Şu Geniş Dünyaya Sığmayan Gönül

Şu geniş dünyaya sığmayan gönül
Şimdi bir odaya kapandı kaldı
Bir dakka bir yerde duramaz iken
Oturduğu yerden kalkamaz oldu

Hani o gençlikte çağlayan gönül
Gâhi gülüp gâhi ağlayan gönül
Güzeller köşkünde yaylıyan gönül
Gönül yaşar amma ümitler öldü

Elveda gençlikte geçen günüme
Ezirâil el atıyor canıma
Yanarım gençlikte, o zamanıma
Acı tatlı günler hep hayâl oldu

Nerde gençlikteki geçen çağlarım
Sustu bülbül gazel döktü bağlarım
Her gün hatırlarım her gün ağlarım
Veysel ağlamanın zamanı geldi

Aşık Veysel

kitap satın almak kitapçılarla yazarların karınlarını doyurmalarını sağlamakla kalmaz…

Hiçbir şey düşünmeden dalgın okumak, güzel bir kırda gözleri bağlı olarak gezmeye benzer. Kendimizi ve günlük yaşamımızı unutmak için değil, bilinçli ve olgun bir tutumla kendi yaşamımızı yeniden sağlam ellerimize almak için okumalıyız. Ürkek öğrencilerin soğuk öğretmenlerin karşısına çıkışı, ipsiz sapsız birinin içki şişesine el atışı gibi yaklaşmamalıyız kitaplara. Kitapların karşısına çıkışımız, kaçaklar ve gönülsüz yaşayanlar gibi değil, dağcıların Alpler’e tırmanışı, savaşanların silah ve cephane deposuna koşusu gibi olmalıdır.

***

Kitapların ölümsüz dünyasını kendine az buçuk yurt edinmiş biri çok geçmeden onların yalnız içeriğiyle değil, kendileriyle arasında yeni bir ilişkinin kurulduğunu görecektir. Sadece okunmalarıyla yetinilmeyip kitapların satın alınmasının da gerektiği sık sık söylenir. Yaşlı bir kitap dostu ve küçük sayılmayacak bir kitaplığın sahibi olan ben, kendi deneyimlerime dayanarak şunu kesinlikle belirtebilirim ki, kitap satın almak kitapçılarla yazarların karınlarını doyurmalarını sağlamakla kalmaz, salt okumak değil, kitaplara sahip olmak da tamamen kendine özgü hazlar sunar insana, kendine özgü bir ahlakı içerir. Örneğin, çok kıt parasal olanaklara karşın, katalogları sürekli gözden geçirip halk için hazırlanmış en ucuz baskıları seçerek, akıllıca, yılmaksızın ve giderek artan bir beceriyle davranıp tüm güçlükleri yenerek kendine güzel, küçük bir kitaplık kurmak sevince boğar insanı, büyüleyici bir spor yerini tutar. Bunun tersini düşünürsek, varlıklı aydın biri için her sevilen kitabın en güzel baskısını satın almak, seyrek ele geçen eski kitapları toplamak, sonra onları sevgi taşan güzel ciltlerle donatmak, seçkin haz kaynaklarından birini oluşturur.

***

Neden kitaplarla sohbet edilmesin? Kitaplar da çokluk insanlar kadar zeki, çokluk onlar insanlar kadar zeki, çokluk onlar kadar şakacıdır, onlar kadar insanın başına da tebelleş olmazlar.

***

Elinde İncil’den başka bir şey bulunmayan, İncil’den başka bir şey bilmeyen öyle köylü kadınları vardır ki, şımarık, varlıklı birinin elinin altındaki zengin kitaplıktan edindiği bilgiden, sağladığı avuntudan, sevinç ve mutluluktan daha çoğunu İncil’i okuyarak edinmiştir.

***

Eski bir kitap avutur insanı, uzaklardan konuştuğunu işitirsiniz, kulak verip söylediklerini dinler ya da kulaklarınızı tıkar dinlemezsiniz. Kitapta ansızın güçlü sözlerin çakıp söndüğünü gördünüz mü, bilirsiniz ki günümüzde kalemem alınmış bir kitaptan gelmemektedir bu sözler, günümüzdeki falan ya da filan yazarın sözleri değildir. ilk elden işitirsiniz bunları, bir martı çığlığı, bir güneş ışını gibi tıpkı.

