Günümüzün bir dervişi. Onunla olmak, dervişliği paylaşmak ve hayatın tenha dehlizlerine sokulmak. İstanbul bir post ve şeyh İdris o posta kurulmuş, bütün şairler ve bütün çocuklar onun müridi. İstanbul onunla, onun şeyhleriyle soluk alıp veriyor. Tenha sokaklardan nice zengin hayatlar devşiriyor. Karagümrük’te ehl-i tarik çaycı dendin ufak çay evinden, Kumkapı’da Ermeni Patrikhanesine, oradan yerin bir kat altında yaşayan Âşık Enis’e bütün tenhalar onun uğrağı. Yeryüzündeki bütün çocukları tanıyor. Neyzen. Şair. İstanbul Hukuku bitirdi. Nedim Ali’nin kardeşi. İki kardeş: Asr-ı Saadetten günümüze iki ışık. Mevlana: çocukların ve şairlerin şeyhi.

Ah, yazmak ne zormuş! Müslüman, insan, şair, yazar ve çocukların dostu, sevgili abim Mevlâna İdris bu gece K. Maraş’ta tedavi gördüğü hastanede Rabbine kavuştu. Allah’ım onu meleklerle karşılayıp cennet bahçelerinde ağırlasın. Acımız tarifsiz.. Hepimizin başı sağ olsun. Dua, dua, dua!
İyi ve zarif insan Sevgili kardeşim Mevlânâ İdris Zengin’i ukbâya uğurladık cenaze merasimi hüzünlüydü, kasvetli değildi Hazreti Ebu Eyyub türbesi yakınında sırlandı. Bu gece dileyen vahşet namazı kılsın dileyen kadr suresini yedi kez okuyup salavat ile sevabını kabrine yollasın.
Vefat edenin benliği ölmüş değildir, beden giysisi/cihazından soyunduğunu ilk gece idrak edemez ve ürkeklik, korku geçirebilir. Sevenleri iki rek’at namaz kılıp secdeye vararak salâvat getirir ve Allah’ım bu namazın sevabını ….’in kabrine ilet derlerse ferahlar, ilk rek’atta fatihadan sonra âyetulkürsî, ikinci rek’atta fatihadan sonra on kez kadr suresi okunması tavsiye edilmiştir sevgiyle.
Seni yolcu ederken, annen toprağını okşayıp sana seslenirken bir tuhaflık olmadı değil. Dostların kızarmış gözlerini birbirlerinden kaçırmadı değil. Duvarlara boş boş bakmadık değil. Ama sonra kavuştuğun ilham edildi sanki. Onun için gülümsedik. Bilgin olsun.
Genç yaşında sırlanan harf emektarı arkadaşlarımızın kervanına, şair Mevlana İdris Zengin de katıldı. Bir insan hem Mevlana hem de İdris olunca, işi gücü muhakkak göklerle ilgili olurdu ki onunki de öyleydi. Bir melek gibi, bir sükûnet gibi, bir derviş gibi, bir serin ağaç gölgesi gibi, ikindi vaktinde sakinleşen rüzgarlar gibi geldi geçti aramızdan… Zarif bir beyefendi, değerli bir yoldaş.
…
Prof. Ayhan Songar, psikiyatri kliniğindeki bir divanenin kendisini çok etkilediğinden söz ederdi. Yaşlı başlı bir adam olduğu halde; “Ahh yetimlik…” der dururmuş bu hasta. Genç bir asistan olarak Songar Hoca, “Kaç yaşında adamsınız, hiç yetimliğine üzülür mü insan” diye çıkışınca, hasta ona şöyle bir bakmış; “Yetim diyorsak, akran yetimiyiz hekim bey” demiş. Bu ferasete şapka çıkartılır derdi hoca… Ben 18’imde dinlediğim bu hikayenin anlamını ancak 40 yıl sonra anladım. İnsanın akranlarını, çağdaşlarını, hatıralarını biriktirdiği harf ve edebiyat emekçilerini, yoldaşlarını ahirete yolcu etmesi, o kadar ağır bir işmiş, arkadaş yetimi kalmak öyle zormuş ki…
Mevlana İdris, ‘adamlarım’ dediği çocukların yüreğine dokunmak için gençlik yıllarından beri çaba sarf etti. Çocuk Vakfında kuruluşundan itibaren görev yapan şair, büyüklere de yazardı, ama kalemini en çok çocuklar için kullandı. Masalın bu dünyadan sıkılanlar için yazıldığını düşünen yazar, çocuk masallarıyla edebiyat dünyasında eşsiz bir yer edindi. Sessizce iyilik yapanları sayınca akla gelen üç beş kişiden biriydi Mevlana İdris. Sadece çocukların değil, büyüklerin de hayatına bir şekilde dokundu. Sessizliğiyle meşhurdu ama etrafından kalabalık hiç eksik olmazdı.
