“Gidersen ölürüm ben!”

Siyah tülün altında sıktım elini…
“Bugün neden büründün bu solgunluğa?”
İçirdim ona buruk kederimi,
Sarhoş ettim sızdırasıya.

Nasıl unuturum, yalpalayarak çıktı gitti.
Eğri bir acı konmuştu ağzına.
Korkuluklara değmeden merdiveni indim,
Ardından koştum avlu kapısına.

Soluk soluğa bağırdım: “Şaka,
Tüm bu olanlar. Gidersen beni öldürürsün.”
Güldü tüyler ürperten bir rahatlıkla
Ve dedi: “Rüzgârda durma üşürsün.”

Anna Ahmatova

Koyu tülün altında ellerimi büktüm
“Niçin bu kadar sarardın bugün?”
Çünkü acı bir hüzünle
Sarhoş ettim onu
Nasıl otururum?… Sendeleyerek çıktı,
Sarhoş ettim onu.
Dudakları acıyla çarpılmıştı…
Parmaklığa tutunmadan aşağı koştum,
Sokak kapısına kadar koştum ardından…
Tıkanarak, “şakaydı
Bu olanlar! Diye bağırdım.
“Gidersen ölürüm ben!”
Ürkütülen bir ilgisizlikle gülümsedi ve:
“Rüzgârda durma…” dedi bana.

Anna Ahmatova

Gökyüzü

Bir bulut İstanbul’un üstünde
Beyaz bulut sarı bulut siyah bulut
Sabahın 5’i
Saint-Antoine’de tıs yok
Biri ne yapmış bu adam diyor
Sonra gene kendi cevap veriyor
Hepimizin uyuduğu saatte
Gökyüzünü çalmış.
Biz ne yapıyoruz
Asıyoruz.

Ha ha
Ha ha

Ne diyor bu kalabalaık
Üç gündür dua ediyoruz
Gökyüzü yok.

Ruhum ipini kopardı
Gökyüzü düştü düşecek.

Ne tuhaf şey şu gökyüzü
Bir mendil gibi
Cebe sığacağını bilmezdik.

Bir kımıldama kalabalıkta
İpi kim çekecek?
Şey diyor biri
Ulan şey
Şey yok.

O gün hiç akşam olmuyor
Sabah hiç bitmiyor.

İlhan Berk

Yeşil Aşk

Oyuna kalkıp gelmiş çocukların hevesiyle
Bizi anlatacak klavuz kelimeler bulmalıyım
Ben yaştakileri kardeşlerimi anlatacak
Yorulmamış bahar azgını aşkımızı anlatacak
Aşkımız huysuz kelimelerle anlatılabilir.

Bir dal ısırganotu takacağım göğsüme
Neden anlatamadık bu aşkı biz
Ben şiirimle anlatamadım
Mayhoş ekşimeklerini çocukluğumun yeşil aşkını
Bu aşk yorgun terli kelimelerle anlatılabilir.

Anamı anışım yurdumu anışım bir aşk bende
Irmaklarda terleyen köpükler aşk olabilir mi
Artık anlatacaklarımdan tedirginim burada
Su başlarında yarpuzlar yolarken
Tıp tıp ediyor ürkek kalbim.

Aşk seni anlatmaya çıktım yola
Uykulara elveda şiire elveda

İlk niyetimsin
Bulutlarda yolculuk ederim
Terli kelimelerdir yüküm
Zakkumlar pembesi
Çiğdemler kahvesi
Ak ak sarılar içinde
Karlı dağ nergisiyim.

Hasan Varol

Bu Toprağın Sesi Toprağa Aktı

“Önce dişlerimiz döküldü / Sonra saçlarımız / Arkasından birer birer arkadaşlarımız”

Yaşamak A’ dan Z’ ye kadarmış, Ne var ki insan çoğu kez Z’ye varmadan göçer.

“Parça parça göçüyoruz yaşamdan / Güzün dökülen yapraklar gibi.”
Bir de bakıyorsun yaman esmiş rüzgâr / savrulmuş yapraklar…
Zaman testeresi bir kere değmeye görsün yaşam ağacına. Biçiverir ansızın.
“Bazen hesaptan kitaptan anlamaz Tanrı / Olur ya / Yanlış böler zamanı ömre”

Vedanın saati belli olmaz. “Her ölüm erken ölümdür”
“Gelme ölüm ürün verecek yaştayım / Yazılacak şiirlerim var benim” demek geçer içimizden. Ama “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım” demekten başka sözcük kalmadı dilimizde.

