Âhirzaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugünlerde, Risale-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir sual-i manevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risale-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suali soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi. Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmâlen kaydedilsin.”

Endişeli sual: Bu âhirzaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak.Onunla ehl-i dalâlet, biçâre aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir veçh-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık, gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimat yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık, hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur’un irşadıyla, bu hâdiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o hâdiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp lehlerinde istimal etmektir.

Ve ehl-i ibadet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır. Umum kardeşlerime, hususan musibetzedelere çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum.

Said Nursî
Kastamonu Lâhikâsı
Yirmiyedinci Mektubdan

REFİKA-İ HAYAT
Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsûs bir refîka-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refîka-i hayat olacaktır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celbetmemek ve kocasını darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocasının, sırr-ı îmâna binâen onun ile alâkası, hayat-ı dünyeviyeye münhasır değil ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsûs , muvakkat bir muhabbet değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle ve hürmetle alâkadârdır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyârlık ve çirkinlik vaktinde dahi, o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukābil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsîs etmesi ve muhabbetini ona hasretmesi muktezâ-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, pek çok kaybeder. Hem şer‘an koca, karıya küfüv olmalı. Yani birbirine mü­nâsib olmalı. Bu küfüv ve denk olmanın, en mühimmi diyânet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki; kadınının diyânetine bakıp kadınını taklîd eder. Refîkasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki; kocasının diyânetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diyerek takvâya girer. Veyl o erkeğe ki; sâliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefâhete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttakî kocasını taklîd etmez. O mübârek ebedî arkadaşını kaybeder. Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; birbirinin fıskını ve sefâhetini taklîd ediyorlar. Ve birbirinin ateşe atılmasına yardım ediyorlar.

Çünki; kadının âile hayatında müdür-ü dâhilî olması haysiyetiyle, kocasının bütün malına ve evlâdına ve her şeyine muhâfaza me’muru olduğundan, en esaslı hasleti sadâkattir, emniyettir. Açık-saçıklık ise, bu sadâkati kırar, kocasının nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerdeki iki güzel haslet olan cesâret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadâkate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazîfesi, ona hazinedârlık ve sadâkat değildir, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir.

***

Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama. 

**

Refika-i hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat ve hediyye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes’udane hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü surete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.

**

Refika-i hayatına meşrû dairesinde, yâni, lâtif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile, refika-i hayatınıda nâşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refîka-i hayatı, hurîlerden daha güzel bir surette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hâtıratı birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vâdetmiştir. Elbette vâdettiği şey’i kat’î verecektir.

**

Demek medeniyetin ref-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur’anın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o mâden-i şefkat ve kıymetdar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefâletten kurtarıyor. 

**

Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı îmana binaen; onun ile alâkası, hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvanî ve güzellik vaktine mahsus muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. 

**

…Kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o bîçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

**

Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. 

**

Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinden cem’iyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.

**

Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.

**

Babasını, dar-ı saadette ve âlem-i ervahda dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini, tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını cennette dahien güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. 

**

Cenâb-ı Hak yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı hayat-ı ebediyenizde, Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfının âhirlerindeki Üçüncü İşarette, refika-i hayata dair vâde ve sıfata mazhar eylesin, âmin. 

**

Salahaddin hususî, kendine ait bir mes’eleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o haslar içindedir, kat’iyyen Risale-i Nur’un hizmetine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki; o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur’un hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünki hasların hayatı, Risale-i Nur’a aittir ve şahs-ı manevîsini temsil eden şakirdlerinin tensibiyle kayıd altına girebilir. Peder ve vâlidesinin re’yleri de varsa, inşâallah zararı olmaz. 

**

Mehmed İbrahim’in mübarek kalemlerinin yadigârları ve Mehmed Zekeriya’nın mâsum çocuklarla bana dua etmeleri beni çok minnetdar eyledi ve şiddetli hastalığıma bir nevi merhem oldu. Ve Nur’un çok ehemmiyetli bir nâşiri olan küçük İbrahim’in muhterem refika-i hayatı Şâhide’nin en büyüğü altı yaşında ikizli dört kızını imana, Kur’ana, Risale-i Nur’ahizmetkâr vermesi ve birkaç sene evvel bir bülbülden açık olarak mübarek kuşun lisanıyla “Said, Said, Said” demesini işitmesinden bütün ruhuyla Risale-i Nur’a alâkadar olması ve az bir zamanda güzelce Nurları yazmasını tebrik ediyoruz ve küçük ibrahim’i de böyle bir refika-i hayata sahib olmasını tes’îd ediyoruz. 

**

وَ لَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ : Mesken ve me’kelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir.Bu ihtiyacının Cennet’te temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah u sürura tebdil edebilsinler. Zâten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur. 

**

Bahtiyardır o kadın ki; kocasının diyanetine bakıp “ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvaya girer. 

****

DERD-İ MAİŞET

Rezzak-ı Hakikî’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir.

**

Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.

**

“Hem İmam-ı Şafiî’den (R.A.) rivayet var ki; hâlis talebe-i ulûmun rızkına, ben kefalet edebilirim demiş. Çünki rızıklarında vüs’at ve bereket olur. Madem hakikat budur ve madem hâlis talebe-i ulûm ünvanına Risale-i Nur şakirdleri bu zamanda tam liyakat göstermişler; elbette şimdiki açlık ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle, maişet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.

Evet her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, “Zarurettir, ne yapalım?” der. Demek ki, Risale-i Nur şakirdleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nur’la mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.” 

**

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu şiddetli maddî ve manevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakir-ül hal olan Risale-i Nur şakirdlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanüdleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkid etmemesi, Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.

Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkid etmeyiniz. Yoksa az bir za’f gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikatı, ehl-i tarîkatı dahi bir nevi rekabete sevkettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşâallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bazıları meşru’ dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete düşen bir şakird, zekatı kabul edebilir. Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekatla yardım etmek de, Risale-i Nur’a bir nevi hizmettir.

Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tama’ ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalalet ki, hırs ve tama’ yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.” 

**

Hem Ramazan Risalesi’nin âhirinde nefs-i emmareyi her nevi azabdan ziyade, açlık ile temerrüdünü terkettiği gibi; şimdiki ehl-i nifakın mütemerridane sefahetinin cezası olarak umuma ve masumlara da gelen bu açlık ve derd-i maişet belasından ehl-i dalalet istifade edip, Risale-i Nur’un fakir şakirdlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var. Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur hizmetini her belaya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar. Biz her gün hizmet derecesinde, maişette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belalara, musibetlere karşı da, yine Risale-i Nur’un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.” 

**

“Semavî musibet ise: İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, hissiyat-ı diniyeye galebe çalıp, ekser nâs midesini, maişetini daima düşünüyor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabalamak mecburiyetiyle hakikî ve en mühim vazifesi olan neşir hizmetini bırakmağa mecbur oluyor.” 

**

“Beşincisi: Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a çalışamadığının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi. Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünki bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki: Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve maişette sühulet görüyoruz.” 

**

Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva’-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: Allah’ı ittiham etmekle işini terk edip Allah’ın işine karışma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasın.” 

**

Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma’kûsen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.

**

Beşinci ikaz: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır?

Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.

**

İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir.

**

…Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kâfi geldiği halde, burada aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma veriyorduk. Halbuki çok emarelerle kat’iyyen anladık ki, o acib hal bereket neticesi imiş. Birkaç defa sekiz günde bana kâfi gelen bir ekmeği aynı iştiha ile –çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman– iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu onaltı-onyedi seneden beri benim mükemmel tayinatım, Risale-i Nur’un hizmetinden gelen bir bereketten idi. Evet aynelyakîn derecesinde bize de kanaat gelmiş ki, bu kesretli hâdisat-ı bereket, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinin bir şuaıdır. Manen der: “Ey Kur’an’ın şakirdleri! Sizleri vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telaşesidir. Bu ise, Kur’anın feyziyle, bereket nevinden size veriliyor. Vazifenize bakınız.”

**

…Senin yüksek istidadını ve ulüvv-ü himmetini Risale-i Nur’da istimal etmek arzuluyordum.

Demek derd-i maişet, sizi bir derece kayıd altına aldı. Başta mübarek baban, hanenizde bulunanlara bilmukabele selâm ediyorum. Ve bilhâssa Mehmed Seyranî Hayyat’a çok selâm ile beraber; eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telakki ettiğim Mehmed Seyranî ise, onun bin selâmına selâmla mukabele edip; o Seyranî o zamandan beri Risale-i Nur’un bir cüz’üne bahsi girdiği ve silinmediği gibi, hatırımda da silinmemiş. Çok defa bekliyordum ki; Seyranî, Hüsrev’in arkasında koşup çalışsın. Demek onu da derd-i maişet bağlamış.  

**

Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor.

**

İşte ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belalı bir şey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâb ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz? Hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekatı, hırs yolunda terkediyorsunuz? Halbuki zekat, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekatı vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.

**

Bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet ibtilası zamanında, cüz’î bir iştigal de ehemmiyetlidir.

**

Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil; belki derd-i maişet veyahud o heyet-i ülemadaki büyük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel etmeğe kendine fetva buluyor.

**

Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma (nimetlenmeye) ihtiyar bir derece var idi. Şimdi ise, ekserî açlığa düştü kaldı. Telezzüze (lezzetlenmeye) ihtiyar, izn-i Şer’î kalmadı.. Sevad-ı a’zam (müslümanların çoğunluğu) hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tegaddi besatetiyle (basitliğiyle) onlara tâbi’ olmak..  Bin kerre müreccahtır, ekalliyet-i müsrife (israf eden azınlığa), ya bir kısım sefihe tegaddide tereffüh noktasında benzemek..

**

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da mânen millete iade ettik). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

**

İktisad eden, maişetçe aile belasını çekmez” mealinde  ﻟﺎَ ﻳَﻌُﻮﻝُ ﻣَﻦِ ﺍﻗْﺘَﺼَﺪَ hadîs-i şerifi sırrıyla: İktisad eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez. Evet iktisad, kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, hadd ü hesaba gelmez.

**

Ben işittim ki; benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıdlar ve istibdadlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebeb olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zâtlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru’ dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. Evet ondokuz sene bu gurbette yalnız ikiyüz banknot ile, şiddetli bir iktisad ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hacet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekat ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade adalet içinde hürriyete muhtaçtır.

Said-i Nursi

Kasaba Dolmuşları

“En güzeli, yol yürüyüş öğretir

Dostum, eskimeyen arkadaşım”
Gülten Akın

Herkes beni bir demiryolu aşığı sanıyor ama gerçek öyle değil. Babam, otuz yıla yakın bir zaman hep aynı tren istasyonunda yol işçisi olarak çalıştı. Ama bir gün bile başka bir istasyona tayin olmaktan söz ettiğini hatırlamıyorum. İşinden yana mutlu olduğu söylenemezdi. Bir drezinanın güç bela ilerlediği güzergahta hemen hemen her gün demiryolunu onarmak sanıldığı kadar kolay değildi çünkü. Kar, demiryolunu kapardı, onu çağırırlardı. Gider, günlerce eve dönmezdi. Üzerinde kardan sırılsıklam olmuş elbiseleriyle eve geldiğinde buğular yükselirdi gövdesinden. Kimse ona yaklaşamazdı ama sabah hiçbir şey olmamış gibi yine yola düşeceğini adımız gibi bilirdik. Güneş, rayları gevşetip kaza ihtimali belirince yola çıkardı arkadaşlarıyla beraber. Yaz sıcağında gevşeyen rayları onarıp eve dönerdi akşamları. Erken uyuyup sabah karanlığında yola düşerdi sefer taslarıyla. Eğer nöbeti yoksa, yalnızca hafta sonları görünen bir babanın suretiyle açılan bir çocukluktan geriye, bana demiryolları kaldı.

Demiryolcu ailelerine ücretsiz seyahat yapma hakkı veren permiler sayesinde yılda iki kez tüm aile trene atlayıp uzaklara giderdik. Permilere dönüş tarihi yazıldığı için fazladan bir gün bile kalmazdık uzaklarda. Babam, çok sonra yaşlanıp emekli olduğunda dahi bu zorunluluğu değiştirmedi. Trenler, otobüslerin hızına yetişemiyordu. Bu yüzden artık otobüsle gidiyorduk uzaklara. Ama gittiğimiz yerde, daha otobüsten iner inmez dönüş biletini alıyordu babam. Ne kadar uzağa giderse gitsin herkes eve dönmeliydi sonuçta. Eve dönmenin belirli bir tarihi olmalıydı ona göre. Ev, kendisinden fazlaca uzağa gideni affetmeyebilirdi çünkü. Bu yüzden kasabaya, yeksenak zamana ve aşina olduğumuz yüzlere dönerdik her seferinde. Bütün ağabeylerim birer birer evden uzaklaşıp gittiğinde evin en küçük oğlu olan bana bir evin ağırlığı kaldı.

Böylesini hayal etmemiştim şüphesiz ama bütün ömrüm (bir iki yıllık bir Ankara macerasını saymazsam) tıpkı babam gibi hep aynı kasabada geçti. Ne kadar gitmek istesem de daha fazla uzağa kaçamadım anlaşılan. Üç beş yılda bir tayin vakti geldiğinde, ancak aynı kasabanın başka bir köyüne gidebildim. Her seferinde şehre biraz daha yaklaşsam da, iyi bildiğim, huzur veren köylere yakın durmak bana daha iyi bir fikir gibi geldi. Orada, dağların yanı başında çocuklarla bir alfabenin harfleri arasında oyalanmak daha isabetli bir seçimdi belki de. Pek çoğu tıpkı benim gibi hep orada, o kasabada, o köyde kalacak çocuklarla zamanı saydım. Zamanın tıpkı yol gibi ölçülen bir şey olmadığını ise ancak yıllar sonra anladım.

On üç yıl boyunca her gün beni şehirden köyüme götürecek kasaba dolmuşlarına binerken, her sabah yeni bir şey göreceğim duygusuyla gözümü açıp yola baktım. Hiçbir şey değişmiyordu o bir saatlik yolda. Evler, köprüler, dağ başında yayılmış koyunlar, tepelerde gelişi güzel kurulmuş köyler, her gün iki defa geçtiğimiz tarihi köprü, yıkık çiftlikler, yol kontrolü yapan askerler olması gereken yerdeydi sürekli. Zamanın geçtiğini saatler yardımıyla değil, dışarıda mevsime göre değişen tarlalar, ağaçların dökülüp yeniden yeşillenen yaprakları, toprağın renk değiştirmesinden anlayabiliyordu insan sadece. Gözümü dışarıdaki zamandan alıp dolmuşun içindeki zamana çevirdiğimde, beni kasabadaki başka bir dolmuşa aktaracak arabanın durakta ileri geri sallanır halde beklediğini görürüm çoğunlukta.

