Irmağın Kıyısında Hasbihal

“bu yaşta hâlâ aşk peşinde misin,
diyen dostuma”

—Bilirsin
Şiirin de, aşk gibi bir yanı yalandır
Zaaftır,
Kurtul, çek kendini
Hâlden hâle girip durma,
Irmağın susuzluğunda
Sükût-u hayal gibisin.
— O kapıyı yüzüme çarpalı çok oldu, zaman
Ama bu aşk, müstesna bir macera
Galip Dede’den kalma bu sır
Bu çit sarmaşığı
Bu kalp ağrısı
Bağdat kapılarından çevrilen bu dert
Sîna’da Sultanı kul eyleyen
Bu kül rengi buğu
Benim de gözlerimden geçti
Ansızın

Sonra Endülüs’e çevirdim kalbimi
Dinle çocuk, dedi, İhtiyar
Henüz anlamıyorsun,
Aklın, cesedinde hapsetmiş seni
Hepsinden soyun, her şeyini hiçbir şeyle değiş
Geriye ne kalmışsa Aşk odur…

Topladım her şeyimi
Ne çok benim olmayanım varmış
Bir ırmağın kıyısında
Usul usul suya gömdüm.
Soyundum tüm gizlerimi

— Sus
Ellerin kirlenmesin yine
Bir cevabın olsa da
Sus, susacak bir şeyin kaldıysa

— Ey
Zamanın ardına saklanan kusur
Sen aç gözlerle seyrederken ırmağı
Ve aksinde kendinden başka bir şey göremezken
Suyun kalbinde saklı olan
Ateş ve dumanı
Nereden bileceksin

Benim yağmurum içime yağar
Zaman eskitemez adımlarımı
Kuruyan nehrin dudaklarına
gül sürerim

Sen uslanmaktan korkan, ey
Karın, buzdan sarayları ısıttığını
Nereden bileceksin.

Adige Batur

Deplasmanda Plasebo

Allah’ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela Al Pacino

yardımın gerekiyor Kadıköy’deyim stop.

Allah’ım kaderim bu sentimental ambargo:
Alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.

Allah’ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
“Deplasmandır bu dünya” diyor albino şeyhim
plasebo yutturuyor bana depresif doktor.

Allah’ım kaderimden şikayetçi değilim
aksine bahtiyarım evrende bana da rol
verdiğin için şahsen, Allah’ım bizler senin
falsolu kullarınız, n’olur bizden razı ol.

Murat Menteş

Ben umardım ki seni yâr-ı vefâ-dâr olasın

Ben umardım ki seni yâr-ı vefâ-dâr olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefâ-kâr olasın
Hele sen kaaide-î cevrde eksik komadın
Dostluk hakkı ise ancağ ola var olasın
Reh-i âşkında neler çektüğüm ey dost benim
Bilesin bir gün ola aşka giriftâr olasın
Sözüme uymadın ey asılası dil dilerim
Ser-i zülfüne anın âhiri ber-dâr olasın
Sen ki cân gül-şeninin bi gül-i nev-restesisin
Ne revâdır bu ki her hâr ü hasa yâr olasın
Beni âzâde iken aşka giriftâr itdin
Göreyim sen de benim gibi giriftâr olasın
Bed-duâ etmezem ammâ ki Huda’dan dilerim
Bir senin gibi cefâ-kâra hevâ-dâr olasın
Şimdi bir hâldeyüz kim ilenen düşmanına
Der ki Mihrî gibi sen dahi siyeh-kâr olasın

Mihrî Hâtûn

Galata Kulesi

6 Haziran 1973,
pırıl pırıl bir yaz günüydü,
aydınlıktı, güzeldi dünya,
bir adam düştü o gün galata kulesinden. kendini bir anda bıraktı boşluğa;
ömrünün baharında, bütün umutlarıyla birlikte paramparça oldu.
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu gencecikti Vedat, ışıl ışıldı gözleri, içi,
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa,
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
zaman durdu.
bir adam düştü galata kulesinden
bu adam benim oğlumdu;
açarken ufkunda güller alevden,
çıktı, her günkü gibi gülerek evden,
kimseye belli etmedi içindeki yangını
yürüdü, kendinden emin
sonsuzluğa doğru.
galata kulesinde bekliyordu ecel,
bir fincan kahve, bir kadeh konyak,
ölüm yolcusunun son arzusuydu bu,
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu.
küçücüktü bir zaman,
kucağıma alır ninniler söylerdim ona,
uyu oğlum, uyu oğlum, ninni.
bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.
6 haziran 1973
galata kulesinden bir adam attı kendini;
bu nankör insanlara
bu kalleş dünyaya inat,
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.