Ciğerparemiz, kardeşimiz, dostumuz, yoldaşımız güzel insan Mevlana İdris En Sevgili’sine kavuştu, Allah rahmet eylesin. 35 yıllık arkadaşlık, binlerce hatıra, ayrılmak zor.
İyi değil çok iyi bildik, zarifçe yaşadı, sayısız yüreğe dokundu. Cennet sana yakışır güzel arkadaşım.
Uzun uzun susar, sonra bir hikmet söylerdi. Ülkenin her yerinde dostluk orduları vardı. Rindleri, harabat ehlini tanır, onlarla dostluk ederdi. Bizim Mevlana’mız böyleydi, onda bu âleme sığmayan bir şey vardı.Kardeşimiz Mevlana İdris’i sırladık. Latif bir sabah esintisi gibi hayatlarımıza dokundu ve ebedi yurduna gitti. Çok az insana nasip olacak bir sevgi seliyle uğurlandı. Sevmeyi bilenlere ayrılık yoktur.
– Merhumu böylesi “farklı” kılan şey tam olarak ne idi kıymetli hocam..?
– İyilik ve güzellikten başka bir niyeti ve gayreti olmadı. Kimse hakkında kötü konuşmadı. Baştan ayağa edep numunesiydi. Galiba iki cihanda birden yaşadı. Rahmet olsun.
En güzel ve gür dallarımızdan birini cennete uzattık. Rahmetini esirgeme Allah’ım!…
“30 yıldır yazıyorum. Tek yargıcım çocuklardır. Çocuk oldum ve o cenneti unutamadığım için yazıyorum.” diyen sevgili kardeşim Mevlana İdris.
Mevlana’mızı toprağa verdik, geldik işimizin başına. Ölümden iyi öğretmen yok, sen ne öğrendin bu ölümden doktor derseniz, şudur: Sel gider kum kalır diyoruz ya, işte o kumlar sevgiyle kalbimize raptolmuş hatıralar…”Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil”, “aşıklar ölmez”, anladım!
Mevlana İdris elli altı yaşına ne kederler sığdırdı da yordu bu kadar kendini? İlk kalp krizi geçirdikten hemen sonra Rüstem abi ile konuşurken, “Çok yormuş kalbini. Seksen beş yaşındaki bir insanın kalbini taşıyormuş” demişti. Oysa hiç de öyle görünmüyordu değil mi? Her yaştan her kuşaktan çocukların Mevlana abisiydi o. Kendisi çocuk olur, çocuklara da yetişkinlik rolü verirdi. Sosyal medyadan takip edenler anımsar; tüm çocuklar, özellikle mazlum coğrafyaların cesur çocukları Mevlana İdris’in ‘adamları’ydı. Bu arada pek bilinmez ama Mevlana İdris, kitapları dünya dillerine çevrilen Türk yazarların başında geliyordu. Bu kitaplarının hemen hepsi de çocuklar için yazdığı masallardı. İlginçtir hem de çok büyük saçmalıktır ki kalemini ülkenin ve tüm milletlerin çocuklarına vakfeden Mevlana İdris’in kitapları, MEB’in bir zamanlar yayınladığı ‘100 Temel Eser Listesi’ne alınmamıştı. Nedeni ise Mevlana’nın hayatta olmasıydı. Ne kadar da ilginç ve can sıkıcı değil mi?
– Kimmiş ki…
– Şâirmiş…
– Allah rahmet eylesin.
(Cami kenarında oturan iki yaşlı amcanın sohbetinden…)
Mevlana İdris, can arkadaşım, kardeşim, masal aleminin güngörmüş prensi, bizatihi şair, kendi yolunu açan, kendi yolundan giden, güzel gönüllü dostum emaneti sahibine götürmüş. Dünya ahalisi olarak gafiliz ya biz; bu haber bize acı haber gibi geliyor, içimizi yakıyor, gönlümüzü afallatıyor; ne diyeceğimizi bilemez, ne yana bakacağımızı, sızlayan içimize ne söyleyeceğimizi bilemez hale geliyoruz işitince. Kaçtığımız yerden yakalanıyoruz. Ama hakikat böyle mi, insanın Rabbine kavuşması iyi haber değil mi, Mevlanalar için terk-i dünyanın aslı hakikatte vuslat değil mi? Amenna ve saddakna… Şu zamanda çok sık tekrar ettiğimiz gibi, inna lillah ve inna ileyhi raciun…
..
