açık açık çağırır aşkını

1

Çabuk akan tez giden
ilk geyik avında ölenler
çarpıntı başlarıdır insanlığın

Uzakta.Ta burada
Ünlü bir can sıkıntısını
Ufalar bir zümrüt sakal

Yeldeğirmeni
ve uçuşan leylekler
beyaz saçlı atın
kar yıllığını rüzgar hallerini
kahraman atın
madalya anına bitişik
dört nala koşan sesi
oradan uzaktan ta buradan

siyah
çatık kaşlı gelincik tohumlarına
benzer sezişliriyle
gelişir yapılı kaygılar

2 bir ayıp giyotin
çün ağaç sağa dönmez
soldan kuşatılır
çün ağaç şaşırır
ağaç ölür
Ama sapına kadar
Bilhassa büyük
Erkek
Tam erkek bir el
Yani kolun ucuna kadar gelmiş de
Yumruk bile olmuş

ve bilhassa bu büyük bir el
beynelmilel bir sabah seli
katlayıp büküp yapma çelikleri
gündelik insanı kaldırıp
bir de tanrıya şarkısını söylerse

Belirli bir yapısı
belli bir geçmişi olan
nereye değdiğini bilen
düğün yapısı fırçasıyla
toprak ve topraktan sonrasını
aynı çığlığı atan
ve karalar içinde

3 haydi

şu kaçar su durur mu
gök içimizden bir zenci çağırır
zenci zenci
bir büyük geniş başlı
şikayet mi ne olur

açık açık çağırır aşkını
burda mı daha mı uzakta
bütün bir geceye
dayar alnını

öyle ki alın
mübarek bir şeydir

Cahit Zarifoğlu

Mırıldandığım Şeylersin

Senin Harflerin İçin

1.
Mırıldandığın her şeysin, sesinden öpüyorum
sessizliğine de eğiliyorum fakat neredesin
kapanınca harflerinin kapısı: Adın
şiirim!
Heceler gibi öpüyorum işte iki hecesin
adından başlıyorum öpmeye kırlara çıkmış
harflerinin arasından öpüyorum: Ağzın
cennetim!
Dilin hâlâ çocukluğun suyuyla terli
ve haylaz suyundan öpsem küskün
bir çeşmenin harflerin susuz. Dilin
cehennemim

2.
Mırıldan dur bana, senin üstüne harf
getirmem daha, ağız ağıza duruyor
harflerin: Sevmenin birinci hâli gibi
telaşlı duruyor da ben utanıyorum
üçü bakarken birini öpmeye senin!

3.
Harflerin aralanmış
sesliler sevişiyor
sessizlere bu cümlede
sıra gelmeyecek gibi

Harflerin yatışınca
belki duyarsın içinde
sessizlerin uykusuz
kaldığı o cümleyi

Aşkı seslendirirken
unuttuğun mırıltı
bizi sessizliğimizden
doğru bağışlar belki

4.
Bir ses sesini öpse
harflerin uykusuz kalır

5.
Dün sabah önünden geçtim
kağıt gibiydi harflerinin yüzü
araları açılmış olmalı
bütün gece sevişmekten

6.
Mırıldandığımız şeyler
kalmayınca aramızda
ağızda söz, gövdede ter,
bir aşk bunlarla biter

7.
Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm

Haydar Ergülen

Çocukların Ağıdı

Kardeşler, dinlerken lanetlerini umursamadan
Yaşam kavgasında tükenip giden insanların,
Acaba duyuyor musunuz onların ardından
Sessiz gözyaşlarını ve acısını çocukların?

‘Mutlu yaşar her canlı
Pırıltılı yıllarını çocukluğun,
Alır çılgınca yaşanan çocukluktan
Alır oyunların, sevinçlerin haracını.
Ama kısmet değil bize kırlarda,
Altın rengi ovalarda koşup oynamak:
Çeviriyoruz, çeviriyoruz, çeviriyoruz fabrikalarda
Çarkları sabahtan akşama dek!