Ümit Yaşar

Düşümde

 

Düşümde gördüm Cahit’i:
Banka gibi bir yer,
Aynı servise verilmişiz,
Yolumu gözler.

Baktım ki, toplamış memurlarını
Nutuk çekmede şefimiz.
El edip geçecektim yerime
Sessiz.

Cahit bu, dayanamadı, boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı.
Bense uyandıktan sonra.

Ziya Osman Saba

Portakal severdi Cahit. Tatlı, içini mi bayıltırdı sahiden, yoksa, tatlıyı çok sevdiğimi bildiğinden, bana mahsus mu öyle derdi. Kim bilir, belki de mahsus derdi, öylesine iyiydi Cahit.

 
Ziya Osman Saba

Kaç Kere

Kaç kere geldin hayatıma? Ve sonra kaç kere gittin? Ben durgun sularda yüzerken, sen çalkantılı bir denizdin. Medcezirlerinle kumdan kalelerimi devirdin. Geldin gittin, geldim gittin…Söylesene birtanem, seni ben kaç kere sevdim?

Yasemin Özçelik / Her Aşk Bitmek İçin Başlar

Sen Bilme Sevgili

Zifiri bir gecenin umut alacası boşluğundayım şimdi
Şiirlerimin dehlizlerinde çoğaltıyorum seni
Bilmiyorsun sevgili…
Vuslata ermiş anlara inat
Hicranla demlenen yüreğim Umut elemelerinde.
Sen yoksun…

Gün doğmasın ıslak tepelerin ardından
Ay,saklasın çocuksu gülüşlerini
Dal yaprağa, su toprağa küskün olsun bugün
Analar öpmesin bir bebeğin gıdısını
Ve gönül dolusu söylenmesin türküler
Bütün vapurlar, limanları unutsun
Sevgilinin izini sürsün enginlerde
Kanatlarını bir damla gözyaşına salsın martılar
Sevda ,âhını göğe versin
İstasyonlar ayrılığa dursun bugün…

Hüzzam bir şarkının cüzzamlı notalarındayım şimdi
Tekil yolculukların çoğul yalnızlıklarında
Sımsıkı sarılıp boynuna
Hasretini sürüyorum kanayan y(a)nlarıma
Gözlerini düşürüyorum gözlerime
Gözlerin…yosun yeşili
Ekmek gibi,su gibi;güneş gibi .
Gözlerin…sevdam ,ülkem gibi.
Bilmiyorsun…bilme.

Bilmek fark etmektir çünkü
Fark etmek ,anlamak…
Anlamak,adını koymak
Adını koymak…eksilmek,tükenmek…
İşte bu yüzden bilme sevgili
Eksiltme,tüketme beni…

Sen başka gönüllere yelken açmanın telaşında
Yeşertirken düşlerini
Ben ,silik bir fotoğraftan çaldım gülüşlerini.
Sen güldün, sular yandı sevgili…
Sular yandı,ben üşüdüm.
Ben yandım ,sular üşüdü…
Bilme beni sevgil,BİLME…

Yadigar Ünver

Sana seslenemeyişim

 

Sana seslenemeyişim bir atın çatlaması kadar korkunç
sivilcelerim yine beynimi sarıyor fakat
aydınlatmıyor beni güneş ve ısıtmıyor yuvarlak demir
şiirlerimi sana adıyorum ve and içmekten yoruluyor dudaklarım
sana yoruyorum dişlerimi, bir tutam sarımsağı öldürüyorum
kolların boşlukta kalışı hazin bir senaryo denemesi gibi
benzetmelerin de beti benzi sararmış, oyuyorlar kucağını
anımsayan olmadı beni de tanımıyorlar ona yordum.

