.”

Aradan zaman geçtikten sonra sürgün kararı kalkmış artık. Herkes gibi babam da yeniden memleketine, Karaman’a dönmek istiyormuş. O Kayserili arkadaşıyla karşılaşmış. Babam, Karaman’a dönmek istediğini ancak yeni hükümetin kurulduğunu, kimden izin alacağını bilmediğini söylemiş. Kayserili arkadaşı, “Çerkezyan, hani seninle Meskene’de konuşurken yanımıza gelen bir deli vardı ya, şimdi senin bu işini o deli, yani Aram Andonyan Efendi yapacak,” demiş. İngiliz yönetimi, Halep’te Baron Oteli’ne yerleşmiş. Babam oraya gitmiş ancak kapıdakiler üstü başı döküldüğü için içeri almamışlar. Girmekte direnince çıkan sesi duyan Aram Efendi gelip babama sarılmış, öpmüş. Oradaki İngilizlere, “Benim kurtarıcılarımdan,” diye babamı tanıtmış. Ağırlamış. Konuşmuşlar ve babama Karaman’a gitmemesi gerektiğini, çünkü Pozantı’dan öte tarafın geleceğinin belirsiz olduğunu söylemiş. Kâğıtlarını yapmış ve babam yola çıkmış. Adana’ya kadar gitmiş. Mağazaları varmış babamların, oraya gitmiş. Tanımadığı adamlar oturuyormuş. Bir tanesinde genç bir oğlan varmış. Babam bir şeyler almış ve “Oğlum bu mülkün sahibi kim?” diye sormuş. “Gövdereli-oğlu bilmem kim…” demiş çocuk. Babam, “Kaç paraya oturuyorsun?” diye sorunca çocuk kızmış ve “Yahu aldığın bir toplu iğne, demirin batmanını soruyorsun,” diye terslenmiş. Babam da bunun üzerine sinirlenmiş ve o mağazaların hepsinin sahibi olduğunu ve kendisini sinirlendirdiği için dükkânından çıkaracağını söylemiş. Çocuk yeni evliymiş. Böyle bir olay da yaşayınca dükkânını erkenden kapatıp evine gitmiş. Kayınbabası, “Ne oldu, bu saatte eve geldin?” demiş. Olayı anlatınca, kayınbabası “Mülkün sahibi o adam. Sen ne yaptın öyle,” diyerek telaşlanmış. Babam bir otelde kalıyormuş. Bir bakmış, bu çocuk ve yanında kayınbabası, bir tepsi baklavayla gelmişler. Dayım Cemal Paşa’nın yanındaymış. Paşa’ya bir gün “Ablam Arabistan’a sürgüne gönderildi. Bana izin ver de gidip onları alıp geleyim,” demiş. Cemal Paşa, “Aram, gidip ablanı, yeğenlerini alabilirsin ama enişteni alamazsın. Erkeklere izin yok,” diyerek dayımı göndermiş. Annemler Suriye’deyken bir bakmışlar bir subay, arkasında askerlerle Karamanlı Gazaros Çerkezoğlu ailesini arıyor. Korkmuşlar. Sonra tanımışlar dayımı ve sarılmışlar… Bütün muhacirler toplanmış etraflarına. Bir Ermeni subay gelmiş. Askerleri de göndermiş dayım ve o gece çadırda yatmış. Anneme “Buraya seni almaya geldim,” demiş. Annem kocasını sorunca “Ona izin verilmiyor,” diye cevap vermiş dayım. Annem, kocası için “Aram, bu adam her şeyini kaybetmiş. İki çocuğu var. Ben onları da alacağım elinden ve İstanbul’a götüreceğim. Olmaz. Öleceksek de beraber öleceğiz,” demiş. O kadın işte bizi bugünlere getirmiş.

O günlerde hükümetin bir marifeti daha var. Sürgüne gidenleri içeri almadılar. Gelenleri bir ay içinde yeniden göndermeye çalıştılar ve “Bir ay içinde giden gider, gitmeyenin başına geleceklerden biz sorumlu değiliz,” dediler. Amcamın ailesi geri döndü Suriye’ye. Ailem Karaman’a döndükten sonra, babamı Karaman’dan yine sürmüşler. Bu kez Ereğli’ye gitmiş. Orada Deli Mustafa adlı bir ağa babama sahip çıkmış. Babam da telgraf çekmiş anneme, “Ben Ereğli’deyim. Eşyalarınızı müftüye emanet edin ve buraya gelin.” Babam halıya çok meraklıymış. Halıları, yatakları, bütün eşyaları müftüye emanet etmiş ve Ereğli’ye gelmişler. Gelmişler de onlar gelinceye kadar babamı Ereğli’den de sürmüşler. Ereğli’de Gökbudak ailesinin lideri Deli Mustafa ailemize sahip çıkmış. Ailesi bize kucak açmış. Babam, Ereğli’den de sürülünce kaçmış ve Toroslar’a gitmiş. Türk köylüleri babamı altı ay saklamış. Sonradan yanımıza geldi.

