Şiir

Anımsarım seni ben geçen güzkü halinle
Başında gri beren ve o sakin yüreğin
Günbatımı ateşi oynaşır gözlerinde
Yapraklar dökülürdü nehrine benliğinin

Bir asma dalı gibi dolanırdın koluma
Tatlı, sakin sesinden yaprakların soluğu
Beni sımsıkı saran mavi sümbülümsün sen
Baş döndüren ey ocak, içimin tutuştuğu

Güz kadar uzaklara dalarken bakışların
Gri beren, kuş sesi, avcı kadın yüreği
Uzaklar: acıların göçüp gittiği yerler
Mutlu öpüşlerimin kızıl kor kesildiği

Güverteden gökyüzü, tepelerden tarlalar
Işık, duman ve durgun sudandı anıları
O derin gözlerinde şafaklar yalazlanır
İçinde tutuşurdu kuru güz yaprakları

Pablo Neruda

Taş Gemi

I
biraz yukardan
taş et
ot mu yoksa
taşetot
alır şaşmadan
gündüzden geceye geceden gündüze
ve bütün geleceklere
çağırır şimdiden ve el koyar
ne varsa
ne dökülse küreden

güneşi çıkarırken toprak
bir de süsler koşturur insanoğlunun
bir günlük atını
sıcak el üfler güneşi karnında köpükleriyle
bir göl huzurundan tutşup
başlar yanmaya
ve seslenir yüce dağ
serin
toplar kartalı yılanıyla

atlasın omuzlarından gencecik kayalar
eğildiler bir mermerin önüne

koşunuz ak saçlı bulutlar
denize yakın
bir çakılın kızgın yapısında
güneşle ilk kez selama durmuş
narin gövdeli soylu karınca

II
baş köşede
bak nasıl
denizin tanrıça köpüklerinden
bir de mermer balık
bir karanlık şehre
üstün nöbetçilerle giriyor

bunu gelecek çocukta olmak için
beklemek daha sonra
önce sipsivri bir başın
balçıkla Afrodite
merdiven dayayıp çıktığı
ağaçların huzurunda
onlar ne diye çocuklarını
balçıklara

III
rüzgâr da koşar
nasıl sever misiniz
ya kim bilir hangi sevincin
hangi gerçeğin çiçeği
göz nuru
hangi hangi geleceğin
ağacı gelir dize
çılgınlık gibi mutlaka
ışıklı imkan içinde

Sol burna mıknatıslı demir halka
acıklı hapşırır diye belkemiğinin
durmadan mutlu geçmişini

Ananız ve babanız
balalan ağızlarıyla
onurları durmadan azalır. Döllenirler
ve başımızın içi cenaze

bir cama bin çekiç
başınız cenaze
canlı tabutlarınızla
kutupsuz kıblesiz
hangi putun önünden geçmektesiniz

IV
Can akıldan geçerken üstün gemi
gelir yaslanır bir direğe
kızkardeşini kanıyla diz kapağını
göbeğine bir haç getirip gölgesine
aleksandirina usulü ağlayıp
nereden nereye ün saldı

Su demek ki taşın çakıl cinsinden
zamanla toprak
incecik zar kesmekte
çok ‘mahirdi’
Ona
İlyada nasıl kendine benzetip
bakmışsa bugüne

gün ışığında bütün limanların
nasipsiz gemiye
sanki başka liman duruşu gibi
tanrıya yabanlaşamış
canların güneşi

V
Ne demek şu beyaz göğüslü
ince yapılı dansöz atlarla
iki lata uzanmak
kutsamak için
sevinç getiren
büyük yorgunlukla sevinç getiren
durmadan değişen ve yeniden gelen

kambur
o lezzetinde iştahlar getiren
köpükten kör balığı

… kutlanmaz göl ve toprak
temiz bir bilgiyle geçilir ellerine
su ekmek ama bir çift böcek
bir biri alnından
biraz tepeye
gerçekten biraz da tepeye
ne diye ‘gidiyorlardı’