Dolmuşları, diğer ulaşım imkânlarından ayıran en temel özellik belirli bir zaman sıkıntısının olmamasıdır belki de. Şoförün insafı ve sayısı bin türlü hileyle arttırılmış koltuk sayısı belirler hareket saatini. Adı üzerindedir zaten, dolmayana kadar hareket etmez dolmuş. On yedi yolcu mutlaka tamamlanmalıdır. Bu yüzden on yedinci yolcuyu alıncaya kadar durakta ileri geri sallanan dolmuşun homurtusuna her sabah yolcuların hoşnutsuzluğu da eklenir ister istemez. Kasabada oturmak yerine her gün şehre gidiş geliş yapan yabancı memur ve kasabalılardan oluşan yolcular işe geç kalacak olmanın kızgınlığıyla oturdukları koltukta sağa sola dönerler habire. Bir türlü hareket etmeyen dolmuştan inip başka bir dolmuşa binecekmiş gibi yaparlar. Kimi parasını geri ister, kimi de dolu halde gelen başka bir dolmuşa koşturur telaşla. Ama taktiklerin hiçbiri işe yaramaz. Dolmuş şoförleri müşterilerini oyalayıp biraz daha zaman kazanmak için arabayı hareket edecekmiş gibi ikide bir hareket ettirip yeniden eski yerine geri döner. Dışarıdan, yaz kış güneşte kaldığı için kararan ve bu yüzden herkesin Arap diye seslendiği “ç” özürlü durak simsarının sesi duyulur: “Geş bin Ergani! Geş bin Ergani!” Yine de öyle kolay kolay hareket etmez dolmuş. Pencereler aralanır, tütünler sarılır, dizlere vurulup teyip yuvasına sokulan kasetten içli türküler yükselir, şoför mahallinin üzerindeki Yılmaz Güney fotoğrafıyla göz göze gelinir, dolmuşun orasına burasına yazılmış özlü sözler bir kez daha hatim edilir, kızgınlıkla bekleyen gözler dikiz aynasında birbirini süzer, şoförden korkan yolcular gözlerine kestirdikleri Arap’a çıkışır, ama on yedinci yolcu henüz gelmediği için bir türlü hareket etmez dolmuş. Kasaba dolmuşları gitmeye değil, aksine hep kalmaya ayarlıdır sanki.

Çok sonra, bahşişini alan Arap’ın bir işaretiyle yola koyulan dolmuştaki yolcuları bu kez başka bir sıkıntı basar. Ya çok hızlı gider dolmuş, ya da çok yavaş. İkisine de itirazı vardır yolcuların. Dolmuş şoförü kimseyi memnun edemeyeceğini bile bile bir vitesten öbürüne geçer. Bir türlü bitmeyen para alışverişi, yolda inip binenlerin yol açtığı zaman kaybı, koltuk sayısı yetmediği için aradaki taburelerde oturan yolcuların bitmeyen homurtusu, virajlarda birbirine değen omuzlar, birbirlerini gizli gizli süzen kadın ve erkek öğretmenler, bir türlü gelmeyen para üstü, içeriye dolan rüzgâr, içeriyi basan sıcak, gelen şikayetlerin oranına göre açılıp kapanan camlar, bir zaman sonra herkesin başını dışarı çevirip zamanı saydığı vakitler peş peşe akmaya başlar.

On üç yıldır hemen hemen her sabah yaşadığım bu türden sahneler zamanla belki de bir tür keyife dönüştü benim için. Koltuklar kesin çizgilerle ayrılmamıştır henüz. Hem fiziki hem de ruhsal temas hâlâ mümkündür dolmuşlarda. Bu yüzden hemen hemen her sabah yepyeni bir hikâye dinlersiniz yol arkadaşlarınızdan. Bu kimi zaman mecburcu bir öğretmen, kimi zaman şehre yakınlarını ziyarete gelmiş bir köylü ya da elindeki ilaçlarla hastaneden dönen ve gelininden şikayet eden yaşlı bir kadın olur. Sanki en mahrem hikayeler bir yolculuk için saklanmış ve bir daha görüşülmeyecek bir yol arkadaşına anlatılmak için beklemiştir onca zaman. Gündelik koşuşturmalardan hastalıklara, önemli tarihsel bilgilerden bitip tükenmek bilmeyen anılara kadar hemen hemen her bilgi, “nerelisin?” sorusunun akabinde peş peşe akmaya başlar yolda. Hemen yanınızdaki koltuğa oturup hikâyesini anlatmaya başlar size yol arkadaşınız.

“Küçüktüm,” der Hacı Amca, “bizim bir yakınımızın bir derdi vardı ama anlatmazdı kimseye. Tehcirden sağ kurtulduğunu bilirdik ama doğrusunu ondan dinlemek isterdik hep. Anlatmazdı. Sıkıştırırdık onu. Minderindeki yerini değiştirmeden başını pencereye çevirir, herkes ölürken kendisinin nasıl olup da sağ kaldığını sorardık ona. Önce yüzüme tükürün sonra anlatayım, derdi bize kadın.” Hacı Amca, arada bir uyuklayıp hikayesine devam eder. İşaret parmağıyla ikide bir kolunuza dokunup nasihatler verir: “Hacca git,” der, “oruç tut. Bu dünya dört günlük.” Üç günlük olması gereken dünyaya eklenen bir günün hesabını bile soramazsınız. Yolda anlatılan her şey doğrudur çünkü. Hemen arkanızdaki koltukta, ucunu kaçırdığınız başka bir hikayenin ancak kuyruğuna yetişirsiniz ancak: “Yoksulluğun kokusu kırk yıl geçmez. Böyle işte adamın hikâyesinin özeti.” Daha ötede, yeşillenmeye başlayan buğday tarlalarına bakan bir köylü, biraz daha yağmur yağması için dua eder Allah’a. Yaşlılar sohbet etmek için türlü bahaneler arar yolda. Biri “kaç yaşındasın amca?” diye sorar. “Yetmiş dört yaşındayım. On üç kez ameliyat oldum,” der yaşlı bir amca. Belli ki yol boyu anlatılacak çok hikâye vardır daha. Bütün ameliyatlar sırasıyla anlatılacaktır uzun yolda. Yol arkadaşı olmanın kendince bir hukuku vardır çünkü. Mecburcu bir öğretmen sıkılıp kravatını gevşetir. Arama noktasına yaklaşınca herkes gayri ihtiyari bir biçimde kimliğini çıkarır. Arada bir sigara yakıp külünü pencereden savuran şoför, teypteki Kürtçe kasedi çıkarıp yenisini takar. Dolmuşun içindeki dil değişir. Arama noktasına giren dolmuşu ter basar her seferinde. Genç bir asker yolcuların pörsümüş kimliklerini alıp kulübede bekleyen komutanına uzatır. Çaktırmadan şafak sorulur askere. Şafak karanlıktır daha. Kimlikler geri verilip tüm yolcular sağ salim yoluna devam eder. Köyüne dönen bir üniversite öğrencisi, okuduğu romanı telaşla açıp az önce kaldığı yerden devam eder kitaba:

“Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatler değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dâhil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de, eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş. Günler orda burada geçer, dağlar birbiri ardınca devrilir, insanların üzerine onlarca güneş doğup batar, ayaklar çoğu zaman gideceği yeri şaşırır da kimse dönüp arkasına bakmazmış. Aslolan yol değil, yolda geçen zamanmış çünkü.”

Yolun sağına soluna dağılmış lastik parçaları, güneşte solmuş reklam panoları, kimse ona trafik kurallarını öğretmediği için karşıdan karşıya geçememiş bir köpeğin leşi, otobüslerin yol kenarına döktüğü çöpler, rüzgârda savrulan boş poşetler, oraya buraya savrulan çalılar, eski benzin istasyonları, yıkık halde bekleyen hayvan çiftlikleri, kurşunlanmış trafik işaretleri, bozuk harflerle yazılmış tamirci tabelaları, sulanmadığı için kuruyan fidanlar, yol kenarında boş bir dolmuş bekleyen köylüler, gelişi güzel inşa edilen barakalarda mevsimine göre domates veya karpuz satan çocuklar, tarlalarda çalışan köylüler, sağda solda kaza yapmış araçlar, yola saçılan cam parçaları, öndeki dolmuşu geçmeye çalışan şoföre çıkışan yolcularla yol her gün biraz daha uzar ama yine de vazgeçemem bu koşturmadan.

Hemen hemen her sabah aynı cümleyle uyarırım dolmuş şoförünü: “Köy yolunda inecek var!” Sabah karanlığında kasabaya peynir ve yoğurt taşıdıktan sonra, geri dönüp hepsini başka başka köylere dağıtacak öğretmenleri alacak olan köy dolmuşunu beklerim yol kenarında. Adını bilmediğim bir kuş uzun uzun öter. Kuru otların hışırtısı duyulur peşinden. Hiç kimse yoktur sanki dünya üzerinde. Yalnızca kuşun ötüşü ve otlar. İleride bir hemzemin geçit vardır. Demiryolu ile karayolu birbirine kötü kötü bakar ama yolları kesişmiştir bir kere. Az ileride askeri bir konvoy durur. Askerler telaşla araçlardan inip yol kenarında elleri tetikte bekler hep. Sabırsız bir mayın arama köpeği burnunu yerlerde gezdirip bir şeyler arar. Heyecanla yolun altındaki menfeze girip çıkar. Bir şey bulamayınca geri dönüp askeri araca tırmanır köpek. Askerler köpeğin başını okşayıp yola devam eder. Karayolundan karpuz yükü kamyonlar geçer. Otobüsler uzaklara yolcu taşır. Dönüp bakarlar yol kenarında elinde çantasıyla bekleyen öğretmene. Daha gözlerini bile doğru dürüst açamayan öğretmenlerin doluştuğu köy dolmuşu her sabah olduğu gibi geç kalır yine. Yoğurt, peynir, hasta hayvanlar veya satılmak için pazara götürülen tavukları kasabaya bırakıp geri dönen köy dolmuşu hemzemin geçidi geçip önümde durur. Peynir suyu sinmiş tozlu koltuklardan birine kurulup dışarı bakarım. Dolmuş, “sıkılgan bir dağı” aşıp köy yoluna sapar.


Kemal Varol

Babalar ve Yazarlar

Jale Parla, Tanzimat romanından yola çıkarak yazdığı “Babalar ve Oğullar “adlı kitabında, Türk romanının kaynağındaki önemli bir boşluğa vurgu yapar. Tanzimat romanlarındaki kahramanların çoğunun yetimliğine dikkat çeken Parla, bu romanlardaki kahramanların çoğunun yetim olması kadar belirleyici bir unsura değinir. Bu romanların kendisini de birer yetim metin olarak tanımlar Parla. Tanzimat romancıları bir yandan Batı’dan alınan bu yeni edebi türde ürün verirken, bir yandan da Osmanlı’dan kalan eski ahlak ve değerler manzumesini de sürdürmeye çalışırlar. Daha da ilginci, Türk romanının, bir baba-oğul çatışmasından çok, babadan yoksun kalmanın telaşı içinde, bir baba arayışının içine doğduğunu vurgulayacaktır Parla.

Nasıl ki, Tanzimat romanındaki “baba arayışı” belirlemesini Jale Parla’ya borçluysak, modern Türk romanındaki “çocuk kalmışlık” imgesini de şüphesiz Nurdan Gürbilek’e borçluyuz. Gürbilek’in “Kötü Çocuk Türk” kitabında yer alan “”Azgelişmiş Babalar” başlıklı incelemesi modern Türk romanında “baba” imgesinin nasıl bir hale ile sarmalandığını göstermesi bakımından önemli veriler sunar bize. Tanzimat romanındaki yetimliğe dikkat çeken Parla’nın saptamasına karşılık, Gürbilek, modern Türk romanının en iyi örneklerinden bazılarının, özellikle de Oğuz Atay’ın yapıtlarının “çocuk kalmışlığa” kilitlediğini vurgular. Oğuz Atay’ın hayata geçiremediği “Türkiye’nin Ruhu” projesinin kaynağında bu duygunun ayırt edici bir özellik olarak öne çıktığını vurgulayan Gürbilek, “çocuk kalmışlık” sorunsalının hem ulusal, hem de bireysel ‘gurur yaralarıyla’ olan bağına dikkat çektiği “Kötü Çocuk Türk”te, modern Türk romanının sahnesindeki baba imgesine değinir. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ında kendini “azgelişmiş bir babanın az gelişmiş oğlu” olarak tanıtan Selim’in, “Tehlikeli Oyunlar”da “benim içimdeki çocuk büyümedi… yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası” diye yakınan Hikmet’in, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanındaki huysuz kahraman C.’nin “babam adamsa ben olmayacaktım” şeklindeki şikayetini yukarıdaki bağlam çerçevesinde okur Gürbilek.

Şüphesiz ki modern Türk romanındaki baba imgesi sadece bu romancılarla sınırlı değildir. Baba, Türk romanında daima bir fazlalık, bir tehlike, kendisine benzemekten ölesiye korkulan bir örnek olarak öne çıkar çoğunlukla. Hasan Ali Toptaş’ın “Sonsuzluğa Nokta” romanındaki baba ve oğul arasındaki gerilim ve babaya öykünme sıkıntısı romanın ana çatışmalarından biri olarak öne çıkar. Keza, Murat Uyurkulak’ın romanlarındaki baba probleminden de söz edilmelidir. Uyurkulak’ın “Tol” ve “Har” romanlarındaki baba tasavvuru modern Türk romanındaki “çocuk kalmışlığa” daha bireysel, daha çatışmalı bir boyut ekler. Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı kitabındaki baba ise, evdeki sıkıntının ve öznedeki evden kaçma isteğinin bir sebebi gibi durur. Tezer Özlü’deki baba soğuk ve devlet ciddiyetiyle anlatılan bir babadır. Evde Atatürk köşeleri düzenler baba, İstiklal Marşı çalındığında ev sakinleri hazırola geçer; daha da ilginci baba çocuklarının odasına şu öğütleri asar: “Yavrularım: 1. Işık soldan gelmeli. 2. Kitap gözünüzden 30-45 cm uzakta durmalı. 3. Çalışma biter bitmez ışıklar kapatılmalı vb… Bu vatana hayırlı evlatlar olmanız isteği ile başarılar dilerim. Sevgili ve cefakâr babanız. Ad. Soyadı. İmza”.

Türk Şiirinde Baba

Türk romanındaki baba imgesi, hem Tanzimat romanında, hem de modern Türk romanında iki ayrı anlam kuşanmış halde çıkar karşımıza. Türk şiirinde ise, daha dolaysız, daha bireysel, duygu tonunu açık etmekten kaçınmayan, aksine neredeyse bütün varlığını çatışmadan ziyade bir tür uzlaşmaya borçlu olan bir baba imgesi belirir.

