Değişmez

Bu yılları boşuna beklemişim
günler solup giderken damlarda, odalarda.
Gençliğim
göster yüzünü bana:
Bakarım
korkularım, kuşkularım silinir.

Nedir bu kitaplar, bu şiirler?
Nedir kayalaşmış sıkıntılar uçup giden sözler?
Nedir aklımın ermediği şu olup bitenler?

Buduyor zaman dalları, acıları.
Hayatım, kapalı bir hava
açılmıyor.
Geldiğim yerlere kayıyor gözlerim.

Çocukluğum
ver elini bana.
Kuşat kökleri, geleceği.
vaadlarla gelme, karlarla gel
kızaklarla gel, faytonlarla…
Senden uzakta eridi gençliğim.

Ölümüm
duy çığlığımı.
Duyur kendini bana.
Tanıyamıyorum bu çağı.
Belli, erken gideceğim.

Süreyya Berfe

Çiçek Yerine

Yüzüne bak güneşin.
Yüzüne bak körfezdeki denize düşen güneşin.
Yüzüne bak acılı aşkların üstüne inen güneşin.

Gelişine bak akşamın.
Gelişine bak körfezdeki denize çöken akşamın.
Gelişine bak yarım yamalak aşkların üstüne giden akşamın.

Hayatı unutma.
Yeniyi unutma.
Yaşayanı unutma.

Sen ki duvarlardan akar sulara baktın ağladın.
Leğenlere dolan yağmura baktın ağladın.
Özendin sulara ve yağmura.
Kalbini gözlerinin yerine koydun.
Aktı mı sanki kanlı günlerin gecelerin kanı?
Uykusuzluk uçtu mu yuvasından?
Gönüller şen oldu mu?
Aktı mı ayrılığın deli ırmağı ayaklarının önüne?
Yumuşadı mı sert yanları
yuvarlandı mı kayaları?
Tutuldu mu ayrılık sevginin depremine
çekildi mi mağarasına inine
kayboldu mu ayrılık denilen yabanıl hayvan?
Hayır, hiçbiri olmadı bunların.
Çünkü, çamur içinde kalan çıplak ayaklarını
bana alacakaranlıkta da yazdığını unuttun.
Çocuk, genç kız ve kadın olduğunu unuttun.
Kapalı, uykuya dalmış gözlerinden duyguların yayıldığını
kalbimin içinde çarpan kalbinin sesinden sellerin boşandığını
beni alıp sürüklediğini. bir o yana, bir bu yana savurduğunu
kötü geçmiş zamanlarla iyi geçmiş zamanlar arasında bıraktığını
yanından uzaklara, uzaklardan yanına attığını unuttun.

Çocuktun, çocuk oldun “herbirşey”e özenmedin.
Büyüdün, malları mülkleri terk ettin.
Gün oldu yanlız kaldın bir başına acıların ortasında.
Sevecen yanların eksilmemiş eksiltemedin.
Çoğu zaman kolların çocuğunu kucaklar gibi
koşman ayrılmak için değil kavuşmak için sanki.
Sabahları ilk önce ısınan senin bedenin
kar yağsa da ısınan senin bedenin.
Ne olursa olsun en geç soğuyan senin yüreğin.
insanlarla değil buzullarla da çevrili olsan
en geç soğuyan senin yüreğin.
Görmesek de yaşıyor o mavi kuş.
Beraber bakmasak da yağacak ilk kar.

Yağışına bak sevginin,
Yağışına bak körfezdeki dağların üstünde duran sevginin,
Yağışına bak vakitsiz aşkların üstünde kalan sevginin.

Yükselişine bak hasretin,
Yükselişine bak körfezdeki dağların üstünde uyuyan hasretin,
Yükselişine bak yavru aşkların üstünde çırpınan hasretin.

Hayatı unutma,
Yeniyi unutma,
Yaşayanı unutma.

Süreyya Berfe

“Acele Giden Ecele Gider”

Güneş açtı, uzun sürmedi
gözle görülmüyor.

          Çocuk okula başladı, uzun sürmedi
           bir yerde çalışıyor.

Rüzgâr esti, uzun surmedi
yaprak kımıldamıyor.

          Delikanlı oldu, uzun sürmedi
          ev geçindiriyor.

Kar başladı, uzun surmedi
sular akıyor.

          Karısı iyileşti, uzun sürmedi
          tımarhanede yatıyor.

Ağaç büyüdü, uzun sürmedi
sobalarda yanıyor.

          Emekli oldu, uzun surmedi
          kadavrada bekliyor.

Süreyya Berfe

Rakı İçtiğin Gün Ölmezsin: 26 Mart “Ölmeme Günü”

“Ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin.’’ 
Cemal Süreya

İŞTE ÖLMEME GÜNÜ’NÜN GERÇEK HİKAYESİ

Her şey geçen sene Mart ayı başında Turgut Uyar’ın bana ‘yeniden ve ısrarla’ görünmesiyle başladı… Ve sonunda bir davet vardı: “Nilay, içinde daha çok İkinci Yeni şairlerinin yer aldığı Can Yücel’li Edip Cansever’li; Cemal Süreya’lı Turgut Uyar’lı; Tomris Uyar’lı Ömer Uluç’lu 26 Mart Ölmeme Günü’nü yeniliyoruz, gelsene…”
‘Ölmeme Günü’nün çıkışıyla ilgili pek çok efsane vardı; bir hikaye de çok havalıydı.
Ben de bu hikayeyi geçen sene yazmıştım…

Herkesin de ‘Ölmeme Günü’ gelmiş meğer; yazı gözden göze dolaştı, Turgut Uyar’ın 1985’teki vefatının ardından hiç yapılmayan günün muhabbeti çok yankılandı. Cemal Süreya’nın “Rakı içtiğin gün ölmezsin” dizesi eşliğinde.