1932’de ablam evlenirken annemler gitmişler Karaman’a, müftüden “Kızımıza çeyiz yapacağız,” diyerek eşyaları istemişler. Altlarına serdikleri yatak bizim, halılar bizim. Ama istediklerinde müftü, “Amcanızın bana borcu vardı. Ben o eşyaları ona saydım,” diyerek hiçbir şey vermemiş. Müftü, amcamın İskenderun’a gittiğini ve orada kaldığını, gelemeyeceğini ve kendisini yalanlayamayacağını biliyordu. Amcam Hatay’ın ilhakında, 1939’da, Ereğli’ye geldi ve görüştük. Ben ülser nedeniyle hastanede yatıyordum. Babam amcama müftünün halı olayını anlattı. Amcam, “Ne borcu? Olsa olsa müftünün bize borcu vardır,” dedi. Ardından da atla Karaman’a gitti. Bizim Karaman’da şadırvanlı bir hanımız vardı. Oraya gitmiş. Eskiler, bildikler gelip oturmuşlar etrafına. Amcam “Şu müftüye haber gönderin gelsin buraya,” demiş. Amcamın Karaman’a geldiğini duyan müftü Karaman’ı terk etmiş. Amcam, Karaman’dan dönünceye kadar da gelmemiş.

Yıllar sonra Nişanca’da iki genç tavla oynuyordu. Biri bana “Bak bu senin hemşerin,” dedi. Çocuk bana kimi tanıdığımı sordu. Aklıma bir tek Müftüzade Ahmet Efendi ismi geldi, onu söyledim. “Ha, halıcı mı?” dedi. Arkasından “O adam halıya öyle meraklı ki evinin içi tavan arasına kadar halı döşeli,” dedi. “Döşer tabii” dedim, “o halıların sahibi, halıcılığının sermayesi biziz.”

Ereğli’de artık bizim tahsil zamanımız geldi. Annem ne de olsa öğretmen geçmişi olan biri. Babamı sıkıştırıyor; bizi İstanbul’a götürsün de okutsun. Babam da biraz sert bir adamdı. Ben de biraz haşarıydım. Ara sıra döverdi beni. Gece yatarken bu tartışmalar oluyor, ben de “Şu İstanbul’a bir gitsem de şu dayaktan bir kurtulsam,” diyorum. Neticede babamı ikna ettiler. O zavallı anacığım neler yapmadı? Pantolon dikti, basamak sildi, kapıcılık yaptı bizleri okutmak için. Ablam gelin gittikten sonra bizim okuma işi yarım kaldı. Ben Aram Pehlivanyan ve Ahmet Saydan’la yan yana oturmuşumdur Getronogan Lisesi’nde. Onlar devam ettiler, biz geri döndük Ereğli’ye. Çaremiz kalmamıştı. “Bir hayırsever bulalım da buna yardım etsin de okusun,” dediler. Bahçekapı’da Arpacılar Camii var. Onun iki dükkân aşağısında kapının üstünde bir gözlükçü var. Bir kadın beni aldı o adama götürdü. O zaman bir lira veriyorsun bir hafta okulda yemek yiyorsun. O adam bana bir lira verdi aldık götürdük okula, bir hafta yemek yedim. Çok ağrıma gidiyordu. Dükkânın kapısının önünde geziyorum, adam görür de çağırır diye. Çağırmayınca ben giriyordum içeri. Bana neden geldiğimi soruyordu. Ben hatırlatıyordum gelme nedenimi. İsteksizce çekmeceyi açıp dilenciye verir gibi para veriyordu. Alıp okula veriyordum. O zaman hafta tatili cuma günüydü. Üçüncü hafta yine gittim adama, bana yine neden geldiğimi sordu. Parayı vermemek için “Amaan,” dedi. Dükkân başıma yıkıldı sanki. Eve gittim. “Bu sene okul yok,” dedim. Döndük Ereğli’ye. Okulların açılması zamanı gelince babam bizi İstanbul’a göndermeye çalıştı. Annem para olmayınca okumanın imkânsız olduğunu anlatınca babam düşündü düşündü, “Ben oğlumu okutacağım. Hem de Fransız okuluna göndereceğim,” dedi. “Nasıl?” diye sordu annem. “Atımı satacağım,” dedi. Annem, “Bu sene atını satacaksın, gelecek sene ne satacaksın Gazaros Efendi?” diyerek bu işin sonunun olmadığını söyledi. Babamın ağladığını hatırlarım. Kaldık ve marangoz olduk. Sonradan askere gittik. 1948’de İsmet Paşa bizi sürüm sürüm süründürdü. Askerden geldim, babam ölmüş. İstanbul’a taşındık. Arnavutköy’de ev tuttum. Bir kış boyunca eve dükkândan odun taşıdım. Dükkân Tavukpazarı’ndaydı. Tramvayla taşıdım her gün. Kız kardeşimi evlendirdik. Seneler geçti. Kumkapı’da dükkân açtım. Hayatım böyle, mücadeleyle geçti.

İstanbul’da yaşarken baktım ki yaşıtlarım, arkadaşlarım evlenmiş çocuklarını gezdiriyor. Bizim seneler geçmiş. Bir gariplik çöktü bana. Bir yılbaşı meyhanede içtim, kafayı buldum. Kumkapı’daki sokaklarda gezdim ve okula geldim. Duvarın üzerindeki demire başımı dayadım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Kimse de yok, rahatladım. Hiç unutmam. Samatya’da bir Yozgatlının evine kapı takmaya gittim. Rahmetli eşim de o evde, küçük kardeşi kucağında. Birdenbire bir yakınlık duydum. Onlar da fakir bir aileydi. Oradan geçerken selamdı, bakmaydı derken nasipmiş 1952-53’te evlendik. Ben hayatta okuma yazma bilmeyen biriyle evlenebileceğimi düşünmez-dim. Ama onun dışında öyle meziyetleri vardı ki o eksikliği bir şey değildi. İnsan iyisiydi. Adı Ağavni idi. 1969’da Güneydoğu’dan Ermeniler geldi. Sason civarından. Öyle bir yardım etti ki bizim hanım, hâlâ onlardan gelenler olur. Kumkapı’da oturuyordum. Evlendik. Kırk sekiz sene beraber kaldık. Sonradan ayrıldık birbirimizden. Kaybettim onu. Cenazesinde kimler yoktu ki patrik bile maiyetiyle birlikte indi ve konuşma yaptı. Patriğin sıradan bir cenazeye katılması görülmüş şey değil. Dedi ki “Bu kadına Avrupa’ dan Amerika’ya kadar herkesin borcu var.” Aynen bu ifadeleri kullandı. O doğal bir komünistti. Kendinin komünist olduğunu bilmezdi ama yaşantısıyla, uygulamasıyla eşitliğe olan düşkünlüğüyle doğal bir komünistti o.