Nazım Hikmet’ten Cemal Süreya’ya, Can Yücel’den İsmet Özel’e, Cahit Zarifoğlu’ndan Sezai Karakoç’a, Şükrü Erbaş’tan Abdülkadir Budak’a, Ayhan Kurt’tan Selim Temo’ya kadar sayısız şairde baba temalı şiirler bulmak mümkün. Adeta her şairin baba odaklı bir şiirinin olduğunu, babanın bir veya birkaç kez şairin eliyle şiire dahil edildiğini söyleyebiliriz. Ama baba temalı şiirler denince genellikle birkaç şiir öne çıkıyor. Cemal Süreya’nın “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” başlıklı şiiri bu şiirlerin başında geliyor hiç kuşkusuz: “Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü kör oldum / Yıkadılar aldılar götürdüler / Babamdan hiç ummazdım bunu kör oldum” diyen Süreya’nın şiiri babanın kaybı odaklıdır. Babanın kaybının burada körlükle ilişkilendirilmesi daha dipte yatan bir ruhsal dinamiğe eşlik eder Cemal Süreya’da.

Can Yücel’in, “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” dediği babasına yazdığı “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim” şiiri ise, bütün baba şiirleri arasında gerek duygu tonu, gerekse de babaya yapılan olumlu aktarımlarla apayrı bir noktada durur. Hayatta ben en çok babamı sevdim /Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk / Çarpı bacaklarıyla –ha düştü ha düşecek- / Nasıl koşarsa ardından bir devin, / O çapkın babamı ben öyle sevdim”.

İsmet Özel’in “Amentü” şiiri, daha karmaşık, baba oğul çatışmasından ziyade, ideolojik bir ayrışma zeminine oturan bir şiirdir. “İnsan / eşref-i mahlûkattır, derdi babam” şeklinde başlayan bu uzun şiirin devamında babanın kimliğine sıklıkla vurgu yapılır. “Amentü” şiirindeki baba nasihat eden, Cumhuriyet’in bir kulu olduğu vurgulanan, kazılan meyan köklerini kapitalist bir şirkete satan, ezan’ın Türkçe okunmasından rahatsız olmayan bir baba olarak ideolojik olarak şairin karşı kutbuna yerleştirilir ve şiir de tüm gücünü bu gerilime yaslar.

Aynı Trene Biner Aynı Ufka Gitmezdik

Şükrü Erbaş’taki baba imgesinde ise başından beri benzemekten özenle uzak durulan, sürekli “bir diş gıcırtısı” olarak anımsanan, model olmaktan uzak bir tasavvur vardır. Şiirdeki baba imgesi oğulla konuşan, ona nasihat eden, seven, kollayan bir baba değildir. Erbaş’ın şiirlerinde sıklıkla karşımıza çıkan baba karanlık imgelerle yan yana anılır: “ Ben o zamanlar bütün babaları susar sanırdım. / Yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir diş gıcırtısıydı babam. / Kapılar titreyerek açılır, titreyerek kapanırdı” diyen özne, bunca olumsuz örnekten sonra şöyle diyecektir: “Babam neden yalnızca içince güzeldi”.

Ahmet Erhan, “Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi” adlı otobiyografik özellikleri ağır basan kitabında, babası, kendisi ve oğlunu odağına alan bir deneyime soyunur. Baba’nın ortaya çıkışı biraz da öznenin kendisinin de baba vasfını kazanmasıyla önem kazanır. Çocukta bulunamayan sevgi babada aranır ve baba bu kitapta sıklıkla çocukla beraber anımsanır. Şiirdeki öznenin, babasıyla kurduğu ilişkinin bir benzerini kendi oğluyla da yaşama özlemi başarısızlığa uğradıkça özne bir hayıflanmayla seslenir kendi oğluna: “Oğlum, tam şurada durup, boynuma sarılsan / ‘Artık adam oldu diye babam”.

Türk şiirinde sadece babaya yazılmış şiirlerden oluşan tek kitabın sahibi olan Abdülkadir Budak, “Ahşap Anahtar” adlı kitabında baba şiirlerinin bir çeşitlemesini yapar. Bütünüyle baba ve oğul arasındaki gerilime adanmış bir kitaptır “Ahşap Anahtar”. Öfkeden ziyade daha çok bir hayıflanma ve telafi edilemeyen bir gerilime odaklanır şiir:“Yan yana ama ayrı iki raya benzerdik / Aynı trene biner aynı ufka gitmezdik” denildikten sonra, babanın imgesi daha da netliğe kavuşturulur: “Öyleydi, yalnızlıklar kız kardeşimdi / Birlikte açamazdık baba adlı kilidi”.

Kadın şairlerdeki baba unsurunu ise daha çatışmasız, babayı daha içerden kuşatan, onunla söyleşirken sevgiyi ve çoğunlukla özlemi esas alan bir söyleme yaslanmış görürüz. Bejan Matur’da zaman zaman tekrarlanan baba, daha çok kültürel ve dinsel referanslarla anılır: “Babanın cesedi en son gömülür / Bir gün ve geceyi odasında geçirmeli. Ve anlatmalı / Oğullar ve kızlar kâbus görecek. Görmeli”. Ama kanımca kadın şairlerdeki baba imgesi konusunda dikkate değer olan şiir Nilay Özer’in “Babam İçin Bir Sonsuz” başlıklı şiiridir. Bu şiir babalar ve kızları arasındaki ilişkiye dair önemli veriler sunar bize. Şiir olarak çarpıcılığı bir kenara, Türk şiirinde ilk kez böylesine cesurca bir deneyimle karşılaşırız: “her baba gibi evhamla isterdin ya / bağışla oğul doğmadım sana” diyen şiir öznesi giderek babalar ve kızları arasındaki ilişkiye başka bir ışık düşürür: “öğüdünü tuttum uzattım saçlarımı / ölürsem göğüslerimi örtsünler diye / çeyizimi barbar çalılıklara serdim / çekilecek çileye ikramdır diye / kızınım en zayıf yanınım sandın / sandın ki hep hazırım el olmaya”.

Romanın Çatıştığı, Şiirin Uzlaştığı Baba

Görüldüğü üzere, Türk edebiyatında baba imgesi roman ve şiirde iki ayrı yönelim içindedir. Özellikle modern Türk romanının kimi temsilcileri baba imgesini iyi bir çatışma alanı olarak görür ve romanlarının temel gerginliğini bu imge üzerine inşa ederler. Modern Türk romanındaki baba sakil, model olmaktan uzak, korkutucu, devlet otoritesiyle özdeşleştirilen, benzeme korkusuyla çarpışılan bir baba olarak resmedilir çoğunlukla. Gerek Oğuz Atay’da, gerek Yusuf Atılgan ve Tezer Özlü’de, gerekse de Hasan Ali Toptaş ve Murat Uyurkulak’taki baba, dışarıda kudretsiz olmalarına karşın evin içinde kudretli, daha doğrusu çocuk üzerinde kudretli olan babalardır. Ama bu kudrete karşın bir türlü sakil ve küçük görülmekten de kurtulamaz baba. Roman kahramanlarının temel açmazı da burada başlar. Modern Türk romanın kimi temsilcileri, romanlarını tam da bu açmaz üzerine inşa ederler ve başarıları da bir türlü çözüme ulaştırılmayan bu açmazı görmüş olmalarında yatar. Diğer yanıyla da, babayla çatışmanın bir nihayete erdirilememesinde bu roman kahramanlarının çocuğunun babalık vasfından yoksun olarak resmedilmesinin de payı vardır kanımca.

Türk şiirindeki baba imgesi ise, romandan apayrı bir seyir izlemektedir. Romanın aksine, bir açmazdan çok, bir telafi imkânına yaslanır Türk şiiri. Bir an önce sonuca varmaya, baba ve çocuk arasındaki açmazı çözme gücüne kavuşmak ister gibidir baba temalı şiirler. Genel olarak Türk şiirinde baba yüceltim ve hesaplaşmanın alanı olarak görülür. Bu alan daha çok babanın kaybıyla belirgin hale gelir:“Ben gidersem anlarsın / ardımda bıraktığım izi! / demişti babam” (Yücel Kayıran). Romanın aksine, şiirde olumsuz aktarımların yanı sıra sıklıkla olumlu aktarımlar da göze çarpar. Babayı, bütün olumsuzluklarına karşın yüceltme üzerine kuruludur bu söylem. “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”, (Can Yücel) “eflatun akşamların uç beyi babam” (Nilay Özer), “terleyen alnını sildiğim dua gibi adam” (Engin Turgut), “belki tanrıydı babam” (Selim Temo) gibi alıntılarda da gördüğümüz gibi yüceltim mekanizması, hesaplaşmayla yan yana durur Türk şiirinde.

Bu hesaplaşmanın sağlanması için de şiirin öznesi sıklıkla babayla doğrudan veya dolaylı şekilde bir diyalog arayışına girer. Yukarıda sözü edilen romanlarda ise uzun uzun anlatılan, sıklıkla kendisine hitap edilen babayla yapılan esaslı bir diyaloga rastlanmaz. Ama Türk şiirindeki baba, romanın aksine bol bol konuşma imkânı bulur. Baba temalı şiirlerin çoğu kez upuzun tutulmasında, şiirin babadan alınan hikmetli sözlerle bezenmesinde, sözün olabildiğince uzatılmasında bu durumun payı vardır bana kalırsa. Asıl soruna giriş yapmak için bir tür fazlalığa başvuruluyor gibidir. Şiirin öznesi sıklıkla babayla konuşarak, ona hitap ederek, onu hayali bir okuyucu veya dinleyen konumuna yerleştirerek bu konuşma havasını karşılıklı hale getirmeye çalışır. Zamanında yapılmamış, vakit bulunmamış, ertelenmiş, yüzüne söylenilmeye cesaret edilmediği için yutulmuş tüm sözler bir gecikmişlik duygusuyla şiirde yer bulur. Baba, yerilmesine yerilir ama bir süre sonra olumsuz aktarım yapılan tüm özelliklerin önemsizleştirildiği ve babanın anlaşılmaya çalışıldığı, tüm hatalarına karşın bağışlandığı bir yüceltim mekanizması devreye girer.

Babayla çatışmalı ve oğulsuz olarak resmedilen roman kahramanlarının aksine, Türk şiirindeki özne, babayı anarken bu anma işlemine kendi baba olma vasfını da ekler. Şiirin öznesi kendisinin de baba olduğunda fark ettiği açmazı bir tür uzlaşı ile çözmeye çalışır. Baba temalı çoğu şiirde, şiirin öznesinin babadan söz ederken sıklıkla kendi oğullarını anmasının bir nedeni de budur sanırım. Abdülkadir Budak’ın bir şiirinde değindiği gibi, babadan alınan meşale özne tarafından kendi oğluna devredilmektedir çünkü. Babalarla bir türlü kapanmayan sancılı ilişkinin bir örneğinin kendi babalık deneyiminde yeniden karşısına çıkacağını duyumsayan öznenin uzlaşı gayreti biraz da buradan kaynaklanır. Ama tam da kısmen telafi edildiği varsayılan baba ve çocuk arasındaki sancılı ilişki bir zaman sonra yeniden öznenin karşısına dikilir. Ahmet Erhan, “Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi” adlı kitabında bu döngüye dikkat çeker adeta: “Bütün cinnetlerine tamah ettiğim hayat / Babamı ne kadar severmişim ah, oğlum beni sevmiyor”.

Kemal Varol

Seni dünya üzerinde tek başına yankılanan boş bir ev gibi bırakıp gittiğimi unutmadım.

İlk anda tanıyamamıştım ama oydu. Babam, tamı tamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması diğer elinde ahşap bavulu kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden ortaya çıkmış mahcup bir konuk veya geçip giden zamandan borcunu mahsup etmeye gelmiş eski bir alacaklı gibi öylece beni bekliyordu.

@

Kapı ağzında, âdeta son bir kez daha karar vermek istercesine bir an durup merakla içeriye, evimin upuzun koridoruna baktı. Yorgun ve tükenmiş nefesi ondan önce içeri girdi. Tam hareketlenip eşikten bir adım atmak üzereydi ki birden vazgeçti. Sanki o kapı ağzında çekilmiş bir fotoğraf karesinde donup kalmış gibi öylece kalakaldı yerinde.

Gecenin bir yarısı her şeyi göze alıp kapıma kadar gelmişti ama hâla kararsızdı. Nedenini ikimizin de gayet iyi bildiği eski bir tereddütle yıllarla geçmemiş, hatta daha da artmış derin pişmanlık akıyordu kırışmış yüzünden. Belki de içeride biri olup olmadığını, bu gece yarısı rahatsız edip etmediğini, evin müsait olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Aslına bakılırsa babamın o sarsak, kararsız ve pişman halinden hiçbir farkım yoktu. Ona nasıl davranacağımı, hangi duyguyla karşısına dikileceğimi, yüzüme nasıl bir ifade iliştirmem gerektiğini bulamıyordum. Her şeyi, birbirimizden habersiz geçen yirmi beş yılı, hatta o yirmi beş yıldan önceki yalnız ve zorlu on beş yılı unutmuş gibi davranmaya çalışsam da nafile. Gözlerimde geçmişin şimşekleri, arada bir çakıp yeniden eski haline dönüyordu.

Bazen bir toprak yığınının altındaki geçmişimi aralayıp orada neler bulacağımı merak ediyor, kazdıkça kazıyor, kazdıkça kazıyor; çok geçmeden de bulduklarımdan hoşnut kalmamış gibi, elimde eski bir kürek, kazdığım çukura yeniden toprak dolduruyordum. Yine de her oğul gibi, ne kadar direnirsem direneyim daha en başından babama karşı yeniktim.

@

Hayatımın tepetaklak olacağından, babamın başıma kalacağından, çekip gittiğinde bile arkasında yepyeni sıkıntılar bırakacağından korkuyordum.

Bardaktaki suyun birazını ağzına diktikten sonra sigaradan sararmış bıyıklarındaki su damlacıklarını elinin tersiyle sildi. Aşağı sarkan gür bıyıklarının ucunu yeniden yanlara doğru kaldırdığında bu hareketini bir yerlerden anımsadığımı fark ettim. Büyümüştüm ama ben hâlâ o içli kuyunun dibindeki Yusuftum belki de. Babamın su içerken yaptığı bu hareket, aklımın üzerini toprak ve çerçöple örttüğüm o kapkaranlık kuyusundan çıkıp yirmi beş yıl sonra yeniden gözlerimin önüne serildi.

@

“Hasta mısın?” dedim kullanmadığım bir tişörtü ona uzatırken.

“Önemli bir şey yok,” dedi, “basit bir idrar sorunu. Doktor, birkaç gün kalsın, rahatlayınca sondayı çıkarabilirsin dedi.”

İyiyim” diyordu ama bunu söylerken kullandığı kelimedeki sesler bile ağzından zorlukla, âdeta titreye titreye çıkıyordu. Tişörtü altına sererken, sanki hayatla ilgili önemli bir şey söylemeye hazırlanır gibi bir an ağzını açıp “Yaşlılık,” dedi ama devamını getiremedi. Ne söylese, hayatla ilgili hangi sırrı fısıldasa artık hiçbir işe yaramayacağını fark edercesine, cümlenin devamını yutup ağzını sıkıca kapadı.

@

Babamın bir derdi, bir sıkıntısı vardı muhakkak. Yıllar sonra, üstelik bir gece vakti çıkıp gelmez, evimde böylesine kıvranmazdı yoksa.