Hermann Hesse

Söyle be Ustam

İçimdeki papatyalar yolundu
tomurcuklar kırıldı
ben kırıldım
en çok da sevdiklerime

Bir türküsü olmalı şu hayatın
bahar aylarına, gönül yaralarına
bilirim herkesin bir şiiri vardır bir de umudu
hangi iklimin kırılgan ağacıyım ben
küskünüm, güz acısı çekiyorum işte
söyle be ustam
yerim neresi bu çıkarcı dünyada
alıp başımı nerelere gideyim

Bak ustam
gözlerim ıslak, hüzün akıyor yüzümden
küskünüm, yaşam ağrısı çekiyorum
kederimle boğuşmaktayım sancılar girdabında
hayatın en sessiz matemindeyim
söyle be ustam
hangi metropol duvarına yazmalı adımı
kimim ben
yurdum neresi
mezarımı hangi ülkeye kazmalı

yaşama yaslanmak için
şiirin burçlarına tutunmak yetmiyor ustam
al götür beni buralardan o uzak diyarlara…

Nuri Can
-Almira-

Şiir sonunda öldürür.

Genç, sadece canlıdır. Canlılık nasıl bir şey acaba? Canlı ama ruhtan uzak, canlı ama akıl ve anlayıştan uzak. Heyecan, ürperti, korku, tedirginlik, vesvese, telaş ve tuhaf bir coşkunlukla tıka basa dolu. Gencin coşkusu derken bu coşkunun çoğu hayal kırıklığının taşması neticesinde oluşan keder coşkunluğu ve hayatiyet gibi de görülebilecek ölüm coşkusudur. İhtiyar coşkusuz ölür, genç eğer ölürse coşkuyla ölür. İtiraf edeyim, gençken ölmeyi çok isterdim. Çoşkuyla ölmek isterdim. Kendi gözümde kendim ancak böyle tam ve gerçek olabilirdim. Çok istedim, çok. Her yılı acaba bu yıl ölebilecek miyim diye umarak geçirdim. Bazı yolculuklarda, bazı hallerde öleceğim içime doğdu ama ölmedim. Bazı sabahlar yatağıma bakıp gece dönmeyeceğim diye içimden geçirdim ama dönüp gene o yatakta uykuya vardım. Bazen kırlık bir yerde, bir ağacın altında omzumda telaşla yürüyen bir karınca, bir ağacın altına uzanmış halde sırtımda ve bacaklarımda giderek artan bir nem ile yaprakların arasından görünen gökyüzüne bakarak ve elimde bir şiir kitabı ile şiir okuyarak ölmek, göğe veda etmek isterdim.

Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve ‘Neyse rüyaymış,’ demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Mezarlıklara, servilere, süsenlere, nisan sonunda açan katırtırnaklarına, telaşlı karıncanın adımlarına yazık, mezar taşına konup da bağıran karganın sesine yazık, ölüme ağlayan şaire, yaşam var zanneden filozofun nefesine yazık, şen taklalarla ilk senelerinde koşup zıplayan, ağaçlara tırmanırken seyredilip seyredilmediğini kontrol eden kedinin tırnaklarına yazık, ağdaki balığa, lokantada onu bekleyen anguta, önce ön iki ayağını sonra arkadakileri ovuşturup bu hareketinden büyük kâr ve kisve uman karasineğe yazık, hortumunu sallayan koca file, sanatlı sıçrayışı ile dahi boşluğu dolduramayan yunusa yazık, grafon kâğıdından gelincik ve petunyalara, en pürüzsüz çakıl taşına, kum olmuş zavallıya, sağdan sağdan yürüyen eşeğin inadına, yol kenarlarındaki ısınmış dikenlere, kozalağın içindeki fıstığa, duvara yapışmış yosuna yazık, bu topu binyıllardır çevirip duran sema-i muğlâka, titreyen kanatlara, açılan göğe ve onun katmanlarına, havanın, suyun olduğu, olmadığı yerlere yazık.