İŞTE ÖLMEME GÜNÜ’NÜN GERÇEK HİKAYESİ

Bizim tarafta da listeler yapıldı, ‘o masalardan’ hayatta olanlara, o dönemin tanıklarına, ‘arkadaşlarına’ ulaşılmaya çalışıldı… Sonuçta 26 Mart akşamı, Safa Meyhanesi’nde ‘Ölmeme Günü’ masalarının gediklisi, fotografçı (kendisi ‘fotograf’ diyor) ve komple sanatçı İsa Çelik vardı başköşede. o dönemin en güzel tanıklarından şair Yelda Karaağaç ve Turizm eski Bakanı Bahattin Yücel ile birlikte…

Yelda Hanım, Turgut Uyar ölmeden önceki en son şişenin İsa Çelik’te olduğunu açıklayarak girdi kapıdan… Mor menekşelerden girdiler, “Lenin için içelim” diyen Melih Cevdet Anday’dan çıktılar… Orada konuşulanlar orada kaldı; ben size Çelik’in ağzından, ‘Ölmeme Günü’nün doğuşunu anlatayım…

İsa Çelik’e banka müfettişliği teklif ediyorlar; o dönem iyi iş; ama o reddediyor.  İstediği ‘nefes alacağı bir kültür ortamı’, İstanbul’a geliyor; yetenekli de… Kapağını yaptığı kitaplar sayesinde onlarca şair ve edebiyatçıyla tanışıyor.

“Atatürk bakışlı bir adamdı” dediği Turgut Uyar ile ilk meyhanesini anlatıyor; Çiçek Pasajı’nda Sev-İç’teler.

Çelik, ekibin yanında biraz çömez görüyor kendini.
Soruyorlar, “Ne içersin?”, “Fark etmez”, diyor.
“Lakerda ister misin?”, “Fark etmez.”,
“Cacık?”, “Fark etmez.”

Sonra Turgut Uyar patlıyor: “Ulan niye fark etmez! Votka, şarap fark eder. Rakı, kanyak fark eder.”
İşte İsa Çelik ilk büyük dersini alıyor.

‘BİRAZ ‘ÖLÜK’ BİR HALİN VAR İSMET’

“Tomris, aynen Turgut ve Edip gibi içmeyi seven bir insan” diye devam ediyor söze İsa Çelik.

“Yıl 1981. O dönem Barış Derneği’ndeyim, Görsel Sanatçılar Derneği kurucu üyesiyim. Bir kalabalık Neşe’de buluştuk. Tomris, ‘Rakı ve Özgürlük Günü‘ diye bir şey düşündük’ dedi. Ben de ‘Tomris, tamam, rakı ve özgürlük de, 6-7 yerden aranıyorum’ dedim!

Oturduk çakıştırmaya başladık. O sırada tombalacı İsmet de geldi. Biraz bozuk… ‘İsmet bir ölük halin var; iyi misin?’ dedim. ‘Ölük’ de benim uydurmam bir laf. Hani umutsuzdan, mutsuzdan farklı…
Tomris cevval zekâ! Bir büyük rakı söyledi. Dedi ki: ‘İsmet önümüzdeki yıl bugüne kadar bu rakıyı muhafaza edeceksin ve gelecek yıl açıp içeceğiz.’
Aldım rakıyı, kâğıt kapladım getirdim. O rakıyı öyle verirsek, biliyorum, alçak İsmet gidecek içecek sonra alacak başka rakıyı getirecek.
Dedim ki ‘Herkes imzalasın, bu rakıyı bu kâğıda sarıyoruz, bantlıyoruz’… Sonra imzaladık, İsmet’e verdik. Rakı ve Özgürlük lafı Dünya Ölmeme Günü oldu. Tomris’in lafıdır o… Onu kâğıda sarma, imzalatma fikri benimdir. Kayıtçılığımdan işte…

‘ÖLMEYEN ŞAİRLERİN ŞEREFİNE’

İşte böyle başlamış bu hikâye… “Masamızda çok kadın olmadı. Ne Fürüzan, ne Leyla, ne de Adalet Abla katılırdı. Belki de Tomris’le araları iyi değildi, bilemem; ama Nezihe Meriç hep vardı” diyor İsmet Çelik…
Şimdi Ölmeme Günü’nden bir Tunga Uyar, bir İsa Çelik kaldı… Biz bu hikayeyi dinlediğimiz gece bir şişe imzaladık, keyifle, ‘ölmeyen şairlerin gününe’…

YAŞAMAK ŞİİRE BENZESİN BARİ:)

Tabii bu sene gündem o kadar çöktü ki göğsümüze bi afalladık; ‘tape taklak’ olduk… Şirince’de kıyamet bekleyenler misali 25 Mart gerginliği yaşadık. Bir araya gelir miyiz, bilemedik… Ama sonuçta bir şekilde birbirimizi arayıp ‘Ölmeme Günü öldürülür mü yav?” diyerek yeniden toplanmaya karar verdik…
Size de tavsiyem her nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsanız; elinize ne geçerse, kim ya da kimlerleyseniz, birlikte imza atıp ve bir sonraki ‘Ölmeme Günü’nü görmeyi hedefleyin.
Ya da.. Hepimiz öleceğiz; yaşadığınız günleri şiir gibi geçirmek için ant için!

