Unutsaydın Arardın

ben; yaşlı ağacın yeni yeşili
sen; fikrimin narin gelinciği

güzelsin ama
ellerin değmiyor tanrıya

sözcükler tehlikelidir tabii
eğer doğru sıralamadıysan arka arkaya

bu aşk için elimizden gelen hiçbir şey yok
ne senin güzelliğin
ne benim şiirlerim
üstelik şu aramızdaki unutma mesafesi

korkma
nasıl olsa bi daha sevmeyiz birbirimizi

Enver Ercan

Kokuların Anası

öpüp koklarken sırma saçlarını toruncağızınızın
birden ölümü hatırlarsınız!

sunmak için çocuklarınızın sevgili anasına,
diyelim ki, bir süsen çiçeği kopardınız.
uzatmadan refikanıza,
koklarsınız o çiçeği, değil mi ama.
işte yine onu hatırladınız!

ve çekerken ciğerlerinize kokusunu,
kapağını açınca, gezegenin ta öteki ucundan
size postalanmış kitabın,
bakın yine, bakın yine onu hatırladınız!

ah, hatırlarsınız, birden hatırlarsınız,
soluk alan her şeyde.
her ağızda, hr yarıkta ve her çatlakta,
her kokuyla beraber, çatal gibi dili yılanın
görünüp kaybolan, görünüp kaybolan
o içkin gerçeği hatırlarsınız,
o aşkın gerçeği birden hatırlarsınız.

14 Aralık 2008

Cahit Koytak

Ölümün Estirdiği Düşünceler

I

İyi şairler vaktinde ölmesini bilirler;
Büyük şairlerse, hemen her zaman
Şiirlerinden önce ölürler.

Aslına bakarsanız, şairler iki kere ölürler,
Bir kendi ölümleriyle,
Bir de şiirlerinin ölümüyle.

Ama bir kere de dirildiler mi,
Şiirlerinin sayısı kadar dirilirler,
Okurlarının sayısı kadar dirilirler.

Bir kuşun, tüylerinin, teleklerinin
Sayısı kadar çoğalıp, çoğalıp
Kuş katarına dönüşmesi gibi bir şey, bu.

12 Haziran 2008

II

Bir şeyler öğrenmek için
Bir ömür harcarsın,
Tam, öğrendiklerimle, hakikatin
Boyunu posunu öveyim, derken,
Bakarsın, senin ‘hakikat’ dediğin haspa
Huyunu husunu değiştirmiş,
Koynunda sabahlıyor
Akçeyi bastıranın.

12 Haziran 2008

III

sanatçı kendine sorar
kim olmalıyım ki,
herkesi olmam gerekmesin?

bilge kendine sorar:
neyi bilmeliyim ki,
her şeyi bilmem gerekmesin?

insan kendine sorar
neyi düşünmeliyim ki,
ölümü düşünmem gerekmesin?

13 Haziran 2008

IV

Sevdiklerimiz hakkında bilgi toplarız.
Ve böyle yaparak nesneleştiririz onları.
Bilgi, sevdiğini ölü ister.

Mezardaki karanlık bilgiyle,
Bilginin kireciyle ağartamazsınız;
Yanınızda fener götürmeniz gerekir;

Ama fenerin de orada göstereceği
Kendi içinizdekilerden farklı değildir:
Kurtlar, güveler, dişler, tırnaklar, kemikler…

12 Haziran 2008

V

bir gün, göğsümde kitap,
öyle, okurken öleceğim;

burnumda bayıltıcı kâğıt kokusu,
mürekkep kokusu,
hurufatın içine gömüleceğim.

kendi küçük hikâyemden süzülüp
büyük hikâyeye emileceğim.

13 Haziran 2008

VI

bir de şöyle bir sızlanması olabiliyor
ileri yaşlarda ruhun:

“ah, zaman yok, zaman yok
içimdeki kapıları kırmaya,
sandıkları döküp saçmaya,
kanıtları yok etmeye,
kötü anıları yakmaya!”

13 Haziran 2008

VII

bir yağmur yağsa bugün,
bir yağmur yağsa, bir yağmur!
ince esmer kadınlar sofalarda
yüzlerini avuçlayıp, sebepsiz
ağlasa, ağlasa, ağlasa!

ölüm de mahviyetten
kaf dağının arkasına saklansa
ve unutturmaya baksa
               yapıp ettiklerini!

13 Haziran 2008

VIII

insanlar gider, taşlar kalır,
taşlar kalır ve konuşur
insanın insana konuşmadığı kadar.

13 Haziran 2008

IX

– seni tanıdım, kader,
bak, senin gibi oldum!