Bir gençken ölemediğime, bir erişkin olamadığıma yanarım. Gençken ölsem aslında erişkin de olacaktım, neden ölmediğimi anlasam erişkin de olacaktım, bunları hiç bilmesem erişkin olmayan ama erişkin olmadığını da bilmeyen olacaktım, erişkin olmayı istesem, aslında yaşamayı istemeyecektim, ben erişkin olmayı istemeden, buna talip olmadan bir kendiliğindenlikle isteyip de isteğiyle lekelenmeden, isteyip de istemediğim verilmeden, böyle harap bir bahçedeki o eflatun rengi, belli belirsiz kokudaki çiçekle ot arası saksının yanında öylece kendiliğinden bitmiş olan var ya, işte ondan olmak isterdim.

Her şeye rağmen asıl olan yokluğumdur; her şeye rağmen tuhaf bir şekilde varımdır. Varlığımı beğenmem, yokluğum kâfi gelmez. Varlığım aslında işe yaramaz, yokluğum bir siluetin kayboluşudur.

***

İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “Bu herhalde benim…” der. Bu dert de ona yeter.

***

Hayat evlenmek demekti, karı ya da koca demekti, çocuk ve ev demekti. Gerisi hep bunların etrafında, bunları sağlama almak için bir tuhaf gezinme, eşinme, kurcalanma idi. İnsanın belgeseli yapılsa seyredilemeyecek kadar gönül yorucu bir sıkkınlık verirdi.

***

Hayatla her anlaşmaya varan, varamayanın kederini artırır, onun garipliğine bir ilmek daha atar. Dünyayı her makul bulan onu ayıplayanı yalnızlaştırır, tuhaflaştırır, şartlarını her kabul eden ve ona göre davranan, yaşamada şart olmayacağını düşünenin önermesini daha da gizler, daha da bulunmaz yere saklar ve bunu arayanı da gitgide azaltır.

***

Rüzgâra, ota ve yağmura müthiş bir kederle bakardı, güneşe ve alacakaranlığa yine kederle bakardı, kar yağdığında ayrı bir keder, bahar geldiğinde canı yanmış gibi ayrı bir keder duyardı.

***

Hayat akar, yol ve yön değiştirir derler, insan değişir yol ve yönelim değiştirir derler. Bütün bunlar bence meselenin değişmesi, ortadan kalkması veya artık mühim sayılmamasıdır. Yoksa ne hayat gibi muhkem bir şey akar, ne sana bakıp da yol yön değiştirir. İnsanı ahret bile değiştiremez. Zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler. Gençken duyulan keder sonra hangi şifalı suyu buldu da içti? Hangi su, lekeleri çıkardı? Yaşamaya alışan köşesine çekildi; feryat edene, başka türlü söyleyene, sokaktaki köpeğe havlayan bir ev köpeği olamadı. İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp ‘Bu herhalde benim…’ der. Bu dert de ona yeter.

***

Beni hiç anlamayacaktı. Olsun anlamasın. Anlasa beğenmezdi zaten, kim anladığına kıymet vermiş ki, anlamak küçümsemektir biraz da. Buna da talip değilim.

***

Aldatılmada insandan umudu kesmenin eşsiz huzuru vardı. İnsandan kesilen umut tanrıya yaklaştırıyordu. İnsandan ve dünyadan bir şeyler ummak, hele bulmak hatta olur ki sürprizlerle karşılaşmak ise eh artık başkaya gerek bırakmıyordu. Böyle bırakılıp unutuluverenin, tekrar bulunma umudu,bulunup değerli sayılma umudu ya da artık kaybolup tükenme umudu… Ah aldatılmak, hiçbir kucak bütünümü böyle sarmadı.

***

İnsan kendindeki her kötünün bir fazlasını katlanılmaz, iki eksiğini de mükemmel bulur. Buna inancım tam.

***

Şunu demek istiyorum., insan kendi ile başkaları arasındaki farkı ya da benzerlikleri nasıl bulur, bunlardan, bunların her şarttaki sabitliklerinden nasıl emin olur, bunu bilemiyordum. 
Kendimi sıkıntılı ama bir yandan mağrur görüyor, ötekileri sıkıntısız ve haysiyetsiz sayıyordum. Birinin biraz alttan alışı gönlümü bulandırıyor, biraz efelenişi yine nefretimi çekiyordu. Neşeli ve dışa dönük insan en sevmediğim insan iken, ketum ve içe dönükleri faydasız ve bencil görüyor, okumuşları ayağı yere değmez ve afaki, sıradanları cehaletin sündüre sündüre tadını çıkaranlar olarak görüyor, gördüğüme göreceğime pişman oluyordum.