İki oğlum var, ikisi de üniversite tahsili yaptılar. Oğlumun birinden iki torunum var.

1941 Haziran ayının 10’unda askere aldılar. Ben 20 Kura Askerlik uygulamasına denk geldim. Yani, benim normal askerlik zamanımda bu uygulama da yapıldı ve 1312 (Miladi 1897) doğumlulardan 1332 (Miladi 1917) doğumlulara kadar 20 yıllık tertibi askere aldılar. Koca koca adamlar vardı asker olarak. Bunun altında İttihatçı gelenek vardır. Çünkü bizi, gayrimüslimleri potansiyel düşman olarak görürler ya, maazallah memleketi satarız! Kimler yoktu ki mühendisi, kimyageri, doktoru… Hepsinin eline kazmayı, küreği verdiler. Kürtlere de “Siz muhafızsınız,” diyerek ellerine sopayı verdiler, “Yürü lan,” diyerek taş taşıttılar. Armenak Bezirciyan vardı. Ordulu, Robert Kolej mezunu. Bizden çok büyüktü ama bizlerle beraber geldi askere. Teyzemlere gelirdi, oradan tanırdım. O mühendis Armenak’ın sırtına sopayla vurduklarını iyi hatırlarım. “Yürü lan,” diyerek el arabasıyla toprak taşıtıyorlardı.

Varlık Vergisi bizi etkilemedi. Neyimiz vardı ki? Babam ölmüştü, ben de Ankara’da demiryolunda askerdim o yıllarda. Aşkale’ye götürülenler trenlere doldurulmuş halde Ankara’dan geçerdi. Ankaralılar da toplanıp sirkte hayvan seyreder gibi Aşkale’ye götürülenleri seyrederdi. Hatta “Yeter artık yaşadığınız,” diye laf atarlardı. Yaşlı yaşlı insanları götürüyorlardı.

Celal Bayar’ın yaptığı 6-7 Eylül. Tepeden iner gibi adını Demokrat Parti koydu ve partiyi kurdu. Halk demokrasinin ne olduğunu bilmiyor. “Batı’yı nasıl kazıklarız,” hesabıyla demokrat oldular. Halk demokrat diyemiyordu ki, “Demir kırat,” dedi, “Komatrik,” dedi, bilmem ne dedi. Ondan sonra da Kore’ye asker gönderdi. 7-8 bin askerimiz Kore dağlarında mezarsız kaldı. Bunları üstüne basa basa yazmak lazım. Kapatıyorlar tarihi, çulla üzerini örtüyorlar. Çünkü kendileri, onların vârisleri.

Babamın ölüm günü ben askerdim. Güllübağ denilen tren yolunda bir yerde çadırda yatıyordum. Rüyamda babam geldi yanıma. Siyahlar giymiş. “Oo, baba gel şöyle otur,” dedim. Babam bana cevap vermedi, hiç konuşmadı. Meğerse babam o gün ölmüş. Annemin mektubu kesildi. Halbuki dağın başına gitsem bile mektubu gelirdi. Bana mektup yazabilmek için bu eski yazıyı öğrendi annem. Eski yazıyla gönderdiği bazı mektupları hâlâ duruyor. İçime de doğuyordu. Mektupta soruyordum “Babam nerede?” diye. Annem cevabında “Köyden hasta geldi. Baban onunla oturuyor. Mektup yazamıyor ama imzasını atıyor,” diye yazmış. Annem babamın imzasını bir taklit etmiş, aynısı. Ben buna da inanmadım. Zaten birliğe de babamın ölüm haberi gelmiş ama arkadaşlar bana söylemiyorlar. Ben “Kaçacağım, eve gideceğim. Babamı merak ediyorum,” diye söyleniyorum. Bir gün Fırat Nehri’nin kenarındayız. Bölük komutanı çalıların içinden çıktı. Selamlaştık. Beni çağırdı yanına ve konuşmaya başladı: “Hayatta acılı günler de var, tatlı günler de…” Böyle daha önce hiç söylemediği laflar ediyor. “Kaçacağım, demişsin. Seni severim ama görevimi de severim. Kaçarsan seni mahkemeye veririm, askerliğin yanar,” dedi. Sonra da kaçmamam için “Bizim bölük Balıkesir’e gidecek. Seni giderken Kayseri’de bırakırım. Bir hafta kalırsın. Sonra da bize yetişirsin,” çözümünü önerdi. Bir süre sonra bölüğümüz yola çıktı ve Kayseri’de mola verdi. Ben komutanın yanına çıktım ve verdiği sözü hatırlattım. İzni koparttım. Sabahleyin Ulukışla’dan Ereğli’ye gittim. Bir kalaycı Kirkor vardı. Karşılaştık. O istasyona gidiyor ben şehre… Ama babamın durumunu soramadım. “Eğer babam öldüyse bu adam dönüp bana hüzünlü hüzünlü bakar,” dedim. Yürürken geri döndüm, Kirkor dönüp bana baktı. Anladım. Eve girdim, babamın bir arkadaşı tenekeci Artin, bir danayı ağaca bağlamaya çalışıyor. Anam siyahlar giyinmiş. Koşup geldi. Sarıldık. İçeri girerken kapının önünde babamın ayakkabılarını gördüm. Babamı sordum, akrabalardan birinin hasta olduğunu ve babamın onu İstanbul’a götürdüğünü söyledi. Şaşırdı ne diyeceğini, yalan söylemeye çalıştı. Ben de “Yalınayak mı gönderdiniz? Babamın ayakkabıları burada,” deyince annemin gözyaşları boşandı.

