Ben dizeler toplayan, sen çiçekler devşiren

“Fakat fırtınadaki korkunç rüzgar
Bütün tasarılarımı alıp götürdü…”

~ François Coppée, Haziran

“Sık sık düşündüğüm bir mutluluk rüyası,
Kırlara bakan bir barınak sahibi olmaktır…”

~ François Coppée, İç Gezinti

“Zira aşkla dolu kalbim
Acılarının arasında bulur,
Aziz çiçekler arasında senin bakışını
Ve kokular içinde senin nefesini…”

~ François Coppée, Mayıs

“Ve leylakların çiçek açtığını gördüm
Teskin edilemeyen acımla birlikte…”

~ François Coppée, Mayıs

“Fakat acı çekmekten yorulan kâlbim
Bu kuşları hayranlıkla izlerken onlara imreniyor
Bu kuşlar ki hayattan sadece bilirler
Şarkı söylemeyi, sevmeyi ve ölmeyi!”

~ François Coppée, Ağustos

“Ey toprak!
Hayat bir bilmecedir ve ölüm bir sırdır,
Fakat sen, rüzgârlar tarafından sallanan başakların
Ölülerle besleniyor yaşayanları beslemek içim…”

~ François Coppée, Toprak

“Ey anaç toprak, her yaratık sende
Arar hayatını ve sonunda sende bulur kabrini…”

~ François Coppée, Toprak

“Akşamın temiz, engin gökyüzünde
Daha şimdiden solgun birkaç yıldız ışıldar…”

~ François Coppée, Terasta

“Bu istasyonda inmeli miyim?
Hayır, Arzu, sahip olmaktan daha iyidir…”

~ François Coppée, Sevr İstasyonu


“Ben dizeler toplayan, sen çiçekler devşiren…”

~ François Coppée, Nakarat

“Yalnızlık ve vecd içinde yaşadı
Sonsuz bir rüyaya ruhunu yoğunlaştırarak
İlahi hiçlik içinde eritilmeden önce
Zaman onu çöp gibi zayıf ve cılız kılmıştı…”

~ François Coppée, Buda

“Her şey yaşar, herkes sever! 
Ve ben kederli ve yalnız dikilirim
İlkbahar semaında ölen bir ağaç gibi…”

~ François Coppée, Bunalımda Arzu

“Gel! Sana her şeyi vaat ediyorum,
Ruhumu ve kalbimi, kanımı ve tenimi…”

~ François Coppée, Bunalımda Arzu

“Bazen isterdim ki sonum yakın olsun…”

~ François Coppée, Bunalımda Arzu

“Ve umut benim için sadece bir göçmen kuş
Yuvasını yapmak için mezar seçmeye giden…”

~ François Coppée, Umutsuzca

“Bu sonsuz ve monoton melankoli
Bütün umudu ve sevme arzusunu alıp götüren…”

~ François Coppée, Sonbahar/Hüzün

“Fark ediyor ki son leylakla birlikte
Dün son kelebek de kayboldu gitti…”

~ François Coppée, Sonbahar/Hüzün

Kaynak: Dada Verd

İnsanların ölüm döşeğindeyken anlattığı 5 pişmanlık

Avustralyalı hemşire Bronnie Ware’in işi, hayatlarının son 3 ila 12 haftasını yaşayan insanların bakımı ile ilgilenmekti, onların yanında olmaktı. Doğal olarak onlarla geçirdiği bu çok özel ve hassas zamanlarda onlarla duygusal olarak da oldukça yakınlaştı.

Beraber geçirdikleri bu süre içinde, geriye dönseler neyi farklı yaparlardı veya hayatlarının şu son anlarında nelerden pişmanlık duyuyorlar sorularının cevaplarını dinleye dinleye, hepsinin aşağı yukarı aynı şeyleri söylediğini farketti. Bu gözlemlerini de Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey (The Top 5 Regrets of the Dying) kitabında topladı ve kitabı kısa bir sürede en çok satan kitaplar listesine girdi.

İşte Bronnie’nin son günlerini, haftalarını yaşayan insanlardan en çok dinlediği 5 pişmanlık:


Pişmanlık 1: Keşke başkalarının benden beklediği değil, kendi özüme sadık olarak, kendi istediğim hayatı yaşama cesaretini gösterseydim

“En yaygın pişmanlık” diyor Bronnie.