Nebiye Arı

Hüzünler Perim

Yetmez mi, Hüzünler Perim yetmez mi?

Sana bir İnşirah Sûresi neşesi
Bana bir Yâsin sessizliği…

Hüsrev Hatemi



Aşık Garip Coğrafyası

(1)

seni çok az düşünmeye and içmeliyim;
düşünmek seni, ölümü mûnisleştirir,
güller açılmağa başlar ardarda.
ama versailles bahçelerinde değil,
hindibalı, ısırganlı yollarda…

seni düşünmek bir konser başlatır o anda,
ama öyle siyah papyonlu bir virtüöz değil,
kunduraları tozlu, bakışları dalgın,
kamburlaşmış kır saçlı bir tanbûri,
yakıcı nağmeler koşturur yüreğimde…

kola değil çay içmektir seni düşünmek,
sen düşünmek erzurum, tebriz, tiflis;
yani aşık garip coğrafyası.

içimde senem’mişsin gibi bir his,
sen bundan habersiz, uzak kentlerde,
batılı bir hüzün yaşarken bile.
seni düşünmekten korkuyorum artık;
ölümlü olduğunu her akşam karanlık,
söyler bana ve buna tahammül zor…
benim ölümüm mûnisleşirken,
seninki kanlı zalim oluyor gözümde.
çok az düşünmeliyim seni çok az.
seni çok az düşünmeye and içmeliyim

(2)

kentlerin birçoğunda uzun kavak kalmadı ki gıcırdasın
ama benim sol yanımda sancı baki…
anne ne olur ki,
sıram gelmiş olsun varsın;
ben ölürsem benden genci var tabii
ama aşık garip değil hiçbiri.
ben de olamadım, yokmuş kısmette,
yaşadıkça şah senem’i hissettim
gerçi tebrize, tiflis’e hiç gitmedim
gitsem de bulamazdım, eminim.
anne yunus ne dediyse hep çıktı
şeytanlar semirdi kuvvetli oldu.
zayıf kalsalar ne farkederdi…
nasılsa onlar galip gelecekti
bundan sonra aşık garip olunur mu ki
sen onu söyle anne.

(3)

şâm-ı garibanda değilsek de,
muhakkak çırağanda değiliz anne
lambalar söndü, çakmağı kim yakacak
bu uluyanlar çakal mı
ben, hırkasını giymiş bir derviş miyim?
yoksa öldüm mü anne…
hiçbir ilişkim kalmadı çevreyle;
yağmur beyhude yağıyor hani camdan,
bakacak arap kızları da nerde?

bir şahin uçurtma marifetim vardı
kaleden kaleye;
cılız kuşcağızlarmış onlar şahin değil,
ben uçurduğum için uçmazlarmış
başıboş uçarlarmış üstelik,
sırtımda hırka, ayağımda terlik…
niye ben ölmüş müyüm anne?

çıktım yücesine seyran eyledim
kayak merkezleri olmuş yüceler;
karlar üstünde kırmızı gagalı bir kara kuş,
dalgın ve bîhuş
bakıştık bir süre, ben kuşça
o, insanca

kerem’ler gurbetle işçiydiler
aslı’ları doğrusu aramadım
şah senem’i düşündüm sessizce

‘dost elinden dolu içmiş deliyim’
makine yağlı köpüklü sokak seliyim
ben sanayi oğluyum, sanayi sefiliyim
endüstriyi seversen değme yarama anne.
halep’e girmeden terkediyorum, halep şen olsun
anne ben nereye gitmeli oldum, bilmiyorum.
o kırılma sınırında ince,
o bir tane;
korunacaktı güya;
‘değmesin hop yağlı boya’
haykırışlarıyla kırıldı.
çok yıllar önceki doğu’da,
ölenler testici dükkanlarında
mey kasesi olurlardı, şimdiyse
çevreyolu geçecek günün birinde
narin kaburgaları üstünden
o korunması gereken bedenin
zalim zaman, onu korumayacak
niye ben ölmüş müyüm ki bunlar olacak?
hırka giyenler fırkasından mıyım?
saat kaç, hangi sene?
anne!

Hüsrev Hatemi