Askerden dönüp geldim. Marangozluğa başladım. Bizim Ereğli’nin İvriz Köyü’nde köy enstitüsü açılmıştı. Ben de oraya masalar yaptım, dolayısıyla da enstitüye gidip gelirdim. O hareketi yerinde izledim. Genç köylü çocukları, saçları kısa kesilmiş köylü kızları, ayaklarında kalın postallar, erkek arkadaşlarıyla şehre yürüyerek gidip gelirlerdi. Binalarını kendileri yapıyorlardı. Mandolin çalıyorlardı. Köyle, halkla ilişki kurabiliyorlardı. Ama iktidarların bu hoşuna gitmedi. Önce bazı dedikodular çıkarıldı. Sonra da kapatıldı. Onları kapattılar ki imam hatipleri açsınlar. Bunu aydınlar da görmüyor. O güzelim hareketi boğdular. Yeniden bu yönde adım atılması lazım. “Türk çocuğu Müslüman olursa komünizme karşı olur,” dediler. Şimdi de şeriatçılarla uğraşıyorlar. Türkeş, “Benim militanlarım güvenlik güçlerinin yardımcıları,” diyordu. Şimdi hepsi çete oldular.

Avedis Aharonyan vardır. 1918 Ermenistan Cumhuriyeti kurulduğu zaman Dışişleri Bakanlığı yaptı. Hatta Türkiye’yle bazı anlaşmalar imzalamaya gelmiştir. Onun Türkçeye Fedailer adıyla çevrilen bir kitabı var. O kitapta bir Kör Âşık var. Her dizesinin arkasında “Bu kadar büyük acıları çocuklarımız unutursa bütün dünya bizi ayıplasın,” diyor. Aslında Türk okuru Ermeni edebiyatına çok uzak kaldı. Bir gün Karagözyan Yetimhanesi’nin salonunda Hagop Mintzuri ile ilgili bir toplantı vardı, Aziz Nesin de gelmişti oraya. Dedi ki, “Bu Hagop Mintzuri’yi biz tanımıyoruz. Ama kabahat da bizim değil, sizindir. Siz tanıtmadınız bize…”

Ama düşünebiliyor musunuz, 287 tane aydınını kaybeden bir halk, o çekingenliğin, yılgınlığın içinde yaşadı. Yeni yeni bir çığır açıldı.

Ne düşünürüm biliyor musun? Anadolu insanıyız. Amerika’ya gittim 1987’de. Washington’da pikniğe gittik. Bir sürü insan toplandı geldi yanıma. Koklayacaklar neredeyse. Çünkü biz Türkiye’den gelmişiz. Kimisi Harputlu, kimisi bilmem nereli. Herkes kayıplarını arıyor. “Şöyle bir isim duydun mu?” diye soruyor. Bu çok acı bir duygu. Bir arkadaşım var, kendisi emekli bir albay. Onunla konuşurken bana asılan Levon Ekmekçiyan’ı sordu. Ben de “Bu adama hem acıyorum hem kızıyorum,” dedim. Türkiye’ye gelip iki tane Türk öldürünce sanki Türkiye batacak. Zavallılığına acıyorum. Ama biliyor musun, bu adam Anadolu insanı. Muhacirlikten sonra bu adamları sokmadılar Türkiye’ye. İçeriye almadılar. Çünkü malları filan hep kapışılmış. Herkes sahiplenmiş malları. Gelince malını isteyecek, o yüzden gelemezsin dediler. Arabistan filan Ermeni kaynıyor. Gelenleri de geri gönderiyorlar, gitmeyenler de babam gibi oldu. “Nasıl düzelir bu iş?” diye sordu. “Çaresi var ama onu yapacak yapıda insan yok Türkiye’de. Herkesin aklı bir karış havada… Eğer birisi çıkıp da kanun çıkarsa, ‘Şu tarihe kadar burada yaşayanların çocukları, torunları Türkiye vatandaşı olabilir,’ diye, bakalım geliyorlar mı gelmiyorlar mı?” dedim. Emekli albay arkadaşım, “Gelirler mi Sarkis?” dedi. “Bir deneyin. Ben o hasreti gördüm,” dedim. Bir tanesi geldi Van’da otel açtı. Herifin başına gelmedik kalmadı.

Koca bir tarihin üzerine çul örtmek istiyorlar. Hitler Yahudilere bu işi yaparken “Türkler yaptı Ermenilere, kim hesap sordu?” deyince bizimkiler karşı çıkıyor “Hitler böyle bir şey söylemedi,” diye. Ben hatırlıyorum dediğini.