Düştür bağırır şimdi şarkıya
onlar eğilip geçiyorlar
gelir okyanus ayaklarına
En derin anlamlı tepenin
elleri şarap ağzında gülünce
Başları bir baş dönme anaforunda
yaşamakla erkekçe kaybediyorlar
ölüme ”mahcup”bir rölans
damarlarında koşan toprakla süslenip
ışığa pas diyorlar
intiharla gizlenip
hatırlarken çocukların sevinçle
ve babalarıyla ilk boy resimlerini

VI
biz işte hep soylu yapılar
ıslak taş gemide huysuz
uzakta ilk gülün akrebiyle sevişmekten
bi tek sarı ve sarsılmaz sesine güvendiğimiz
kanaryayı katlettik

Cahit Zarifoğlu

Cehennemlik Kadınlar

Delphine ile Hippolyte

Hippolyte, lambaların solgun ışığı vuran,
İçine koku sinmiş minderler üzerinde,
Düşlüyordu kızlığın perdesini kaldıran
Güçlü okşayışları, saf bir duygu içinde.

Fırtına bulanığı bir gözle arıyordu,
Uzaklaşmış göğünü günahsız yaşamanın,
Sanırsın ki başını mavi bir ufka doğru
Çeviren bir gezgindir, ötesinde sabahın.

O yorgun gözlerinin ağırlaşan yaşları,
Kırgın, uyuşuk hali, hazları kasvet veren,
Hurdaya çıkmış silah gibi, mağlup kolları,
Yansıtıyordu narin güzelliğini hepten.

Ayakları ucunda, sakin ve neşe dolu,
Ateşli gözleriyle onu yiyordu Delphine,
Avını gözleyen bir hayvana benziyordu
İzini bırakarak üstünde dişlerinin.

Önünde kuvvetli ve kırılgan güzelliğin,
Kibirli, şehvet dolu bir hazla içiyordu
Zaferinin şarabını ve derlemek için
Tatlı bir teşekkürü, uzanıp ona doğru.

Arıyordu gözünde sararmış kurbanını
Dilsiz neşidesini bir zevkin söylediği,
Ve bu yüceden yüce, bitimsiz bir şükranın
Gözkapağından çıkan uzun âhıydı sanki.

– “Hippolyte, aziz yürek, ne dersin sen bunlara?
Anlıyor musun şimdi, sunman gerekmez senin,
Onları solduracak şiddetli rüzgârlara
Kutsanmış kurbanını ilk açan güllerinin.

Öpüşlerim hafiftir susinekleri kadar,
Okşarlar duru büyük gölleri akşamleyin,
Yârin öpüşleriyse tekerlek izi açar,
İzi gibi araba ve saban demirinin;

Onlar zalim toynaklı, öküz ve at koşumlu
Ağır araba gibi geçecekler üstünden…
Hippolyte, kız kardeşim! Yüzünü bana doğru
Çevir ruhum ve kalbim, bütünüm, yarımım, sen,

Çevir haydi yıldız ve gök dolu gözlerini!
Bir tatlı bakış için, tanrısal umut diye,
En karanlık zevklerin kaldırıp peçesini,
Uyutacağım seni sonsuz düşler içinde!”

Ve Hippolyte o zaman kaldırıp genç başını:
– “Nankör değilim ben, asla değilim pişman,
Delphine’im, çok ağrım var, içim dışım sıkıntı,
Akşam berbat bir yemek yemişim gibi, inan.

Duyarım hücumunu ağır kokuların ben,
Perişan hayallerin kara taburlarını,
Beni işlek yollara yönlendirmek isteyen,
Orda kanlı bir ufkun her yandan kapattığı.

Son derece tuhaf bir eylem mi yaptık yoksa?
Açıkla bana, lütfen, acımı ve korkumu :
Titriyorum “Meleğim!” dediğin zaman bana
Ve birden dudaklarım gidiyor sana doğru.

