Zarf

Bu mektubu senin kalbine yolluyorum
El yazısıyla değil kül yazısıyla
Yazıyorum ilk defa güzel adını
Kardeşim benim külkardeşim
Ancak bir rüzgar postası taşır bu zarfı
Bu uzun havalarda, bu yanık havalarda
Hafiftin, zarfın üstündeki pul gibi uçucu
Şimdi öyle ağır ki külün
Temmuz yandı, şiir yandı, dil yandı
Külün daha uzun sürecek hayatından
Mektup yanar, zarf yanar, pul yanar bundan…

Haydar Ergülen

Şaşkın

Şaşkın! Nar taklidi yapıyor bir saksıda,
yıllarca adam taklidi yaptım ya ordan
tanış çıktı bana: Şimdilik en uzun boylusu,
en mahcup tazesi de bir açılmaya görsün…
N’olur açılmasa da onu da böyle sevsek,
insan da şaşkınlığından sevilmez mi arasıra?
Sevmek hayli ciddi bir iş olmalı ki, dalga,
geçmek gibi oluyor ya sonunda: Aşk nara benzer
dediğim kulağına gitmiş demek, o duymasa
yanındaki küpeçiçeği… Küstümçiçeğini geç,
nar ona uyarsa çabuk büyür büyümesine de
üzer küs bakışıyla bizi, ne aşkın tabiatı
kalır ortada ne hatıranın saflığı, kalmasın,
şakınlığımızdan sevsin de bizi balkona çıkan
kadın: İki şaşkın bir aşkta kızarır desin,
nar gibi desin, iyi, yüz kızartıcı bir suç
sayılsın şaşkınlığımız: Sen küçük nar çiçeği,
bense senden hayli eski, de ki bir adamotu,
kendi meşrebimizce bir de bahçe bulursak
sen nar gibi davran orda ben sana adam gibi

Beni de gizle ey nar bin aşığın biri gibi!

Haydar Ergülen

Şiirim

Tanıdık bir yüzü vardı…
Öyle içten, öyle sıcak, öyle benden ki!
Ilık güzel bir sesi vardı,
Huzurla yüklü…
Bildiğim cümleleri kuran
Sevdiğim şarkıları söyleyen.

Öyle bir hali vardı ki,
Aldığı nefesten hoşnut,
Yaşadığı günden razı…

‘Yaşıyorum’ diyordu ‘daha ne olsun’
Bende diyorum işte!
Yaşıyoruz ya, daha ne olsun?

Azize Su

Çam Kozalağı

Tohumların içinde saklı
Yumukça
Sıkılısın

Açılınca
Petek gibi
Kızarmıştır balın

Sal sal tohumları
Vakti gelince
Sal tohumları toprağa
Çoğal
Çoğalırsın

Kuruyunca dalından
İnmelisin
Sincapların
Sevmesi için seni

Önce yeşilsin
Büyürken çam yeşili
Biraz da çayıra benzersin
Sonra sonra kahverengi
Kozalak rengi
Gözlerimsin.

Hasan Varol/Çiçek Atlasım

Güneş Yıldız

Yol uzun, güzergah zorlu; ne demeliyim?
Zarif kardeşim benim,
Seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim.

Sana yıldız sana güneş mi demeliyim,
Günümde hayret gecemde hayret istedim
Yer yer senin gibiyim ben yer yer kendim.

İnsan olan yerlerim çok ağrıyor,
Olsun, yine de sen kapanma, şu sıra benim,
Yerine bırak ben incineyim.

Birhan Keskin

Mendilimde Kan Sesleri

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
— Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben —
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Edip CANSEVER

İbrahim

İbrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

Asaf Halet Çelebi

Siyah Martı

bir imge düşerse içine,
siyah bir martının peşine takılırsan,
düşlerinden kumral bir kız geçerse,
ve yanındayken bile,
uzaksan sevgiline,
ellerin yaşlanıyorsa senin dışında,
bir şairi tanıyorsan kendi evinde,
özgürsen…

sadece ölebilmek için bile,
yaşamış olması gerekir insanın.
bu yüzden ölen bebekler bile şanslıdır
ki onlar kısacık yaşamlarına
ne düşler sığdırırlar kimbilir
ağızlarında anne tadıyla.

ve şimdi oturmuş masa başında
bir bardak suda dalgalar yaratıyorum
parmaklarımla,
suya dokunmak sana dokunmaktır aslında.
kabullenmek seni, kabullenmek sevgili,
orada olduğunu ve beni sevmediğini bilerek,
beklemek, avuçlarına bir geminin demirleyişini.

varlığın yüzümde kolonya ferahlığı
yokluğunu tariflemişti ahmed arif
uzun yıllar önce,
ve nicedir o mısralar içimde
ve nicedir özlediğim görmediğim, özlediğim, gözlerini,
“yokluğun cehennemin öbür adıdır
üşüyorum kapama gözlerini”

üşüyorsam ve bebek ellerinin kokusu
içimdeyse hala
ve bir imge düştüğünde içime
aklımda siyah martının çığlıkları
ben takılıp gidiyorsam bu şehirden
düşlerimden kumral bir kız geçiyorsa
her gün yeniden özgürsem
ve bu değiştirmiyorsa hiçbir şeyi
söyle bana;
çocukluğum mu daha güzeldi
yoksa annem mi…

söyle bana;
her gün yeniden koşacaksam umuda
ve akşam yatağımı ıslatacaksam
gözyaşlarımla
söyle bana nedir geçmişi şimdiden ayıran
aklımdan çıkaramadığım
kumral gözlerin mi…

Özgür Ballı-Siyah Martı

Övgü

Gözlerin demeyelim,
Bende sürülen izlerin
Nadir bulunan her şey.
Vapurla seyahat eden
Bir kırlangıç örneğin,
Deniz aşırı gelmiş çiçek.