@

Başını hafifçe öne arkaya sallayıp gözlerini kapamaya çalıştı. “Sabah uyandırmayacağım seni. Dinlen güzelce. Çıkmadan kahvaltı hazırlayacağım, ye muhakkak,” dedim.

Başını “tamam” der gibi sallayıp tepemizde merakla salınan kasvetli avizeyi işaret etti sonra. Yorulmuştu. Daha fazla hareket edecek, cümle kuracak, bir şeyleri izah edecek hali kalmamıştı.

Bir an bunca yolu tek başına, üstelik bu haliyle nasıl geldiğini düşündüm. Çok geçmeden başka sorular da gelip aklımın bir ucuna asıldı ama umursamadım. Yirmi beş yıl sonra neden ortaya çıktığının, bu saatte nereden gelip nereye gittiğinin, bütün o eski defterleri tekrar açmanın, oradaki okunaksız ve pişman harflere dikkatle eğilmenin bir anlamı yoktu… Nefes alıp almadığını, durumunun nasıl olduğunu anlamak için yorgun yüzüne eğildim, göğsü inip kalkıyordu. Takma dişlerinin yokluğunda yanağıyla dudakları suyu çekilmiş bir kuyu gibi içe doğru bükülmüştü.

@

Kapıyı yavaşça açıp tam dışarı çıkacakken, geçtiği yolların kir pasını almış, terle karışmış, dayanılmaz, ekşi ekşi bir koku geldi burnuma. Bir an başımı çevirip bu kokunun nereden geldiğini anlamaya çalıştım ama bulamadım. Merdivenlerden yalpalaya yalpalaya inerken hatırladım: Baba kokusuydu. Aradan yirmi beş yıl geçse de hâlâ aynıydı.

@

İçimden bir ses ısrarla, henüz şehirden ayrılmadan babamı son bir kez görmemi, her ne yaşamışsak yaşamış olalım, onunla son kez vedalaşmazsam acısının bir ömür boyu başımda bir sarkaç gibi sallanacağını söylüyordu. Oysa çoktan çekip gitmiş olmalıydı. Uyanmış, bir iki lokma yemiş ve muhtemelen çoktan otogarın yolunu tutmuştu.

@

Babam uzaklardayken, yıllar yılı kayıpken, nerede sefa sürdüğünü, yaşayıp yaşamadığını bile bilmezken, varı yoğu belirsiz bir türküden ibaretken daha güzel kavga ediyordum onunla. Çünkü bir babanın kendisiyle değil, hatırasıyla kavga etmek her zaman daha kolaydı, belki de daha zor, kim bilir.

@

İçinden gelen kelimeler ağzına kadar ulaşıyor ama yorgun, hastalıklı ve kederli dili o kelimelerin derli toplu bir cümleye varmasına engel oluyordu… “Tedavinin bir işe yaramayacağını biliyorum,” dedi gücünü toplayarak. “Değmez onca koşturmaya. Beni otogara bırakman kâfi!” Hayatının geri kalanını hepi topu üç cümleyle özetlemişti. Ne yaparsam yapayım, her ne söylersem söyleyeyim, karşımda babam değil, bir zamanların söz üstadı duruyordu ve ben bunu sıklıkla unutuyordum… İlk kez gücümü toplayıp ona bir şey sormaya cesaret ettim. Yıllarca ağzımın içinde dönüp duran kelimeler dudaklarıma nasıl hücum etti, ben de şaşırdım. Ne işin var Kars’ta?” diye sordum, biraz da çıkışır gibi. Yüzündeki kederi görünce daha fazla incinmesin, dudaklarını bir çocuk gibi büzmesin, son görüşmemiz bu sözlerle gölgelenmesin diye ses tonumu biraz daha yumuşattım.

@

“Sana da rahatsızlık verdim,” dedi kapıya yönelirken.

@

Sanki gövdesindeki her yerin sadece bir defa hareket edecek kadar takati vardı.

@

Belki de gittiğini gözlerimle görmek, o gönül rahatlığıyla işime gücüme dönmeyi düşlüyordum.

@

Birbirimize birkaç kaçamak ve hüzünlü bakış attık sadece. Sanırım vedalaşmak ve herkesin yolun gitmesi için bu kadarı kâfiydi.

@

Böylece etrafıma baka baka bir türlü otogardan ayrılamadığımı, gitmek istemediğimi, hem buna gücümün de olmadığını fark ettim.
..
Öylece dalmış, gözleri kederle asılı kalmış gibi belli belirsiz bir yere bakıyordu.

Bir insanı son kez gördüğünü peşinen bilmenin acısı hiçbir acıya benzemiyordu.

@

Belki geri geldiğim belki de ilk kez ona dokunduğum için gözleri doldu birden.

Görüşemediğimiz on beş yirmi dakikada daha da kötüleşmişti sanki.

Döndüğümde bıraktığım yerdeydi.

@

Çevre yoluna ilerlerken sesimi hafifçe yumuşatıp “Söyle bakalım,” dedim, “bu kış başında Kars’a neden gidiyorsun?”

O an otobüsten inip benim arabama bindiğine pişman olmuş gibi, yüzünde kapkara bir bulut belirdi. Dolan gözlerine, titreyen dudaklarına hâkim olmaya çalıştı. Ağlamadı ama sanki onun yerine gökyüzü ağlamış gibi arabanın camına birkaç yağmur damlası yağdı.

“Üç gün sonra Kars’ta Âşıklar Bayramı var,” dedi, “son kez arkadaşlarımı göreyim istedim.” “Son kez,” sözü sanki ağzından son kez çıkıyormuş gibi sesi titredi birden.
@

Ne kadar az konuşsak, birbirimize sonradan yük olacak ne kadar az anı bıraksak o kadar iyiydi. İnsan sonradan taşımakta zorlanacağı, bir anıya dönüşecek sözleri belki de hiçbir zaman sarf etmemeliydi. Ben de öyle yaptım. İçimden başka, ağzımdan başka kelimeler çıktı. “Kaygılanma,” dedim, “ben ulaştırırım seni bayrama.”

@

Koluna girdiğimde beni gördüğüne şaşırmamış gibiydi. Ne ben bir şey sordum ne de o söyledi. Rastgele gömülmüş ölülerin arasından yavaşça ilerleyerek mezarlığın çıkısına vardığımızda takati tükenmişti ama dudağının bir kenarından az önce söylediği türküden kalma kelimeler dökülüyordu hâlâ. Onu orada, mezarlığın girişindeki taşlı çeşmenin kenarında indirip dağdan gelen buz gibi suyla elini yüzünü yıkadığımda dolaşık diliyle kendi kendine söyleniyor, dudaklarından bilmediğim, hayatım boyunca duymadığım, sanki çok ötelerden gelen eski mi eski kelimeler dökülüyordu.

Babamın bu haliyle Kars’a kadar dayanacağından, oraya sağ salim varacağından kuşkuluydum. Yine de yüzünü yıkar yıkamaz gözlerine bir ferahlık geldiğini gördüm. Sanki eteğindeki taşlardan birini attığı için bir parça rahatlamış, içindeki sıkıntıyı az da olsa yatıştırmıştı. Kime neyin iyi geleceğini kimse bilemezdi. Mezardaki kadın her kimse, onu ziyaret ettiği için galiba içindeki bulanık suyu yeniden arılaştırmıştı. Şalvarının arkasını eliyle üstünkörü silkeleyip yeniden arabaya bindiğinde bir süre inip kalkan göğsünün yatıştığını, düzensizleşen nefesinin hal yoluna girdiğini fark ettim.

@

Yine de babamın bu yeni halinde içimi acıtan bir şeyler vardı. Beline bağlanan peştamalla hamamdaki taşların üzerinde sanki ölmüş de teneşir taşına yatırmışlar gibi bir deri bir kemik, öylece yatıyordu. Bir an sahiden de öldüğünü düşünüp korktum onu öyle görünce. Karnına çektiği şişmiş bacakları ve yukarı inip kalkan göğsü olmasa düpedüz bir ölüye benziyordu. Rahatlamış, dünyanın tüm dertlerinden kurtulmuş, artık zamanı saymayı bırakmış bir ölü…

@

Adamla birlik olup yenilerini giydirdik ama babamın gözü bütün yaşlılar gibi hâlâ eski elbiselerindeydi.

@

Ama o, karşısındaki boy aynasında kendisini süzmek veri. ne dönüp usulca, göstermemeye gayret ederek bana bakmayı tercih etti. Yıllar sonra ilk kez göz göze geliyorduk. Heni topu birkaç saniye süren, ancak bu kadarına cesaret edebildiğimiz birkaç kaçamak bakış fırlattık birbirimize.

@

İçimden birkaç kez, keşke onu tanıtırken “peder” yerine “babam” deseydim diye geçirdim. Belki o zaman daha da sevinir, içi içine sığmaz olur, kim bilir belki hepi topu beş harften oluşan bir kelime ona şifa olurdu diye düşündüm ama yapamamıştım. O sesler içimde dönüp dururken ağzıma ulaşmıyordu.

Bana göstermemeye çalışıyordu ama acı çektiği belliydi. Belki de Kars’a gitmekten vazgeçerim de onu geri götürüp bir hastane köşesine atarım diye bu acıyı mümkün olduğunca benden gizlemeye gayret ediyordu.

@

“Biraz daha dayan,” dedim, “üç beş dakikaya acildeyiz.” Cevap vermedi. Gayri ihtiyari bir “Ah!” çıktı dudaklarından.

Onunla ağız tadıyla konuşmadan, hesaplaşmadan, içimde hiçbir ukde bırakmadan ölmesin istiyordum ama babam ellerimin arasından göz göre göre kayıp gidiyordu.

@

Acil servislerin belki de tek iyi yanı, ne yapacaklarını bilemez halde bekleyen kaygılı, telaşlı ve çaresiz hasta yakınlarını bir süreliğine de olsa rahatlatıp bütün kontrolü kendi ellerine almalarıydı.

@

“Kaygılanma,” dedim, “bak bağlaman köşede duruyor.” “Sağ ol,” dercesine yorgun ama birden ışıldayan gözlerini birkaç kez minnettarlıkla açıp kapadı ve ardından yeniden tıpkı akşamki gibi derin bir uykuya daldı. Morfin hem ağrılarını azaltmış hem de uyumasına yardım etmişti.

O, eksik gedik de olsa yeniden nefes almaya başlamıştı ama bu kez ben nefessiz kalmıştım.

@

Ben bu adamı nereden hatırlıyorum, muhakkak bir yerlerde gördüm diye düşünürken bir an bir şeyler anımsar gibi oldum. Eğer onu birine benzetmemişsem, birkaç kez bir yerlerde gördüğüm “Küfran” şiirini yazan şairdi bu. Tuhaf. bu adamın daha yirmi üç yaşında gencecik bir şairken yazdığı o ünlü şiirin adını hatırlıyor, bazı dizeleri belli belirsiz aklıma geliyor, hatta adamın sonraları şiiri bıraktığını bile anımsıyor ama adını bir türlü çıkaramıyordum. Yalnızdı.

@

Odadakiler hafifçe yerlerinden doğrulup neşeyle babama selam verirken, babam neden yollarda olduğunu, ölümle arasında bir karışlık mesafe kaldığını, Azrail’in kulağının arkasına üflemek için fırsat kolladığını unutmuş gibi kafasını keyifle sağa sola sallayarak onlara eşlik ediyordu.

@

Helallik İsteyenin Türküsü

“Ruhum arşıâlâya yükselip dünyayı bir yutkunma gibi arkamda bıraktığımda, anımsamanın o soğuk teneşir taşına yatırıldığımda, çenem bağlanıp sonsuza kadar suskunluğa emanet edildiğimde, önümde el pençe divan durulup helallik istendiğinde, kazma kürek sesleri hızla o kara toprağa değdiğinde, taşlarım oradan oraya yuvarlandığında, eski bir akşamın gölgesi son kez üzerime düştüğünde…

Beni hatırlayıp iç çekenler, adım geçince yere tükürenler, hakkım kalanlar, alacaklılarım, kırıp incittiklerim, susup dinlediklerim, adı dilimin ucuna gelenler, aklımdan hiç çıkmayanlar, içimden konuştuklarım, ihanet ettiklerim, sadık kaldıklarım, bende ağız tadı bırakmayanlar, ruhumdaki yırtığa iğne iplikle koşanlar başıma toplandığında. Bir zamanlar sırtımı dayadığım kavaklar, meşeler, ahlatlar; aksimi gördüğüm göller, benden akıp giden nehirler, dön dolaş yine bana kavuşan dereler; dağ yolları, patikalar, toprak ve asfalt yollar, elimi alnıma siper edip baktığım kuru güneş, uyku tutmadığında sımsıkı sarıldığım bazen bedir bazen kamer ay, içimdeki o zifiri karanlık son kez üzerime çöktüğünde.

Bende hakkı olan yağmur damlası, döne döne üzerime yağan kar tanesi, tenimi yalayan rüzgår, yolumda doğup batan güneş, yokluğumda hep beni soracak olan gölgem; buğday başakları, mısır püskülleri, her bahar çiçeklenen nar ağacım, hiç yemiş vermeyen dut ağacım, incirin sütü, narın hevesi, boynunu būküp son kez bana baktığında… Ağzımda sağa sola dönen, kimi söylenir söylenmez sönen kimi yıllar yılı gönül gezen, kimini ziyadesiyle fazla kimini yoksul așı gibi azar azar söylediğim, kimini eksik kimini döne dolaşa tellendirdiğim; kimini yutup kimini dilime sürdüğüm, gizli dertlerim saklayan, beni rezil rüsva etmeyen; sır tutan, kin tutan, kan tutan tüm kelimeler günün birinde kapkara bir bulut gibi toprağımın başında dikildiğinde…

Kâni Karaca gelsin, Çekiç Ali gelsin, Tenekeci Mahmut ve Ruhsatî gelsin; Fekiyê Teyran, Evdalê Zeynikê, Egidê Cimo ve Şakiro gelsin; Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Hafız Kemâl, Neşet, Mahsuni ve Sümmânî gelsin; Pir Sultan, Karac’oğlan, Kul Nesimi ve Yunus gelsin; yörükler, göçerler, koçerler gelsin; gevendeler, abdallar, mirtiplar, domlar, dengbėjler gelsin; hafızlar, gazelhanlar, mevlithanlar gelsin, başımda durup bana veda, bana sena, bana helal etsinler!”

@

“Bekle, bir tekerlekli sandalye alıp geleyim,” dedim.

Sanki o sandalyeye oturduğunda hepten elden ayaktan düştüğünü kabullenecekmiş gibi yüzünü keder ve derin bir sıkıntı bastı. Birkaç kez oflayıp puflayınca sandalyeden vazgeçtim.

@

Ağrıları azalmış, yüzü gözü gülüyordu. İçimden bir ses, ona zaman zaman büsbütün bir yabancı gibi davrandığımı, hatta kaderimin bana bahşettiği “baba” kelimesini kullanmaktan bile özellikle imtina ettiğimi söylüyordu. Üç günlük dünyaydı. Çekip gittiğinde ondan geriye dilden dile dolaşan üç beş türkü hariç hiçbir şey kalmayacaktı. Telefonumu havaya kaldırıp kamerasını açtım.