Sevgili Uysal, bu ölüm sana yakışmadı bee!.. Türkülerin yarıda kaldı. Ses evinden işitilmiyor artık ‘Bu Toprağın Sesi’

Boynu bükük, kasketi eğik Manavgat çayı gibi geçip gittin önümüzden. Gerçi “Ölürse tenler ölür / Canlar ölesi değil” demiş Yunus ama “Bütün bahçeler kilitli / Anahtar Tanrıda kaldı”

Kendi sılasına sığmadı mangal yürekli koca yörük. Çekip gitti ‘sarı keçili’ sevgili arkadaşım.
Çiçek olup toprağını süsler birgün. Sazı ve çanı kaldı bizimle. Sesi dalgalanır gökyüzünde.

On bir Kasım beni çok sevdiğim işimden, TRT’den etmişti, 24 Kasım ise beni dostum yayıncı arkadaşım Uysal’dan etti.

Bu dünyada her iki buçuk dakikada bir kişi ölüyormuş. Yani doğmak ve ölmek, yaşamın değişmez gerçeği ama yine de “Ölüm, adın kalleş olsun” diyesi geliyor insanın.
“Ne kadar yaşarsan yaşa / Sevdiğin kadardır ömrün. Neyi seviyorsan odur asıl yaşam.”
“Sevgilim bütün arkadaşlarım öldü / Zamandan başka şey kalmadı / Ve türkülerden başka”

Uysal, türkülerin abdalıydı. O, Mozart dinleyen koca yürekli bir yörüktü. Evinli sözler söyleyerek yaşadı. Zincire vurulmuş bir promete gibi sona erdi yaşamı. Bütün zamanlarını türkülere ayarlamıştı. Dumanı üstünde tüten türküler arasında yaşadı. Türkü deyince önünü ilikleyenlerdendi. Sırtında ses alma aygıtıyla dağı taşı dolaştı. Bu topraktan derlediği sesleri kaydetmek için ömür harcadı. Bu Toprağın Sesi olmak çabasındaydı. Bir bozlağın peşinde Kırşehir’e, Arguvan ağzı için Malatya’ya, bir tatyan için Erzuruma, bir hoyrat için Elazığ, Diyarbakır ve Urfa’ya, bir barak için Gaziantep’e, bir zeybek için Aydın ve Muğla’ya giderdi.

Ayağı demir çarıklı bir türkü dervişi olarak Toroslarda dolaştı, gurbet havaları kaydetti. Dinar’a Çölovası’na varıp Kerem havaları derledi.

Kıbrıs’ta sınır köylerinde gecelerken yastıklarımızın altına tabancalarımızı koyarak tetikte yatmıştık. Birlikte şenliklere katıldık. Korkuteli Kırkpınar’da Koca Bıçak’tan ( Murat), Dirmil’de Deli Kadir, İbecikli Emin Demirayak’tan ezgiler, türküler derleyip yayınladık. Kavalcıları ve sipsicileri tanıttık. Akçainiş ve Teke’den semahlar derledik. Yeltenli Süleyman Metin( Algın dede), Fethiyeli Ramazan Güngör’den taslarımızı doldurduk.

Ansan’da yapılan bütün etkinliklere katıldık. Okullarda söyleşiler yaptık. Akdeniz Üniversitesinde yazın ve yayın etkinlerine katıldık. Altın Portakal Şiir Günlerinde görevler aldık. Isparta, Burdur ve Elmalı’da, Ansan’ın düzenlediği etkinliklerde yer aldık. Birlikte Burdur Festivalini yönettik.

Ümit Kaftancıoğlu’nu anmak için bizi Ankara’ya çağırmışlardı, gittik. Sabah Kızılay’da yürürken Uysal’ın sazı sırtındaydı. Simit alacaktık. Yanaştık. Simitçi Uysala “Aşık sen nerenin aşığısın” diye sorduğunda ‘Bu adam, Dinar Aşığıdır’ diye yanıtlamıştım.