Döküm çark dönüyor,
Çark uğunuyor, ve bir rüzgâr kopuyor hızından,
Baş alevler içinde, baş dönüyor,
Ve yürek çarpıyor, çevredeki her şey dönüyor:
Gözlük camlarının üzerinden bizi gözetleyen
Kırmızı burnu acımasız ihtiyar kadının,
Duvarlarda gezinen sinekler,
Duvarlar, pencereler, kapılar, tavanlar,
Giderek daha hızlı dönüyor! Başlıyoruz çıldırasıya,
Avazımız çıktığınca bağırmaya:
– Ey korkunç dönüş, biraz dur!
Fırsat ver zayıf belleğimizi toparlamaya!
Ağlamak da yararsız, dua etmek de
Çark durmuyor, çark acımıyor:
Lanet şey dönüyor- gebersen de,
Gebersen de vınlıyor, vınlıyor, vınlıyor!

Bu kölelik içinde, bitkin,
Sevinmek, hoplayıp zıplamak nerde!
Şimdi deseler ki hadi kırlara çıkın,
Çıkar uyurduk serilip çimenlere.
Ama dönmemiz gerek hemen eve,
Ne diye gidiyoruz ki sanki oraya?..
Tatlı geliyor evde avunmak bize:
Oysa keder ve yoksulluktur karşılayan bizi eşikte!
Orda, yorgun başı yaslayıp
Solgun annenin göğsüne,
Dağlıyoruz yüreğini zavallının
Sarsıla sarsıla ağlayarak hem ona, hem kendine..

Nikolay Alekseyeviç Nekrasov

Yalnızlığın Hüznü

Camın arkasında kar yağıyor
Camın arkasında kar yağıyor
Bir el, yüreğimin sessizliğine
Hüzün tohumları ekiyor.
Sonumu böyle gördükten sonra
Saçların ağardı ey kar,
Ama yüreğime yağdın ne yazık
Mezarıma değil.
Bir fidan gibi titriyor gövdem
Yalnızlığın soğuğundan.
Süzülüyor kalbimin karanlığına
Yalnızlığın korkunçluğu

Artık içimi ısıtmıyorsun Aşk
Ey donmuş güneş
Gönlüm ümitsizlik çölü
Yorgunum, aşktan yorgun.

Ey aldatıcı şeytan, şiir
Senin de sevinçli goncan kurudu,
Sonunda;
Ruhum, bu kederli uykudan uyandı.
Ondan sonra neye baktıysam
Baş döndürücü
Şarabı görüm,
Ne yazık aradığım bir rüyanın hayaliydi.

Tanrım, cehennemi,n kapılarını benim için aç
Ne zaman kadar gizleyeceğim yüreğimde
Cehennem sıcağı arzumu.

Batıda batan güneşi çok gördüm,
Ne yazık güneyde soldu
Benim batamayan güneşim.

Ondan sonra ne arıyordum,
Ondan sonra neyi gözetliyorum?
Soğuk bir damla gözyaşı
Sıcak bir mezar gerek benim için uyumaya.

Camın arkasında kar yağıyor,
Camın arkasında kar yağıyor,
Bir el, yüreğimin sessizliğine
Hüzün tohumları ekiyor.

Furuğ Ferruhzad

“Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”

“Seni sevdiğimi anlayacaksın, sevmediğim zaman..”

“Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur.” Rougemont

Aragon’un “mutlu aşk yoktur” sözüne kültür tarihçisi Rougemont tarafından verilen yanıttır.. hep yazılmış olan mutsuz sonla biten aşkların tarihidir. Mutlu aşklar nerede ?

Ama, nedense beni mutlu aşklar hiç ilgilendirmiyor.. yine düştük mutsuzluğun, acıların, cefanın, kırgınlıkların, incinmenin, intiharların, ölümün, aylaklığın peşine..