Bana hiç öyle bakma, benim düşüncemsin, sen!
Sonsuza dek sevdiğim, biricik kız kardeşim,
Sen orada kurulmuş bir tuzak bile olsan
Ve bir de başlangıcı büyük felaketimin!”

Delphine silkeleyerek dağınık saçını ve
Demir sacayağında tepiniyormuş gibi,
Tekinsiz göz, konuştu zorbanın sesi ile :
– “Kim anlatabilir, kim, aşk varken Cehennem’i?

Binlerce lanet olsun o yaramaz düşçüye,
İlk defa arzuluyor aptallığa düşerek,
Namus karıştırmayı aşka değgin her şeye,
Kısır ve çözülmez bir sorunla sevişerek.

Gizemli bir ahenkle birleştirmek isteyen
Serin ile sıcağı, gündüz ile geceyi,
Bu kıpkızıl güneşte, adına aşk denilen,
Hiç ısıtamayacak kötürüm bedenini!

İstersen git ve ara, şapşal bir yavukluyu;
Koş, temiz kalbe zalim öpücüklerini ver:
Ve, mosmor, pişmanlıkla, korku ve dehşetle dolu
O dağlanmış göğsünü yeniden bana gönder…

Dünyada yalnız üstat hoşnut edilebilir!”
Ama çocuk sonsuz bir acı sergileyerek,
Çığlık attı: “ – İçimde genişliyor açık bir
Uçurum, biliyorum; bu uçurumdur yürek!

Volkan gibi yakıcı ve boşluk gibi derin!
Hiç doymaz bu canavar, bu sızıldanıp duran,
Ve bitmez susuzluğu asla Eumenides’in,
Meşalesiyle onu kanına kadar yakan.

Örtük perdeler bizi ayırsın bu âlemden,
Ve yorgunluk, getirsin bizlere dinginliği!
Derin göğüslerinde yok olmak isterim ben,
Yakalamak bağrında mezar sessizliğini!”

İnin, durmadan inin, açması kurbanlar,
İnin dibine kadar sonsuz bir cehennemin!
İnin en derinine, orada bütün suçlar,
Kırbaçlanır gelmeyen rüzgârıyla göklerin,

Kaynar karmakarışık fırtına ıslığıyla,
Çılgın gölgeler, koşun, arzunun ucuna dek,
Gem vuramazsınız hiç kudurganlığınıza,
Zevkleriniz dünyaya cezayı getirecek.

Taze ışık hiç düşmez mağaralarınıza;
Duvar çatlaklarından hep sıtmalı buğular
Süzülür tutuşarak bir fener gibi orda,
Sızar vücudunuza pis ve iğrenç kokular.

Sizin hazlarınızın dehşetli kısırlığı
Dindirir susuzluğu ve gerer cildinizi,
Ve tensel arzuların öfke dolu rüzgârı
Çırpınır teninizde eski bir bayrak gibi.

İnsanlardan çok uzak, serseriler, mahkûmlar,
Aç kurtlar gibi geçin çöllerin arasından;
Yazdırın yazgınızı gem vurulmayan ruhlar,
Ve kaçın içinizde var olan sonsuzluktan!

Charles Baudelaire
Çeviren: Ahmet Necdet

Hep sarhoş olmalı

Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu.

Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zamanın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle?

Şarapla,
şiirle
ya da erdemle,
nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; Saat kaç? deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.

Charles Baudelaire / Paris Sıkıntısı

Okuyucuya

Bönlükler, yanılgılar, günahlar, cimrilikler,
İşleyip tenimize, kaplar ruhlarımızı,
Ve besleriz sevimli pişmanlıklarımızı,
Kendi bitini nasıl beslerse dilenciler.

Günahlarımız katı, pişmanlığımız gevşek;
Sık sık ceza öderiz itiraflarımıza,
Ve sevinçle döneriz o çamurlu yollara,
İğrenç gözyaşlarıyla kirim çıkar diyerek.