“Bir fotoğrafımız olsun,” dedim birden, “başını kaldırıp telefona bakar mısın?”

Bıyıklarını düzeltip gömleğinin düğmesinin ilikli olup olmadığını kontrol ettikten sonra yüzünü kapatan şapkasını hafifçe yukarı kaldırdı. Son anda bir şey hatırlamış gibi, fotoğraf karesine onun da girmesini istercesine üç telli bağlamasını alıp yanağına doğru yaklaştırdı. Telefonun neresine bakacağını bilemez bir halde başını kaldırıp boşlukta bir yerlere baksa da benim gülümseyen yüzümün aksine fotoğrafta onun gözleri dolu dolu çıkmıştı.

Telefondaki ilk ve tek fotoğrafımızı sosyal medya hesabıma yükleyip “Pederle Kars’a doğru…” diye yazdıktan sonra yavaşça gaza bastım.

Babamın gözlerindeki kedere karşılık, yarım bir gülüş gelip dudaklarının kıyısına kurulmuş ve o hafif yana kıvrık dudakları, onca yılın kahrından sonra bir keyif sigarası yakmış gibi, kendine bir türlü hâkim olamıyordu.

@

Besbelli zihninde oradan oraya taşımaktan yorulduğu, içini sıkıştıran anılarla cebelleşiyordu.

@

Sırf laf olsun, cümlelerimizle bu çekilmez yol da ferahlasın, aramızdaki bu keskin gerilim biraz düşsün diye “Sence adalet diye bir şey var mıdır?” diye sordum ona.

“Bu dünyada mı öbüründe mi?” diye sordu sigara tabakasını cebinden çıkarırken. “Her ikisinde de,” dedim. “Bu dünyada olmadığını görecek kadar uzun yaşadım,” dedi.

@

“Bir şey söyleyeceğim ama kızmak gücenmek yok,” dedi ağzından zar zor çıkan alıngan kelimelerle.

Konuşmaya başlamadan önce boğazını temizlediğine, yerinde tereddütle salındığına göre bu yıllanmış boğazdan mesut kelimeler çıkmazdı artık.

“Beni Ilıcalar yol ayrımında indir, sen yoluna devam et,” dedi.

“Hayrola, bir sorun mu var?” dedim.

“Bu kadarı kâfi,” dedi.

“Gücendin mi, ne oldu?” diye sordum.

“Zerre-i miskal gücenmedim,” dedi, “yolun bundan sonrası benim için kolay, sen de işine gücüne git artık!”

Bir yandan Ilıcalar yol ayrımını gösteren tabelayı kaçırmamak için etrafa bakarken diğer yandan da söylediklerini tartmaya çalışıyordum. Ağzımızdaki üç beş kelime yirmi beş yıl boyunca birbirimizden uzaklarda hayat sürdükten sonra nihayet yan yana gelmiş ama o kelimeler mesut bir cümle olmayı bir kez daha başaramamıştı. Haklıydı belki; fazla uzatmanın bir âlemi yoktu. Bu hikâye başından beri yarım kalmaya, sessizlikle geçiştirilmeye, daha en başından yazılan sonunu yaşamaya mahkûmdu çünkü.

@

O an tenimdeki küçücük bir ürpertiyi bile kendine dert edinen, benim hastalanmamdan kaygılanan bu adam, yirmi beş yıl boyunca bir kez bile beni merak etmemiş, durumumu sormaya, yaşayıp yaşamadığımı görmeye gelmemişti oysa.

@

“Uyan da biraz muhabbet edelim,” dedim şakayla.

“Ne anlatayım evladım!” dedi inlemeyle karışık.

“Evladım” sözcüğü arabanın aralık camından çıkıp heybetli dağların tepesinde toplanan bulutlardan fırlayan şimşeklerle aynı anda yankılandı sanki. Bir konuşma girişimi, daha en başında yara almaya başlamıştı. Sulanan gözlerime engel olmak için başımı yana çevirdim ama kırk yıl boyunca duymadığım bu sözün ağırlığını daha fazla taşıyamadım. Çaresiz, ağzımı kapayıp konuşmamızı yarıda kestim. İçimden binlerce kez söylememe rağmen, cevap olarak ona bir kez bile gönül rahatlığıyla “baba” diye seslenemediğimi fark ettim yeniden.

@

Çok geçmeden içimdeki buz tutmuş karların yavaş yavaş erimeye başladığını, tipki dağların zirvesinden aşağı süzülen o kaynak suları gibi garip bir biçimde ferahladığımı fark ettim. Babamı hep uzaklarda sanırken, o gizli bir el gibi hep yanımda yöremde dolaşmıştı. Galiba o an içimde engel olamadığım bir sevincin yükseldiğini de hissettim. Yine de babama duygularımı pek belli etmemeye çalıştım.

@

“Evet,” dedim, “ayrılıkla ölüm…”

“Ayrılıkla ölüm fena halde birbirine benziyor, biliyor musun?” dedi babam.

Yutkuna yutkuna tamamlamaya çalıştı cümlesini:

“İnsan öldüğü yaşta kalırmış. Yani kaç yaşında ölürsen geride kalanlar seni hep o yaşta hatırlarmış. Zannedersem, insan birinden ayrılınca da aynı yaşta kalıyormuş,” dedi.

Çok sonra oğlundan değil, hasbelkader karşısına çıkmış bir yol arkadaşından bir şey ister gibi, “Senden bir ricam var,” dedi.

“Buyur,” dedim, “yapabileceğim bir şeyse…”

“Ölünce beni Malatya’ya götürsünler,” dedi.

@

“Arguvan’da bir kadın var, onun yanına gömün beni,” dedi zorlukla.

“Yoksa en çok onu mu sevdin?” diye sordum utana utana.

Ağzını açtı ama takma dişleri sanki ona engel olmaya çalışırcasına öne fırladılar. Yine de galiba ilk kez kalbindeki gümbürtüyü, gözlerinde salınıp duran paylaşmak istiyordu.

“Gözün kaderi görmek, kalbin kaderi yanmaktır evladım,” dedi babam.

Yutkundu ama sanki daha devam etmek niyetindeydi. Dışarı, dağları saran ak dumana baktı. Tüm gücünü toplayıp “Göz elli kişide kalp birinde kalır,” dedi sonra.

Son sözü bu oldu… Erzurum’a gelene kadar bir daha ağzını açıp tek kelime etmedi.

Vasiyetini söylemiş, içini ilk kez açmış olmanın rahatlığıyla arkasına yaslanırken, neden annemin değil de Arguvan’daki kadının yanına gömülmek istediğini anlayamadım. Ona duyduğum merhamet ve sevginin yerini, tıpkı birbirimizden habersiz geçen o yirmi beş yılda olduğu gibi, yeniden derin bir kızgınlık aldı.

Babamı galiba en çok susarken seviyordum. Konuşur konuşmaz aramızda bir kırgınlığın kanat çırpınışları duyuluyordu. Ne hastalığı ne adım adım yaklaştığı ölümün umurumda olduğunu, bütün bir ömür ona sadece öfke duyduğumu, ne yaparsam yapayım, ona kaç adım atarsam atayım bu duygudan eni sonu kurtulamadığımı hissediyordum.

@

Yol boyu bir kez bile açmayı düşünmediğim bavulun ranmış kayışlarını açtığımda bir iki parça kıyafet, çoğu kirli iç çamaşırı ve çoraplarla eski bir poşetin içindeki bembeyaz bir kefen bezi ve sabun gördüm… Yırtık pırtık elbiselerle kefeni tekrar yerine koyup babamla yeniden yola düştük ama kederli bir dalganın kalbimi yavaş yavaş dövmeye başladığını, o dalganın bir süre geri çekilip denizdeki çerçöpün tamamını sonra hızla içime boca ettiğini hissettim.

@

Babam ölüyordu ve ben onun yanında değildim.

“Ha üç gün ha otuz üç yıl; ne kadar vakit geçerse geçsin, bu eski püskü zaman bir oğulla baba arasındaki eksik cümleleri tamamlamaya yetmiyor,” diye geçirdim içimden ve son sürat gaza bastım.

Herkesin babası bir kere ölürdü. Alır götürür, yıkar, kefenler, toprağa gömer ve sonra arada bir acıyla hatırlanan bir ölüye dönüşürdü babalar. Benimki yıllardır tekrar tekrar ölüyordu. Bir bakışla, bir sözle, upuzun bir suskunlukla, havaya kalkan bir parmakla, sallanan bir elle, bir iç çekişle ölüyordu babam. Bu yüzden dümdüz ovada telaşla yol alırken babamın acısının bana yeterince tesir etmediğini, onun öleceği fikrinin bana yeterince inandırıcı gelmediğini düşünüyordum. Fakat hastaneye yaklaşır yaklaşmaz içimin bulandığını, acı gerçeğe yavaş yavaş yaklaştığımı, babaların bir gün sahiden de öldüğünü anlayarak sıkıca direksiyona yapıştım.

@

Nabzının giderek düştüğünü, kalbinin çoktan iflas etmiş vücudunun yorgunluğuna daha fazla dayanamadığını, doğrusunu söylemek gerekirse fazla zamanı kalmadığını söyleyen acil servis doktoru, babamı yoğun bakım servisine almaları gerektiğini belirtti.

Babamı yoğun bakım servisine aldıklarında, tıpkı annem gibi, onu da yeterince göremeyeceğim, günde beş dakika görüp tekrar dışarı çıkarılacağım kaygısıyla bu teklife sıcak bakmadım. Onu mümkünse yanında kalabileceğim, son anlarına şahitlik yapabileceğim özel bir odaya almalarını rica ettim.

Babamın durumu ortadaydı. Fazla vakti kalmamıştı. Son anlarını morgun bir benzeri olan o yoğun bakım servisinde geçirmesindense sevdikleriyle yan yana olmasına acil servis doktoru da ikna oldu sonunda.

Sanki yatakta yatmıyor da yatağın içinde bir çukur açılmış ve onu o çukura gömmüşlerdi.

@

“Kapat gözlerini,” dedim en son, “yat dinlen güzelce.”

Elimi bembeyaz saçlarından çeker çekmez gözleri yeniden kapandı ama birden yanaklarından aşağı incecik bir gözyaşı süzüldü.

Sadece gözlerini son bir kez açmasını, kendine gelmesini, üç beş kelime daha konuşmasını, içindeki hesap defterini çıkarıp onca yılın borcunu aramızdaki masaya koyarak alacak verecek davamızı artık sona erdirmesini ya da o kapkara defteri hepten yok edip birbirimize son bir kez sarılmayı düşlüyordum, hepsi bu. Ama o bir türlü uyanmıyordu.

@

Yapamıyordum.

Razı değildim.

Ölüme giderk
en, etrafında melekler uçuşurken, ecel ondan Can talep ederken babamın yanında olmak istiyordum.

@

Seni dünya üzerinde tek başına yankılanan boş bir ev gibi bırakıp gittiğimi unutmadım.

@

Gözleri kapalı bir halde, konuşmak için ciğerlerinden değil de, üç beş ses için tüm vücudundan destek alması gerekiyormuş gibi, takma dişlerinden yoksun dilini sağa sola çevirip “Korkma oğlum!” dedi sadece ve ağzını yeniden kapadı.

Korkmadığımı belli etmek için avcumdaki elini yavaşça okşadım ve sanki o da ellerimi hafifçe sıkarak bana kendince bir cevap verdi ama o an çoktandır kıyısında beklediğim uçurumdan aşağı yuvarlandığımı hissediyordum. Babam uyandığı için sevinecek yerde gırtlağıma bir şey sokulmuşçasına daha da beter dağılmıştım.

@

Günler sonra bir arkadaşımı yanı başımda gördüğüm için sevinçliydim. Ama onu görür görmez birden gözlerimden yaşlar boşandı ve birbirimize sarıldık. Ne o bir şey sordu ne de ben söyleyebildim. Gecenin o vakti, o yağmurda ta Van’dan Erzurum’a kadar gelmesi içime dokunmuştu. “Niye zahmet ettin?” dedim sevincime rağmen. “Bir faydam dokunur belki.” dedi burnunu hafifçe çekerken. Sessizce başımı öne eğip bir sigara da onunla birlikte içtim ama konuşmaya çabalamanın boşuna olduğunu hissettim. Dostlar, arkadaşlar bazen bir suskunluk için bile yeterliydi sanırım.

@

“Uğurlar olsun ba…” dedim sessizce.

Cümlenin devamını getirmek, “ba!” hecesine hepi topu iki ses daha eklemek için kendimi olabildiğince zorladım ama devamı gelmedi.


Babamın bu dünyadan göçtüğünü sular seller gibi akan gözyaşlarıma bakıp elini sarsılan omzuma koyunca anladı.

“Ba…” diyebildim sadece, “ba…”

Gerisini getiremedim. Ağzımdan çıkmayan, geride kalan kardeşleriyle bir türlü yan yana getiremediğim, belki de dişlerimin arasında un ufak olan o iki ses yavaşça gözlerimden dökülmeye başladı o anda.

“Kendini zorlama evlat,” dedi Kul Yakup, “baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten.”

“Hikâyem sona erdi Yakup Emmi,” dedim nihayet ağzımı açtığımda, “her şey buraya kadarmış.”

“Hikâyen sona erdi, evet, ama ne fayda!” dedi bir elini yeniden omzuma koyan Kul Yakup, “ona artık baba desen ne demesen ne! Ustam da öyle çekti gitti işte.”

Kemal Varol

Âşıklar Bayramı

Yazmadan Edemedim

Rüzgâr bu şiiri sana götürsün
kâğıttan yaptığım
o işlemeli
kayıklar
fırtınalara
dayanan
koş rüzgâr koş

Yazmadan edemedim…

Behçet Aysan

Karantina

Yoruldum, Enis, durmadan kendim olmaktan, kendimdeki başkalarından da. “Odama kapanıyorum” demiştim, “açık denize çıkarken.” Büyük bir mide gibi salladı ve kustu su, kamaramı: Orada yaşamıştım peşpeşe, cinnet ve som sabır arası tahteravalli, onca mahzun coşku, tayf dehşet ve ışık. Simsiyah bir çölden, buzul mavi bir gökten geçip, ipekböceği düşlerim, burada demir attım. “Bekle” dedi bir ses; dik, tartımlı, ama kırgın: “Sendeki salgını ölçeceğiz: Bilmem yeniden dönecek misin, yoksa bulaşıcı mısın bir limandan ötekine.”

Dönüp arkama baksam, kimbilir kaç yüz kulaç derinde bekliyor terkettiğim batıklar; altın sikke dolu sandık, deniz imparatorlukları arasında imzalanmış sıcak mühürlü akitler, yakut bir yüzükle gümüş bir katedral şamdanı, Doğu’da üflenmiş kırılgan cam ve Batı’da dövülmüş tunç bindiğim gemileri bir bir açık denizin dibinde, kovaladım hayatımı, onu tutar tutmaz kaçtım: Korkak ve gizli, küpesiz bir korsanım ben, geceden geceye kazandığım tek şey: İçine gömüldüğüm şeytansı definedir.

