Mevlana İdris’in Ardından

Günümüzün bir dervişi. Onunla olmak, dervişliği paylaşmak ve hayatın tenha dehlizlerine sokulmak. İstanbul bir post ve şeyh İdris o posta kurulmuş, bütün şairler ve bütün çocuklar onun müridi. İstanbul onunla, onun şeyhleriyle soluk alıp veriyor. Tenha sokaklardan nice zengin hayatlar devşiriyor. Karagümrük’te ehl-i tarik çaycı dendin ufak çay evinden, Kumkapı’da Ermeni Patrikhanesine, oradan yerin bir kat altında yaşayan Âşık Enis’e bütün tenhalar onun uğrağı. Yeryüzündeki bütün çocukları tanıyor. Neyzen. Şair. İstanbul Hukuku bitirdi. Nedim Ali’nin kardeşi. İki kardeş: Asr-ı Saadetten günümüze iki ışık. Mevlana: çocukların ve şairlerin şeyhi.

Kemal Sayar

Ah, yazmak ne zormuş! Müslüman, insan, şair, yazar ve çocukların dostu, sevgili abim Mevlâna İdris bu gece K. Maraş’ta tedavi gördüğü hastanede Rabbine kavuştu. Allah’ım onu meleklerle karşılayıp cennet bahçelerinde ağırlasın. Acımız tarifsiz.. Hepimizin başı sağ olsun. Dua, dua, dua!

H. Salih Zengin

İyi ve zarif insan Sevgili kardeşim Mevlânâ İdris Zengin’i ukbâya uğurladık cenaze merasimi hüzünlüydü, kasvetli değildi Hazreti Ebu Eyyub türbesi yakınında sırlandı. Bu gece dileyen vahşet namazı kılsın dileyen kadr suresini yedi kez okuyup salavat ile sevabını kabrine yollasın.

Vefat edenin benliği ölmüş değildir, beden giysisi/cihazından soyunduğunu ilk gece idrak edemez ve ürkeklik, korku geçirebilir. Sevenleri iki rek’at namaz kılıp secdeye vararak salâvat getirir ve Allah’ım bu namazın sevabını ….’in kabrine ilet derlerse ferahlar, ilk rek’atta fatihadan sonra âyetulkürsî, ikinci rek’atta fatihadan sonra on kez kadr suresi okunması tavsiye edilmiştir sevgiyle.

Hüseyin Hatemi

Seni yolcu ederken, annen toprağını okşayıp sana seslenirken bir tuhaflık olmadı değil. Dostların kızarmış gözlerini birbirlerinden kaçırmadı değil. Duvarlara boş boş bakmadık değil. Ama sonra kavuştuğun ilham edildi sanki. Onun için gülümsedik. Bilgin olsun.

Selahattin Yusuf

Genç yaşında sırlanan harf emektarı arkadaşlarımızın kervanına, şair Mevlana İdris Zengin de katıldı. Bir insan hem Mevlana hem de İdris olunca, işi gücü muhakkak göklerle ilgili olurdu ki onunki de öyleydi. Bir melek gibi, bir sükûnet gibi, bir derviş gibi, bir serin ağaç gölgesi gibi, ikindi vaktinde sakinleşen rüzgarlar gibi geldi geçti aramızdan… Zarif bir beyefendi, değerli bir yoldaş.

Prof. Ayhan Songar, psikiyatri kliniğindeki bir divanenin kendisini çok etkilediğinden söz ederdi. Yaşlı başlı bir adam olduğu halde; “Ahh yetimlik…” der dururmuş bu hasta. Genç bir asistan olarak Songar Hoca, “Kaç yaşında adamsınız, hiç yetimliğine üzülür mü insan” diye çıkışınca, hasta ona şöyle bir bakmış; “Yetim diyorsak, akran yetimiyiz hekim bey” demiş. Bu ferasete şapka çıkartılır derdi hoca… Ben 18’imde dinlediğim bu hikayenin anlamını ancak 40 yıl sonra anladım. İnsanın akranlarını, çağdaşlarını, hatıralarını biriktirdiği harf ve edebiyat emekçilerini, yoldaşlarını ahirete yolcu etmesi, o kadar ağır bir işmiş, arkadaş yetimi kalmak öyle zormuş ki…

Sibel Eraslan

Mevlana İdris, ‘adamlarım’ dediği çocukların yüreğine dokunmak için gençlik yıllarından beri çaba sarf etti. Çocuk Vakfında kuruluşundan itibaren görev yapan şair, büyüklere de yazardı, ama kalemini en çok çocuklar için kullandı. Masalın bu dünyadan sıkılanlar için yazıldığını düşünen yazar, çocuk masallarıyla edebiyat dünyasında eşsiz bir yer edindi. Sessizce iyilik yapanları sayınca akla gelen üç beş kişiden biriydi Mevlana İdris. Sadece çocukların değil, büyüklerin de hayatına bir şekilde dokundu. Sessizliğiyle meşhurdu ama etrafından kalabalık hiç eksik olmazdı.

Sevda Dursun

Ciğerparemiz, kardeşimiz, dostumuz, yoldaşımız güzel insan Mevlana İdris En Sevgili’sine kavuştu, Allah rahmet eylesin. 35 yıllık arkadaşlık, binlerce hatıra, ayrılmak zor. 

İyi değil çok iyi bildik, zarifçe yaşadı, sayısız yüreğe dokundu. Cennet sana yakışır güzel arkadaşım.