Git o insanlara kadın,
Güzelliğini vur görmemiş tanımlara.
Keşfettiysen sakladığım ne varsa
Hadi uykulardan konuşalım.

Demeyelim ama ne denir,
Gözlerin nadir bulunan her şey.
Tesadüfen ortaya çıkan
Geç kalınmış bir mektup,
Pencereler, tüller, endişen,
Belli belirsiz bir ben
Olmaz havada aşık olup.

Yorulup durduğum solukların,
Ağulu aklın,
Anmaya çekindiğim adınla
Dikine yürü
Vebalı topraklarımda.
Övülecek şey cesur kadınlığın
Ben böyle çekinirken.

Böyle ince çekinirken,
İstemem adının sorulduğunu
Gel o bensiz kıyılardan
Sen kadınların İstanbul’u.
Beni sevmez el lisanlarından
Bul bir çiçek getir bana
Uykularda uyuştuğumuz akşam
Tutup Türkçe’ye çevirelim.

Ozan Can Türkmen

Listana

-Nasıl anlatsam ekimin sonunu-

Basit çıkarlar sövüyor sözlerimden içeri.
Seni sevdiğim şehirlerde
Yok satıyor şiir.
Çürük sevinçli insanlarda; aşk,
Kapalı gişe.
Bilirsin parlayan hasetimi
Ah sevgili Listana,
Bilmediğim ne var
İnsanlarla aranda?

-Ekim çalışılmış bir ölüm, şairane bir çözüm-

Böyle en güzelsin işte
Tanrınla koyun koyuna.
Şu güneş senin görkemli tanrın
Yalanlandı asırlar önce,
Hala sabahçı saçlarında ve gececi gözlerinde
Mucizeler gösterdiği halde.

-Umudun saklı krallığı usta sahtekarlığı-

Aslında seni tanrıdan dilemek var da
Vişnelere çaput bağladım inancımı,
İçkilere ömür dağıttım.
Antik tanrıçalarla andım adını.
Sanırım yeryüzünde,
Uzlaşacak tanrı kalmadı.
Gerçi düşündüm de senin şu başyapıt gülüşünü
Bir şair daha anlatmıştı.
Zaten hep yazdı dergiler:
Tanrı kendini yineliyor!
Gençlere fırsat verilmeli.

-Kanıtsız bir bozgunun ipucu pazarlığı-

Ama o biraz beklesin,
Sen de bekle güneş de geçsin.
Akşamüstleri daha yakışıklıyım
Uğraş biraz göreceksin.
Sevecek bir şey bul bende,
Nezaketle savaşıp,
Kahramanca bakışalım.
Seninle bakışmak belki
Beni bir devrim önce öldürür.
Belki meşrutiyet gelir aşkımıza
Tahtına yancı çıkarım.
Her kadın dudağımda yara,
Her erkek karnımda yumruk,
Hükmederim bir süre.

-Ertelenen ve küsen, ertelenen ve ölen ekim-

Şimdi yaylı çalgılar üzerinden yürüyüp
Erkekler sevmek hevesindesin.
Çünkü zaman ve dahi şehir elimizde değil.
Bak yine yanıldın bütün bunları ben yazdım.
Çekinerek beni sorduğun sokakları,
Sevdiğin, nefret ettiğim o adamları,
Erken sabahlarda gökyüzünün yakınlığını ben yazdım.
İşte şair bu evi suluboya çalışmış.
Önünde çocuklar oynar ancak
Sevgililer öpüşür,
Hani taş çatlasa bir şair ölür içinde
Cesur çabasıyla bir yaraya dönüşürken sevginde.
Ölümlü uykuna bakıp
Ne güzel yazmışım diyorum.
Bu sefalet bu yokluk
Cinayetler orda burada…
Bak bu sokak ölüme çıkıyor.
Kalabalığın köründe uyanmazsa kurtuluş.
Us vuruşarak çekiliyor,
Tarafsız sesini ekliyor çağrıma.
Ama gör işte Listana ben insanım ölüveririm,
Sevmeyi ağırdan alma.

-Elimden gelenin aciz masumiyeti-

Sahte bir tanrıdan
Tek isimde yaşayan üç kadına
Kan örgülü bir şehir gibi
Uydurdum bu şiiri sana.
İster misin adı İstanbul olsun?

-Ben ekimin yasına gidiyorum

Çıkarken şiiri kapatırsın-

Ozan Can Türkmen