Enis Batur

Aşk Dayanak Sağlıyor

Yalnız olabilirim ama yalnızlıktan acı çekmiyorum. Birileriyle mutluluğu paylaşmak muhteşem bir şey olsa da bugünlerde kendi başıma olmak çok da kötü değil. Cadde boyunca daha hızlı yürüyebiliyorum. Yalnız olmaktan bahsettiğimde ille de bir hayat arkadaşının olmamasından söz etmiyorum. Bu daha çok halet-i ruhiyeyle ilgili. Şiirlerimden biri şöyle başlıyor: “Ay yalnız, güneş yalnız, erkek yalnız, kadın yalnız, çiftler yalnız.”Aşk dayanak sağlıyor. Her şeyi canlandırabilir ve hızlandırabilir. Güzel hatta sarhoş edici olabilir. Belki birini sevmenin hakiki değeri kendinden vazgeçmene izin vermesidir. Aşk aynı zamanda yıkıcı bir kuvveti de taşır yanında. Tutku acı çekmek anlamına gelir. Gideceğimiz yere kısa sürede varırız ama tabii ki sürüklenme ihtimalimiz daha fazladır.

İnsanın kendisinden vazgeçmesinin de acı dolu yanları vardır. Kısa süreli bir mutluluk uzun süreli bir kederle sonlanabilir. Bir erkekle bir kadın birbirlerinden hoşlandığında, birbirlerinin elini tuttuğunda müsabaka başlamadan önce el sıkışan güreşçiler gibi oldukları söylenir. Önce kaçınılmaz olan yüzleşmeleri kabullenin sonra tadını çıkarın aşk macerasının. Ben aşk konusunda hayal kırıklığına uğramadım, umudumu da kaybetmiş değilim. Yaş aldıkça bu gibi konularda dürüst ve gerçekçi olmayı öğrendim. Yaşlandıkça, tedbir egemen olur ve cesaret azalır. Gençken durum bambaşkaydı. Gençlik zamanlarınızda yaşadığınız aşklar olağanüstüdür. Eğer aslan gibi bir yüreğiniz yoksa aşkın peşinde koşmayın derler.

Kiyarüstemi, gazetecinin iri gözlerine bakar ve elini işaret eder:

Parmağınızda altın yüzük olduğunu görüyorum, hâlâ koşmaya hazır mısınız ve hâlâ aşkın sıra dışı gücü tarafından ele geçirilmeye izin verir misiniz merak ediyorum. Hafız, Tanrı’ya duyduğumuz inancın güzel bir kadın gördüğümüzde sarsılabileceğini söyler. Ömer Hayyam’ın şiirlerini okudunuz mu? Zekâsına, duygusallığına, özlü olmasına ve açıklığına hayranım. O güzelim eserlerini okumak yüzünüze atılan bir tokat gibi. Ölümün her yerde bulunduğu hayata kesintisiz bir ağıt, bizi sürekli olarak insanların durumunu düşündürmeye itiyor. Hayyam’a göre, yaşam öyle hızlı geçer ki her bir saniye kıymetlidir. Gayemiz, her anın zevkini çıkarmak, hayatı dolu dolu yaşamak olmalıdır. Keyif alabileceğimiz tek bir andan dahi feragat etmemeliyiz. Bu yüzdendir ki Hayyam şarabı ve beraberinde gelen sarhoş sevinci metheder.

Ayrıca, bedelini ödemeden aşk yaşamış olan var mıdır? Hakiki sevinç ancak kırılmış bir kalbin, acı çekmenin, elem yaşamanın ardından gelir. Hakiki mutluluk asla bir diskotekte bulunmayacaktır. Hayyam, ölümle yüzleşip onunla bir arada var olmayı öğrenene dek hayatın değerini bilemeyeceğimizi söyler. Rubaileri, bizi inceliksiz fakat iyimser bir şekilde faniliğimizle yüzleştirir.

On yıldan fazla zamandır evliliği düşünüyorum, sonra yeni bir sayfa açıyorum.

Abbas Kiyarüstemi

Şehrin Dışını Keşfetmemi Sağlayan Arabamı Seviyorum

Arabalar tıpkı atlar gibidir, yalnızca daha sabırlıdır. Yol kenarlarındaki insanlarla iletişim kurmamı sağlar. Yapmam gereken tek şey camı açıp yol sormak. Araba sürmeyi çok seviyorum, eğer yönetmen olmasaydım kamyon şoförü olabilirdim.

Eşlerine anlatmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri bana anlatmaya başlayan otostopçuları gidecekleri yerlere götürürüm sıklıkla. Emniyet kemerinizi bağlamak, psikiyatristin koltuğuna uzanmak gibidir. Böylesi geçici rastlantıları, bir saatlik muhabbetin ardından yolcumla birbirimizi bir daha asla göremeyeceğimiz gerçeğini seviyorum. İç dünyam, arabada, evde olduğundan daha yoğun. Salonumdayken, hareket etmediğim nadir anlar olur ancak arabaya biner binmez durağanlığa mecbur kalırım. Trafik sıkışıklığı, düşünmeme vakit tanır. Dikkatimi dağıtan bir şey, telefon aramaları, beklenmedik ziyaretçiler yoktur. Hoş bir dinginlik hâkimdir. 


Araba, güvenlik hissi uyandırır. Bakmak ve yansıtmak, kendimle olan bitmek bilmeyen sohbetleri ve süregiden içsel diyalogları hafifletmek için bildiğim en iyi yer. Bir arkadaşım, eşiyle en önemli tartışmalarını her ikisi için de kaçıp saklanacak bir yer olmadığından arabada yaptıklarını söylemişti. Masanın karşısından üzerime dikilen bakışların ağırlığı olmadan biriyle yan yana oturduğumda daha rahat hissediyorum kendimi. Arabada biriyle yan yana, dünyaya aynı yerden bakarak oturduğunuzda bu kişiyi tanısanız da tanımasanız da neredeyse her zaman kendinizi rahat hissedersiniz. Arabadaki sessizlik katiyen ağır gelmez. Hiç kimse, arabanın içinde sorulan sorulara derhal cevap vermenizi beklemez. Cevap vermeden önce düşünecek vakit vardır. Bu samimi mekân hem bir ev, hem çekim yeri hem de ofistir. Şoför koltuğunda, arabanın durmaksızın yeni görüntüler getiren ön camından bakarken işlerimi halledebilirim. Bir anlığına kayıp giden kırlar görünür, birkaç dakika sonra tenha varoşlar ve en sonunda da uğursuz şehir gösterir kendini. Her iki yanında duran küçük televizyonlar misali aynalarıyla sürekli bir takip çekimi gibidir. 


Belki de arabalara olan düşkünlüğüm aslında yol sevdamdan kaynaklanıyordur. Seyahat fikri, bir noktadan başka bir noktaya hareket etmek, İran kültüründe önemlidir. Yol, rızkının, soluk almayan ruhunun, bitmek bilmeyen keşiflerin arayışında olan insanın ifadesidir. 


Arabayla seyahat uçakla yapılandan farklıdır. Uçağa binerken aklınızda gidilecek olan yer bellidir ve tabii ki insan nadiren tek başına havada yolculuk yapar. İnsanlar dâhil her şeyden kaçmama izin veren ve toprağın beraberinde daimi olarak yeni yollar ve sapakları da getirdiği şehrin dışını keşfetmemi sağlayan otomobilde durum böyle değildir. Kalkış noktam genellikle Tahran olur. Varış yerim ise belirsizdir, bu şimdiye kadar deneyimlediğim her şey kadar misafirperverdir; sınırsız, beklenmeyen ve bilinmeyen menzillerle dolu bir dünya, benden hiçbir şey istememesine rağmen bana her şeyi sunan bir çevre. Nerede uyuyacağımı ya da orada ne yiyeceğimi bilmeden atılırım bu maceraya. Elimde kamera, sadece ilerlerim, bakarım ve keşfederim. Dönmemin günler alacağını bilmeme rağmen hiçbir şeyi planlamadan ayrılırım evimden, saatler sonra hayatımda hiç görmediğim ve muhtemelen de bir daha asla görmeyeceğim bir aileyle tanıştığım küçük bir köy bulurum. Aile beni evine davet eder, bana yemek verir, yatacak yer teklif eder, sabah kahvaltımı, anne, baba ve üç çocukla beraber yapmadan evvel kaldığım odanın camını açarım ve önümde uzanan, gecenin karanlığıyla sarmaladığı vadiyi, uzaklardaki görkemli, karla kaplı zirveleri, evin birkaç metre uzağında, beyaz örtünün ortasında duran beyaza bürünmüş dallarıyla ebediyete uzanan o yapayalnız ağacı görürüm. Tesadüflerin zevki. Doğaçlamanın kıymeti. Karşı konulamaz haz. 


Tıpkı bir at misali sabırlı olan arabam bana sadıktır. Tıpkı bir hayvanı sever gibi seviyorum onu.

Abbas Kiyarüstemi

IRAN. Tehran. 1997. Film director Abbas KHIAROSTAMI in gaz station.

Hiçbir şey tabiatın ihtişamı ve asaletine tanıklık etmek kadar önemli değildir.

Bu hafta, bilgisayarlarınızı bir kenara bırakın. Cep telefonlarınızı kapatın. Bu cihazlarla beraber hareket etme cazibesine karşı koyun. Eğer bu aletleri taşırsanız nereye giderseniz gidin dünya tamamen aynı yer olacaktır. Cebinizde bu aletlerle dünya engellenmiş olacak, dünyanın üzerinizde bir etki bırakmasına mani olacaktır. Bütün engelleri evinizde bırakın.


@


Hayatımda, bana yapmam gerekenleri söyleyen yetişkinler olmadığı için memnunum. Bugünlerde, ailemle vakit geçirirken bir şeyler hakkında konuşmaya başladıklarında oradan ayrılıyor ve diğer odadaki çocukların arasına karışıyorum. Yetişkinlerin konuşmalarının çoğunu sıkıcı buluyorum. İnsan yaşamındaki en acayip dönem, en önemsiz şeylerin dahi radikal bir keşif süreci hâline geldiği çocukluk dönemidir. O dönemleri ardımızda bu denli hızlı bırakmamız çok acı. Maalesef çoğu insan için kendimizi o farkındalık durumundan koparmak hatta bu süreci hızlandırmak oldukça doğal. Seneler geçtikçe hayat kendini gösteriyor. Başlarda, her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Ardından endişe ve şüpheyle dolu bir dönem takip ediyor ve bundan sonra da çocukluğun yaşantılarını bilfiil yeniden alevlendirmek istediğimiz bir aşama. Bir süredir bulunduğum yer bu üçüncü ve son aşama.

@


Yaşamayı seven insanlar, ölümden sonra olacaklara dair çok fazla kafa yorar. Ölüm, hayatımızı kendi ellerimizle tutmamızı, var olmamızın sorumluluğunu kabullenmemizi sağlar. İntihar etme arzusu, ben dâhil çoğu kişinin aklından geçmiştir. Her sabah kendimize bir soru sorarız: Neden yaşamalıyım? Irkımızı, milliyetimizi, dinimizi, anne-babamızı ya da tenimizin rengini seçemeyiz. Özgür irademizle seçebileceğimiz yegâne şey yaşamak isteyip istemediğimizdir. İntihar ihtimali, tek gerçek özgürlüğümüz, bu dünyadan kaçışımızdır. Bu özgürlüğü gerçekleştirmiyorsak eğer bütün güçlüklere rağmen hayatta kalmaya karar verdiğimiz içindir. Yaşamayı seçtiğimiz gerçeğini kabullendiğimizde, bu özgürlükle mutabakata vardığımızda çok daha neşeli bir hayat süreriz. Felsefe ve sanat, yaşamın bize zorla kabul ettirilmediğini, sunulduğunu öğretir. Giriş bileti verilmiştir elimize ancak cebimizde katlı bir şekilde duran çıkış biletimiz de mevcuttur. Eğer filmlerimden birini beğenmediyseniz üzerinde “ÇIKIŞ” yazan kapıdan geçmek konusunda özgürsünüz. Nietzsche de eğer birisi bir çukurun başında atlamaya hazırlanıyorsa ar- kasından yardımsever bir şekilde itmeliyiz diye yazmıştır. 


@


Kirazın Tadı’nın formu, mumun etrafında uçarken muma, alev kendisini yakana dek yaklaşan kelebekle ilgili bir Fars şiirinden alınmıştır. Filmde, Badii, kendisi için kazmış olduğu mezara düşene dek mezarın etrafında arabasıyla tur atar. Hikâye, aynı zamanda, bir aslan tarafından kovalanan adamdan da ilham almıştır. Adam kendisini kurtarmak için uçurumdan atlamak zorunda kalır fakat dağın kenarında büyümüş olan bir bitkinin tepesine takılır. Kendisini bir anda, altında uzanan devasa yarıkla hemen üstünde kendisini sinsice izleyen o acımasız yaratık arasında bulur. Ardından, asılı kaldığı kökleri kemiren biri siyah diğeri beyaz iki fare görür. Bu ürkütücü vaziyetin ortasında, dağın yamacında yetişen çilekleri görür, o belirsiz durumda, tehlike ve muammalarla dolu bir hâlde elini uzatır, çileği koparır ve yer. Bu sabah uyandığımızda, ölümümüz şu an olduğundan daha uzaktı bize. Hayattan keyif almak için elinizden geleni yapın.

@

Dünyanın ömrü insanların kaderlerinden çok daha uzun sürecektir. Ağacın dalındaki o yaprak, günün birinde rüzgârla surüklenip gidecektir. Geçenlerde, İran’da bir yazar intihar etmiş. Ormanda bulunmuş, cansız bedeni ipin ucunda. Fotoğrafı var. Fotoğrafın bir kısmına bakarsanız hayatın, kuşların, doğanın, güzelliğin her zamanki gibi olduğunu göreceksiniz. Ebediyet acılara katlanıyor. Bizler faniyiz. Geri kalan her şey beyhude.


@

Hayatta süreklilik çok azdır. Yaşlandıkça bağlarımız azalır. Ārzular yok olur. Her şeyin cazibesi eksilir.Arkadaşlar, aile, yemek, mal mülk gibi bir zamanlar önemli olduğunu düşündüğüm şeylere duyulan hasret uçup gidiyor. Çocuklarım konusunda eskisi kadar kaygılanmıyorum. İyi bir yemek için duyduğum arzu ve diğer insanlarla beraber olma konusu eskisi gibi değil artık. Her şeyi ardımda bırakmak rahat hissettiriyor. Tüm bunların yerini alan ve her geçen gün daha da kuvvetli bir hâle gelen şey gençken ilgimi çekmeyen ve katiyen anlam veremediğim şey şehrin şatafatından kaçma, dış dünyayla birlik kurma, başımızın üzerinde uzanan gökyüzünün sersemletici ve çınlayan enginliğini seyretme, mevsimlerin değişimini deneyimleme, doğanın kendisini bizlere bir kez daha gösterdiği anları yakalama arzusu. Yalnızca bunların tadını çıkaramama düşüncesi ölümden korkmamı sağlıyor. Eğer doğayı yanımızda götürebilseydik fanilik tüm anlamını yitirirdi.