Tanımayana anlatması zor Mevlana’yı. Hem bu dünyadaydı, hem başka bir alemdeydi. Şu kişiye benziyor diyemezdiniz, sadece kendiydi, kendisi gibiydi. Kendi ritminde, kendi ülkesinde, kendi zamanında yaşıyordu. Onu çekip oradan çıkaramazdınız, o sizi çeker dünyasının içine alırdı. Sesini yükselttiğini hiç duymadım; o kadar yükseltmezdi ki anlattıklarının bir kısmını hiç duyamazdım.
…
Rahmet olsun bayım, yolun açık, mekanın cennet, kabrin pür nur olsun. Ebedi hayatın hayırlı olsun. Meclisin mübarek olsun. Şahidiz, güzeldin, inceydin, zariftin, hep güzelliklerleydin, cümlemiz iyi biliriz, can biliriz seni. Allah da bilmez mi kullarının cümlesinin illa ki iyileri iyi bildiğini. Allah-u âlem, o iyi bilmese biz bilebilir miydik?
Mevlana’yı mesela! Söyleyebileceği değerli bir söze, yapabileceği önemli bir espriye engel olma korkusuyla muhatabına sessizliği telkin eden susuşlarıyla hatırlayacağız daha çok. Bir ay çekirdeğinin kırılma sesinde kaybolan ürkek kelimelerini arayacağız birlikte oturduğumuz kafelerde, parklarda…
Telaşsız, gamsız, sorunsuz biri olarak hatırlayacağız biraz da. Bu hatırlayışımızı korumak, hatta onun yaşarken yüz yüze geldiği muhtemel sorunlardan sorumsuz olmak için, Ersin Çelik’in son yazısındaki “Çok yormuş kalbini. Seksen beş yaşındaki bir insanın kalbini taşıyormuş” şeklindeki vurguyu düşünmekten yakalayacağız kendimizi mesela…
…
Mevlana’nın dünya hayatını vedaya layık görmediğine tanık olmasam söylemezdim bunları. Ki, 56 yıllık kalbini 85 yıllık hâle getirmesinin sırrı da sanki burada. “Allah kulunu kalbi kırık olarak ister” diyerek, kırılmayı salt kendisine hasretmiştir mesela.
Tüm irtibat telleri kopsa, muhabbet bitse, sokak çeşmeleri hiç akmasa, tek fert tek fertle kaynaşmasa, sokaklar yalnızlıktan çatlasa, göğe açılan tüm kapılar viran olsa, yağmur yağmaz olsa, kanadı kırık leylekler bile bu şehri terk etse yine de bir umut vardı.
Mevlâna İdris’in varlığı böyle bir şeydi benim için.
…
Mevlâna İdris bir defasında, “Yılları unutuyorum, ânlar derinleşiyor…” demişti.
Yılı unuttum, ânlardan bir ândı.
Birdenbire, “Hadi Sezai Abi’yi ziyarete gidelim üstat…” demişti.
Yağmurlu bir akşam yola çıkmıştık.
Biliyordum; Sezai Karakoç bazen saatlerce konuşmazdı. Mevlâna İdris kardeşim de hep sükût dururdu. Adeta “sükût suretinde” yaşardı. “İkisi de susarsa, ne yapacağım!” diye kara kara düşünmüş, “Ben de susarım o zaman…” kararına varmıştım. Kararımdan haberi yoktu. Susma egzersizi yapmak için de yol boyunca hiç konuşmamıştım. Neyse ki Sezai Abi o akşam doyumsuz bir konuşma yapmıştı.
…
Bazen Efendim, bazen Üstat, bazen Hazret, bazen Adamım, çokluk da “Bayım” diye hitap ederdi.
Şiirleri ve çocuk kitaplarının yanı sıra o müthiş nezaketiyle, uzun susuşlarıyla, sessiz sakin konuşmasıyla, kara siyasaya ve dünyanın iğvasına karşı dimdik duruşuyla müstesna bir insandı.
Ahir zaman dervişiydi. Yedi Güzel Adam’dan mülhem söyleyecek olursam, Son Güzel Adam’dı.
Gitti… Çok üzgünüm, çok!