Gerçekleştirmek için peşinden koşulmayan hayaller, başkalarının beklentilerini karşılamak için kendimizden verdiğimiz ödünler, sevilmek ve kabul edilmek uğruna kişisel değerlerimizi bir kenara atmak, başkası olmak, başkasının hayatını yaşamak, kendimiz olma cesaretini gösterememek, kendi isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, hayallerimiz ve değerlerimize sahip çıkmamak.

Yani aslında gerçekten yaşamamış olmak gibi birşey bu. Neden en yaygın pişmanlık olduğunu anlamak zor değil. Bize hediye edilen bir hayat var ve biz bunu yaşamayarak çöpe atmışız.

Hepimizin ara ara kendimize dönüp bir bakması lazım, “şu anda hayatımda ben olarak, kendim olarak, yaşamadığım neler var, hangi ihtiyaçlarımı ve hangi değerlerimi inkar ediyorum?” diye. Zaten hayatımızdaki stres ve mutsuzluk noktaları genelde sorunun cevabında kendini gösteriyor.


Pişmanlık 2: Keşke bu kadar çok çalışmasaydım

Gerçekten uzun saatler çalışmak zorunda olduğu için çalışanlar var.

Verimsiz çalıştığı için uzun saatler çalışanlar var.

Evdeki, ailesindeki sorunlardan uzaklaşmak için uzun saatler çalışanlar var.

Statü, prestij ve başarılı hissetmek ve görünmek için uzun saatler çalışanlar var.

Daha çok para kazanmak için uzun saatler çalışanlar var.

Tutku duyduğu bir alanda işini çok sevdiği için uzun saatler çalışanlar var.

Çok çalışan insanların çok çalışmasının birçok farklı sebebi var ama sonuç anladığım kadarıyla pek değişmiyor, sebep ne olursa olsun, kim olursa olsun ölüm döşeğinde bunun pişmanlığını duyuyor çünkü çok uzun saatler çalışmak hayatımızın başka önemli alanlarından, sağlığımızdan ve ilişkilerimizden çalıyor.

Bunu dengesini kurmak hiç kolay bir iş değil ama uğraşmaya değer. Çünkü sağlığımızdan ve ilişkilerimizden ödün vermeye başladığımız noktada, ne kadar başarı ve para elde edersek edelim aynı tatmin olmuyor, mutluluk olmuyor.  Son nefesimizde de son pişmanlık fayda etmiyor.

Fiziksel, duygusal sağlığımız ve ilişkilerimizin sağlığı hep radarımızda olmalı, antenlerimiz açık olmalı ki, çok geç olmadan ihmal ettiğimiz konuları tekrar önceliğimiz haline getirecek adımları atabilelim.

Pişmanlık 3: Keşke duygularımı ifade edecek cesareti gösterseydim

Çoğumuz zaman zaman başkalarıyla çatışmaya girmemek ve huzurun kaçmaması adına, bizi rahatsız eden konuları konuşmaktan kaçınıyor ve duygularımızı içimizde bastırıyoruz. Birçok uzman içimizde baskıladığımız bu duyguların, bizi fiziksel olarak da hasta edebildiği görüşünü paylaşıyor. Ayrıca paylaşmadığımız duygu ve düşüncelerimiz kendi kimliğimizi oluşturmamızı ve dürüstçe, cesaretle olduğumuz kişi olarak varolmamızı engelliyor. Aslında bu şekilde tam değil, yarım yaşıyoruz ve hep bir iç huzursuzlukla.

Sonra içten içe farkında olmadan kendimize kızmaya başlıyoruz bu cesareti gösteremediğimiz için. Bu farkında olmadığımız kendimize olan kızgınlığın acısını başkalarından, özellikle de en sevdiklerimizden çıkarmaya başlıyoruz. Bazen bağırıp kırıcı sözler söyleyerek, bazen de pasif agresif bir şekilde ilgisiz farklı olaylardan acısını çıkartıyoruz. Sonunda yine bir şekilde huzursuzluk kaçınılmaz oluyor ve de kalıcı oluyor.