6-7 Eylül’de büyük oğlum kundaktaydı. Yedikule’de oturuyordum. Yeni taşınmıştım, bir Ermeni aileden yeri kiralamıştım. Gençağa Caddesi üzerinde otururduk biz. Kumkapı’da dükkânım vardı. Bütün vilayetlerde mitingler yapıldı. Nutuklar atıldı. Radyolar bangır bangır bağırdı. “Palikarya geliyoruz,” filan diye bir kamuoyu oluştu. Karaköy’de Tünel’in karşı sırasında birbirine yakın iki dükkân yapıyordum. Akşam gazeteleri “Atatürk’ün evine bomba atıldı,” diye yazdı. Zaten kamuoyu oluşmuştu. Ben Kumkapı’ya dükkânıma geldim. Köşede dükkânın üzerinde Demokrat Parti vardı. Tevfik Bey, meydanda halkı tahrik ediyordu. Hızla eve gittim. Köşe başında bir hareket de başlamıştı. Eve girdim. Annem “Ne o yahu, bunlar yine kudurdu,” dedi. Ben “Aman sus,” dedim. Hemen bir bayrak uydurduk astık. Anneme de “Sen de Müslüman karısı gibi örtün,” dedim. Karıyı da “Sen çocuğu al, yukarı çık, gözükme,” diyerek üst kata gönderdim.

Yeni taşınmış olduğum için mahalleli beni tanımıyor. Tek güvencem o. Bayrağı asınca çıkıp sokak kapısına oturdum. Yanıma da ufak bir kamam vardı onu aldım. Karıya kıza da saldırmaya başlamışlardı. Öyle bir şey olursa kapıyı kapatıp içeride işlerini bitireceğim, niyetim o. Kırıp dökmeye başladılar. Üç kişi benim evin önüne geldiler. Konuşurken sarkık bıyıklı biri bizim evi gösteriyor. Anladım, o semtin adamı. Hıristiyan evlerini gösteriyor. Hemen gittim, adamın omzuna elimi koydum. “Ne oluyor?” dedi. “Üçünüzün arasındaki konu, bu evdir. Bu evin sahibi Ermeni’dir. Şimdi yazlıktadır. Ama size hatırlatayım ki bu evde şimdi ben oturuyorum,” dedim. Bana “Sen kimsin?” diye soramadılar. Gittiler.

Bir süre sonra bir genç geldi. Eve bakıyor filan. “Ne bakıyorsun?” diye sertçe çıkıştım. “Burası gâvur evi,” dedi. Onu da “Hadi lan oradan, aşağıda ben oturuyorum,” diye küfrederek kovaladım.
Kırdılar, döktüler. Karşı evden bazı Rum kadınlar sokağa kaçtılar. Başka evlere girdiler. Bir grup amele, kendi yaptıkları binayı söktü. Akşam oldu, gece oldu, saat 1’de Yedikule’ye giderken yol üzerindeki kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim eve geliyor. Sinirler gergin. Sakin olmak durumundasın. Bir de baktık ki askeriye köşe başından düdük sesleriyle müdahale etti. Yağmacıları başıma toplamıştım. Annem kahve pişirmişti. Kahve içiyorduk. Bizim ev iyice girilmez olmuştu. Yağmacıların kiminin koltuğunun altında makine kafası, kiminin halılar, kiminde de bilmem ne; düdüğü duyunca oraya buraya kaçışmaya başladılar. Biri de bizim eve girmeye kalktı. “Çık ulan!” diye attım bunu dışarı. O da şaşırdı. O ana kadar kahve yapmışım, su vermişim, şimdi evime sokmuyorum. Bir yüzbaşı geldi üç askerle. Elimde kahve fincanı vardı. “Delikanlı sizi tebrik ederim,” dedi, “tam kahvenin tadını çıkaracak zamanı bulmuşsun. Her Türk sizin gibi olmalı… Ama artık askeriye müdahale etti, lütfen kahvenizi içeride için.”

Ben eve girdim ama bütün bina başıma yıkılıyor. Hem öfkeliyim, hem üzüntülüyüm, hem de sakin olmak zorundayım. O gün şöyle düşündüm: “Dünyada başka yerler var ki oralarda çocuklar başlarını yastıklarına koymuşlar, hiçbir tehlike duygusuna kapılmadan huzur içinde uyuyorlar. Öyle bir ülkenin hasretini çekiyorum ben. Ben bu ülkede olmanın acısını çektim.”

1973’te benim Sovyetler Birliği vatandaşlığı emrim geldi. Ama çevremdeki insanlar “Bizi, davayı yarım bırakıp gidiyorsun,” diye çok söylendiler. Velhasıl olmadı. Ben burada mücadele sürerken Sovyetler Birliği’ne gitmeyi kaçma gibi, bir utanç gibi gördüm. Senelerce konsolosluğun önünden geçerken bir suçlu gibi geçtim. Müracaat etmiştim onlar da kabul etmişti. Çocuklar ufaktı orada okuyabilirlerdi. Gitsek olurdu. Ama biz de burada partiliydik. Çevrede tanınmıştık. Emeğim vardı. Helali hoş olsun, ne yapabildiysek… Yine de unutulmadık…

Yaşamım boyunca Türkçe bir ad kullanmadım, öyle bir şey olmadı hiç. Hep Sarkis oldum. Ama partide, illegalitede bir adım vardı.

 “Her Şeyi Türk Yaptınız, Solu Bari Türk Solu Yapmayın”

Türkiye’de iktidarlar açısından Ermenilik ayrı bir şeydir. Hâlâ öyle.