Ölmeme Günü’nün farklı bir hikâyesi:

Başını Turgut Uyar ile Edip Cansever’in çektiği bir grup şair, bir gün “sevgilileri” ile birlikte Rumeli Hisarı’ndaki bir meyhanede oturmaktadırlar. Her şey yolunda. Rakı güzel. Muhabbet güzel. Dünya güzel.

Derken, masadaki hanımlardan biri hastalığından, vücudundaki bir iğneden bahseder; vücudunda dolaşan iğnenin kalbine saplanması korkusuyla yaşadığı endişeyi anlatır. “Ölüm” korkusuyla…

Bir şişe rakı ister Turgut Uyar masaya, tüm şairlerin imzalaması için şişeyi, ardından bir geleneği başlatan o cümle gelir: “Bu şişeyi al; gelecek sene bugüne kadar sakla, 26 Mart’ta burada yine buluşup birlikte içeceğiz bu rakıyı.”

Buluşurlar da. Rakı güzel. Muhabbet güzel. Dünya güzel… Bu şekilde gelenekselleşen, tesadüf eseri baharın da en güzel günlerine gelen “Ölmeme Günü”, yetmişlerin sonunda başlayıp 1985′e kadar her yıl yaşatılır.

Ta ki Turgut Uyar 22 Ağustos 1985′te “ölüp”, 26 Mart 1986 “Ölmeme Günü” şişesinin boynunu bükük bırakana kadar. Rakı güzel. Muhabbet güzel. Mümkün değil.

NEF’Î FELEK İLE NEDEN SÖYLEŞMİYOR?

Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çerh ile söyleşemem âyînesi sâf değil

Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil

Yine endîşe bilir kadr-i dürr-i güftârım
Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf değil

Girdi miftâh-ı der-i günc-i ma’ânî elime
Âleme bezz-i gevher eylesem itlâf değil

Levh-i mahfûz-ı suhandir dil-i pâk-i Nef’î
Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil

Nef’i


NEF’Î FELEK İLE NEDEN SÖYLEŞMİYOR?

17. yüzyılın kudretli ve dâhi şairi Nef’î’nin bir gazeli vardır ki, büyük bestekâr Itrî tarafından
şarkı olarak bestelenmiş ve asırlardır dillerimizden düşmüyor, ruhumuzun telini titretmeye devam
ediyor.

Tûtî-i mûcize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyinesi sâf değil…

Bu şarkı için eskiler “merace’l-bahreyn” yani ‘iki denizin buluştuğu kavşak’ tabirini
kullanırlar. “Merace’l-bahreyn” ibaresi Kur’an’da geçer. Bu terkip biri tatlı ve biri de tuzlu iki
denizin sularının birbirine karışmayarak ters istikamette aktıkları kavşağı anlatır. Allah bu iki denizin karşılıklı akıntısının buluştuğu boğazın derinliğinde suların arasına kudretinden bir perde koymuş ve böylelikle tatlı ve tuzlu suyun birbirine karışmadan biri üstten, diğeri de alttan akıp gitmesini murat eylemiştir.

İşte bu şarkı da biri edebiyatta ve şiirde, diğeri de musikide insanüstü başarılara imza atmış iki büyük sanatkârın eserinin buluştuğu, sanatın coşkun sularının mucizevî bir kavşak noktasıdır. Biri şiirde ve biri de musikide inanılmazı yakalamış iki sanat, hüner ve estetik denizinin buluşma noktası…

Nef’î bütün dünyaya, çağdaşı şairlere ve hatta feleğe meydan okuduğu bu gazelinde büyük
bir kültür adamı, zeki bir şair niteliği ile olduğu kadar bir şiir filozofu kimliği ile de karşımıza
çıkmaktadır.

Şairimiz gazelin hemen ilk beytinde, yazdığı şiirlerin baş edilemez üstünlüğüne o derecede
güvenmektedir ki bu şiirleri herhangi bir insanın yazmasının adeta imkânsız olduğuna inanmakta ve
onları “mucizevî sözler” olarak nitelendirmektedir.

Nef’î yazdığı bazı naatlarında bile yaptığı gibi, bu gazeline de yine kendini (şairliğini) överek
başlıyor:

Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne desem lâf degil
Çarh ile söyleşemem âyinesi sâf degil

Ben mucizevî şekilde konuşan bir papağanım. Ağzımdan çıkanlar, uluorta sözler değildir.
Felek ile söyleşemem; çünkü aynası saf ve parlak değildir.

Klasik şiirimizde papağan (tuti ya da dudu kuşu) şairi sembolize eder. Çünkü papağan, bir
hayvan olduğu hâlde, olağan dışı bir şekilde konuşmakta ve insanları hayrete düşürmektedir. İşte eski şairler de kendilerini şairlik açısından, okuyanları hayranlık ve şaşkınlığa boğan olağanüstü sözler söylemeleri, mucizevî özellikte şiirler yazmaları yönü ile papağana benzetirler.

Divan şiirinde “papağan”ın her geçtiği yerde ‘usta, öğretmen’ ve ‘ayna’ unsurları da birlikte
zikredilir. Çünkü papağana konuşmayı öğreten usta (öğretmen), papağanın yüzüne ayna tutmakta ve
arkasından kendisi bazı sözleri tekrarlayarak ona konuşmayı bu şekilde öğretmektedir.

Nef’î bu beytinde bütün bir dünyaya şairlik açısından meydan okumakta; mucizevî
sayılabilecek derecede başarılı ve eşsiz şiirler yazdığını ilân ederek, bu hususta felek ustasının bile
kendisine muhatap olamayacağını, hocalık yapamayacağını haykırmaktadır. Ona göre; felek (ustası)
bile kendisine söz söyleme, şiir yazma hususunda fazladan bir şey kazandırıcı değildir. Çünkü feleğin bin bir nakışla örülü seması onun şiir, irfan, sanat ve hüner ışıkları yansıyan gönlü ve ruhu yanında, paslı bir ayna gibi kalmaktadır.