Birkaç yıl önce imkansız, mutsuz, tutkulu ya da en masum haliyle aşkları ve hikayelerini anlatan bir yazı okumuştum bir edebiyat sayfasında.. bazen bu tip yazıları kitaplarım, filmlerim gibi özenle saklarım.. notlar alırım.. işte birkaç gün önce o eski defterleri karıştırınca rastladığım notlardan, benim de en sevdiğim yazarlardan, şairlerden ve en sevdiğim aşk hikayelerinden bir yolculuk yapmak istedim.. aşka, aşıklara, acılarına ve bu acılara rağmen alınan o eşsiz hazza.. bir daha eskisi gibi olunamayan o çileli yolculuğa :

“aylak adam – yusuf atılgan ; “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” , “Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Aylak Adam, aşkın -ya da aşksızlığın- hikâyesidir.

romain gary ile jean seberg; en sevdiğim jean… Roman Gary’nin “ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz…” cümlesi yürekleri dağlıyor. Yine romain Gary’nin “Bir kadını tüm gözleriyle, tüm sabahlarıyla, tüm ormanlar, tarlalar, pınarlar ve kuşlarla sevdiğinizde, onu henüz yeteri kadar sevmediğinizi ve dünyanın, yapmanız için geriye kalan her şeyin bir başlangıcı olduğunu bilirsiniz.” deyişi ve aşkı tarif edişindeki bu cömertliği, her şeyinden vazgeçebileceği, her şeyini verebileceğini, insanın kerelerce hissetmemesi mümkün mü?

sabahattin ali’nin kürk mantolu madonna ; Raif Efendi’nin bir Alman kadına duyduğu aşk vardır.”Çocukluğumdan beri belki ilk defa olarak; hayatımın sebepsizliğini ve boşluğunu düşünerek içim ezilmeden, “Bugün de geçti işte.. Ve bütün günlerim hep böyle geçecek, sonra ne olacak sanki!” demeden uykuya daldım.”.. “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar, hep kaybedişlerden geriye kalanlardır. “

malina – ingeborg bachmann ; “ Malina, kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının en yakıcısıdır. “Parola, Ivan.” der Malina, “Ve hep, hep Ivan.” Böyle bir aşkın var olduğu dünya, kötü bir dünya olamaz, dersiniz. Ama kötüdür dünya (“Biz, birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken, kentteki kıyım sürüp gidiyor;”). Malina’da altı çizilecek o kadar cümle var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın yazarı, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını vermiştir zira, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.”

swann’ın aşkı – marcel proust ; Filmini de izlediğim bir şahane..“Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır.” “Mutlu olan kişi âşık değil demektir,” Sosyete çevrelerine girip çıkarak kendini var etmeye çalışan Swann’ın güzel Odette’e duyduğu basit ama sıra dışı aşk . aşka en sağlıklı yaklaşan roman kişisi , Madam Leroi’dandır: “Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”

mem û zin – ehmede xani ; Ehmede Xani’den eşsiz bir imkânsız aşk masalı… Mem’in Dicle nehrine unutulmaz seslenişiyle: “Benim gönlümün içinden de geç bir kez / Gözlerimin pınarına bak bir kez.”

ilk aşk – turgenyev “Artık sıradan bir delikanlı sayılmazdım; çünkü âşıktım.” İşte bu değişimdi.. devrimdi bana göre.. değiştirmeyen şeye aşk denir mi hiç ?

anna karenina – lev tolstoy ; film olarak bile beni çok yaralayan bir hikaye.. son zamanlarda hep aklımdaydı.. hele kirpinin zerafeti-yaşamaya değer filmini izledikten sonra.. Özgürlük, tekdüzeliği kırmak, ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik olmadığı kesindir. Anna, aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden gitmek, ancak bedeli ölüm olunca, kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.

elsa’ya şiirler – louis aragon ; “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orda bütün ümitsizleri bekleyen ölüm / Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”.

alemdağ’da var bir yılan – sait faik ; “Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?” diye sorar bir öyküsünde. Alemdağ’da Var Bir Yılan öyküsünde, şu cümle unutulmayanlardandır: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” ..

günlerin köpüğü – boris vian; Tutkulu bir caz dinleyicisi olan Colin, bir gün Chloé le tanışınca ona şöyle der: “Sizi Duke Ellington mı düzenledi?” .. bu nasılda güzel bir betimleme, nasıl da naif bir aşk.