***

Öğleye doğru çalışma masama geçer akşam sekize kadar kan ter içinde çırpınırım. Genelde verimsiz ve kifayetsiz bir çırpınmadır benimki. Ama bilirim ki aslolan çırpınmadır. Bu çırpınma vicdan azabı gibi, boşuna bir tükenişle helake sebep oldukça ben kendimi mahvolmuş, ama hiç değilse bir şey olmuş duyarım. Bir insanın olabileceği başka nedir ki?

***

Herkesten kurtulmak ancak kendini feda etmekle oluyormuş anladım; herkesten kurtuldum, kendimi kurtaramadım, onu rehin vererek bir yaşamaya başladım.

***

Hayatın aynılığı bir tür güvence gibiydi. Her değişiklikten, başkalıktan ve başkalardan besmele görmüş şeytan gibi ürkmek ve hep o alışıldığı, bildiği aramak, bulamamaktan korkmak hayatımızın temeli idi.

***

Hayat rüyadır derler. Benim hayatım hiç rüyalarıma benzemedi. Hayatıma benzemeyen herşey rüyam oldu. Benim çarçur etmek istediğim hayatım tasarruf edidl, bu tasarruf kim ve ne için bilinmedi, miras bıracaksam bu çarçur edilmemiş, israf hiç edilmemiş hayatı bırakacağım. Ama alan, olursa alan acaba ne yapacak?

***

Hayata sığmak kolay değil, elin kolun sığsa tuttukların sığmıyor, ayakların girse hayallerin girmiyor, belin dönse gözün arkada bıraktıklarında kalıyor, hep bir darlık, darlık, sıkışma, sonra da bakılıyor ki insan gire gire daha giriş kapısında durmuş, orayı da tıkamış, ötesi bomboş, yiğitsen ilerle.

Şule Gürbüz / Coşkuyla Ölmek

İbn el-Arabi

Hüzünden acıya
ve acıdan yeniden hüzne dönüş
ansızın sevinç
fırlatır atar seni yaşam-
İnan ki;
‘Göğüs kafesindedir sevdiğin
soluğunla bir uçtan diğer uca sürüklenen’

Opus incertum (1959)

Gunnar Ekelöf

Güzel Suriye sahi sana ne oldu?

Bir zamanlar sözleri Çolpan’a ait “Güzel Türkistan sana ne oldu – Sebepsiz vakitsiz güllerin soldu” diye bir türkü vardı. Gençliğimizde dinler, hüzünlenirdik. O diyarlarda güllerin açmasını bekleye duralım gariptir ki son yıllarda ne zaman Diyar-ı Şam’dan haberlere baksam gayr-i ihtiyari “Güzel Suriye sana ne oldu…” diye mırıldanır oldum.

Pirimiz Muhyiddin-i Arabi; “Şam Allah’ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Melekler kanatlarını onun üzerine germişlerdir. Allah kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder” (Ebu Davud, 2483) nebevi sözüne istinaden ahir ömründe oraya yerleşti ve orada vefat etti. Kasyun dağının eteğinde yatıyor.

Dostlar, benim durumum çok kötü. Hani derler ya “Allah kimseyi benim durumuma düşürmesin!” kabîlinden. Vazifem gereği sekiz yılı aşkın bir süredir İstanbul ve Tahran arasında gidip gelen birisiyim. Ayın yarısı orada yarısı burada gibi. İstanbul’daki evimde izlediğim televizyon kanallarında Suriye rejiminin bombaladığı okulda parçalanan çocukların görüntülerini görüyor ardından yorumcuların o sünni çocukları vahşice katledenler üzerine yaptıkları yorumları izliyorum. Bir Sünni Türk olarak lanet olsun bu vahşete diyorum.