Çerh (felek) ile şair ve şiir arasındaki ilişki İran ve Türk klasik edebiyatındaki şiirin kaynağı
hakkında öne sürülen bir inanışa dayanmaktadır. Bu inanışa göre; şairlere ilham felekten
gelmektedir. İslam öncesi Arap şiirinde şiirsel ilhamın kaynağı olarak kabul edilen “cin” unsuru
İslam sonrası İran ve Türk şiirinde yerini “felek” unsuruna bırakmıştır. Şair Revanî bu inanışa
telmihte bulunarak şu beyti kaleme almıştır:

Olmış Revânî çarh bugün âhenîn kafes
Şâ‘ir içinde tûtî-i şekker-sühan gibi

Ey Revanî, felek bugün demirden bir kafes; şair de onun içinde şeker gibi (tatlı) sözler
(şiirler) söyleyen bir papağan olmuştur.

Şair Meşhurî de şiiri gökyüzünden (felek, gerdun, çerh) yere inen bir unsur gibi düşünmekte
ve şair olarak kendisini de saf ve parlak şiir dolunayını sihir yolu ile yere indiren bir büyücüye teşbih
etmektedir.

Yine Hârût-ı endîşem zemîn-i nazma nakş etsin
Felekden sihr ile tenzîl edip mâh-ı şeb-ârâyı

Harut (gibi güçlü bir sihirbaz olan) şair kabiliyetim yine, geceyi süsleyen dolunayı, sihir
yaparak felekten (gökyüzünden) yere indirsin ve şiirin zeminine nakş etsin!

Şairler yazdıkları gazellerde, kasidelerde ve mesnevilerinde evren meyhanesinin sakisi
olarak düşündükleri felekten kendilerine bol bol ilham şarabı sunmasını isterler. Mesnevilerin
“sakinâme” veya “hitâb-ı sâkî” bölümlerinde şairlerin sık sık yalvardıkları, kendilerinden “himmet”
umdukları saki felek; talep ettikleri ise ilham şarabıdır.

Fuzulî’nin Leyla ve Mecnun’u ile Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında bu şairlerin felek sakisinden
ilham şarabı talep etmeleri ile alakalı olarak şu ilginç benzetmeler bulunmaktadır:

Men bir sadefem sen ebr-i nîsân
Ver katra vü al dür-i galtân
Sensen hurşîd ü men siyeh hâk
Ver âteş ü al cevher-i pâk

(Ey saki!) Ben bir istiridyeyim; sen nisan bulutusun… Bana damlayı ver; inci tanesini al…
Sen güneşsin, ben ise kara toprak… Ver ateşi ve al saf cevheri…

Leylâ ve Mecnun’dan aldığımız bu beyitlerin ilkinde bahis konusu edilen, istiridye (sadef),
nisan bulutu ve inci tanesi arasındaki ilişki, klasik edebiyatımızda çokça değinilen bir efsaneye
dayanır. Bu efsaneye göre, nisanda sahile çıkan istiridye, kapakçığını açarmış. O sırada yağan
yağmurun damlasını yutup denize dönen istiridyenin karnındaki bu nisan yağmuru damlası inci oluşmasına sebep olurmuş. Fuzulî burada bir şair olarak kendisini istiridyeye, yazmak istediği Leylâ ve Mecnun hikâyesini de iç dünyasında oluşacak bir inciye benzetmekte; bunun için de, felekten nisan yağmuruna benzettiği şiirsel ilhamı talep etmektedir.

Leyla ve Mecnun’dan alınan ikinci beyitte geçen güneş, ateş, toprak ve cevher kelimeleri
arasındaki anlam ilişkisi de, yine klasik şiirimizde çok sık rastlanan bir başka inanca dayanmaktadır.
Lâl taşının meydana gelişini anlatan bu inanca göre lâl aslında ak bir taş hâlinde toprakta
bulunuyorken, ciğer kanıyla boyanıp güneşe bırakıldığında güneşin yakıcı etkisi ile kırmızı rengine
bürünürmüş. Fuzulî burada kendini toprağa, feleğin göndereceği ilhamı güneşe; yazacağı Leyla ve
Mecnun hikâyesini de lâl mücevherine benzetmektedir.

Şeyh Galib’in sembolizm ve alegori şaheseri Hüsn ü Aşk’ında da “Sakinâme” bölümlerinde
felek sakisinden ilham şarabı talebi ile ilgili çok sayıda beyit bulunmaktadır. Bunlar arasından
seçtiğimiz şu üç beyit konunun aydınlığa kavuşturulması bakımından çok elverişlidir:

Sâkî kerem et şerâb yağdır
Ebr ol velî lâ‘l-i nâb yağdır
Bu bey‘ u şirâdır etme âvet
Ver gonca vü al hezâr dûzeh
Dâğ-ı dile bir şirâre koy sen
Ver jâle vü al hezâr gülşen

Saki, lütfet de bol bol şarap ver! Bulut ol, ama lâl (renkli halis şarap) yağdır! Bu bir
alışveriştir, hayıflanıp durma! Ver goncayı, al binlerce cehennemi! Sen gönül yarasına bir kıvılcım
koyuver; bir çiğ damlası ver; (benden) bin gül bahçesi al!