venedik’te ölüm – thomas mann ; Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk, sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm…

ahmet hamdi tanpınar’ın huzur’ u ise hem bir İstanbul güzellemesi, hem de mümtaz’la nuran’ın tutkulu aşkını anlatıyor.. sadece huzur desem ve defalarca okunsun desem yetmez mi ?

franz kafka’nın sevgili milena’ya mektuplar’ında kalan aşk… “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” ..

johann wolfgang von goethe ‘nin genç werther’in acıları ; Tutkulu ve platonik aşkın masumiyetini en iyi anlatan bir baş yapıt. “ Parmağı dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü olarak kalacak… “Ah, siz aklı başında olanlar ! diye gülümseyerek seslendim. Tutku! Sarhoşluk! Çılgınlık! Öylesine rahat, öylesine katılımsız duruyorsunuz, siz ahlâk insanları! içeni azarlıyor, saçmalayandan nefret ediyorsunuz, papaz gibi geçip gidiyor ve sizi onlardan biri gibi yapmadı diye, kaba sofular gibi Tanrı’ya şükrediyorsunuz. Ben bir defadan fazla sarhoş oldum, tutkularım çılgınlıktan hiç de uzak değildi, ikisinden de pişmanlık duymuyorum: zira, büyük bir şey, olanaksız görünen bir şey yapan bütün sıradışı insanların oldum olası sarhoş ve deli olarak çağrıldıklarını kendi ölçülerim içinde kavramak zorunda kaldım. “Utanın, ey ayıklar! Utanın, ey bilgiçler!”

beyaz geceler – fyodor dostoyevski ; “Bir anlık mutluluk! Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!” deyişi ..

mevlâna celâleddin rûmî -dîvân-ı kebîr ; Rumi “Ben ol da bil aşkı” demişti . “Âşık dediğin de benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”

piraye için yazılmış saat 21-22 şiirleri – nâzım hikmet ;

“Seni düşünmek güzel şey / ümitli şey / dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey / Fakat artık ümit yetmiyor bana, / ben artık şarkı dinlemek değil / şarkı söylemek istiyorum”.

sevda sözleri – cemal süreya; “Aşktın sen gidişinden bildim seni” … “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın”.

kolera günlerinde aşk – gabriel garcia marquez; 50 yıl süren bir tutku, aşk mıdır yoksa aşka çok benzeyen bir bağlılık mı? Büyülü gerçekçiliğin ustası Marquez, yarım yüzyıl süren bir aşkı anlatıyor. Sonunda ne mi öğreniyoruz? Sadece aşksız değil, aşka rağmen de mutlu olunabileceğini… ve film olarakta izlenesi..

yirmi aşk şiiri ve bir umutsuz şarkı – pablo neruda ; 20 unutulmaz aşk şiiri… “Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü. / Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen. / Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile. / Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.” Neruda’nın aşk sarkacı da inip çıkar, “sonsuz unutuş kırar” insanı. Son söz ümitsizce söylenir: “Ve ellerimde yalnız gölgenin ürperişi. / Âh, uzağa her şeyden. Âh, uzağa her şeyden. / Ey kimsesiz, yollara düşme saati şimdi!”

sylvia plath –ted hughes ; fırtınalı bir evlilik belki de iyice delirmesine sebep olan.. öfkeli bir şair.. Ancak aradığı dinginliği bir türlü kocasından bulamaz. Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini ev işleri ve mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir. ‘ Ben birinin karısıyım’.. ‘‘Pek yakında, evet pek yakında/Mezar inimin yediği etim/Gene üstümde olacak eve gittiğimde’ .. ‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür’. Ve trajik bir ölüm..