– bunu iltifat mı bileyim, efendimiz?
gülü sayıklayıp da, dikeni
kucaklamış olmayasınız, sakın?

bağrınızdaki kanın rengine kanıp,
gül size ram oldu
sanmayasınız sakın?

14 Haziran 2008

X

ölümü düşünmekten yoruldum,
şimdi ölümü düşünerek dinleniyorum:

ölümü düşünerek kaybettim;
ölümü düşünerek kazanmak istiyorum.

kendini ölümle yüz göz olmanın,
ölümle kadeh üstüne kadeh tokuşturmanın
verdiği sarhoşluğa kaptıranın vay haline!

14 Haziran 2008

XI

Matematikçi Kurt Gödel, az konuşan,
insanlardan kaçan biriymiş.
öldüğü zaman, ağırlığı yalnızca
yirmi yedi kilogram gelmişmiş;

ruhun, sırtına vurup bedeni,
matematiğin göğünde,
rakamlar, simgeler arasında
rahatça kanat çırpabileceği
                         ağırlık bu, demek ki.

ölüm yatağında, merhumun
         küçücük cesedini
cenin gibi kıvrılmış durumda
bulmuş yakınları.

tıpkı, sözcüklere
ve esritici sorulara gömülüyken
kendi annesinin karnında
hissettiği gibi, şairin.

14 Haziran 2008

XII

bir odada tek başına günlerce
yahut kıyamete kadar mezarda
sükûn içinde oturmayı öğreten
ve bunu katlanabilir kılan bilgi…

işte bir ömür boyu
aranmaya değer olan!

14 Haziran 2003

Cahit Koytak

yarim şiir, arkadaşım şiir

o uzak evden hayatın neşesinin kaçmış olduğunu
biliyorum şimdi
bir çocuğun annesinden ayrılık matemine ağlamakta
olduğunu
biliyorum şimdi
ancak ben yorgun ve perişan
arzu dolu yolu bırakıyorum
yarim şiir, arkadaşım şiir
onun huzurlu eline ulaşıncaya değin gideceğim

Furuğ Ferruhzad

Furuğ / Sonsuz Gün Batımında
Derleyen: Behruz Celali
Çeviren: Kenan Karabulut
Kaynak: yeryuzundengokyuzune

Mısır Dönüşü

Doldur kadehimi Hasan Can! Güneşe
Tutsam derimi, ısıtmıyor. Bu mintan
Kefenden daha soğuk! Versem ateşe
Girit ve Rodos’u, kızoğlankız, civan

Kırk Macarlı odalık, bel, kasık, meme,
Dizsem karşıma, nafile! Ne Çaldıran,
Ne Şam, Mısır, su serpmez yavuz gönlüme,
Bir çeki taşı gibi üstümde Zaman

Ve soyulmuş etimde bin sırtlan anı.
Varın gidin cellata, vurulsun boynu
Yunus vezirimin! Hasan Can, şarap koy

Ki dönsün fırıl fırıl yer gök ve saray,
Arap, acem mülkü bütün, diyar-ı Rum!
Ayna tut, yüzümü görmek istiyorum!