“Kanun nazarında bütün vatandaşlar eşittir,” bunların hepsi palavra. Bir tane çöpçü yok, bir devlet dairesinde memur yok. Atatürk, sembolik olarak bir Rum, bir Yahudi, bir Ermeni’yi TBMM’ye sokardı. O da göstermelik bir şeydi. Şimdi o da yok. Solcularımız bile yaptı bu ayrımı. Mihri Belli, Türk Solu dergisine yazı yazmamı istedi benden. Dedim ki “Kırk yıllık İtalyan Pirelli’yi alıp Türk Pirelli yaptınız. Philips’i alıp Türk Philips yaptınız. Solu bari Türklüğe mahkûm etmeyin,” dedim ve yazmadım. Ben bir zamanlar planör kursuna yazılmak istemiştim. Havacılığa çok meraklıydım. Beni Ermeni olduğum için almadılar. Düşün ki ben 1932’de helikopter tasarlamıştım. Ama ben meslek sahibiydim. Böyle herhangi bir başvuruda bulunmadım. Ama başvuruda bulunsaydım da olmazdı, çünkü örneği yok. Hâlâ yok. Ermeniler yeteneksiz adamlar mı yahu? Ama yok. Aram Andonyan’ın Balkan Harbi kitabında, o zamanki iktidarlar için diyor ki, “Kendilerine doğruyu ve güzeli anlatan çevreleri vardı. Ama onlar aklıselimi bir tarafa attılar ve ahmaklıklarında ısrar ettiler.”

Bu benim babamdan dinlediğim bir hikâyedir. Sanki bugünleri düşünerek anlatmış gibi.
Üç arkadaş var. Bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. Biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zamanda papaz. Sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı. “İki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın,” diye bir bağa giriyorlar. Bağın sahibi bir Türk ama onu görememişler. “Kaç paraysa veririz,” diyerek yemeye başlamışlar. Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümünü yiyorlar. Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve papaz olduğu belli. Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış. Üçüncüsü de Türk.
Dönmüş Ermeni’ye, “Bak bu adam Türk, yesin malımı. Benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürt’tür ama din kardeşimdir. Sen niye yiyorsun benim üzümümü?” demiş. Bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Türk ve Kürt’ün hoşuna gitmiş. Adam, papazı bir güzel dövmüş. Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış.
Bağ sahibi biraz sonra Kürt’e dönmüş. “Müslüman’sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o Türk’tür. Kardeşimdir,” diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. Bu durum Türk’ün hoşuna gitmiş.
Biraz sonra Türk’e dönmüş ve “Tamam anladık Türk’sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?” diyerek Türk’e de vurmaya başlamış. Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt’e dönmüş ve “Biz,” demiş “papazı dövdürmeyecektik”.

Ereğli’deki Deli Mustafa, tehcirde Ermenileri kurtaran kişidir. Gökbudak ailesinin lideriydi. İyi insanlar. Biz Ereğli’ye geldikten sonra onlarla aynı avluda beraber oturduk. Sürgüne gidileceği yıllarda Deli Mustafa Karaman’a gitmiş. Eşraf, ağayı misafir etmiş. Konuşurlarken eşraf, Deli Mustafa’ ya “Biz Ermenileri çıkaracağız buradan. Siz ne yapacaksınız?” diye sormuş. Deli Mustafa, “Sizin asaletinize o yakışır. Biz çıkarmayacağız,” demiş. Ereğli’ye gelince ailesi de Ermenilerin sürülmesi işini söylemiş. Deli Mustafa, “Biz öyle bir şey yapmayacağız,” demiş. Deli Mustafa sonra şu benzetmeyi yaparak sormuş:

“Bir pilav pişirmek için su yerine tereyağı koysam ama tuz koymasam o pilav yenir mi?”

“Hayır, yenmez,” diye cevap vermişler. “Ulan Türk bulgur olsa, pilav pişirsek, tuz yerine Ermeni’yi koymazsak o pilav yenmez. Onlar bu memleketin hem tadı hem tuzu. Gâvursuz memleket mi olurmuş? demiş.

Ereğli Ermeni’sinin büyük çoğunluğu muhacirliğe gitmemişti. Malları mülkleri kaybolmamıştı. Çoğu sattı, buraya geldiler. Bir ara İstanbul’da 150 hane Ereğli Ermeni’si vardı.

Ereğli’de Ermeni mezarlığı var, temizlemişler, etrafını çevirmişler, demir kapı takmışlar, bekçi koymuşlar. Gittim, genç bir oğlan geldi. “Gezmek ister misin?” dedi. Beni gezdirdi. Tanıdıklarımın olup olmadığını sordu. Deli Mustafa’yı sorunca bana torununun benzin istasyonunu gösterdi. Gittim, Deli Mustafa’nın torunu Mustafa’yı buldum. Genç Mustafa bana kim olduğumu sordu. “Babanın arkadaşıydım. Çerkezoğlu Gazaros’un oğlu Sarkis,” dedim. Adamlar bir anda ayağa kalktılar, beni yere göğe sığdıramadılar.

Sarkis Çerkezyan

Mazlumun âhı öyle etkili bir silâhtır ki, bir anda yeri göğü tersyüz edebilir

Adalete dair bazı örnekler:

Klasik kültürümüz içinde öyle çok ve vurucu örnek bulmak mümkün ki seçim yapmak bile hayli zordur doğrusu…

Ziya Paşa der ki mesela:

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbet olur ev yıkanın hânesi vîrân

“Başkalarına zulmedenler sonunda kendileri de zulme uğrarlar; ev yıkanın evini yıkarlar sonunda” demek olur.