Bu Kocaman Şeytan’dır kötülük yastığında
Esrimiş ruhumuzu uzun uzun sallayan,
Ve görkemli madeni irademizin o an
Bir buhar olup uçar bu bilgiç kimyacıyla.

Hep o Şeytan’dır bizim iplerimizi tutan!
Oltaya takılırız iğrenç olan her şeyde;
Her gün bir adım daha inerek Cehennem’e,
Ürkmeksizin, pis koku saçan karanlıklardan.

Sefih bir zavallının öpüp yemesi gibi
Eski bir fahişenin örselenmiş göğsünü,
Geçkin portakal gibi iyice sıkıp onu
Çalarız giderayak yasadışı bir zevki.

Bir milyon kurtçuk gibi, sıkışmış, kaynayarak,
Yer, içer bir Şeytanlar takımı beynimizde,
Ve ne zaman solusak, dolar ciğerimize,
Boğuk iniltilerle, Ölüm, görünmez ırmak.

İşlememişse o hoş desenleriyle henüz
Şayet ırza tecavüz, zehir, hançer ve yangın,
Adî kanavasını acıklı bahtımızın,
Cesur değil de ondan, ne yazık ki, ruhumuz!

Fakat çakal, panter ve zağarların içinde,
Maymunlar, akbabalar, akrepler ve yılanlar,
Uluyan, homurdanan, sürünen canavarlar,
Sefih hayatımızın o rezil bahçesinde.

Biri var ki en çirkin, en kötü ve en murdar!
Büyük çığlıklar atıp büyüklenmese bile,
Toprağı bir enkaza dönüştürür isterse
Ve bir esneyişiyle bütün dünyayı yutar;

Can sıkıntısıdır bu! –gözü hep yaşla dolu,
Darağaçları düşler çubuğunu içerken.
Bu nazik canavarı çok iyi tanırsın sen,
-Kardeşim, -benzer’im -ikiyüzlü okuyucu!

Charles Baudelaire
Çeviren: Ahmet Necdet

İtiraf

Bir defa, bir defacık, sevimli, tatlı kadın,
          Zarif kolunuz koluma
Dayandı (ve ucunda o ruh karanlığımın
          Bu anı solmadı asla);

Vakit geçti; tıpkı bir yeni madalyon gibi
          Bir ay kenti yıkıyordu,
Ve Paris üzerinde gecenin alayişi,
          Nehir gibi akıyordu.

Evden eve ve araba geçen kapılardan,
          Geçiyorlardı gizlice
Kediler, aziz gölgeler gibi veya bazan
          Bizimle, kulak kirişte.

Ansızın, sıkı fıkı, özgür dostlar içinde
         Solgun ışığa açılan,
Sizden, ey zengin ve gür sesli çalgı, ki neşe
         Ve ürpertiyle ışıyan,

Sizden, ey duru ve şen, bir boru sesi gibi,
          Kıvılcım dolu sabahtan,
Bir garip ses, sitem ve hüzün dolu bir ezgi,
          Sıvıştı, çırpınıp duran

Sıska bir kız misali, pis, iğrenç, berbat halde,
          Ailesinin utancı,
Göze çarpmasın diye, gizleyip bir mahzende
          Uzun yıllar tutacağı.

Zavallı melek, şakıyordu, çığırtkan sesiniz :
        “Dünyada doğru ne var ki,
Ele verir her zaman, düzgün çekseniz de siz,
          Orda insan bencilliği;

Ne güç bir uğraştır güzel bir kadın olmak,
          Ve nasıl bayağı bir iş
Çılgın soğuk dansöz gibi ayılıp bayılmak
          Ağızda yapmacık gülüş;

Ne çirkin kişilerin kalplerine taht kurmak;
          Aşk da yalan, güzellik de,
Ne ki onları atar bir sepete Unutmak
          Sonsuz’a vereyim diye!”