TRT’den ayrıldığında elinde önemli bir arşiv oluşmuştu. Antalya Radyosu’nun önemli belleğiydi. Uysal, bir sohbet eriydi. Güzel öyküler anlatırdı. Gezdiği yerlerden anılar aktarırdı. Güzel saz çalar ve türkü okurdu. Bir seferinde “Bu sazı kolay öğrenmedim. Çalışırken parmak uçlarım kanayana dek çalardım. Sonunda başardım. TRT’ye de müzik için girdim.

Çeşitli kuruluşlarda. Müzik dinletileri yaptı. Birçok müzik sınavlarında seçici kurul üyesi olarak görev yaptı. Fethi Naci ve Yaşar Kemal’e saz çaldı. Muazzez Bektaş’ın türkü gecelerinde sazına düzen verdi. Bir yıl boyunca Ansan’da ayda bir söyleşi yaptı. Ninesi Havva Ana’yla benim röportaj yapmamı istemişti O sesler duruyordur şimdi.
Cevat Uyanık anıtı için yaptığımız çalışmalarda Kırkgöz’de su başında çekilen resmimize Ceylanlar Suya İndi yakıştırması yapmışlardı. Veli Gemici ben ve Uysal üçlemesi resimlerimiz oldu. Kirkmerdiven’i uzun süre birlikte çıkardık.

“Alim ölünce, alem ölür” demişler. O, türkülerin alimiydi ve öldü. “Son konuk gelmeden kişinin görevini yerine getirmesi ve ölümü hakketmesi gerekir” diyordu Aziz Nesin. O, ölümü hak etmemişti. Yapacakları yarıda kaldı.

Dinar deyince, akla Nedret Gürcan ile Saffet Uysal gelir. İnsan ölünce geriye hiç’lik kalırmış. Bazı insanlar, bir hiç’tir. Bazıları da yaratıcı ve yapıcıdır. Yaşarken geriye hiçlik yerine birçok eser bırakır. Uysal, öyle kunduramdan sanki bir çivi düştü diyeceklerimizden asla değildi. Geride bıraktıklarıyla yaşayacak. Yaşasaydı yapabileceği çok şey vardı. Ömrü yetmedi. Kendi sılasına sığmadı Sarı keçili Koca Yörük.
Ölümün gücü bitirici, sevginin gücü üreticidir. Uysal üreticiydi. Kendisine başvuran çoğu kişiye de yararlı oldu.

1973 yılında Antalya Radyosu’na müzik prodüktörü olarak girdi. Daha sonra söz prodüktörlüğüne geçti. 31 yıl görev yaptı. Bu görevin birkaç yılını atandığı Çukurova Radyosu’nda sürdürdü. Bu süreçte yüzlerce programa imza attı. Uysal, gerçek anlamıyla bir yayın ustasıydı. Memuriyete öğretmenlikle başlayan Uysal, 24 Kasım 2008 Öğretmenler gününde aramızdan göçtü. Geride dört çocuk dört de eser bıraktı. Ayrıca sazı ve çanları asılı kaldı.
Hüseyin Demirhan, “Anadolu’nun ruhunu tanıyan bir adam” diyordu Uysal için.
O, çanları ve türküleriyle yaşadı. Gömütünün taşına bir çan ve bir saz kazımalı.

“Kime kaldı terekesi / Bilinmedi gizli sevdası / Okurla buluştu evinli sözleri / Sazına sindi acısı /
Toprağa aktı -Bu Toprağın Sesi-”

Nuri Erkal
.

Gözlerin

Aşk

ezik bir şey vardı gözlerinde, bana kendimi hatırlatan

…gözlerini yumunca sen
zühre mavisini sehere saçar
Şirvan’lı bir er rüyasında Halep’ e uçar
içtimada bir adım öne çıkardım
çünkü aşk beni seçer

…sen memelerine düşen ışık
parçalarından habersiz
uyurdun hafifçe içini çekip…
ben gözlerindeki ezik
ışıkta kalırdım…

anlardım iki meleğin vardı senin
biri sarı biri pembe
iki dövmen vardı
biri benim biri akşamüstünün
iki kalbin vardı
ikisi de uzaklarda benden
benimse iki küçük
sözcüğüm vardı
seviyorum seni

ve ben kayboldum…
sana karışan bir akşamüzeri
ezik gülüm, akşam tozlum, sende kayboldum
aşk mı bu dedi ihtiyar akasyalar
ne bileyim ben…ben sadece kayboldum
öptün beni gözlerinin imkansız köylerinde
peşinde çocuklar, kavalcılar, kumrular
dışarda ne kalmış -umrumda değil
gözlerinde kayboldum