Onun ifadesiyle, “İçimin bayrağı yarıya indi…”
“Allah’ın gülleri onunla olsun.” Melekler yoldaşı olsun, mekânı cennet, makamı âli olsun, sonsuz rahmet olsun.
İstanbul’da doğmamıştı ama halis muhlis İstanbulluydu. Yalnızca kişiliğinin en belirgin veçhesi olan beyefendiliği bakımından değil, İstanbul’u İstanbul yapan değerleri bizzat yaşaması bakımından.
Sözgelimi ben sur içi İstanbul’unda doğup büyüdüm ama 30 yıldır sur dışında ikamet ediyorum. Hızla artan nüfus, değişen doku, bozulan atmosfer ve aşinası olmadığımız kalabalık bizi “nefs-i İstanbul”dan püskürttü. Ne var ki biz sur dışı semtlerdeki apartman dairelerine kaçarken Mevlâna Sultanahmet’te eski İstanbul konaklarından birinin çatı katında oturmayı tercih etti. Zarif bir İstanbul kızı olan eşi Aysel ile evlendiklerinde ilk oturdukları ev de galiba Arasta’nın oradan Cankurtaran’a doğru inen büyük cadde üzerinde iki katlı ahşap bir binanın üst katıydı.
Ömrünü Beyazıt, Çemberlitaş, Nuruosmaniye, Sirkeci, Süleymaniye, Vefa, Horhor gibi birkaç semtin çevrelediği bir bölgede geçirdi. İstanbul’un neresinde ne olduğunu, hangi semt lokantasında hangi yemeklerin yeneceğini, çay kahve yudumlarken seyredilecek en güzel Boğaz manzarasının nerede bulunacağını bilirdi. Giyim alışverişini Kapalıçarşı’dan yapan son İstanbullulardandı. Cuma ve Bayram namazlarını mutlaka Süleymaniye Camiinde eda ederdi.
İstanbul’u fiziki bir mekân olmaktan ziyade kökleri tarihe uzanan bir “yaşama kültürü” olarak benimsemişti.
..
İbadetlerinde tertip sahibiydi. Ama bir gün bile “Namaza gidiyorum, ikindiyi kılayım, nerede abdest alabilirim, seccade var mı” diye konuştuğu duyulmamıştır. Gönül insanıydı. Gönül bağına inanırdı. Bir ömür boyu dost biriktirdi. Arkadaşlarına bağlılığı görülmemiş derecedeydi. Ne olursa olsun hiçbirine küsmezdi, darılmazdı.
Sessizdi. Mahzundu. Cömertti. Nüktedandı. Hasbiydi. Dervişti. Şairdi. Şiirdi. Vakurdu. Mahcuptu. Arifti. Kamildi. İnsandı. İstanbul’du. Süleymaniye’ydi. Maraş’tı. Çocuktu. Dertliydi. Güzeldi. Çok özeldi.
Mevlana’yı bir defasında Süleymaniye Camii’nin avlu duvarının pencere boşluğunda otururken görmüştüm.
Bu, Mevlana’ya uygun bir resim. Tanıdığım şairler arasında böyle bir yerde görme ihtimalim olan ikinci bir şair yok.
Derviş midir bilmiyorum, ama halleri dervişanedir.
Ölüm haberini almadan daha üç beş saat önce iyiye gittiği haberi gelmiş nasıl sevinmiştik. Mustafa Ruhi Şirin ağabey saat başı takipteydi. Bütün sevenleri gibi duaya durmuştuk. Onu Mevla bizden daha çok seviyor olmalı ki yanına aldı. Mekânı cennet olsun.
Buradan takip ettiğim ne çok tanıdık sima aramızdan ayrılmış. Beril Dedeoğlu, Asım Gültekin, Akif Emre, Bülent Parlak, Sevim Gözay, Mevlana İdris aklıma ilk gelenler. Ne mutlu kimsenin hakkına girmeden, çalmadan, çırpmadan, zulme bulaşmadan, hoş bir hatıra ile çekip gidenlere.