simon de beauvoir & jean paul sartre ; O zamanların efsanevi çiftiymiş de Beauoir ve Sartre. Varoluşçuluk felsefesinin lideri, iki asi insan, Onlarca kitabına, edebiyat ödülüne, kadın hareketindeki öncü rolüne, Cezayir bağımsızlık hareketi için verdiği entellektüel çabalar sayesinde kazanılan başarılara bakmış ve demiş ki: “hayatımdaki en büyük başarım sartre ile olan ilişkimdir.”.. .”aşklarının güzelliği, ikisine de sürekli düşünme ve sorgulama, durmaksızın kendini gerçekleştirme için adım atma fırsatı tanımış olmasıdır. ikisi de birbirinin felsefesine katkıda bulunmuş geliştirmişdir. en güzeli, kadın ve erkek için tanımlanmış rollere teslim olmadan aşka sonsuz teslim olmuş olmalarıdır…

camile claudel ve rodin; Camille, dönemin ünlü heykeltraşlarından Rodin ile büyük bir aşk yaşar. Rodin de onu sever, ama zor bir adamdır. Bu nedenle ikisi de bu yasak aşkta büyük acılar çekerler…. Camille Claudel’in hayat verdiği heykelleri, son olarak, 1905 yılında Paris’te Eugene Blot galerisinde sergilenir. . Sadece 15 heykel… Gerisini yok etmiştir kendi elleriyle. Kardeşi Paul ve dostu Eugene Blot, ölmeden son bir kez sevindirmek istemişlerdir Camille’yi. Sergi bitişinde Eugene Blot’un “mutlu musunuz?” sorusuna “artık çok geç Mösyö Blot” diyerek cevap verir Camille. Artık geçtir her şey için. Yıpranmış bedeni ve düşünceleriyle başa çıkamaz Camille. 49 yaşında annesinin isteği ve Rodin’in desteğiyle 30 yıl kalacağı akıl hastanesine kapatılır. Her şeyden, herkesten uzak, yalnızlığa mahkum edilmiş 30 yıl… “Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…” diye bağıran bu sese hiçbir yerden yanıt gelmez. Trajik bir yaşam ve acı bir son…

hüsn-ü aşk – şeyh galib ; Güzellik olmadan aşk olmaz der. Şeyh Galib, Aşk’ın Hüsn’e (güzellik) yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor. Bu serüvende Aşk, belâları kabul eder, yolu gam harabelerinden geçer, perişan hallere düşer ve sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân” (sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır, susulur. Her aşk yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere daha anlarız…”

Ve anlar SUSARIZ…

Sevgimle…

Taflan

Kim istemez mutlu olmayı..
Ama, mutsuzluğa da var mısın ?

Cemal Süreya

Lali Berte’ye Mektuplar

Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızları saydım, gözlerin şehlâydı.

Sesin hüzünle ve ayışığıyla yıkanan bir ırmaktı ve yüzün sokaklarının kasımpatı kasımpatı koktuğu yıkık bir kasaba.

Ağzın kırmızı ve öpük bir telaş içindeydi ürkekti saçlarınsa omuzlarından kalçalarına dökülen bir şelâle.

Seninle kendi bedenimde kaç kez çığlık çığlığa seviştim de, bedenin keşfedilmez bir coğrafyaydı.

Ödünç iki damla gözyaşı vermiştin bana
Uzun bir yağmur, bir akasya masalı, Marks’ın mezarından koparılmış bir katre karanfil mor bir hırka soğuk kış geceleri için hüzünlü akşamlar için gri bir şarkı geceleri gökte bir ay denizde bir sandal Ben bu yarayla –yüreğim!- sana nasıl yetişebilirdim

Yetişsem ne verebilirdim sana bu çılgın çıngırak yazılar bir çakıltaşı ve söğüt dalından yapılmış bir kolbağından başka

Kaldım

Sana

Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızları sayıyorum gözlerin hâlâ şehlâ

Sesin hüzünle ve ayışığıyla yıkanan bir ırmak ve yüzün sokaklarının kasımpatı kasımpatı koktuğu yıkık bir kasaba.

Ağzın hâlâ kırmızı ve öpük bir telaş içinde ve ürkek saçlarınsa omuzlarından kalçalarına dökülen bir şelâle.