Şair, alıntıladığımız ilk iki beyitte saki yerine koyduğu felekten ilham istemektedir. Onu bir
alışverişe davet eder; her bir gonca renkli ve şekilli kadehe (ki bu, aslında ilham şarabı kadehidir)
karşılık binlerce cehennem vermeyi önerir… Bu cehennemden kasıt, içerisinde sayısız şiir ve hayal
ateşlerinin yandığı edebî eserlerdir; özellikle Şeyh Galib’in, üzerinde çalıştığı Hüsn ü Aşk
mesnevisidir. Yani Şeyh Galip feleğe, vereceği ilham karşılığında, içerisinde zahmet, sıkıntı, dert ve bela çiçeklerinin meşale gibi parladığı bir cehenneme benzettiği kitabını teklif etmektedir. Beyitte geçen ve ‘cehennem’ demek olan “dûzeh” kelimesi mecazen de titizlik, zahmet, dert, keder ve meşale anlamlarını taşımaktadır.

Şeyh Galip Hüsn ü Aşk’dan iktibas ettiğimiz üçüncü beyitte de felek sakisine seslenmekte ve
ondan ilham vermesini istemektedir. Felek sakisi gönlünün yarasına bir ilham kıvılcımı koyarsa, bir çiğ damlası verirse; ona bin gül bahçesi değerindeki mesnevisini verecektir.

Şiirsel ilhamın şairin gönlüne felekten indiğine inanıldığını hatırlarsak, papağan ile ona
konuşma öğreten usta arasındaki münasebete benzeyen, felek ile şair arasındaki ilişkinin mahiyetini
daha iyi kavramış oluruz.

Şiirsel ilhamın gönle inebilmesi için şairin gönlünün saf ve temiz olması gerekir. Gönlün
(kalbin) temizliğinden kasıt ise onun masiva kirlerinden arınmışlığıdır. Kalbin afetlerinden olan bencillik, kin, nefret, haset, dünyaya bağlılık, makam ve mevki hırsı gibi menfi duygular saf, temiz ve arı duru olması gereken kalbin aynasını karartır. Kalbin kararması ise orada tecelli etmesi beklenen ruhî hasletlerin ve ilahî ilhamların gerçekleşmesini engeller.

Şiiri var eden unsur da ilham olduğuna göre, bir şairin güçlü ilhamlara mazhar olabilmesi
için de bu, kalbin saflığı, temizliği ve gönlün arılığı duruluğu büyük önem kazanır.
Üsküdarlı Aşkî de bu gerçeği bir beytinde şöyle dile getirmektedir:

Şi‘r-i sâfî mi dinür dilde safâ olmayıcak
Dil-küşâ karşuda mir’ât-ı Hudâ olmayıcak

Şairin gönlünde saflık, temizlik olmayınca; karşısında da gönül açıcı ilahî ilham aynası
bulunmayınca (o şairin) yazdığı şiire saf şiir denir mi!

Aşkî’ye göre kudretli şairlik kabiliyetinin olmazsa olmaz şartı şairin kalbinin saflığı, gönül
aynasının temizliğidir. Şairin, ilahî ilhamların aynası olması gereken kalbi yeteri kadar saf ve temiz
değilse o şairin dilinden saf şiirlerin dökülmesi mümkün olamaz.

Nef’î burada şair fıtratına ve sanatkâr tabiatına o kadar güvenmektedir ki, kendisine ilhamlar
bağışlayacak ve -ilham göndermek sureti ile- şiir hususunda ona ustalık edecek olan feleğin bu
yardımına hiç ihtiyaç duymadığını, hatta onu kendisine muhatap bile kabul etmediğini büyük bir
özgüven ile haykırmaktadır. Nef’î’nin duyduğu bu özgüven, kalbinin temizliğine, saflığına ve
dolayısıyla ilahî ilhama mazhar olmaya hak kazandığına dair inancından kaynaklanmaktadır. Şair
burada sanki şiirsel ilhamın kendisine felek tarafından değil de, daha ötelerden (Allah’tan) geldiğini, bir nevi vahye muhatap olduğunu ima etmektedir. Gerçekten de, klasik edebiyatımızın büyük şairlerinin poetik yaklaşımlarına bakıldığında bu ilham-vahiy benzetmesinin metinlerde çok sık bir şekilde kullanıldığı görülmektedir.

Şairimizin bu “felek” ustasına karşı takındığı istiğna hâli, aynı zamanda onun bu ad altında
devrinin bütün şairlerine karşı bir meydan okuyuşudur. Nef’î gelmiş geçmiş bütün şairleri ve
özellikle kendi zamanının şairlerini sanat ve hüner bakımından küçük görmekte ve kendisi ile
kıyaslanmasının kapılarını kapatmaktadır. Beyitleri okumaya ve anlamaya devam edelim:

Ehl-i dildür diyemem sînesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf degil

Sinesi saf ve temiz olmayana ehl-i dil diyemem.. Gönül ehli olanların birbirlerini
bilmemeleri, tanımamaları mümkün müdür?

Şairin “ehl-i dil olmamakla” suçladığı kişiler -önce felek olmak üzere- yine şairin çağdaşı
diğer şairlerdir. Onlar dil ehli değildirler; çünkü onların sineleri yani gönül aynaları saflık ve
temizlikten uzaktır. Bu sebepten de sinelerinin aynasından gönül açıcı, parlak ve ışıklı (başarılı)
sözler (şiirler) yansımamaktadır.