2003’te Mevlana’nın Ankara’ya gelmesini istedik beraber çalışma arzusuyla. Söyledik. “Olur” dendi ama Mevlana dedi ki: “Bu işler, yazı işleri, denize bakılmadan yapılamaz…” İstanbul’a onun kadar kim güzel baktı? Son zamanlarda İstanbul’a gidemez oldum. Mevlana ile de seyreldi haberleşmelerimiz. Hep erteleriz ya telafi edeceğimizi zannettiğimiz asli işleri. Onunla en son uğurlamaya gittiğimizde Üstat Sezai Karakoç’un evinin kapısında sarıldık. Şehzadebaşı’nda görüştük mü? Evet, ayrılırken görüştük ve onun Hırka-i Şerif’teki mekânlarından birine gittik. Susarak konuşması dillere destandı. 16 Kasım 2021 olduğuna göre demek sadece sekiz ay bekleyecekmiş Şeb-i Arus’u. Cahit Zarifoğlu’yla aynı gün gidecekmiş buradan. İkisinin izini sürdü. İkisini çok sevdi. Kelimenin tam karşılığıyla nevi şahsına münhasırdı. Öyle yaşadı. Kimseye, kimselere benzemedi.
Kalbi varmış. Yalnız kalbi vardı, yalnız kalbi. Bir ömür, küçük güzel şeyler yaptı. Küçük güzel, çok güzel şeyler. Şiirler yazdı. Şarkılar söyledi. Ney üfledi. Masallar anlattı. Sevdiklerine gitti. Dergiler çıkardı. Umudu büyüttü. Gülümsedi. Hüznünü göstermedi, fırtınasını sakladı, yarasını sakındı. Oturmadı, oturamadı. Yollara, dağlara taşlara vurdu kendini. Güzelliğe, şehre, söze vurgun yaşadı. Her şeyin en azına, en küçüğüne baktı. Beni İstanbul’da Arap Camii’ne, Maraş’ta Acemli Camii’ne götürdü. Kaç kez Eyüp Sultan’a gittik. Sonra “Beş kuruş çay evine”. Hep dua isterdi.
…
Aaah Mevlana… Nura, sevince gark olasın. Allah’ın rahmeti merhameti sarsın seni. Efendimiz “Hoş geldin” desin. Sen “Efendim” diyerek doğrul, sevinçle, güler yüzle, sağ elini kalbine götürerek… Senin sevenin, şahidin çok. Uğurlar olsun “Ciğerparemiz”, kardeşimiz… Geleceğiz…
Mustafa Baki Efe’nin anlattığı hepimizi etkiledi.
Bir süre önce ondan bir istekte bulunmuş.
“Benim için her perşembe bir Yasin-i şerif okur musun?”
Efe bir anda böyle bir taleple karşılaşınca şaşırmış, ne diyeceğini düşünürken o devam etmiş sözüne.
“Ben ölünceye kadar değil, sen ölünceye kadar.”
Sultanahmet’te otururdu ve dünyanın merkezi derdi orası için.
…
“Evlerine gittiğim zaman çok etkilenmiştim. Televizyon yoktu, yüksek tavanlı bir Osmanlı evinde yaşıyorlardı. İçinde her şey olan çocukların bir oyun odası vardı. Kendi yazdığı masallardaki gibi bir yaşamları vardı çocukların benim gözümde. Mevlana İdris, zaman kavramı olmayan beş yıl sonrasında bile bugün gibi yaşayabilen bir insandı. Fularlı ve bayım diyen adamdı.”
…
Dostlarına sorduğumda herkesin ‘Mevlana İdris’i farklıydı, ama hemfikir oldukları konular çok fazlaydı. Herkesle kendini özel hissettirecek dostluklar inşa ederdi. 34 yıllık dostu Kemal Sayar, “Otuz kişi bir masada buluştuysanız, herkes Mevlana’yı en yakın dostu bilirdi” diye anlatıyor bunu.
…
“Kitapların, müziklerin, resimlerin, hatların, dostların arasına gizlenmiş kozmik bir yalnızdı. Dostlara, çocuklara, gariplere maddi manevi cömert, ikramsever. Kendine özgü, avangard, şaşırtıcı, esprili bir kalem. Mazlumların, zayıfların, hor görülenlerin sesi. Az, öz ve gıybetsiz konuşan; çaylı, çorbalı, yemekli, çekirdekli bir sohbet tiryakisi. İstanbul’da sabit-kadem, Asya’dan Amerika’ya bir modern Evliya Çelebi.”
Doktorlar Mevlana abinin ölüm sebebi olarak “kalp yetmezliği” diyor ama inanmıyorum ben bu teşhise. Olsa olsa “kalp fazlalığıdır” asıl neden. Bilememiştir doktorlar.
Niçin “kalp fazlalığı” diyorum? Vallahi romantik
ve parlak bir laf etmek için değil. Anlatayım.