Seninle kendi bedenimde çığlık çığlığa sevişiyorum da günlerce gecelerce bedenin hâlâ keşfedilmez bir coğrafya

Sana

Ödünç iki damla gözyaşı verdiğin için bana uzun bir yağmur bir akasya masalı Marks’ın mezarından koparılmış iki katre karanfil mor bir hırka soğuk kış geceleri için hüzünlü akşamlar için gri bir şarkı

Sana

Ben sana ulaştıkça sen ulaşılmazlaştığın için

Ve aynı ölçüde ulaşılabilir olduğun için sana

Hiç olmadığın için de sana

-Olsaydın seni bu denli çılgınca arayamazdım-

Aslında hep varolduğun için de

Ve

Ayrıntıları düşleyicilerine bırakılmış ama düşleyicileri de belirsiz bir düşün düşizleyicisi olduğun için de

sana…

omuzlarından kalçalarına dökülen saçlarına;
omuzlarına ve kalçalarına; ağzına ve gözlerinin iki iri karaüzüm tanesine benzeyen uçlarına; giderek, boyluboyunca, çıplak bedeninin her milimetre karesine ayrı ayrı duyduğum özlemi sakladım bu sayfaya.

biliyor musun, son günlerde sık sık kendimle karşılaşıyorum.. örneğin, ben avluya çıkarken o içeri giriyor.. selamlaşıyoruz kapıdan.. gülümsüyorum.. omuzum omuzuna dokunuyor bilinçle, güven duygusuyla.. tam bardağı ağzına kadar suyla doldurmuş içecekken, suda yüzüm.. arkamda durmuş gülümsüyor.. başka şeylerde oluyor.. sözgelimi, aradığım bir sözcüğü o söylüyor bana.. uslu olsun, diyor, dikbaşlıyı bu karşılar.. okuduğum kitapların arasına sayfayı kırmayayım diye küçük kartonlar koyuyor ya da gazetede okuduğum bir yazıyı kesmek için jilet aranırken, o benden önce kesip yastığımın üzerine bırakıyor.. gece.. birden uyanıyorum.. uyanmama bir neden bulmak için dışarı çıkıyorum.. kapıdan daha başımı uzatır uzatmaz, o başını kaldırıyor okuduğu kitaplardan, notlardan.. iyi, diyorum, benim yerime de çalışıyor..

keşke bunun için de bir gökkuşağı verebilseydim sana..

-söylemeyi unuttum :

olası bütün yorumların dışında,

uğrunda ölünecek aşk yoktur..

uğrunda,

bin yıl yaşanacak aşk vardır..

Mecit Ünal

Nilgün’ün Göztaşı

Ahşap bir kutu.
Açtım.
Öylece duruyordun ve… bakıyordun bana.
Göğermiştin.
Göz mıknatısıydın.

Ne tuhaf, içimde inanılmaz
bir istek uyandırdın.

Nilgün, “Sakın ağzına sürme!” diye uyardığında,
ben çoktan dilimi değdirmiştim sana.

Acıydın.
Acı.

Şimdi yüreğimde bir taş.

Seyhan Erözçelik

Sizi Sevmekte Ölüyorum

burada daha ne kadar öleceğim?

yeryüzüyle gökyüzün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?

ben size alışamam.. tehdit : koltuğunuzun bedeninizle dolmaması.. tehdit: bir merdivenin uygunsuz konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzün yokoluşu.. ‘ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada..’ öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün bu kadar yayılması günlere hiç karşılıksız…

ağlıyorduk.. ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken.. siz bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle düşünüyordunuz.. nasıl biliyorduk, nasıl? her ışıltı anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak kuraklıktan kurtulduğunu; bu gözyaşlarının susulmuş her çığlık, beklenmiş her sevinç için, onun için bu kadar akıcı, saran ve parlak…

WET : SORROW-

delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor.. bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla..

onu sürükleyeceğim.. sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve gecelere maledilmeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin dünyasında belirsiz ‘Ben’in..

yaslı yüreğimin utangaç itirafı: ‘SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM’..

Nilgün Marmara

Mart, 1982..