Halbuki bize zor gelsede cesaretimizi toplayıp isteğimizi, ihtiyacımızı, fikrimizi, duygumuzu ifade ettiğimizde (sağlıklı bir şekilde) herşeyden önce kendimize saygı göstermiş oluyoruz ve içimizden çıkmak isteyen de çıkmış oluyor, baskılanan birşey kalmıyor, rahatlıyoruz.

Ve de en önemlisi karşımızdaki kişinin aslında işini kolaylaştırmış oluyoruz (özellikle eşimizin ve çocuğumuzun) çünkü onlar bizi anlamaya çalışmak için kendilerini paralamak zorunda kalmıyorlar. Düşüncemizi, duygumuzu beğenirler veya beğenmezler ama bizdeki açıklık ve netlik, onların bizi daha iyi anlamasına, yeri geldiğinde daha toleranslı ve destekçi olmalarına yardımcı oluyor.

Mesela çocuklarım benimle birşeyler yapmak istiyorlarsa ve ben o anda yorgun, gergin veya stresli hissediyorsam, huzursuzluk olmasın diye duygumu içime atıp istediklerini yapmak yerine onlara “şu an biraz gergin ve stresli hissediyorum, bana 30 dakika ver, biraz dinleneyim, sakinleşeyim, saat 11’de buluşalım” dediğim zaman her ne kadar hoşlarına gitmese de, hatta bazen tepki gösterselerde, beni anlıyorlar ve ihtiyaçlarıma saygı göstermeyi öğreniyorlar. Çünkü eğer bunu yapmazsam, daha sonra onlarla ilgili başka bir konuda sinirlenip, gereğinden büyük bir tepki gösterip onları incitmem olası, ve de onlar bunu neden yaptığımı anlayamayacaklar, kendilerinde bir problem olduğunu düşünüp kendilerini suçlu hissedecekler. Keza eşimizle de olan ilişkimizde ifade etmediğimiz duygular, sonradan daha büyük problemlere yol açabiliyor.

Hani derler ya “Derdini söylemeyen derman bulamaz”. Ne kadar doğru. Bir de üstüne “Zor da olsa duygularını ifade etmeyen, huzur bulamaz” diyelim ve hayatımızda duygularımızı, düşüncelerimizi, ihtiyaçlarımızı daha fazla ifade etmek istediğimiz kimler ve hangi durumlar var, bunları bir düşünelim ve son nefesimizde bu pişmanlığı yaşamamak için fırsatımız varken şimdiden harekete geçelim.

Pişmanlık 4: Keşke arkadaşlarımla daha fazla zaman geçirseydim

Bronnie diyor ki “arkadaşlarımız ile olan olan ilişkimizin önemini” zamanında sağlığımız yerindeyken farketmiyoruz ve arkadaşlığımızın sağlam kalması için gereken zaman ve emeği vermiyoruz, taa ki ölüm döşeğinde bunun pişmanlığını hissedene kadar ama o zaman da çok geç kalınmış oluyor.

Hepimizin hayatı yoğun, hele hele annelerin ki. İnsanın çocuğu olunca, hele de birden fazla çocuğu var ise, hele bir de çalışıyorsa, sorumlulukları o kadar artıyor ki, gerçekten çocuk, eş, iş, aile bireyleri vs derken arkadaşlarımızla ne kadar görüşmek istesek de gerçekten kolay olmuyor bunu ayarlamak.

Ben de bu konudan oldukça sıkıntılıyım ve arkadaşlarımla görüşme sıklığım kesinlikle istediğim noktada değil ve çok ihtiyaç duyuyorum. Bu konuyla ilgili hayatımı çok daha verimli düzenlemenin bir yolunu bulmazsam, ben kesin bu pişmanlığı hissedeceğim bunu biliyorum. Bunu yapabilmemin yegane yolu da önceden organize edip sanki doktor randevusu gibi takvimime koymak, diğer türlü hep başka öncelikler arkadaşlarımın önüne geçiyor. Gerçekçi olmak gerekirse, iki haftada bir, bir arkadaşımla başbaşa bir program yapmak bile şu andan bulunduğum noktaya göre güzel bir ilerleme olur. Hep ilişkim sağlam kalır, beslenir, hem de bana çok iyi gelir. Arada spontan plansız ek birşeyler daha yapabiliyorsak o da bonus olur. Hiçbir şey olmasa telefonda daha sık konuşmak bile yine ilişkileri sıcak tutmaya yardımcı olacaktır.