Hastane sürecini Rüstem Keleş ağabeyden takip ettim genellikle. Onun verdiği bilgileri de eşe dosta aktardım. Bu dostlardan biri de Mahir Ünal idi. O görüşmelerden birinde yaklaşık olarak şunu dedi: “Böyle adamlar dünyaya karşı o kadar kırılgan oluyorlar, o kadar üzgünler ki sonunda kalpleri olanı biteni anlamaya yetmiyor bence.”
Mahir Ünal’dan o bağlamda duyduğum bir başka cümle benim açımdan çemberi tamamladı: “Anlamaya çalışmak ve üzülmek oldukça maliyetli. Bunun yerine insanlar öfkelenmeyi ve haklı olmayı tercih ediyorlar.”
Mevlana abi, anlamanın ve üzülmenin peşinde biriydi bence. O yüzden kendi neşesini de kendi dünyasını da kendi başına kuran biri olarak yaşadı ve öylece öldü.
Üzülme, göğsünde bir çiçek muhakkak açar… Üzülme, göğünden bir turna muhakkak geçer… Üzülme, kızlar, oğlanlar şiirlerini okur… Üzülme hep dillerde dolaşacak masumiyetin… Üzülme ve bekle, bizler de geleceğiz… Kalsın yoldaşlığımız ulu divana…

Mevlâna İdris için üzülmeli miyiz?
Eyüp Camiinin avlusunda sessizce yürüyoruz, definden önce kabir yerine bakmaya gidiyoruz. Ağzımızı bıçak açmıyor. Konuşmaya takatimiz yok. Herkes kendi içindeki kedere gömülmüş, kendi içine kaçmış, acısıyla baş başa. Bir hazineyi yitirmenin, eşini bir daha bulamayacağımızdan neredeyse emin olduğumuz bir insan hazinesini yitirmenin şaşkınlığı içindeyiz. Vurgun yemiş dalgıçlar gibi şaşkın kalakalmış durumdayız.
Mevlâna İdris bizim ciğerparemizdi. Canciğerimizdi. İçimizdeki en renkli, en nevi şahsına münhasır insandı. Dünyaya ve ölüme en güzel gülümseyenimizdi. İçinde nice volkanlar zapteden bir sükûnet. İstanbul’a geldiğim günlerde tanıştığım, sonra onun bizi elimizden tutup da götürdüğü her insana, her sokağa, her gönüle teslimiyetle sokulduğum, onun kurduğu dostluk halkalarına dahil olarak zenginleştiğim güzel arkadaşımdı. Evimde uyudu, karnını doyurdu ve ben onun evinde uyudum, karnımı doyurdum. Ruhlarımız birbirine misafir oldu. Onun okuduğu ilahileri, üflediği neyi dinledim. Ağabeyi Nedim Ali nasıl güzel bir insan ise o da o kadar güzel bir insan, olgun bir inanmıştı. Sarsılmaz bir imanı vardı, kaynayıp çağlayan bir yüreği, nerede dünyanın kirinden pasından arınmış bir arif görse ona doğru çekilen bir masumiyeti vardı. Mevlâna İdris sizi izbe bir apartman katında yaşayan bir adamın yanına götürür, aa bir bakarsınız bu adam bir yer üstü hazinesi! Bir eczacının dibine oturtur, o da ne, hikmet kıvılcımları fışkırır oradan. Kendisi gibi insan güzellerine meftundu ve sevdiklerini de güzelliğe sürüklemekte usta bir kaptandı. İstanbul’un ve Türkiye’nin her yerinde onun çocuk orduları vardı, ‘adamlarım’ dediği masum kalpler. Çocukları çok sevmesi, onlarla arkadaşlık edebilmesi daima bir çocuk kalbi taşımasındandı. Onları daima hayal kurmaya kışkırttı, baskıcı eğitim düzenine itaatsizliğe teşvik etti. Sayısız çocuğu hususiyetleriyle tanır, onlara isimleriyle hitap ederdi. Zamanını şaşırmış, kurgudan gerçekliğe çıkmış bir ‘küçük prens’ gibiydi.