Devam eder aynı minval üzre Paşa:

Ekser görülür çünkü cezâ cins-i amelden
Encâmda âhenden olur rahne-i sûhân

Encâm :  Son, netice
Âhen : Demir
Rahne  : Yara, aşınma, yıpranma
Sûhân : Törpü

“Genellikle de yaptığı eza cinsinden bir karşılık bulur herkes; nitekim ömrünü demir aşındırmakla geçiren törpünün aşınması da yine demirden olur” demektir.

Hele şöyle bir sözü –ki pırlanta gibi durmaktadır- insan çerçeveleyip hergün göreceği bir yere asıverse sezâdır:

Zâlimlere mehl olmasa matlûb-ı ilâhî
Bir demde yıkar âlemi mazlûmların âhı

Mehl  :  Süre
Matlûb : İstenen
Dem  : Zaman, an

“Mazlumun âhı öyle etkili bir silâhtır ki, bir anda yeri göğü tersyüz edebilir; nice ‘âh’ edilmesine rağmen böyle bir neticenin tahakkuk etmiyor görünmesi ise şundandır ki; ilâhî irâde zâlime bir mehil vermeyi öngörmüştür; ola ki vazgeçer; ola ki imtihânı kazanır; nitekim imtihan dünyasındayız…” demektir.

Öte yandan yine bir kesin hüküm beyti şöyle söyler:

Zâlimin ser-rişte-i ikbâlini bir âh keser
Rızka mâni’ olanın rızkını Allah keser

Ser-rişte :  Ser, baş demek malûm olduğu üzere; rişte de iplik. Bir inci kolye
düşünülsün efendim; meselâ bir inci kolye; veya paha biçilmez taştan yapılmış bir tesbih. İpliğinin başı kesiliverirse ne olur efendim?

İkbâl : Baht açıklığı

“Güçlü zâlimin göz kamaştıran ikbâli gün olur da, gördüğünde selâm vermekten imtina ettiği bir mazlûmun bedduası ile yerle bir olur. İnsanların rızkına mani olmaya tevessül eden de –gerçi rızk kefalet altındadır, bu gayreti boşunadır ya…- bir bakar ki kendisi el açar duruma gelmiş” .

Efendim söz bu vadiye dökülünce, ikbalin zıddı olan idbâr da hatıra geliyor, kaçınılmaz olarak. Ve işte göz hizasına asılmağa lâyık bir diğer berceste:

Ârif-i billâh olan bir hâlete dil bağlamaz
İnkılâb eyler zamân ikbâl olur idbâr olur

“İşi bilen, içinde bulunduğu duruma gönül kaptırmaz; aşağıdayım diye yerinmez, üstteyim diye öğünmez yani; zira bilir ki, zaman değişir, roller değişir, çıkış da var iniş de…”

Şeyh Gâlib de der ki:

Mazlûma olur keyfer-i bed-hûyî-i zâlim
Iklîm-i gamın başka bir hâlet var içinde

[Dünya hayatında, kötü huylu zalimin yaptıklarından dolayı ceza görmediği ve mazlûmun hep bedel ödemek zorunda kaldığı görülür. Ancak bu sadece bir görünüştür. İşin aslı ise şudur ki; zalim geçici dünya hayatında mutlu görünse de, asıl hayatta hem de kalıcı surette gülen (son gülen iyi güler) mazlum olacaktır. Bu dünya hayatı imtihan sahasıdır.]

Eski zamanların birinde çivi imal eden bir usta ile zavallı ustanın karısına göz koyan bir zalim vali varmış. Kadını elde etmek için ustayı ortadan kaldırmayı planlamış zalim vali ve olmayacak bir iş istemiş ondan. Demiş ki:

– Yarına kadar 300 askerim için kebkeb imâl edemezsen yarın kelleni uçururum.
(Kebkeb, ‘70 li yıllarda pek moda olan ve kabara dediğimiz, ayakkabının altına çakılan demir parça gibi bir şey; pabuç çivisi yani. Demek o zamanlar askerin giydiği ayakkabılara böyle çivi benzeri bir şey çakılıyormuş ki, uzun yol şartlarında mukavemet artsın.)

Halbuki bir günde en fazla 15 – 20 kebkeb yapılabilirmiş.

Zavallı usta çaresiz, valinin kendisini öldürmek için bu emri verdiğini de anladığından, sabaha kadar ağlayıp dua etmiş.

Sabah olunca evinin kapısında valinin adamlarını görünce hepten ümidi kesilmiş vaziyette hanımı ile helalaşıp kapıyı açmış.

Valinin adamları demişler ki:

-Bu gece valimiz öldü; mismâr almaya geldik.

(Mismâr: Tabut çivisi)

!!!

Ve bir söz erbâbı vezne koymuş hadisedeki hikmeti:

Kebkebi mismâra tebdîl eyleyen Perverdigâr
Lâne-i mürg-i garîbi kul yıkar Allah yapar

Perverdigâr : Farsça rızıklandıran kelime manasıyla Allah demek olur.

Lâne : Yuva
Mürg : Kuş

[Kebkebi mismara dönüştüren Allah.
Garip kuşun yuvasını Allah yapar, kul yıksa da.]