Bilmiyorum siz bu konuda ne durumdasınız?

Pişmanlık 5: Keşke kendime mutlu olma iznini daha çok verseydim, kendimi daha mutlu etseydim

Bronnie diyor ki “konuştuğum insanların büyük bölümü mutlu olmanın bir seçim olduğu hayatlarının son noktasına kadar farketmiyorlar, onlara mutsuzluk getiren aynı davranışlar ve alışkanlıklarla ömürlerini tüketiyorlar, değişimden o kadar korkuyorlar ki, mutluymuşlar gibi davranmak onlara daha kolay geliyor ve başkalarının onlar hakkında ne düşündüğü ön planda oluyor, halbuki derinlerde daha çok gülmeyi ve gülümsemeyi istiyorlar”.

Kendimize mutlu olma iznini vermememizin daha birçok sebebi olabilir: Mutluluğu haketmediğimizi düşünebiliriz, mutlu olup sonra kötü birşey yaşarsak hayal kırıklığı hissetmekten korkuyor olabiliriz, veya kendimizi hayatta kurban gibi görüp şartları ve dış etkileri suçlamaya devam edebiliriz. Sebebi ne olursa olsun farketmediğimiz şey sonuçta harcadığımız kendi hayatımız ve kendi mutluluğumuz, ve mutluluk gerçekten bir seçim. Olaylar aynı olsa bile 2 farklı kişinin olay karşısındaki davranışları çok farklı olabiliyor, işte mutluluk ve mutsuzluk arasındaki ince çizgi de burada duruyor.

Bazen düşünüyorum, sanki mutluluk, mutsuzluktan daha çok korkutuyor gibi bizi. Aslında araştırmacı Brene Brown’un yaptığı çalışmalarda da bu oldukça net. Mesela diyor ki, gece o masum tatlı haliyle mis gibi kokusuyla mışıl mışıl uyuyan çocuğunuzu izlerken hissettiğiniz ilk duygu nedir? Mutluluk mu, korku mu? Çocuğumuz için korku “aman ya birşey olursa çocuğuma korkusu ve duaları”, halbuki niye bu güzel anın tadını çıkaramıyoruz ki, çünkü beyin öyle çalışmıyor, beynin korku merkezi amigdala sürekli iş başında ve biz onun aktivitesini kontrol altında tutmazsak hayatımızı mutluluk duygusu değil, korku duygusuyla geçiriyor oluyoruz, kendimize mutlu olma iznini vermiyoruz ve bizi mutlu edecek davranışlar ve seçimler yapmıyoruz, sonunda da mutlu olmadığımız için şikayet ediyoruz.

Yine derler ya “Ne ekersen, onu biçersin”, işte bence mutlu olmak da öyle birşey, hayatımıza mutluluk katacak davranışlar ekersek, yine mutluluk biçiyoruz, veya tam tersi. Elbette mutsuz olduğumuz anlar da olabiliyor ama geçici anlar oluyor bunlar, son nefesimizde geriye dönüp baktığımızda çoğunlukla mutlu anların gözümüzün önüne gelme ihtimali artıyor.

Hepimizin önünde bir yol var. Bu yolun bir başlangıcı ve sonu var. Bu yolu ne kadar keyifle veya mutsuzlukla yaşayacağımızda yine bizim seçimimiz. Bu yola dikenleri de çoğu zaman biz koyuyoruz, çiçekleri de istediğimizde biz ekiyoruz. Sizi bilmem ama ben az dikenli, bol çiçekli bir yol istiyorum, hergün yaptığım seçimlerde ve davranışlarımda buna özen göstermeye çalışıyorum.