Onu bütün dostları neden bu kadar çok seviyordu? Vefat haberini aldığımdan beri düşünüyorum. Ayrılığı her birimizden kocaman bir parça kopardı, sadece hatıraların o büyük kütlesini değil, beraber geçirilecek asude bir zamanın geleceğini de. Ondan ayrılık demek; karşılıklı çocuklaşabileceğiniz, teklifsizce şakalaşabileceğiniz, kendisinden asla alınmayacağınız ve size alınmayacağından emin olduğunu bildiğiniz o güzide serinliği bir daha bulamayacağınız demek. O yüzden onunla on yıllardır hiç olmazsa haftada bir görüşen arkadaş halkası günlerdir yaslı, gözleri nemli, teselliyi birbirine sokulmakta arıyor. Neden bu kadar seviliyor demiştik. Bizim güzel arkadaşımız, her insanı aziz bilen bir yüce gönüllülüğe sahipti ve sohbet ettiği her insana değerli ve özel bir kişi olduğu hissini aşılardı. Onun dostluk halkasına dahil olan herkes ‘onun en iyi dostu benim!’ diyebilirdi ve bunda da haksız olmazdı. Çünkü ‘hazret’ (bu kelimeyi pek severdi) yanında herkesi çok rahat ettirirdi. Çay ve çekirdek, buluşmalarımızın vazgeçilmez ikilisiydi. Neşesi yerindeyse fıkralar anlatır, ilahiler okurdu. Bazen de hülyalı bir dalgınlıkla kendi içine çekilir, olan biteni uzaktan mütebessim bir çehreyle izlerdi. Bütünüyle meyus olduğunu hiç görmedim, en sessiz anlarını bir latif söz, bir hikmet pırıltısı, bir espri ile şenlendirmeyi bilirdi. İnsan toplayıcısıydı. Gerek kurduğu özgün mekânı Eski Kafa’da olsun gerekse buluştuğumuz başka mekanlarda, dostluk halkasını yeni insan keşifleriyle genişletir, yeni yüzlerle tanışmamızı sağlardı.
Mevlana İdris kimse hakkında kötü konuşmazdı. Sağlam bir ahlaka sahipti, enerjisini imar etmekte kullanır, iyiliğin ve güzelliğin taşıyıcısı olmaya gayret ederdi. Son yıllarda çıkardığı Çeto dergisi bile buna delil olarak yeter. Belki on kişilik bir ekibin kotarabileceği ansiklopedi hacminde bir dergiyi tek başına, aşkla çıkarmayı başarmıştı. Tek tek hepimizden yazı toplar, resimleri özenle seçer, keşfettiği pırıltılı çocuk ve gençleri yazmaları için teşvik ederdi. Ruhu hep ötelere, ebediyete dönüktü. Bana öyle gelirdi ki iki cihanda birden dolaşmaktadır. Bu sözümü abartılı bulanlar olabilir. Bu da benim hissim, ne yapayım. Dostumuzda öte dünyaya ait bir koku vardı. ‘Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş’ diyor ya pirimiz Mevlana Celaleddin, o da bulanmadan aktı. Ülkenin her yerinde dostluk orduları vardı. Rindleri, harabat ehlini tanır, onlarla yarenlik ederdi. Bizim Mevlana’mız böyleydi, onda bu âleme sığmayan bir şey vardı.
Onda olmayan bir şey vardıysa, tamahkarlık ve dünya hırsıydı. Güzelliğe, güzel söze, güzel sese, ahenge aşıktı. Hayatın bildik kalıp ve ritimlerini alt üst etmeyi severdi. Dostluğumuzun ilk dönemlerinde, henüz hiçbirimiz evlenmemiştik, sabahlara kadar İstanbul sokaklarını arşınlar, adeta sonsuz bir yaşama sevinci içinde yüzerdik. Şiirler okurduk birbirimize, kelimelerin ve dostluğun sıcağında ısınırdık. Hiç hiddetlendiğini görmedim, bir insana sesini yükselttiğini de. Belki gören olmuştur ama ben otuz dört yılda görmedim. Varlığı latif bir sabah esintisi gibi sizin de gerginliğinizi alırdı. Şimdi biz kocamış, yaşını başını almış adamlar hangi ağacın gölgesinde serinleyeceğiz?