“Ehl-i dil”, gönül adamı, gönül dilinden anlayan (kalender) insanlar için kullanılan bir
tanımlamadır. Aslında bu gönül adamı sözü aynı zamanda ‘dilden ve edebiyattan anlayan, sanatkâr ruhlu, şair’ kişileri de anlatan bir tabirdir. Nef’î bu terkibi beyitte iki anlama gelecek şekilde (tevriyeli) kullanmakta ve vurguyu daha çok ikinci anlam üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Nef’î’ye göre sinenin (gönlün) saf ve parlak oluşunun delili, o sineden doğan edebî sözler,
güçlü tasvirler, renkli hayâllerdir. Tıpkı temiz, parlak ve kristal bir aynanın rengârenk ışıklar, arı duru görüntüler yansıtması gibi…

Üçüncü beyitte Nef’î’nin dünyaya meydan okuyuşu devam ediyor:

Yine endîşe bilür kadr-i dür-i güftârum
Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf degil

Sözümün incilerinin değerini, bilirse, yine kendi düşüncem (hayâl gücüm) bilir. Felek alçak;
zaman (devir) ise (bu incilerin değerini anlayacak derecede usta bir) sarraf değildir.

Söz (şiir), incidir; şairin gönlü ve ağzının istiridyesinden çıkar. Şair hayâlin ve sanatın engin
denizlerine ruhu ile dalarak her biri eşsiz bir mücevher değerindeki söz ve anlam incilerini çıkartır.
Bu yüzden klasik şiirimizde şairler dalgıçlara da benzetilirler.

Nef’î’ye göre, sözünün (şiirinin) incisi o kadar değerlidir ki, bu değeri takdir etmede yer gök,
zaman ve mekân yetersiz kalmaktadır. Bu incileri, bu mücevherleri hakkı ile değerlendirme işi yine Nef’î’nin kendi “endîşe”sine, yani düşünce ve hayâl gücüne kalmaktadır. Buna göre Nef’î, “Benim değerimi başkası değil, ancak yine ben takdir edebilirim.” demek istiyor.

Nef’î bu, kendine aşırı güvenini bir başka gazelinin şu beytinde daha net bir şekilde dile
getirmekte ve sadece kendi fikrinin güzeline âşık olduğunu muhteşem bir eda ile ifade etmektedir:

Âşıkım ammâ yine dûşizegân-ı fikrüme
Cebraîlim Meryem-i endîşe mahremdür bana

Âşıkım, ama yine kendi fikrimin el değmemiş güzeline… (Ben) Cebrail’im ve düşünce
Meryem’i benim mahremim (yakınım)dir.

Nef’î âşıktır âşık olmasına –çünkü şair olmanın yolu mutlaka aşktan geçer- ama bir başka
güzele değil de, yine kendi fikrinin el değmemiş bakiresine âşıktır. Çünkü o, mecaz âleminde bir
Cebrail’dir, âdeta mana, sanat ve hüner âleminin vahiy meleğidir. Bu yüzden de düşünce ve hayâl
Meryem’i onun mahremidir; her dilediğinde onun yanına serbestçe girebilmekte ve onunla yakınlık
kurabilmektedir…

Tekrar gazelimizin üçüncü beytine dönelim. Şairimize göre; sözünün incisi o kadar eşsiz bir
değerdedir ki, rûzigâr (felek) onun karşısında alçalmakta ve dehr (devir, zaman) ise bunun kıymetini
anlama hususunda âciz kalmaktadır.

Bu beyitte “rûzigâr” (felek, devir) ve “dehr” (zaman) ibareleri kullanılmak sureti ile bir
taraftan bu kelimelerin hakiki anlamlarına atıfta bulunulmakta -bu, Nef’î’nin bir bakıma yere göğe,
zamana ve mekâna meydan okuyuşudur- ve bir taraftan da bunların sembolü altında, gelmiş geçmiş
bütün büyük şairler (rûzigâr) ve devrin sanatkârları (dehr) kastedilmektedir. Bütün ihtişamı ve
yüceliği ile felek -ve felek sembolü altında bütün büyük şairler- bu büyük inci karşısında kendini
alçalmış ve küçülmüş bir hâlde bulmakta; zaman -ve zaman sembolü altında ima edilen devrin
şairleri ve sanatkârları- ise bu hazinenin değerini ölçebilmekte acze düşmektedir.

Yani her şey ve herkes Nef’î’nin şiirinin (söz) değerini anlama ve takdir etme hususunda
acze düşmekte; bu iş yine kendi düşünce kudretine ve hayâl gücüne kalmaktadır…

Geldik mûcize-gû gazelin dördüncü beytine:

Girdi miftâh-ı der-i genc-i maânî elüme
Âleme bezl-i güher eylesem itlâf degil

(Gizli) manalar hazinesinin kapısının anahtarı elime geçti; (artık) âleme bahşiş olarak inci
ve mücevher dağıtsam, (o hazine) bitecek gibi değildir.

Şiirin sözleri, istiridye (sadef); sözün içinde gizlenmiş anlam unsuru ise, incidir. İşte Nef’î
bu mana incilerinden ve mücevherlerinden oluşmuş hazinenin anahtarlarını eline geçirmiştir. Aslında
o hazine, kendi gönlü ve şiirin kaynadığı ruhudur. Bu eşsiz ve tükenmez güzellikler hazinesinin tek
sahibi artık Nef’î’dir. O, bütün bir âleme sahibi olduğu bu hazineden bol bol bahşiş dağıtmakta,
ihsan ve atiyyelerde bulunmaktadır. Bu hazine öylesine zengin ve göz kamaştırıcıdır ki, her önüne gelene avuç avuç dağıtılsa bile bitecek, tükenecek gibi değildir.