Adalete ve zulme dair şu beyt bir şâheser gerçekten:

Komaz halk intikâmın zâlime idbârı vaktinde
Zahm-dâr olsa ef’î anı mûrân eyler efgende
(Yanlış hatırlamıyorsam Bursalı Belîğ’ in olmalı)

İdbâr : İkbâlin zıddı, çöküş
Zahm-dâr : Ağırlık veren, yaralayıcı, korkutucu
Ef’î  : Yılan
Mûrân : Karıncalar
Efgende : Perişan, darmadağın

[Zalim birgün olup da idbâra düşünce, halk intikamını alır. Nitekim herkes için ürkütücü olan engerek yılanı güçsüz kaldığında onu, küçücük karıncaların bin parça ettiğini görürsünüz.]

(Nedense bu beyti her hatırlayışımda şu hadise gözümün önüne gelir:
Romanya’ da yıllar boyu halkına akla gelmedik zulümler eden bir lider vardı; Çavuşesku. Karısı –Elena’ydı galiba- topluluklara “SOLUCANLAR” diye hakaret ederdi. Yirminci yüzyılın sonuna doğru kimsenin beklemediği bir anda halk ayaklanması ile alaşağı edilmişti ve karısı ile birlikte –solucanların ! gözü önünde- kurşunlanarak öldürülmüştü.)

Av. Hayati İnanç
Kaynak: hayatiinanc

Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül

Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül
Etsem de abesdir sitem-i hâre tahammül
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül

Ellerle o zevk etdi ben âteşlere yandım
Çektim o kadar cevr ü cefâsın ki usandım
Derlerdi kabûl etmez idim, şimdi inandım:
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!

Senden güzelim çare bana kat’-ı emeldir
Etsen dahi ülfet diyemem ellerle haleldir
Ağyâr ile gezsen de gücenmem ki meseldir:
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül

Gördüm açılırken bu seher goncayı hâre
Sordum n’ola bu cevr ü cefâ bülbül-i zâre
Bir âh çekip hasret ile dedi ne çâre:
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül

Bîgâne-edadır bilir ol âfeti herkes
Ümmîd-i visâl eyleme andan emelin kes
Beyhûde yere âh u figân eyleme Nevres
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül

Osman Nerves

Ali Efendi, sûz-i dil makamını icat eden kişidir. Sûz-i dil; yani gönül yanışı!… Hüzünlü bir makam için ne anlamlı bir isim!… Hani o, “Anlatayım halimi dildâre ben” diye başlayıp “Yaş dökeyim yalvarayım yâre ben” diye biten o gönül ateşi yok mu?!… Ali Efendi’nin ta Midilli yalılarına uzanan gençlik hatıraları i.inde tutuşan ateş… On altı yaşında iken Kur’an dersi verdiği o sarışın kız. Kendisiyle aynı yaştaki o tazecik. Mehtaba ya doğ, ya doğayım diyen bir güzel!…

İskender Pala
(İstanbulcunun Sandığı s.110)

Otobiyografi

1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya

Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

Doğu Berlin – 11.09.1961
Nazım Hikmet Ran

Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 18 Ekim 1945

Kale kapısıdan çıkarken ölümle buluşmak üzre,
son defa dönüp baktığımızda şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz :
“- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
    çalıştık gücümüzün yettiği kadar
                                                   seni bahtiyar
                                                                    kılalım diye.
    Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
                                              devam ediyor hayat.
    İçimiz rahat,
    gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
    gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
                                           işte geldik gidiyoruz
                                                            şen olasın Halep şehri…”

Nazım Hikmet Ran

Şen Olasın Halep Şehri

Hiç kimse senin kadar
yakıştıramamıştır hüznü kendine
Hüzünler ki aşkın ve şiirin
yıllanmış sarabıdır
damıtılmıştır acıların imbiğinden
Hüzünler ki şairlerin yüreğiden uçuşan
sararmış çiçek tozlarıdır
Biraz da şairlere özgüdür hüzün

Bozkırın yalımına direnen
solgun bir gül gibi yüzün
Acının, sabrın ve yalnızlığın
sessizliği sararıyor
yorgun güzünde alnının
Ve artık bir bir şey bırakamıyorsun
bekleyişlerden başka kendine
Biraz da şairlere özgüdür bekleyiş

Hiç kimse senin kadar
alışkın değildir ayrılıklara
Ayrılıklar ki nişanlısıdır hasretin
acılar ve türkülerle çeyizlenir
bekleyişlerin sararan güzüne
Ve hasret kızıl bir güldür
ayrılıkların mendiline nakışlanmış
Biraz da şairlere özgüdür hasret

Kerem’i kül eden yangındır gurbet
ferhat’ın sabrıyla çatlayan kayadır
Sarınarak acının yorganına
sararmış bir yaprak gibi nakışlar
bekleyişlerin gergefine hüznü
Gurbet biraz da halep demektir
söylenir adı efsane efsane
Biraz da şairlere özgüdür gurbet

Ayrılıkların çanı vurduğunda
savrılır pişmanlığın kızgın külleri
Bütün sevdalar hasretin yalımıyla tutuşmuş
bir bozkır türküsüdür kerem’in kavruk bağrında
ve artık
yollara düşmenin zamanıdır
şen olasın halep şehri
Biraz da şairlere özgüdür ayrılıklar….

Ahmet Telli

Şen olasın Halep Şehri

İşte geldim gidiyorum
Şen olasın Halep Şehri
Çok ekmeğin, tuzun yedim
Helal eyle Halep Şehri

Sana derler Arabistan
Dört tarafın bağ u bostan
Haber geldi nazlı dosttan
Durmak olmaz Halep Şehri

Aşık Garip düştü yola
Hızır yardımcısı ola
Göründü gözüme sıla
Sen kal burda Halep Şehri

Aşık Garip