Büyülü dolunayı hatırladım çok zaman,
          Bu sessizliği ve usancı,
Ve bu dehşetli gizi kulağa fısıldanan
          Kalbin günah çıkarttığı.

Charles Baudelaire
Çev,ren: Ahmet Necdet

Bekri Musrafa Hayatı ve Fıkraları

1593-1634 Sultanahmet’te doğup yaşayan Bekri Mustafa iyi hafızdı. Sarhoşluğun örneği ve Sarhoşların Şahı olarak tanınmıştır. Adı nice yüzyıllardır dillere destan olmuş hikayeleri kuşaklar boyunca dillerde dolaşmıştır.Yorgancı Esnafından Ahmet Ağa’nın oğlu olan ve gece gündüz içtiği için Bekri namıyla ün yapan Mustafa, 1593 yılında Kadırga’nın Cinci Meydanı ile Küçük Ayasofya Camii arasındaki bir evde dünyaya gelmiştir. Babasının hali vakti yerinde olduğu için çocukluğu refah içinde geçmiş, Beş yaşında iken Küçük Ayasofya Camii yanındaki Mahalle Mektebine eğitime başlamış, Burada hıfz ederek Hafız olmuş sonrada Beyazıd Medresesine devam etmiştir. Sabahları Medreseye giderken akşamları da babasının dükkanında yorgancılık işini yüklenmişti.

Kumkapıda Agop’un Meyhanesinin başlıca müdavimleri arasına karıştı. Çok geçmeden medreseyi de dükkanıda bir tarafa bırakan Mustafa Ağa bütün ömrünü gece gündüz bu meyhanede içki içmekle geçirmeye başladığından Bekri namıyla anılmaya başlandı. Uzun boylu, iri yapılı, geniş omuzlu, pos bıyıklı ve güçlü kuvvetli bir adam olan Bekri Mustafa, son derecede zeki, nüktedan ve hoşsohbetti. Hazır cevaplığı ve hakbilirliği ile herkesin takdir ve sevgisini de toplamıştı. Bekri Mustafa’nın bu özelliklerini duyan Dördüncü Murat, daha Şehzadeliği sırasında kendisini nedimeleri arasına almış, tahta çıkışından sonra da Saraya dahil olmuştu. Dördüncü Murat, içki yasağını koyduğu yıllarda dahi Bekrinin ayyaşlığını hoş görmüş, kendisinden iltifatlarını esirgememişti. Bekri Mustafa’nın bu içki yasağı devirlerine ait pek çok fıkrası vardır.

Hikayelerle dolu yaşantısı çok kısa sürer Bekri’nin. Henüz 41 yaşındayken hastalanır ve iki üç gün içinde hayata gözlerini yumar. Cenazesi vasiyeti üzerine Balıkpazarı Meyhanelerinin civarında bulunan mezarlığa gömülür. Sonra bu mezarlık kaldırılıp yerine dükkanlar ve çarşı yapılır. Bekri Mustafa’nın bu yalnız kabri yetmişli yıllarda yemiş adıyla anılan semtin Kasımpaşa sokağında bulunmaktaydı. 1903 yılında çevre esnafı arasında toplanan para ile onarılır. ve baş ucuna bir taş dikilir.

İKİ YUDUM İÇTİN DE..

IV. Murat bir gün veziri ile beraber biner kayığa, denizde biraz açılırlar. Fakat bakar ki kayıkçı bir testi çıkarır başlar içkisini içmeye.Tabii ki buradaki kayıkçımız da Bekri Mustafa’nın bizzat kendisi oluyor. IV. Murat, Bekri Mustafa’ya;

-Uzat testiyi de ben ve arkadaşım da içelim der.

Ama Bekri Mustafa başta karşı çıkar.

-Sizin gibi beyzadeler bunu içemez su değil bunun içindeki rakıdır. Hem beni hem kendinizi yakarsınız der.