Oktay Rifat

Niko’nun Kahvesi

Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Niko susar. Onun sessizliği bürümüş
Masaları. Onun yalnızlığıdır, kireç
Badanalı, yamrı yumru, bu ak duvarlar.
Semaverin hemen yanıbaşında durur
Köstence’de bir dükkândan aldığı gemi.
Bu resim Pire’nin, bu böcekler Batum’un,
Bu ağlar tonla balık akıttı karaya.
Niko, eski yazlarda çığrışan martılar,
Zıpkından kurtulmuş kılıçlar, ahtapotlar
Ve en sıcak güneşlerle karmış harcını
Kahvesinin. Lipsoslar yine derindedir.
Orfos, beygir gibi kısar kulaklarını
Kefalos’taki sivri taşın kovuğunda.
Morumsu işkineler, oynatarak ağır
Ağır kanatlarını, bakarlar Niko’ya.
Boz bulutlar gibi çatısında denizin
Uskumru sürüleri devinir yukarda.
Gölgesi vurur tırandilin ışıltılı,
Yosunların, kara süngerlerin üstüne
Ey kancık ve oynak deniz dibi burdasın,
Burdasın sen! Şu tüten dumandasın! Çayda,
Tabakta, dolaptasın! Seni verir Niko
Liranın üstünü uzatırken, seni yer,
Seni içer cıgarasında, seni uyur,
Seni bilir, seninle yatar geceleri.
Bir yelkenli süzülür kapıdan. Bir yengeç
Köşedeki masada yumar gözlerini,
İri bir mercan keser oltayı ve dalar.
Voliden sonra denize atılan, ezik,
Iskarta balıklar gibidir, başı sonu
Olmayan anılar. Niko atar onları.
Düşler, bu kahvede yavru kediler gibi
Oynaşırlar ayakaltında. Tutarsınız
Birini, dizinize alır okşarsınız.
Ana uzaktadır, peykede güneşlenir
Niko da uzaktadır. Durulan denize
Ve maviye benzer. Yudumlar bulut rengi
Akşam rakısını. Çatalının ucunda
Tuzlu bir kalamar parçası, tabağında
Bir düş kırıntısı, bir zeytin, dalar gider.
Karagözle gezer, harmanlar sinaritle.
Yıldızlarla düşüp kalktığı günler gelir
Aklına, tek katlı evler, damlar. Bir ırıp
Dizisi, Akdeniz rüzgârlarıyla yüklü
Kuzeyden güneye iner ay ışığında.
Bir deniz feneri karışır aramıza.
Sesleniriz: “Bir çay yap, Niko, demli olsun!”
Zaman genişler ve çoğalır her yudumda.
Bakarsınız bir çitlembik çevrilir camda
Çok eskiden gidilmiş limanlara doğru.
Ve bir zakkum kokmaya başlar, bodur, tozlu.
“Ah, havalar hep böyle güzel gitse, Niko!”
Oturur beklersiniz. Kimi beklersiniz?
Neden beklenen gelmez bir türlü! Sesleri
Dinlersiniz, o deniz ötesi sesleri
Yoksa şehirler midir özlenen, o yeşil,
0 kırmızı cam toplar mı manavlardaki,
Boncuklu kapılar mı, renkli kâğıtlar mı,
Karpuz sergileri mi, küçük berberler mi,
Yoksa güverteler, direkler, lombozlar mı?
Havaya benzer insanoğlu, bilinmez ki!
şiir horoz öter uzaklarda, deniz parlar.
Kuytu kahvesinde Niko’nun, kimi dönük,
Kimi yan, kâğıt oynar birtakım adamlar,
Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Sesleniriz: “Bir çay yap, Niko, demli olsun,
Koyulsun kederimiz! Efkârlıyım bugün!”

Oktay Rifat

Çağrı

gel dört gözle bekliyorum
kayıklarla pencereden gir
sedire kurul
odada yelken aç
yapış sulyenli dubalarıma
zehirli midyelerinle

gel de nasıl gelirsen gel

Oktay Rifat

Benim Kalbim

Bir civan bir siyâh meşcerenin
En karanlık yerinde yatmıştı;
Başını bir garîb şeb-perenin
Zıll-ı şeb-rengine uzatmıştı.

Nevhalar, giryeler, şikâyetler
Ana olmuştu câme-hâb-ı huzûr.
Bir müebbed şeb-i siyeh-peyker
Anı etmişti ser-girân-ı fütur!..

Gönlü ağlardı gülse çeşmânı;
Gözüne yaş gelirdi güldükçe;
İncinirdi hayâl-i giryânı
Gözünün yaşları döküldükçe.

Rû-yı zerdindeki uçukluktan
Mütehâşî olurdu berk-i hazân;
Leb-i zârındaki donukluktan
Lâl ü hayran kalırdı hep mürgân!

Sinesinde halîde bir hançer
Sallanırdı teneffüs ettikçe;
Rahm ile titreşirdi hâk ü hacer,
Ânın enfâsını işittikçe!

“Kimdir âyâ bu haste-yî muğber?”
Diye ettim semâya isticvâb;
Eyledi bir perî-yi zerrîn-per
Asumandan şu yolda bast-ı cevâb:

“Gördüğün dil-şikeste-yî takdir,
Bil, senin kalb-i nâ-ümîdindir!
Öyle takdir eder ki Rabb-ı Kadir,
Ebedî hastedir dil-i şâir!”

Cenap Şahabettin

Angina Pektoris

Yarısı burdaysa kalbimin
              yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
             ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
           Yunanistan’da kurşuna diziliyor.
Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince
kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır
                     her gece, Doktor.
Sonra, şu on yıldan bu yana
benim fakir milletime ikrâm edebildiğim
Bir tek elmam var elimde, doktor,
Bir kırmızı elma:
                   kalbim…
Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,
işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden
bende bu angina pektoris…

Bakıyorum geceye demirlerden
ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor…

Nazım Hikmet

Şair

Elem-i mâteminden ayrılamam
Mâtemin en azîz hissimdir!
Seni yok unutmam artık ben
Sevdiğim şimdi hicr ü ye’simdir.

Cenap Şahabettin