Aslında, Nef’î’nin, anahtarının eline geçtiğini söylediği manalar hazinesi; bizzat kendi
gönlü, şair tabiatı ve şiirin kaynadığı ruhudur. “Âlem” diyerek küçümsediği insanlar da kendi şiirinin güzellikler hazinesinden yararlanan, onun hayâl ve imaj (eski tabirle bikr-i mazmun) dünyasının güzelliklerini taklit ve yağma ederek geçinen zamanının diğer şairleridir. Onlar mana hazinesinin kapısına bile yanaşamaz; ancak şiir ülkesinin sultanı ve bu ülkenin hazinelerinin tek sahibi olan Nef’î’nin dağıttığı bahşişlerle yetinir; hüner ve sanat pazarında şair diye geçinirler. Ama olsun; Nef’î’nin sahibi olduğu söz ve mana hazinesi o kadar zengin, öylesine ihtişamlıdır ki, her önüne gelen yoksula (dilenciye) dağıtsa, yine de sonu gelmeyecek ve bitip tükenmeyecektir.

Ve gazel, icazın ve kendini övüşün nihaî haddine vardığı bir beyitle sona eriyor:

Levh-i mahfûz-i sühandur dil-i pâk-i Nef’î
Tab‘-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf degil

Nef’î’nin temiz ve parlak gönül (aynası), sözün (şiir ve edebiyatın) levh-i mahfuzudur;
(diğer) dostların tabiatları gibi küçücük sahaf dükkânı değildir.

Nef’î bu son beyitte bir şair olarak kendini beğenmenin ve övmenin, diğer şairleri de küçük
görmenin son haddine varmış ve bu durumu yakıcı ve bitirici bir tezatla noktalamıştır: Nef’î’nin
şiirlerinin kaynağı olan temiz ve parlak gönlü, artık herhangi bir şey olmaktan çıkmış ve sözün levhi
mahfuzu hâline gelmiştir. Diğer şair dostların tabiatları (gönülleri, fıtratları) ise; içerisinde
yıpranmış, eskimiş, elden ele gezmekten fersudeleşmiş tozlu kitapların bulunduğu küçücük sahaf dükkânlarıdır. Nef’î’nin gönlünden her an yeni bir mana, yeni ve renkli bir hayâl doğarken; dostların gönülleri eskimiş, pörsümüş, tedavülden kalkmış benzetmelerin, köhne hayâllerin, kullanıla kullanıla artık harcıâlem hâle gelmiş cansız mazmunların üst üste yığıldığı tozlu raflara dönmüştür.

“Levh-i mahfuz”; dinî kaynaklarda, Allah tarafından takdir edilmiş şeylerin yazılı olduğu
manevî levhaya denmektedir. Bu, aynı zamanda Allah’ın sınırsız ve sonsuz ilmini de ifade eden bir
kavramdır. Peygamberlere gönderilen vahiyler ve kutsal kitaplar onların kalplerine bu levhadan
indirilmiştir.

Kendi şairliği ve sanatkâr kimliği ile ilgili olarak kutsal sıfatlar kullanmaktan çekinmeyen
şairimiz, kendisi dışındaki hemen bütün şairler, özellikle rakibi olan çağdaşı şairler için ise, alaycı (ama esprili) bir tavır sergilemekte; onların şiirlerinin ve eserlerinin hüner ve sanat pazarında geçersiz olduğunu ilân etmektedir.

İşte Nef’î, içinden mucizevî şiirlerin çıktığı, söz ve anlamın harika buluşmasından oluşmuş
mücevherler durumundaki mısra ve beyitlerin doğduğu gönlünü “sözün levh-i mahfuzu” gibi
göstererek belki de hiçbir edebî gelenekte bulunmayan çok iddialı bir benzetme yapmakta ve
asırlardan beri insanları hayranlıkla şaşkınlık arasında çaresiz bırakmaktadır.

Nef’î’nin şiirinde sayısız örneklerine rastlayabileceğimiz bu ve bu gibi benzetmeler, çağı için
şaşırtıcı derecede özgür bir düşünce hayatının tezahürü olduğu kadar, günümüz için dahi oldukça
ileri bir anlayışın pırıltılı yansımalarıdır.

Gazel

Yazanlar peykerim destimde bir peymâne yazmışlar
Görüp mest-i mey-i aşk olduğum mestâne yazmışlar

Bana teklîf-i zühd etmezdi idrâk olsa zâhidde
Yazıklar kim anı âkil beni dîvâne yazmışlar

Değildir gözlerinde sâye-i müjgânı uşşâkın
Hatın resmin beyâz-ı dîde-i giryâne yazmışlar

Benim âşık ki rüsvâlıkla tutdu şöhretim şehri
Yazanlar kıssa-i Mecnûnu hep yâbâne yazmışlar

Nice zâhirdir ey Nef’î sözünden dildeki sûzun
Yazınca nüsha-i şi’rin kalemler yâne yazmışlar

Nef’î

Ârif ol ehl-i dil ol rind-i kalender-meşreb ol

Ârif ol ehl-i dil ol rind-i kalender-meşreb ol
Ne Müselmân-ı kavî ne mülhid-i bî-mezheb ol

Akla mağrûr olma Eflâtûn-i vakt olsan eğer
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol

Âf-tâb-ı âlem-ârâ gibi sür hâke yüzün
Kevkebe basdır cihânı hem yine bî-kevkeb ol

Lâ-mekân ol hem mahallinde yerin bekle yine
Gâh mihr-i âlem-ârâ gâh Mâh-ı Nahşeb ol

Âşık ol amma alâikden berî it gönlünü
Ne ham-ı gîsûya meftûn ne esîr-i gabgab ol

Hızr’a minnet çekme var sonra dil-i Nef’î gibi
Lûle-i âb-ı hayât-ı feyz ile leb-ber-leb ol

Nef’î

PAUL ELUARD’IN ANISINA

Ölenin mezarına koy,
yaşamak için söylediği sözcükleri.
Yerleştir başını onların arasına,
bırak hissetsin
özlemin
kıskaç gibi dilini.