@

Bir zamanlar benimle beraber yaşayan bir asistanım vardı. Evlendi ve karısını da beraberinde getirdi. Kadın, şehrin gürültüsünü ve kalabalığını fazla kasvetli bulduğundan bir sene boyunca evden dışarı çıkmadı. En sonunda, kadını mahallede dolaştırması için asistanımı zorladım. “Hoşuna gitti mi?” diye sordum döndüklerinde. “Hayır,” dedi. “Yüzüm acıdı.”

Doğa, kolay bir sevgili değildir. Her daim bizi alt edecektir ama aynı zamanda sakinleştirir de. Dinginlik. Sessizlik. Huzursuzluk ancak şehirde yaşanandan tamamen farklı bir şekilde. Doğada geçirilen zaman bir tür ayindir. Bugün, yalnızlık benim için her şeyden daha önemli. Şehrin sunduklarıyla savaşır hâlde buluyorum kendimi ve hâl böyle olunca da insanlardan muaf olan doğa güçlü bir müttefik oluyor. Kalbim açık hava için atıyor. Doğanın ihtişamı karşısında ne kadar önemsiz olduğunuzu, hiçbir şeye yetkinizin olmadığını anladığınızda beklentiler azalır. Kişinin dış görünüşü değişir. İnsanın kendisini geliştirme özlemi uçup gider. 

Dizlerinizi tutup alıp verdiğiniz her bir nefesi dinleyene dek yürüyün. Sonra oturun ve bir şiir kitabı okuyun. Hayatı, dünyadaki yerinizi derinlemesine düşünün. Üzüntülerinizi azat edin. Yalnızca keyif alın.

@

Genç bir adamken zihnimi o kadar çok görüntü ve hikâyeyle doldurdum ki o zamandan beri bunları kullanıyorum. Bu yığının küçücük bir parçasını dahi tüketemedim. Elimin altında, bir düzine ömre yetecek kadar malzeme var. Hakikat şu ki bugünlerde etrafımdaki olup biten çok az şeyi kaydeder buluyorum kendimi.


@


Bana ne söylediğinizi anlamıyorum. Tekrar söyleyin, daha yavaş bir şekilde, yirmi veya daha az kelimeyle. Lafi ağzınızda gevelemeyin. 


@


Seneler içinde filmlerimin üslubu yumuşadı. Zaman geçtikçe belki de ağır nesnelerle yüzleşme cesaretim azaldı, tıpkı belimin ağır yükleri taşımama izin vermemesi gibi. 


@


Yaşlılığın çok az getirisi vardır ama bunlardan biri boğucu belli birtakım kurallar ve yükümlülüklerden azat edilmiş olmamızdır. Ölüm kapımızdaysa yoldan çıkma ve pervasızlık için verilecek hangi cezanın anlamı olabilir ki?

@


Şiirlerimden biri şu şekildedir: “Bağışla ve günahlarımı unut. Benim tamamen unutmamı sağlayacak kadar değil ama.” Eksikliklere dair kaygılarımızın zaman içinde yitip gitmesi makbuldür. Ancak bu, zaman zaman kabahatlerimizin üzerinde düşünmemizin faydalı olmadığı anlamına gelmez. Devamlı hareket hâlinde olmak zihnimin kendisinden korunmasına yardımcı oluyor. Afrika’ya gerçekleştirdiğim ziyaretler kuvvetli bir etki bıraktı üzerimde. Her defasında, çocukların sevgi ve şefkate duyduğu o kahredici ihtiyaçla yüz yüze geldim.


@


Filmlerimin müziğe gereksinim duymadığını ya da en azından çoğu diğer film kadar ihtiyacı olmadığını anlamam biraz zaman aldı. Küçücük bir ses efekti dâhil her türlü detayın üzerinde çok fazla kafa yoran bir yönetmen olduğumdan herhangi bir filmim için baştan sona fon müziği oluşturacak birini bulmak kolay değil benim için. Bir defasında, on yedi dakikalık iyi bir iş çıkaran genç bir besteciyle çalışmıştım ancak ortaya çıkarmış olduğu müziği yapmakta olduğum filme eklemek için hayli çaba sarf ettim. Eserinin, yaratmış olduğum görüntülere uyum sağlamasını ummak görücü usulü evlilik gibiydi bir nevi, kapı ansızın açılır ve posta ile sipariş edilen gelin tam karşımdadır. Müzik, beraberinde devasa bir duygusal yük taşıyan uyarıcı bir sanat türüdür. Tek bir notayla insanı heyecanlandırabilir ve sakinleştirebilir. İzleyiciyi, istikrarlı bir şekilde mutlu veya kederli kılabilir ya da ansızın kafalarını karıştırır ve öfkelendirir. Görüntülerimin müzikle rekabete girmemesini tercih ederim, bu da bir yönetmenin taşıyabileceği en bilinçli ve önemli yükümlülüklerden biridir. Müzik, ekranın yanı başında durup el sallayan, duygularımızı göstermemizi talep eden, endişelenmemiz, korkmamız ya da rahatlamamız gereken anları bize söyleyen bir kondüktör gibidir. Filmlerimdeki imgelere güveniyorum ve bu şekilde güçlendirilmesi gerektiklerini hissetmiyorum.

@

Hepimizin eksiksiz birer insan olarak doğduğumuzu ancak toplum bizim kendimiz olmamızı istemediğinden kusurlarımızı edinmeye başladığımızı düşünüyorum. Doğal ve kendiliğinden çıkıyoruz meydana ancak yıllar sonra doğaya aykırı bir şekilde ölüyoruz. Birinin bir zamanlar söylediği gibi kelebeklere dönüşen ipek böcekleri olarak doğmuyoruz. Kelebek olarak doğuyoruz sonra kurtçuğa dönüşüyoruz.

@

Orta yaşları geçtiğinizde her şey durgunlaşır. Kaygılar yitip gider. Kişinin sınırları su gibi berraktır. Özgürlük çıkar meydana. Çeliştiğimiz fikirler, bizi bazen nazikçe bazen de gürültülü bir şekilde tepki vermeye iter. Bu fikirleri hesaba katma, tarafsız kılma, etkisizleştirme ve nihayetinde de kabul etme sürecinde güçleniriz. Düşmanlar ve engeller şaşılacak şekilde tahrik edici olabilir.

@

Daima rüzgârın bir şeyleri önceden hissettiğini düşünürüm. Rüzgârla telaşlanırım. Havanın hengâmesinde tasalarım çıkar su yüzüne. Ruh harekete geçer. Yaptığım işi bırakır ve ilgi ve korkuyla pencerenin yanına giderim. Tabiat, düzeni devralır. Hiçbir şey tabiatın ihtişamı ve asaletine tanıklık etmek kadar önemli değildir. Kişinin kendinden vazgeçmesidir bu. Günün her saatini kutsal olanla geçirebilme imkânım olsaydı bunu yapardım. Popüler kültür, ahlakı nadiren geliştirir. Kirletir ve cesareti kırar. Kendimi engellenmiş hatta yaralanmış hissediyorum popüler kültür karşısında. Bugünlerde nadiren film izliyorum, televizyonu hiç açmıyorum, belki de fazla edilgen bir edim olduğu içindir. Bu zaman zaman evde sessizce oturmak anlamına gelse dahi daima galeyana gelmiş bir hâlde olmam gerekiyor. Kişinin zihninde dalgalananlar tamamen gözden kaçırılabilir olsa dahi aklından geçenlerin orada olmadığı anlamına gelmez bu.

@

Muhtemelen yaşlandıkça daha az görüyorum. Ancak bugünlerde daha az görmeyi tercih ediyorum. Yalnızca farkına varmak istediklerimin farkına varmayı seçiyorum. Gördüklerim, gençken olduğundan çok daha parlak. Yapmaktan hoşlandığımız şeyleri ve yapmakta iyi olduklarımızı yavaş yavaş anlıyoruz. Sonra da ümit dolu bir hâlde bu şeylerle geçiriyoruz hayatlarımızı. Diğer her şeye sırtınızı dönün. Dikkatimizi cezbetmeye değdiğini düşündüğümüz şeyler için çok az vaktimiz var. Bırakın zaten olduğum yaşlı adam gibi davranayım. Bir genç olarak sahip olduğunuz ruh, zihniyet, hayata yaklaşım ve çalışmaların yaşlandıkça kökten değişme ihtimali azdır. Bu da şu anlama gelir: Bu gibi şeyleri düşünmek için asla çok erken değil. Tek bir saniyenizi dahi harcamayın. Şu an kendiniz olun. Üzerinden çok uzun seneler geçmiş olmasına rağmen büyüdüğüm evin görüntü ve sesleri, pencerelerin manzarası, döşemelerin gıcırtısı, her bir odaya has o farklı sükûnet, dağılan tuğlalar sık sık aklıma geliyor.

@

Sessiz çaresizlik anlarında, tesellisiz hissettiğimde, bir şiir kitabına uzanarak ihtirasın o yabani cereyanından kendimi uzaklaştırıyorum ve kendime etrafımızı çevreleyen o bitmek bilmeyen zenginlikleri, böylesine bir dünyaya dalmış bir şekilde geçirilen ömrün şerefli bir ömür olduğunu hatırlatıyorum durmaksızın. Rahatlamış hissediyorum ardından. 
Aranızdan bazıları benimle iletişimde kalıp kalamayacaklarını sordu. Tabii ki kalabiliriz. Memnuniyetle, isteyenlere ara ara kullandığım e-mail adresimi vereceğim ancak hızlı yanıtlar alabileceğiniz konusunda size söz veremem. İletişimin ne kadar fazla yolu olursa bu tür şeylerden o kadar uzaklaşıyorum. 
Benim için hayat ağır ve istikrarlı bir ahenge sahip, muhtemelen çalışmalarıma da yansımıştır bu durum. Fikirlerimi olabilecek en az sözcükle ifade etmeye çalışıyorum. Yerimi bulma, köşeme çekilme, kendimi kargaşadan soyutlama, hiçlik, geçersizlik için arzularımı yerine getirmeye çalışma hedeflerini koydum kendime. Her filmimi son filmimmiş gibi ele alıyorum. Genç yönetmenlerin çoğu tekerleği yeniden icat etmek istiyor. Çoğu başarısızlığa uğruyor ancak yine de haklarını teslim etmeliyiz. Kim hırsı olmayan insanlarla olmak ister ki? Bir dostum neyse ki filmlerim kadar sıkıcı olmadığımı söylemişti bir gün.

@

Yaşam uzun bir derstir, geçirdiğimiz bu hafta ise sonsuza dek tırmanacağınız o heyecan dolu öğrenme yolunda yalnızca küçük bir bölüm. Umarım burada beraber geçirdiğimiz zamanı derinlemesine düşünür ve geçtiğimiz birkaç gün içinde oluşturulmuş olan o gayreti bir şekilde kullanırsınız. Aslına bakarsanız bunu yapmak sizin vazifeniz. En nihayetinde, cesaret ve ihtiras sanatın yaşam kaynağıdır, bu yüzden çalışmalarınızın özünün tehlikeli olacağının farkına varın. O yangının sönmesine katiyen müsaade etmeyin. Bırakın daima içinizde yansın ve kimsenin size ne yapmanız gerektiğini söylemesine izin vermeyin! Bu haftanın başında, yönetmenliğin çocuksu niteliklerinden, çocukken sahip olduğumuz ruhun yaşlandıkça yitip gitmesinden bahsetmiştim. Aslına bakarsanız yaş aldıkça daha çok değil daha az biliyoruz. İhtiraslarımız itinayla yatışıyor ve geleceğe dair endişelerimiz esas meşgalemiz hâline geliyor. Bu yüzden gençliğinize olabildiğince sarılın. Atılgan olun. Sinema, sürekli olarak yenilendiği için hayatta kalıyor. Yönetmen olarak sorumluluğunuz çok çalışmak, deneyimlemek, yeni istikametlerde keşfe çıkmak. Alışkanlıklarınızın dışına çıkın. Kuralları yıkın. Her gün dünyaya yeni bir gözle bakın. Gözlerinizi açın. Vazifeniz ışık tutmak, bu yüzden gündelik olanı farklı bir bakışla görmemizi sağlayacak şekilde yeni yollarla çekin. Gelecek bekliyor. Yönetmenlik açısından, yeni gelen her kişi aynı sevinçlerle aynı sorun ve hazlarla mücadele ediyor. Bu yüzden yekvücut olun ve her seyi paylaşın. Yeryüzünde anlatacak bir hikâyesi olmayan tek bir kimse dahi yoktur.

Abbas Kiyarüstemi

ile Sinema Dersleri

Elinizdekinden memnun değilseniz bir dakika bile üzülmenize değmez. Hemen onu bir kenara bırakıp baştan başlayın.

Size öğretecek hiçbir şeyim yok. Aslına bakarsanız, buna benzer toplantılarda üstlendiğim vazifeyi katiyen öğretmenlik olarak değerlendirmiyorum çünkü bu kelimeden hazzetmiyorum. Kendilerini genç yönetmenlerle konuşurken bulan bazı insanlar itaat edilmesi gereken belli başlı “kurallar”ın var olduğu hususunda diretirler. Ancak sinema belirli bir metodolojiye ya da fikirler dizisine bağlı değildir. Yönetmenlik, diğer pek çok şeyin öğretildiği yöntemle öğretilemez, bu yüzden bu haftanın tartışmasız öğretiler bütünü olarak ele alınmaması gerektiğini söylüyorum. Belli bir yaşa gelmiş olmama rağmen (burada bulunanların hepsinden yaşlıyım) asla tavsiyelerde bulunan ya da insanlara işlerini ne şekilde yapmaları gerektiğini söyleyen birisi olmadım. Vazifem, yalnızca fikir vermek ve pek çok yöntemin arasında olan ve bugüne kadar da gelişmeye devam eden kendi yöntemlerim hakkında konuşmak.

Daha önce bunun gibi pek çok atölye çalışması gerçekleştirdim ve her birinden bir şeyler öğrendim. Böyle günler, tecrübelerimi berraklaştırmamı sağlıyor çünkü bir adım geri atıp tıpkı bir acemi gibi düşünebiliyorum. Ne zaman uzun metrajlı bir film yapsam yapımcının gölgesi ve denetimi altında olurum. Birtakım sorumlulukları omzunuza yükleyen ve dolayısıyla bu arzu her daim içinizde kalsa da deneme yapma fırsatlarını kapatan profesyonel film prodüksiyonlarının pahalı yapıları altında yeni şeyler denemek kolay olmuyor. Ancak burada sizlerle sinema hakkındaki diri ve naif duygularımla yeniden yüz yüze gelme fırsatım var. Siz katılımcılara öğrenci diye hitap etmek istemiyorum, sizi dinlerken ve filmlerinizi izlerken kendi filmlerimi düşünüyorum. Elbette ben de eğitimlere bağışıklık kazanmış değilim. Birkaç sene önce Torino’da yönetmenlerle geçirdiğim zamanın ardından Tahran’a evime döndüm ve üzerinde çalışmakta olduğum filmin sonunu değiştirdim. 