Yabancıların en yakınıydın sen!

yaşadığımın farkında olmadığım gibi dökülüyor yaşlar gözümden.. ben böyle hep amansız ve zamansız ağlıyorum ya bu acı mağaramdan geliyor. ağlıyorum gene farkında olmadan bir yıldıza çarpmış da yere düşmüş parçacıklar gibi dağılıyorum. bu kadar mı çok sevdalandın ay’a da bu tutulma gündönümleri bitmiyor.

bak gördün mü gene koca yürekli adam, yüreğinin ertesinde kaldım.. bitip bitip yeniden yaşama başlama sevdan bulaştı tırnaklarımın arasına. oysa her saat başı tırnaklarımın arasına saplanan yaşamı kökünden kesip duruyordum.. iç sızın iç mağaramı böyle ayyuka çıkardı.

ve ben sana artık ‘iç sızım’ adını verdim. çünkü ben ne zaman ki gökten yeryüzüne savurduğun parçacıkların üzerinde yürüsem, topuklarıma batıp yüreğimi acıtıyordu. yüreğimi acıttıkça mağaram acıyor ve iç sızım oluyordun. bitap düştüm yaşamın kucağında bu kadar yaşama ve ölüme sevdalıyken. yorgunluktan beni bile taşımaz oldu şiirler. niye bu kadar mutsuzum, niye bu kadar acıya batmışım da çıkamıyorum bu mağaradan..

bana hayyam’ın kızılcık şarabını yolla içeceğim bugün sensizliğe ve sessizliğin sesine. sonra bir soluksuz bir harfe üfleyeceğim ruhumu, hayyam ses olsun diye şarabıyla bana.

sen orda için sızlayarak şiirle oku bana hayyam’dan ben burada içimi oymakla iş olayım kendime. kendim dediğime de bakmayın ki, kendim kim onu da bilmem ben. kendi dışında herkesin yanında olan, kendi dışında herkesin acısına soyunan, kendi dışında herkesin sesine bürünen bir ‘şey’im. herkesine benzerken kendine benzemeyen ben, kendi sesi yok, kendi acısı yok.. söyleyin kendimi şiirlerle yakmayayım da ne yapayım ben..

sonra sen benim iç sızım bana nilgün’ün kuşlarını yolla. hani o ölüme uçarak atlayan kadının kuşlarını yolla. ne demişti nilgün: kuşlara iyi bakın.. kuşlarım yaralı oysa nil. sesi martı çığlığı kokan güvercinleri durmadan vuruyorlar nil. ve sabahlar artık daha da yorgun karşılıyor bizi. herkes herkese çok yabancıyken ben,sen ya da o niye bu kadar herkese benziyoruz ki.. diyordun ki nil; ey iki adımlık yer küre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben. bütün arka bahçeler hep mi yabancıydı bize nil.

ah nil kirpiklerimle yakarak sana nil dolu mektuplar yazıyorum her gece belki arka bahçelerin birinde bulur da birlikte okuruz diye. nerde başlayıp niye buraya geldiğimi bilmiyorum. bildiğim yaşama sevdalıyken ölümü tırnaklarının arasında saklamaya çalışırken yalpalayan çocukları çok özlediğim.. şimdi senin şiirinle iç sızıma mavi bir selam verelim nil.

Mavinin Çığlığı

Yabancı

en yakın yabancı sendin, daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza, yaslanırken boşlukta duran bir merdiveni henüz. güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız, ilk yaz derken -kışı gözden kaçıran yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız en güçsüz kollarla-

çözüldü aşkın zarif ilmeği bulandı aynalar duruluğu. çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu..

yabancıların en yakınıydın sen!

Nilgün Marmara

eğer bir gün susarsam

Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; her şey söylenmiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.

Kendimi öldürmeyi hiç düşünmedim ama, sessizce yok olup gitmeyi hayal ettim defalarca. İşte öyle anlarda sözcüklerim gözyaşlarım oldular. Ertelenmiş umutların arasında ne kadar dayanabiliyorsa insan ben de o kadar dayandım. Varoluşu düşünüp dururken anladım ki, düşünerek değil, acı çekerek varolabiliyor insan..

Samuel Beckett