Ölenin göz kapaklarına koy,
ona sen diyenden esirgediği
ve tıpkı onunki gibi çıplak bir el,
ona sen diyeni
geleceğin ağaçlarına aşıladığında,
yüreğindeki kanla görmezlikten geldiği
sözcüğü.

Koy bu sözcüğü göz
kapaklarına:
Belki de
henüz maviliğini yitirmemiş gözlerine,
bir başka, daha yabancı mavilik girer de,
ona sen demiş olan,
bir rüyaya dalar onunla, biz diye.

Paul Celan

Ne Var ki Avucunda

ölesiye çalıştın ya da hiç çalışmadın
hiçbir sevinç -sevinç ne- hiçbir şey yok
şu gecenin ucunda
ve öteki boşluklar ürpertiyor insanı
tek başına olmanın dengesine vurunca
evet şimdi ne var bakalım avucunda:
dövüş mü, yenilgi mi, bir bulut parçası mı
aşkın fotoğrafı olan bir mayıs sonrası mı
bir türkü mü, bir asker matarası mı
terhis tezkeresi mi, karakol sırası mı
becerikli bir anahtar mı, bir polis tabancası mı?
şimdi nerde, ne zaman, nasıl bir kadın
-bir adam da olabilir-
mutlu olabilmiştir bir (tek) başkasıyla
gökler başıboş bir fanus gibi
çılgın bir kürre gibi gidip
her yanımızı boş bırakınca
bomboş bırakınca
yalnızlık çoğalan bir yunus gibi etrafını sarınca
ne var avucunda:
soylu dedenin anısı mı, bir sultan sofrası mı
pasaport şubesinde bir sıra numarası mı
gökkuşağı, tüberkülin, intihar dalgası mı?
olagan bir öğle sonu sonsuzluk
bir bitimlik olarak kapıya dayanınca
ne elverir, kim kurtarır kişiyi bundan
kurtarmamaya
ne var ki avucunda
ağır kamyonlar ve sürücüleri mi
dağda yitenler ve yol göstericileri mi
evde kalmış kızlar ve görücüleri mi?
imdi:
son buzul erirken durduranları
hatırla!

hani kan vericileri, kan vericileri
ve kanı alıcıları da unutma.

Turgut Uyar

Yana Sızıla

I./

Yontular, hepsi dağılıyorlar. Ağ
olup dağılıyorlar. Öptüğün an.

O yerde; ırmağın denize döküldüğü,
bildik bir çiçeğin koparılmadığı, bir
açalyanın varlığından habersiz,
kuşların kısacık öttükleri ve
öldükleri, kimsesiz çocukların ırmak–
ırmağın sürüklediği akağaçları
topladığı ve yonttuğu o kıyı,
o kıyıda; yontular, hepsi de ağ
olup dağılıyorlar, o kıyıda, güneş–
güneşin sürüldüğü ve ırmak denize
dökülürken kopuk denizcilerin
içki şişelerini kırıp uzun,
gözalıcı dalgakırana gittikleri
o kıyıda, dalgaların durmaksızın vur-
vurdukları-bir şeyleri karaya
vurdukları, o yontuların, çocukların
şekillendirdiği o ağaçların, sürgün
güneşin batıp kırık akşamların
yaşandığı, piyanoların kapak-
kapaklarının hafifçe örtüldüğü,
kıyısız bir deniz mi artık, hangi kıyı,
ırmağın denize döktüğü yontu-
yontular dağıldıkça, serseri bir
deniz adamının, hiçbir zaman elinde
lavtası, oturup Bach’ı çalmayacağı,
güneşin göğe sürüldüğü, uçsuz
kıyıda, esrik ikindiler, eyağ-
eyağsız, divitsiz, kâğıtsız, çiçeklerin
koparılmadığı, kuşların,
                                                           o yerde. Öp-
öptüğün an. o yerde, o yerdeyiz.

II./

Güneşin ıslandığı, gözeriminde buğunun
dalga dalga yayıldığı, kendiliklerde, deniz-
denizde, gözeriminde, bulutların buğuyu
dalga dalga yaydığı, cazı dinlemediğimiz
saatlerde ve çayı bıraktığımız, geçirip
başımıza şapkaları, gözlükleri takıp bir
kadını düşündüğümüz saatlerde, tuz ve gün-
güneşin ıslandığı, söndüğü, akşam geçirip
giysilerini sırtına ağır ağır inerken,
inlerimizde büzülünce, gecede, gazino-
gazinoların çın çın öttüğü, dağıttığımız
saatlerde, dilimizde pasın tadı, ölünce
akşam; hangi denizin derinliklerinde yitti-
yittiğimiz ve neleri yitirdiğimiz, martı-
martılar
, güneş, deniz, bulut ve bizi andıran bir şeyler.

Martılar
, güneş, deniz, bulut ve bizi andıran bir şeyler.

III./

Gözeriminde küçücükcük bir yelkenlimsitrak gidiyor!
ken, güneş-buğulaşınca geride tuz bırakan denizin
suyu gibi, yani ince bir buhurdan-ağır ağır batıyor!
ken, güneş sabah da böyle mi doğar, kendimizi
                                                         (yenilerken
biz?
                                               saat kaçta
                           Güneş                                     batar?
                                               kaç saatte

Seyhan Erözçelik / Kır Ağı