Sonra ısrar üzerine dayanamaz uzatır testiyi padişaha. Padişah bir yudum içer sonra testiyi vezirine verir ve sorar;

– Padişahtan korkmuyor musun sen? diye.

-Korkarım ama padişah içkiyi karada yasakladı.Denize kim bakacak?Beni burada kimse görmez der.

Padişah bunun üzerine;

-Peki ya ben haber verirsem ne olacak? diye sorar.

-Veremezsin, sen de benimle beraber içtin ikimizinde kelleleri düşer.

En sonunda padişah dayanamaz.

-Peki ya ben padişah yanımdaki de Bayram Paşa ise der.

Bekri Mustafa bırakır kürekleri elinden basar kahkahayı.

-Ben demedim mi size göre değil bu diye. İki yudum rakı içtiniz biriniz padişah biriniz vezir olmaya kalktınız.

BEKRİ İMAM OLDU DERSİN GERİSİNİ ONLAR ANLAR

Bekri Mustafa, yoksul bir mahallede bir caminin önünden geçmektedir. O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur. Cemaatin beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu sırtında cübbesiyle ordan geçen Bekri Mustafa’yı hoca zannederek namazı kıldırmasını söylerler. ‘Yok ben hoca değilim’ dese de dinlemezler ve zorla öne geçirirler. Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat ölüye ne söylediğini merak eder.

Bekri Mustafa gülerek cevaplar: “Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa imam oldu dersin. Onlar durumu anlar…” dedim.

KAÇIRDIĞIN ORUCU BİZ TUTTUK

Bekri Mustafa nasılsa Ramazan ayında bir gün oruç tutmuş, bayramda bir toplulukta orada bulunanlardan birisi üzüntü ile,
– Bu sene Ramazandan birgün kaçırdım, demiş, Bekri bunun üzerine adamın omuzuna dokunup
şöyle demiş,
-Üzülme Efendi o senin kaçırdığın orucu biz tuttuk.

EN GÜZEL YER

Bekri Mustafa’yı rica minnet camiye götürmüşler,
-Hoca başlamış anlatmaya, Bir yer vardır ki orada zengin fakir ayırımı yoktur. Dertli giren neşeli olur.
Oraya giren herkesin gönlü ferahtır. Bilim bakalım burası neresidir? Bekri Mustafa yanıt vermiş
-Neresi olacak meyhane.


OYNAMA MURAT

Dördüncü Murat gene birgün tebdili kıyafet Balıkpazarındaki kaçak meyhaneleri gezerken Bekri
ye rastlamış. Bekri Dördüncü Murat’ı görünce elindeki testiciği arkasına gizlemek istemiş.
Murat uzat elini deyince boş elini uzatmış, öteki elini uzat emrini alınca testiyi tutan elini değiştirmiş.
Murat gülerek buyruk vermiş bu kez iki elini birden uzat, Bekri hemen sırtını duvara dayıyarak testiyi sırtına kıstırıp, ellerini uzatmış, Murat hınzır bir edayla, şimdi bana doğru gel deyincede dayanamamış,
-Oynama Murat, testiyi kırdıracaksın.


BUYURUN CENAZE NAMAZINA!

Bilindiği gibi, Dördüncü Murat içkiyi yasaklıyor ve bu yasağa uymayanları şiddetli bir şekilde cezalandırıyor. Sık sık tebdil-i kıyafet ederek, yani kıyafet değiştirerek meyhaneleri bile dolaşıyor. Yine bir gün işte böyle kıyafet değiştirerek meyhane teftişine çıkıyor. Salaş meyhanelerden birinin bacasının tüttüğünü görünce derhal içeri giriyor. Orada demlenen ve bu ani girişten endişelenen Bekri Mustafa yanına yaklaşan şahsa soruyor:

– Nereden teşrif ediyorsunuz?
– Topkapı’dan geliyorum.
– Topkapı’dan mı?
– Evet Topkapı’dan
– İsm-i âliniz?
– Murat!
– Murat’ın Sultan’ı multanı da var mı yoksa?
– Evet Sultan Murat!