Hakan Savlı

Sen Elimi Tutunca

sen elimi tutunca kalbi karışıyor içimdeki adamın
sen elimi tutunca iki küçük asker
cennette kapıları çalıp çalıp kaçıyorlar
sen elimi tutunca leylekler uyumuş
burunları nemlenmiş, maskeli süvariler damlarda
açmışlar rakıları, atları peynir kesiyor
sen elimi tutunca çinli bir şairin yamağı
dizeleri mutfakta bırakıp orman yoluna çıkıyor
kirazlar açmışlar çiçekleri, ilkyazmış
sonunda sen varmışsın yaralı ülkemizin
sen elimi tutunca sonunda
dediklerini anlıyorum denizin
sen elimi tutunca bana geldim de
sen olmasan ben kimsesizim

sen elimi tutunca aklı dolaşıyor içimdeki adamın
iki küçük asker cennette kurşunkalemle mektup yazıyor
sen elimi tutunca mahallenin kızlarına
görülmemiş mektuplar getiriyor postacı
postacının şapkasında kar var karın kalbinde gökyüzü
çinden biri gelmiş, turşucular şiire başlıyor
sen elimi tutunca sonunda
kadrosu tamamlandı meyhanemizin
mesut cemil bey, vaftizci yahya
elini öpüyor hanfendimizin
todori’nin köpeği filozof necla
diyor ki neyim eksik benim bir turşucudan

sen elimi tutunca aşiyan tepeleri boydan boya erguvan
sen elimi tutunca iki küçük asker
cennettten kesip kesip atıyor tepeme şiirleri
sen elimi tutunca ben hülyalı bir muaviniyim
hong-kong’da bir minibüsün
sen elimi tutunca bütün sureler aklıma geliyor
ezberlettiği lise müdürümüzün
sensiz sarsak sepelek bir tavuskuşuyum
bilgisizim, yorgunum, çaresizim

ben yalnız bir şairim sen elimi tutunca
sadece bir şairim sen elimi tutunca
yanımda çinli sadık bir yamak
erguvanlardan… erguvanlara…

HAKAN SAVLI

Görülmemiş Bir Çiçek Açma

Haykırmak istiyordu – daha fazla dayanamayacaktı.
Sesini duyabilecek kimse yoktu orada;
kimse duymak istemiyordu. Kendisi de korkuyordu
sesinden,
içinde boğuyordu sesini. Patlamak üzereydi susuşu.
Birden,
havaya uçtu gövdesinin parçaları. Özenle,
sessizce toplayacaktı bu parçaları,
hepsini bir bir yerlerine yerleştirecekti delikleri
kapamak için.
Ve rastgele bir gelincik, bir sarı zambak bulursa,
onları da toplayacak,
kendisinin bir parçasıymış gibi gövdesine
yapıştıracaktı –
böyleydi, delik deşik, görülmemiş bir şekilde çiçek açıyordu işte.

Yannis Ritsos
Çeviren: Cevat Çapan

Düşündüklerim

Gecenin en kırılgan yerinde
Özlem dağlardan iner
Acımasız bir eşkiya sevinciyle
Bir tutku olur eski zamanlardan
Bazen yalnızca bir korkudur
O varıp varıp bir türlü gidemediğimiz
Uzun süre bizim sandığımız yabancı

Bir kuş sesinde bir kır çiçeğinde
Bize neyi çağrıştırır kendiliğinden
Yaşanmamış gibi duran bir acı
Bir türlü tüketemez kaygıyı
Öfkeyi de yokedemez kendinde
Dönüp geldiğimiz yer bir anne sıcaklğı
Ne zaman bizim desek yarım kalır

Belki de sarsılmaz tek doğru
Masallardan bile kovulmuş sevdalardır

Afşar Timuçin

Bir Aşk Bir Yara

Ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım.
Yorar beni şu telaş, şu karmaşa.
Bir sığınak aranırken şu uğultuda,
bir aşk gelir, bir yara.
Bir yara…
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.

Kimse bilmez be canım,
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…

Ben seni hep ayrılıkla anmışım.
Titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını…
Hep adını yazmışım.
Bir aşk gelmiş bir yara.
Bir yara…
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…

Yılmaz Odabaşı

Sıragöller

Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin.
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıra gölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.

Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.

Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.

İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.

Ülkü Tamer