Ahu Tükel

Güvercin Gerdanlığı Sevgiye ve Sevenlere Dair

İsterdim ki yüreğimi bir bıçakla yarıp açsınlar
ve seni oraya yerleştirsinler;
sonra da göğsümü kapatıp diksinler.
Böylece sen kesinlikle orada olasın;
diriliş gününe kadar, başka yerde değil, orada kalasın.
Ben yaşadıkça sen de yaşayasın!
Eğer ölürsem, kabrin derin karanlığında,
kalbimin içinde kalasın!

***

Sen melekler âleminde misin, yoksa insanlar âleminde mi?

***

Anlamı ancak anlamak isteyene açık, başkalarına değil…

***

Onun o kadar çok derdi var ki
kağıt, mürekkeb ve yazı onun için ağlamakta!

***

Onu kınıyor, ayıplıyor; normal… onu tanımıyor çünkü…

***

Ey ruhum! Sakın umutsuzluğa düşme!
Umulur ki, o güzel günler, güler yüzle yeniden gelecektir…

***

Dertli bir âşığın sevgilisini görüşü gibi,
bahçedeki güller gülerken gökteki bulutlar ağlıyor…

***

Düşüşü görmeyen kimse izzeti ne bilsin…

***

Karanlıklara güvenme, çünkü yakında şafak doğacak;
ışıkla da kendini aldatma, çünkü akşam olunca güneş batacak…

***

Ama sonra o güzel günler yeniden geldi;
umarım sen de böyle yeniden döner gelirsin…

***

Önceleri kendim umut edilendim,
şimdiyse umut eden ben oldum.
İşte kader böyle cilveli, gidişli dönüşlü…

***

Ne bir evde ne bir vatanda karar kıldı;
o nazenin bedeni yatağını hiç ısıtmadı…

***

Her ayrılıkta tüm umutlar yitirilmez.
İnsan ölmedikçe tümden ortadan kaybolmaz…

***

Ancak üzüntü ve keder içinde yaşar, mutsuz olur;
her gün yenilenen bir utanç ve rezillik içinde geçer günleri…

***

Ne tuhaf!
Artık yaşamayan birinin ölümüne ağlıyor da,
zulme uğrayarak öldürülen için hiç üzülmüyor…

***

Hakkımda ne düşünürsen düşün, ben sana âşığım…

***

Dikkat et! Delicesine seven âşığı kınama sakın!

***

Dünya sana parlak bir hayat sundu;
ne ki paraklığı çabuk solacak…

***

Fâni, geçici bir dünyada karar kılmayı nasıl ister insan?
Nasıl olur da bir anlık dünyayı düşünür?

***

İnsanın ne denli akıllı kanıtı yaptığı seçimdir…

İbn Hazım
Güvercin Gerdanlığı

Kaynak: Dadaverd

Kiraz çiçeği gibi kızarırım hemen

Ne zaman sake koyacak olsam
sevdiğim delikanlının kadehine,
kiraz çiçeği gibi kızarırım hemen
daha kadehi dudağına götürmeden.

?

De ki, yolculuğa çıktın

De ki, yolculuğa çıktın,
deniz kıyısında konakladın
ve sis bastırdı ansızın.
Bil ki, inleyip ah ederken
kopan nefestir ciğerimden.

?

Hiç konuşmasa da olur

Sevgilimin evinin
önünden geçerken,
hiç konuşmasa da olur.
Yeter ki lütfetsin,
gözlerini göstersin.

?

Bir daha hiç göremeyeceğim

Bir daha hiç göremeyeceğim
bir sevgilinin özlemiyle,
Tama Koyu kumsalına
yaydım giysilerimi,
umarsız, yapayalnız bir gece.

?

Korkarım çabucak ele verecek

Rüzgârla savrulan dalgalar,
çarpıp kıyılara, çamların
köklerini açığa çıkarırken,
korkarım, çabucak ele verecek
aşkımı hıçkırıklarım.

?

Eski Japon Ozanlarından Aşk ve Özlem Şiirleri

Sabahın ilk ışıkları
belli belirsiz titreşirken,
hiç ses çıkarmadan
mintanını giydiriyorum
yaslara bürünerek.

?

Siyah bir pars gibi düşlerime giriyorsun

Değil mi ki, geceleri
siyah bir pars gibi
düşlerime giriyorsun,
anlaşıldı, bu aşk beni
öldürsün istiyorsun.

?