Sonra Tahran’a gidiyorum. Bu sefer orada akşam haberlerini izliyorum. El-Kaide veyahut İşid benzeri Sünnilerin (?) yakaladıkları Şiileri nasıl işkence ile öldürdüklerini izliyorum (sansürsüz). Canlı canlı kalbini sökmelerden tutunuz ateşte kızarta kızarta yakarak öldürmelere kadar. Kurbanların yalvarmaları, çığlıkları tüylerimi diken diken ediyor. Bir İran’lı ve de bir şii olarak bunları izlesem ne yapardım diye empati kurmaya çalışıyorum. Çıldırıyorum ve aynı laneti burada da haykırıyorum. Buna kalp mi dayanır, asab mı dayanır? Bu karşılıklı ekran okumalarımdan vereceğim örneklerin sayısını yüzlere çıkarabilirim.

Ama dostlar durun bir dakika, ortada bir gariplik var.

KANDIRILIYORUZ!.

Ne buradaki medya o haberi ve ne oradaki medya buradaki haberi göstermiyor. Herkes kendi mezhebine karşı yapılanları gösteriyor ama kendinden olanların yaptıklarını sansürlüyor. Halklar tek taraf gösterilerek kandırılıyorlar. Bir de kasabalı cahil din adamlarının aslına bakarsanız din kardeşi olan “ötekiler” aleyhinde abartmalı rivayetler ve hikayeler anlatarak takipçilerini nasıl Allah’ın ayetini ters çevirerek, yani tabir caizse “Kafirlere karşı merhametli birbirlerine karşı şiddetli (?)” hale getirdiklerini görüyorsunuz. Ayetin manasını tersine çevirenler anlaşılıyor ki bu sefer Hz. Peygamber’in; “Suriye konusu, sizin toplu gruplara ayrılmanıza müncer olacak: Şam’da bir grup, Yemen’de bir grup, Irak’ta bir grup!” (Ebu Davud, 2483) sözündeki rolü de üstlenmiş olduklarının farkında değiller.

Dahası, siyasi erke yaranmak isteyen yalaka gazetecilerin ne sahadan ve ne de bölgede konuşulan dillerden haberleri olmadan, kahve içerken yazdıkları âfâki haberlerle, ateşi daha da körüklediklerine şahid oluyorsunuz. Tasavvuf tabiriyle hakka’l-yakînleri olmadığı gibi ayne’l-yakînleri ve hatta ilme’l-yakînleri dahi olmayan bu, bilgiden ve derinlikten uzak kalemşörlerden her iki tarafın yöneticilerinin de etkilendikleri verdikleri kararlardaki sürekli değişikliklerden anlayabiliyorsunuz. Bizde bunlar olurken bir takım ülkelerde de birilerinin her iki tarafın kanallarına bakıp keyifli keyifli purolarını içtiklerini görür gibiyim.

Bence James Bond filmleri izleyerek istihbaratçılık taslayanlar da ülke menfaatlerine zarar vermektedirler. Operasyonel anlamda delikanlılık işe yarayabilir ama gerçek silah bilgidedir, bilendedir. Yüzyılın başında Orta Doğu’yu siyasi olarak şekillendiren Sykes-Picot projesinin baş mimarı Mark Sykes bunu film çevirerek yapmadı. Londra’da oturarak da yapmadı. Osmanlı vilayetlerinde dolaştı. Halkların dillerini konuştu. Bugün sana yarın ona çalışacak olan tercümanla operasyon yapmadı. Çok okuyan birisiydi. Anılarını yayınladı. Osmanlı topraklarını itilaf devletlerince ilhak edilmesi yerine bölge bölge farklı kültür gruplarına bölmeyi teklif eden kişiydi. Londra’da adam tanıma sanatına sahip Kitchner gibi siyasiler daha 39 yaşındayken ölecek olan bu gençteki cevheri gördüler ve onun bizzat sahadan ayne’l-yakin ve ilme’l-yakin verdiği bilgilerle amel ettiler.

Ben derim ki ülkemin insanının emniyet ve huzur içerisinde yaşaması ancak maceradan uzak soğukkanlı analizlere bağlıdır. Hakiki manasına erenler müstesna, iki duygusal alan olarak Dindarlık ve Milliyetçilik bazen kişilerin gözlerini kör edebilmektedir. Argo tabiriyle en çok gaza getirilen durumlar bu sahalardan çıkmaktadır. Halbuki bu durum âli menfaatlere zarar verebilmektedir. Bilgisiz güç, kuvvet değildir. Ortaya yemeği baş aşçı koyar ama büyük devletlerin mutfağında binlerce kişi çalışır. Küçük devletlerde ise bireysel şovlara dayalı ya tutarsa misali atışlar yapılır. Tutan tutar tutmayan da tutmaz. Gittiği yere kadar gider. Lakin unutulmaması gerekir ki bu keyfi ve duygusal durum rasyonel bir araç olan devletlerin beka sorununa ciddi manada açıklar verdirir.