Bu son cümleyi duyar duymaz, Bekri Mustafa “Buyurun cenaze namazına!” diyerek sırt üstü düşüyor.

Aykırı Çiçek

Bu şehrin sokaklarında
Taşlarında eskidi gençliğim
Kaldırımlar arasında
Aykırı açan çiçektim

Geçtim bazen hüzzam makamından
Geçtim dokuz sekiz ağır roman
Şimdi sade kahve kıvamında
Herşey eksik herşey tamam

Kim bilebilir kimin halini
Dil söylemez yüreğin harbini
İç hisseder hakikat sırrını
Ağırdan al yargını yar aman

Sesimi suya bıraktım
Nefesimi semaya
İçine herşeyi kattım
Şarkılar benzer duaya

Geçtim bazen hüzzam makamından
Geçtim dokuz sekiz ağır roman
Şimdi sade kahve kıvamında
Herşey eksik herşey tamam

Kim bilebilir kimin halini
Dil söylemez yüreğin harbini
İç hisseder hakikat sırrını
Ağırdan al yargını yar aman

Sana benzemiyorum
Hiç benzetmeye çalışma
Ya olduğum gibi sev,
Ya küs bir daha barışma

Sezen Aksu

Sûfîler Sûfîsi

Kelâm tarif edemez bu mücerret âyini
Yeşil kubbe altında sonsuzluk şehrâyini

Ruhumun semâsında ney şöleni bir dönüş
Uyanıyor içimde Selçuklu’dan kalma düş

Revaklar, soylu vavlar, çağa resmeder bizi
Töremize icazet verir Şems-i Tebrizî

Bir buhurdan içinde tütsülenen bileşik
Merhamet dilediğim, sığındığım son-eşik

Âşkın kutlu âteşi düştü cân ummanıma
Ey sûfîler sûfîsi, al beni de yanına

Kaynar kaynar azalır, yoklaşır, uçar suyum
Bu kuyular şehrinin mustarip Yusuf’uyum!

Bildim ki yalan imiş, kıyl ü kâl imiş işim
Yüz sürdüm dergâhına, nazâr eyle dervişim

Seninle şereflendi, bütün şark, diyar-i rum
Bir çerağ yak kalbimde, aydınlansın uçurum

Hayat ne kadar ölü, ölüm ne kadar diri
Dönüş, ilâhî dönüş, Şeb-i arus tekbiri

Kelâm tarif edemez bu mücerret âyini
Yeşil kubbe altında sonsuzluk şehrâyini.

Olcay Yazıcı

Arınış

Şehir sahrasında süreğen sıcak
Kanatır sabrımı keskin bir bıçak

Ne bilir melâli, süfli-uygarlık
Bu bir gönül işi, ince duyarlık

Arşı saran çığlık, sûr’u andırır
Bir damla, deryayı dalgalandırır

Kurşunlanmış gibi sancılanır cân
Bu bir iç kırılış, bu bir iç buhran

Herşey, su üstüne yazılan yazı
Hüzün ruhumuzun gizli niyazı

Âteş ırmağıdır nefsin yunağı
Boşalır ansızın his sağanağı

Yakar düşünceni âfet bir edâ
Gelir hayâline girer süveyda

Ekin neden özler bunca yağmuru
Gözyaşında arınış var dupduru

Uyanır kalbinde buruk bir anı
Dirilir/depreşir efkâr zamanı

Hasret bir ceylândır, ürker ve kaçar
İnsan hep gurbetten gurbete göçer

Vedâ limanına gemi yanaşır
Herkes tufanını içinde taşır

Bağlanırız, tul-i emel güderiz
Sonra bir gök-ata biner gideriz

Ömür kısa, hikâyemiz uzundur
Cümle âlem bu zindanda mahzundur.

Olcay Yazıcı