Pek çok dizesi ruhumda yer etmiş, şimdi terennüm edilince fark ediyorum. Benim için ‘kendi hayatının şiirini yazan’ bir adamdı hazret, benim nikah şahidimdi. İkindi Yazıları dergisi için 100 Türk Büyüğü diye alternatif bir tarih çalışması başlatmıştık. Doksanlı yılların başı, onun hakkında şöyle yazmışım: ‘Günümüzün bir dervişi. Onunla olmak, dervişliği paylaşmak ve hayatın tenha dehlizlerine sokulmaktır. İstanbul bir post ve şeyh İdris o posta kurulmuş, bütün şairler ve çocuklar onun müridi. Tenha duraklardan nice zengin hayatlar devşiriyor…’
Sık sık yola düşer, başını alıp uzaklara giderdi. Kırlarda koşuyor gibi, dağ yamacından çiçek topluyor gibi bir sevinç içinde alemi gezerdi. Belki yeni ruh arkadaşları arıyordu, belki bir şeyden kaçıyordu. Kim bilir? Dostlarını da yola ortak etmeyi severdi. Ona hiç yol arkadaşlığı edememişim, bu benim kısmetsizliğim. Ama birkaç defa başka şehirlerde buluştuk, çayın iyi demlendiği yerlerde çekirdek çitledik. İnsan sevdiğini ne kadar çok sevdiğini bazen onu kaybedince anlıyor. Dostlarımızın ölümüyle bizim içimizde de bir şeyler bir daha yeşermemecesine ölüyor. İnsan, sevdiğini maddi alemde yitirmekle, hayatın kırılganlığıyla ilk elden yüzleşiyor.
Ameliyata gireceği gün sabahtan aradım, rolleri değişmiştik, adeta o beni teskin eder gibiydi, vakur bir biçimde karşılıyordu olan bitenleri. Biz dostları, ecel vaktinin gelip çatmış olabileceğine ihtimal vermedik. Bizim İdris’imiz gittiği her yerden yeni zenginliklerle dönmüştü ya her sefer, bu sefer de öyle olacaktı. Yoğun bakımda geçen günlerin ardından doktorundan ve kardeşi Salih’ten gelen güzel haberler içimize su serpiyordu. Sonra bir sabah uyandığımda, sessizde kalmış telefonumda sabah dörde doğru Salih’ten bir cevapsız arama görünüyor. Aradan birkaç saat geçmiş, geri arıyorum. Alo Salih, ne oldu? Sessizlik. Yüzyıl süren sessizlik. Sonra karşılıklı gözyaşları. Sonra bir vedaya henüz hazır olmayışın getirdiği yürek burukluğu. Keşkeler.
Bu yazıyı yazmak için biraz bekledim. İstedim ki içimde çağlayan duygularım yerli yerine otursun. Ruhumda silinmez izleri olan o güzel insanla azar azar vedalaşayım. Gözlerimiz nemli ama ağlayan bir yazı yazmak istemedim. Zira çok az insan bu kadar sevilmiştir. Çok az insan Hz. Eyüp El-Ensari’nin ağuşunda ebedi istirahatine çekilebilmiş ve yine çok az insan dokunduğu hayatların sevgi seliyle uğurlanabilmiştir. Cenaze namazında tıp fakültesinden bir öğrencimle karşılaştım, şimdi asistan, ben onun eserleriyle büyüdüm diyor. Gözleri iki çeşme ağlayan genç kızlar, çocuk yaştan itibaren onun kitaplarıyla büyümüş ruh arkadaşları. Hayatlarına şiir ve masallarıyla sokulduğu nice insan onu katıksız bir sevgiyle öte aleme sırladılar. Bir doktor arkadaşımla karşılaştım, ‘hiç tanışmadım ama hakkında yazılanlardan o kadar etkilendim ki kendimi burada buldum’ diyor. Gece vakti kabrine uğruyoruz, iki genç kız başında Kuran okuyor. Çok az insan bu kadar büyük bir sevgiyle sarmalanmıştır. Mevlana İdris ölümden korkmuyordu. Zaten ölüm bir yenilgi değildir. Rabbiyle birlikte olan kişi için ölüm pirimiz Mevlana Celaleddin’in dediği gibi düğün gecesidir. ‘Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma/ Mezar, cennet topluluğunun perdesidir./ Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?’
Bize bir sabah rüzgârı değdi. Latif bir rüzgâr üzerimize çiçek tozlarını serpti ve gitti. Kardeşimiz, ciğerparemiz En Sevgili’sine kavuştu. Biz de onun ardından yola koyulduk. Mevlana İdris için üzülmeli miyiz? Hayır. O zaten mana âlemlerinin meftunuydu. Sevdiğine aitti ve ona gitti. Sadece kendimiz için üzülebiliriz. O latif sabah rüzgârı madde aleminde kapımızı çalmayacak. Yine de kalbimizin kapısı aralık dursun. Aşıklar ölmez. Mana, manayı bulur. Yeter ki biz kalbimizdeki manayı diri tutalım. Fizik âlem bir teferruattır.

Neyse ki insanlar ölümlü olsa da eserleri gömülmüyor ve konuşmaya devam ediyor.