Bilindiği üzere geçen hafta son OPEC toplantısında petrolün arz ve fiyatının ayarlanmasında üretici ülkeler ittifak kararları aldılar. Peki Suudi Arabistan ve İran’ın baş başa görüşmeler yaparak İran’ın petrol arzını attırmasında ve de fiyatları yukarı çekmesinde anlaştıklarını biliyor muydunuz? Zira bir zamanlar İran OPEC’te ikinci ülke konumunda idi fakat ambargolar yüzünden bu derecesini kaybetmişti. Şimdi Suudi Arabistan’ın yardımıyla arzını attırarak yeniden bu mevkiini elde etmeye çalışacak. İran’a bir darbe de fiyatları düşürerek verelim diyen bazı güçlerin teklifini Suudi Arabistan yıllarca desteklemişti. Fakat aynı silah şimdi kendisini de vurmaya başlayınca her iki ülke ortak hareket ettiler ve fiyatları yükseltme kararı aldılar. Ne kadar güzel değil mi? İslam dünyasının iki zıt kutbu bir araya geldiler. Demek ki istenirse gelinebiliyormuş.

Lakin şimdi soruyorum, Yemen’de akan, Suriye’de akan kan petro-dolarlardan daha mı değerli? Binlerce masumun akan kanını durdurmak için niye bir araya gelinmez acaba? Niçin her iki tarafın din adamları Şii petrolü veyahut Vahhabi petrolü kullanmak caiz değildir diye fetva vermezler de Şii kanı veyahut Sünni kanı akıtmak için insanlık dışı, rahmet dışı, hikmet dışı fetvalar verirler?.. Ne bilsin ham, Allah’ın eşref-i mahlukat olarak yarattığı hazret-i insanın kanının göklerin sırlarını taşıdığını ve buna mukabil petrolün yerin dibinin irinini taşıdığını. Mesulüz, hepimiz mesulüz. Sünnisiyle şiisiyle hepimiz mesulüz.

Alemlere rahmet olarak gönderilen o kutlu nebi bir keresinde; “Eğer benim bildiklerimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız” buyurmuştu. Şimdi siz bu cümleyi kendi işlerinizde de kullanabilirsiniz. Yani “Ah! Sıradan insanlar bir bilseydiniz bazılarının bildiklerini?”. Hasılı tek taraftan bakan, sadece kendine gösterildiğini gören tabakadan olmayı ne çok isterdim bir bilseniz. Ne rahat!. Şuraya bağır diyorlar bağırıyorsun, şuraya alkış diyorlar alkışlıyorsun.

Tehlikeli şeyler söylediğimin farkındayım. “Sus Yunus!, Molla Kasım duyar” dediklerinde Yunus’un verdiği o muhteşem cevap şiârımızdır: “Ya ben öleyim mi söylemeyince”.

Sözlerim kimseyi incitmesin. Dost acı söyler. Lakin münafıklar, iki yüzlüler şunu da iyi bilsinler ki “Şam münafıklarının, Şam mü’minlerine üstün gelmesi haramdır. Onlar ancak öfke ve keder içinde öleceklerdir” (Taberani).

Feryadıma, ol Şâh-ı Rusûl’ün; “Şam helak olduğunda artık ümmetimde hayır kalmamış demektir” sözünü bütün iz’an, vicdan ve irfan sahibi dostların dikkatlerine sunarak son vermek istiyorum.