Buradaki vazifem, her birinizin bireysel olarak gruba katacaklarından daha önemli değil. Burada birbirimizi yargılamak ya da beğenilerimizi diğerlerine zorla benimsetmek için bulunmuyoruz. Gayemiz, beraber izleyebileceğimiz filmler yapabilmeniz için sizi harekete geçirmek. Temennim ise bunun bir çeşit sohbet, bir diyalog olması yönünde. Hepimiz zincirin halkasıyız, birbirimizin çalışmaları hakkında fikirlerle doluyuz ve umarım birbirimize karşı empati besliyoruz. Burada mesele, rekabetçi ruhumuzla hareket etmek değil. 


Bir önceki atölye çalışmasının ilk günlerinde, böyle bir odaya girince herkes dışarıda çekimlerle meşgul olur da oda bomboş kalır arzusu içinde olduğumu fark ettim. Bu tür etkinliklerin en moral bozucu yanı katılımcıları işe koyulma konusunda ikna edememektir. İnsanların, onlardan beklediğim şeyin zor olduğunu söylemelerini duymak heves kırıcı. Tıpkı dizine tekme yemek gibi bir his. Yük ne kadar ağır olursa atalet de o kadar yoğun oluyor. Başarısızlık korkusu insanı durdurabiliyor bu yüzden de en az endişeleri olan ve harekete geçme konusunda en güçlü olanlar, katılımcılar arasındaki en deneyimsizler oluyor. Dışarı çıkıp işe koyulmayı daha kolay buluyorlar. Belki de bu hafta onlara öykünmeliyiz, deneyimli olanlar yeni başlayanları örnek almalı.

Gerçekleştirdiğim son atölye çalışmasında, otuz kişilik yer için binden fazla başvuru olmuştu ve atölyeye kabul edilmeyen kişilerin bazıları çalışmalara yine de gelmiş, kapıda bekleyerek dinliyorlardı bu yüzden de organizatörler bu kişileri içeri almaya karar verdi. İlk soruları soranlar bu gayri resmi katılımcılar oldu. Dışarı çıkan, film çeken ve çektiklerini herkesle paylaşmak için geri dönen de ilk onlar oldu. Bir kadın, hepimizin hoşuna giden bir kısa film çekmişti. Birileri ona geçmişteki deneyimlerini sordu. “Yolun karşısındaki sandviççide çalışıyorum,” diye açıkladı kadın. Bu genç sandviççi, film çekmek için acele ederken görmüş geçirmiş yönetmenler koltuklarından kıpırdamadı bile. 


Burada geçirdiğimiz zamanın odağı, şimdiye kadar öğrendiğiniz bütün numaraları içine tıkıştıracağınız filmler yapmak olmamalı. Başyapıtlar şöyle dursun, tamamen aydınlanmış fikirler, titiz planlamalar gerektiren ve özgeçmişinize ekleyebileceğiniz işler beklemiyorum ben burada. Kusursuz film diye bir şey yoktur, bir öncekinden daha az hatalı olan film vardır. Bir fikir bulmak ve prodüksiyona başlamak en önemli mesele. Daha hızlı ve tam olarak canlanmanızı sağlayacaksa kendinize bir eş bulun veya bir grup oluşturun. Yardım istemeyecek kadar kibirli olmayın. Fikir kimden gelirse gelsin kabul edin. Herkesin, bireysel yeteneklerini ve kaynaklarını bir araya getirmesi genellikle daha verimlidir. Avlanan bir grup, yalnız bir savaşçıdan daha etkilidir. Hızlı olun. Günler, hayal ettiğinizden daha hızlı geçecek. Hızınızı arttırın ve hatalarınızdan ders alın. Elinizdekinden memnun değilseniz bir dakika bile üzülmenize değmez. Hemen onu bir kenara bırakıp baştan başlayın. Memnun kalmadığınız takdirde buruşturup atacağınız kâğıtlar misali filmlere ihtiyacımız var bizim. Küçük projeler, daha büyükleri için tetikte olmamızı sağlar. Kısa film geçici bir çözüm olabilir fakat en azından elimizin altındadır. 


Yalnızca benim değil, etrafınızdaki herkesin söylediklerini dinleyin. Yönetmenlikle ilgili sorunlarınızın bazılarına hep beraber çözüm bulabiliriz. Hiçbir şey tamir edilemeyecek durumda olamaz. Ancak çoğunlukla sorularınızı kendinizin yanıtlayabileceğini zannediyorum. Sorumluluğu üzerimden atmayı katiyen düşünmem fakat sahip olduğumuz dijital kameralar sayesinde yaratıcılığınızı kendi zamanınızda kendi yöntemlerinizle araştırma ve keşfetme fırsatına sahipsiniz. Beraber geçireceğimiz günlerde, öğreteceklerim talep edileni içinizde aramanız hususunda sizi teşvik edeceğim kadar çok olmayacak. 


Ben sinema konusunda resmi bir eğitim almadım, bunun kendine göre birtakım artıları da mevcut eksileri de. Yönetmen olarak çalışmaya başladığım zaman bu mesleğin nasıl işlediğinden bihaberdim, bu da beni korkusuz kılıyordu. Korkulacak şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Sinema bölümlerinden mezun olanlar, bu sektörde resmi bir eğitim almış olduğunuz için çok da gururlanmayın. Okul, hiçbir zaman bilgi edinilecek yegâne yer olmamıştır. Birilerinin rehberliği işe yarar ancak bir kitabı okumanızı veya bir film yapmanızı söyleyecek birilerine ihtiyacınız olmamalı. Öğrenmeyi ya istersiniz ya da istemezsiniz. Pek çok insan, dört haftada sindirilip anlaşılabilecek şeyler için dört senelerini heba ediyor. 


Bence en iyi sinema eğitimi, kendi ihtiyaçlarınız ve güdüleriniz doğrultusunda kendi kendinize oluşturduğunuz eğitimdir. Kendinizi izleyerek, gözlerinizi terbiye ederek, tekrar yaparak, dışarı çıkıp film çekerek eğitin. Yavan bir film çekmek zor değil ancak saygın projeler daha karmaşık olur ve genellikle sinema okullarının kaynaklarından çok da yararlanmaz. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın üzerinizden silkip atamayacağınız yükümlülüklerin sonucu olur bu projeler. Sarsılmaz hayallerin ürünüdürler. 


Hikâye dinlemeye bayılırım, umarım ilerleyen günlerde daha az konuşacağım. Sabırsızlanan bir kalabalığa bir hikâye anlatabilme yetisi kadar canlandırıcı çok az yetenek vardır. Bu hikâye her şey hakkında olabilir. Geçen gece yaptığınız âlem, bu sabah yaptığınız sakin kahvaltı, eşinizle aranızda geçen tartışma, işyerindeki bir hadise. Anlatıcı, yönetmen olarak bu gibi olayların bir değeri olmadığını düşünebilirsiniz ama hep birlikte ilk bakışta alelade görünen bir şeyde farklı bir değer bulabiliriz. İyi filmler, en basit ve en küçük anlardan doğar. Yaşamın günlük sıradanlıklarına zinde gözlerle bakın ve aslında bunların ne kadar büyüleyici olduğunu görün. Yönetmen olarak işimiz gözlemlemek, anımsamak ve ekranda tasvir etmek. Ne kadar çok gözlemlerseniz dünyaya o kadar yoğun tanıklık edersiniz ve işiniz de o kadar iyi olur. Eğer içinizde patlamaya hazır hikâyeleriniz varsa bu fırsatı değerlendirin ve hikâyelerinizi diğerlerine de anlatın. 


İlerleyen günlerde yapacağınız filmlerin temeli muhtemelen hâlihazırda aklınızdadır: Karakterler, manzara ve senaryo. Benim vazifem, buradaki herkesin vazifesi, bu gibi şeyleri dışarıya çıkarmak. Bazen bir diyaloğun bir bölümü veya aklımdaki bir görüntü bütün esere serpilmiş olabiliyor. Bütün filmlerimin başlangıç noktası, bana anlatılan ya da bizzat şahit olduğum ve bunlardan yaratıcı bir iş çıkarana kadar içimde tuttuğum bir andır. Kafam, henüz boşaltmaya zaman bulamadığım hikâyelerle dolu. Eninde sonunda, içlerinden biri uzaklardan yankılanır ve bazen de alışılmadık şekilde önem arz eder ve belki de filmin kaynağı hâline gelir. 


Yıllardır çalışmakta olduğum Tahran’daki okul için katılımcıları seçerken sinema hakkında ne bildiklerini ya da hayatlarında hiç film yapıp yapmadıklarını sormadım. Bana bir hikâye anlatmalarını istedim. İnsanların ortaya koydukları fikirler ve hikâyelerini anlatma becerileri -dramatik bir etki adına ne zaman durmaları gerektiğini bilmeleri, yeni karakterleri nasıl tanıtacakları, üzerinde durmamaları gerekenleri, öykülerini ne zaman sonlandırmaları gerektiği gibi- bu kişilerin işinin ehli birer yönetmen olup olamayacaklarını anlamanın en iyi yoludur. Anlatıcıyla dinleyicinin arasındaki ilişkiyi anlamak elzemdir. Rumi’nin şiirlerinden birinde, bir kişinin hitabet gücü, hevesi ve gayretinin olup olmadığının dinleyicisi tarafından ortaya çıkarıldığı söylenmektedir. Beni Aslı Gibidir isimli filmi yapmaya iten şey, Juliette Binoche’nin kendisine anlattığım hikâyeye verdiği cevabın yoğunluğu ve coşkusu, gözlerindeki tepki, başının o doğal hareketiydi. Bu hikâyeyi filme dönüştürmek gibi bir niyetim yoktu ve eminim bir başkasına anlatmış olsaydım Aslı Gibidir filmini asla çekemezdim. Bu yüzden, bize fikirlerinizi anlatmaya başlayın ve bekleyin bakalım nasıl cevaplar vereceğiz. Tepkilerimiz, hikâyelerinizin ne denli inandırıcı olduğunu size gösterecektir. 
Tartıştıklarımız ve söylediklerim doğru ya da yanlış değil. Bu, tıpkı bir psikiyatriste gitmek gibi. Konuşuyoruz, fikirlerimizi birbirimize anlatıyoruz. Kendi fikirlerimi size dayatmak için bulunmuyorum burada. Benim fikirlerim filmlerimden başka bir şey değil. Yapabileceğim en faydalı şey, duygularımı açığa çıkarmak ve kendi yöntemlerimi sizlere anlatmak ki bu da sizin işinize yaramayabilir en nihayetinde. Sizden istediğim, kendi sonuçlarınıza varmanız, kendi değerlendirmelerinizi yapmanız ve bir şeyleri başarmanın tek bir yolu olmadığını deneyimlemeniz. Burada hep beraberiz, bu da bu hafta yaşayacağınız sevinçlerin ve talihsizliklerin herkes tarafindan paylaşılacağı anlamına geliyor. Dünyanın dört bir yanından gelip tek bir dille birbirine bağlanmış yoldaşlarız biz. Filmler, bizi sıra dışı bir şekilde birbirimize bağlıyor ve ilerleyen günlerde ortak bir deneyim edinmemizi sağlayacak. Benliğinizi ortaya koyun. Kendinizi ifade edin. Köşelerde oturup kalmayın. Konuşan ilk siz olun. Siz ve fikirleriniz kıymetlisiniz. Bense yalnızca her şeyi birbirine bağlayan metal zincirim. 


Bu gibi atölye çalışmalarının başında genellikle katılımcılardan ne tür filmler beklediğim sorulur. Verebileceğim en faydalı cevap, hem izleme hem de çekme meylimin olduğu film türlerini tanımlamak olacaktır. Beni duygulandıran ve ilgimi çeken her bir hikâyede böyle bir hakikat söz konusudur. Kendi adıma, olayları samimi ve inanılır bir şekilde tasvir eden filmler vardır ve bu filmlerde geri kalan her şey tamamdır. Yalanları tıpkı gerçek hayatta sevmediğim gibi sanatta da sevmiyorum? Filmin 70 mm ile veya bir video kamera ile çekilmiş olması ya da hikâyenin hoyrat hayallerin ürünü olması veya gerçek olayları baştan sona titizlikle temsil etmesi önemli değil. Önemli olan, seyircinin buna inanması. 
Sinema dolandırıcılıktan başka bir şey değildir. Sinema, hakikati asla olduğu gibi vermez. Kelimeden anladığım kadarıyla belgesel, şahit olduğu olaylara hiç müdahale etmeyen kişiler tarafından çekilen bir film türüdür. Belgesel çeken kişi yalnızca kaydeder. Gerçek bir belgesel, koskoca bir filmin dayandırılacağı temel için hakikatin yeterli olmamasından dolayı var olmuş değildir. Film yapımcılığı her daim yeniden yaratımı içerir. Her bir hikâye, hikâyeyi yaratan kişinin izlerini taşıdığından birtakım yalanlar içerir. Bakış açısını yansıtır. Durağan beş saniyelik bir çekim için dar açılı objektif kullanmaktansa hareketli yirmi saniyelik bir çekim için geniş açılı objektif kullanmak sinemacının önyargılarını ortaya koyar. Renkli mi siyah beyaz mı? Sesli mi sessiz mi? Tüm bu kararlar, yönetmenin betimleme sürecine müdahale etmesini gerektirir. 


Bir film, alelade bir hakikatten son derece gerçek dışı bir durum yaratabilir ancak yine de hakikate bağlı kalabilir. Bu, sanatın özüdür. Bir animasyon asla gerçek olmasa da samimi olabilir. İkna edici durumlardaki inandırıcı karakterlerle dolu olan egzotik bir bilim kurguyu iki dakikalığına izlediğimizde tamamen hayal ürünü olduğunu unutabiliriz. Bir dakika önce sahnede ölmüş olan ancak bir dakika sonra karşımızda dimdik durup reverans yaparak alkış alan tiyatro oyuncusuna inanırız. 


Bir filmi beğenip beğenmediğimi söyleyebiliyorum ancak daha derinlere inip sebeplerimi açıklamak kolay olmuyor benim için. 


*
Film yapmadığınız günlerde yönetmen değilsiniz. 


*


Yarısını izlediğim filmlerin muğlaklığını seviyorum. Belirsizlikleri seviyorum. Seyircinin normalden daha fazla çaba göstermesini, gelip geçici karmaşanın tadını çıkarmasını, böylece kendilerini ifade edebilmelerini isteyen bir yönetmenim; bu yüzden de izleyicilerimin bir kısmını kaybediyorum. Benim için film, insanları görmeye ve sorular sormaya, sinemayı yalnızca bir eğlence aracı olmak dışında bir işlevle değerlendirme zahmetini göstermeye ikna etmekle ilgilidir.


Abbas Kiyarüstemi

Sinema Dersleri / Redingot Kitap