Mahmud Erol Kılıç

Nihayet Faslı

Dünya ellerimden kayıyor sanırken,
Kayan benmişim onun ellerinden;
Anne, Baba, Arkadaşlar ve nicesi
Buhar oldular ardarda
             Sıklıkla gözlerimde yağar yağmurları…
Savaşlar, Ölümler, Dertler bir yana,
Güzel besteydin ey Ömrüm!
Bir fasıl heyeti loş bir salonda,
Yorulmadan seni seslendirdi…
Renk vermiyorlarsa da artık, hayli mahzun saz heyeti.
Salon loştu zaten fakat işte lâkin,
Sahne ışıkları da azalıyor
Aydınlandı koridor
Sahne arkasındaki ışıklar,
Birden açıldı aksine…
Ne oldu bunca yıllık hukukumuz?
Saz heyeti, neden vedalaşmadan
Arkanıza bakmadan gidiyorsunuz?
                                                                 
Hüsrev Hatemi

Yaşlılar Korosu

Susturun ne olur şu olukları;
Ne rahattı ama yağmur öncesi,
Kesilsin hepsinin solukları,
Biz miyiz onların eğlencesi?
Biz de Arkadya’da yaşamıştık…
Sanırdık, isterse iyi olur insan,
Kalbimiz bu zırhı nasıl ne zaman
Kuşandı bilmiyoruz, vakit geç artık.
Yavru kuşlara acımakla başlayıp
Kimseye acımamakla biter ömür,
Duyguları kaybederiz bu kayıp
Bize bir kurtuluş gibi görünür
Bir yağmur yağmaya görsün, oluklar,
Takma dişlerini takırdatırlar
Kelimelerle geçen ömrümüzü,
Çekinmeden bize hatırlatırlar.
Kurtlara yenilmemekti dileğimiz,
Bizler de olduk birer tilki…
Şimdi ne kadar bizden uzak kalbimiz,
Bize ne kadar yakın kin, ne uzak sevgi.

Hüsrev Hatemi (46 yıllık şiiri)

Sürgünden Dönüş

-I-
O kentin kapısı önünde ;
Kuşkularla kuşatılmış ve dalgın,
İç kentim mi bir dış kent miydi bu?
Bilemem, bunu şimdi sormayın…
Karanlık bastırıyorken girdim;
El ayak çekilmiş dar sokaklardan,
Bir ağaç altında oturmuştum, huzursuz
Üşümüş ve türlü tehlikeye maruz,
Karşı tepede bir konak
Bir iki penceresi ışıklı…
Tepe eteğinde, güneşin yasını tutan,
Karalar giymiş bir koru
Koru değil “meşcere “ diyordum,
Çünkü içim makbere gibiydi,
Ortaçağda bir gece yaşıyordum..
Bu kentle ilgili bir anım yoktu…
Kentin adından da habersiz
Sadece altında oturduğum ağacın
Nefes aldığını hissediyordum.

                     -II-
Huzursuz, üşümüş, türlü tehlikeye maruz
Dışım buz kesmiş, yüreğimde buz
Yaslı bir beste, yüreğimden
Beynime doğru yükselirken
Hatırladım ki birden,
Bu kent benim sürgün  yerim
Kendimi buraya süren de  Ben.

                 -III-
Şiraz’lı Hâfız “kısa bir süre mümkün ancak,
Birbirimizi görme saadeti”
Demişti  bunu nasıl unuttum?
Bu saadetten bir iki yudum,
Ya da doyasıya nazar etmek,
Kesin kurtarırdı beni sürgünden
Görünmez bir elle kaldırıldım
Kendi dünyama geri alındım…
Yas giysisinden soyunmuş ağaçlar
İçimde ne makbere ne makber
Sadece Şirazlı Hafız^dan  gelen uyarı:
“Kısa bir süre mümkün olacak,
Birbirimizi görme saadeti”
Ona  doyasıya  nazar edeyim…
“Alemin seyir defterine,
Devamımız kaydedilmiştir”

Yine de..

Hüsrev Hatemi

Derinden bir düşkırıklığı benimkisi.

Hayal kurmakla başım hiç hoş değildir. Gelecekten beklediği nelerse onları kafada keyfince şekillendirip sonra onlara uymayan durumlarla karşılaşınca hayalleri yıkılan kimselerden değilim. Güvendiğim dağlara kar falan yağmış değil. Derinden bir düşkırıklığı benimkisi. Geçen her gecenin leyle-i kadr, karşılaştığım her kişinin Hızır olmadığını anladığım zaman kırılıyorum. Böylece kırılan bir düş haline dönüştüğümü görüyorum. Evet, bizzat kendim bir düşkırıklığıyım, kırık bir rüyayım ben. Ve hepimiz öyleyiz.

İsmet Özel
Tahrir Vazifeleri