Uzun uzun susar, sonra bir hikmet söylerdi. Ülkenin her yerinde dostluk orduları vardı. Rindleri, harabat ehlini tanır, onlarla dostluk ederdi. Bizim Mevlana’mız böyleydi, onda bu âleme sığmayan bir şey vardı.Kardeşimiz Mevlana İdris’i sırladık. Latif bir sabah esintisi gibi hayatlarımıza dokundu ve ebedi yurduna gitti. Çok az insana nasip olacak bir sevgi seliyle uğurlandı. Sevmeyi bilenlere ayrılık yoktur.

– Merhumu böylesi “farklı” kılan şey tam olarak ne idi kıymetli hocam..?

– İyilik ve güzellikten başka bir niyeti ve gayreti olmadı. Kimse hakkında kötü konuşmadı. Baştan ayağa edep numunesiydi. Galiba iki cihanda birden yaşadı. Rahmet olsun.

Kemal Sayar

En güzel ve gür dallarımızdan birini cennete uzattık. Rahmetini esirgeme Allah’ım!…

“30 yıldır yazıyorum. Tek yargıcım çocuklardır. Çocuk oldum ve o cenneti unutamadığım için yazıyorum.” diyen sevgili kardeşim Mevlana İdris.

Mevlana’mızı toprağa verdik, geldik işimizin başına. Ölümden iyi öğretmen yok, sen ne öğrendin bu ölümden doktor derseniz, şudur: Sel gider kum kalır diyoruz ya, işte o kumlar sevgiyle kalbimize raptolmuş hatıralar…”Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil”, “aşıklar ölmez”, anladım!

Erol Göka

Mevlana İdris elli altı yaşına ne kederler sığdırdı da yordu bu kadar kendini? İlk kalp krizi geçirdikten hemen sonra Rüstem abi ile konuşurken, “Çok yormuş kalbini. Seksen beş yaşındaki bir insanın kalbini taşıyormuş” demişti. Oysa hiç de öyle görünmüyordu değil mi? Her yaştan her kuşaktan çocukların Mevlana abisiydi o. Kendisi çocuk olur, çocuklara da yetişkinlik rolü verirdi. Sosyal medyadan takip edenler anımsar; tüm çocuklar, özellikle mazlum coğrafyaların cesur çocukları Mevlana İdris’in ‘adamları’ydı. Bu arada pek bilinmez ama Mevlana İdris, kitapları dünya dillerine çevrilen Türk yazarların başında geliyordu. Bu kitaplarının hemen hepsi de çocuklar için yazdığı masallardı. İlginçtir hem de çok büyük saçmalıktır ki kalemini ülkenin ve tüm milletlerin çocuklarına vakfeden Mevlana İdris’in kitapları, MEB’in bir zamanlar yayınladığı ‘100 Temel Eser Listesi’ne alınmamıştı. Nedeni ise Mevlana’nın hayatta olmasıydı. Ne kadar da ilginç ve can sıkıcı değil mi?

Ersin Çelik

– Kimmiş ki…

– Şâirmiş…

– Allah rahmet eylesin. 

(Cami kenarında oturan iki yaşlı amcanın sohbetinden…)

Abdurrahman Cüneyd Fidancı

Mevlana İdris, can arkadaşım, kardeşim, masal aleminin güngörmüş prensi, bizatihi şair, kendi yolunu açan, kendi yolundan giden, güzel gönüllü dostum emaneti sahibine götürmüş. Dünya ahalisi olarak gafiliz ya biz; bu haber bize acı haber gibi geliyor, içimizi yakıyor, gönlümüzü afallatıyor; ne diyeceğimizi bilemez, ne yana bakacağımızı, sızlayan içimize ne söyleyeceğimizi bilemez hale geliyoruz işitince. Kaçtığımız yerden yakalanıyoruz. Ama hakikat böyle mi, insanın Rabbine kavuşması iyi haber değil mi, Mevlanalar için terk-i dünyanın aslı hakikatte vuslat değil mi? Amenna ve saddakna… Şu zamanda çok sık tekrar ettiğimiz gibi, inna lillah ve inna ileyhi raciun…

..

Tanımayana anlatması zor Mevlana’yı. Hem bu dünyadaydı, hem başka bir alemdeydi. Şu kişiye benziyor diyemezdiniz, sadece kendiydi, kendisi gibiydi. Kendi ritminde, kendi ülkesinde, kendi zamanında yaşıyordu. Onu çekip oradan çıkaramazdınız, o sizi çeker dünyasının içine alırdı. Sesini yükselttiğini hiç duymadım; o kadar yükseltmezdi ki anlattıklarının bir kısmını hiç duyamazdım.

Rahmet olsun bayım, yolun açık, mekanın cennet, kabrin pür nur olsun. Ebedi hayatın hayırlı olsun. Meclisin mübarek olsun. Şahidiz, güzeldin, inceydin, zariftin, hep güzelliklerleydin, cümlemiz iyi biliriz, can biliriz seni. Allah da bilmez mi kullarının cümlesinin illa ki iyileri iyi bildiğini. Allah-u âlem, o iyi bilmese biz bilebilir miydik?

Gökhan Özcan

Mevlana’yı mesela! Söyleyebileceği değerli bir söze, yapabileceği önemli bir espriye engel olma korkusuyla muhatabına sessizliği telkin eden susuşlarıyla hatırlayacağız daha çok. Bir ay çekirdeğinin kırılma sesinde kaybolan ürkek kelimelerini arayacağız birlikte oturduğumuz kafelerde, parklarda…

Telaşsız, gamsız, sorunsuz biri olarak hatırlayacağız biraz da. Bu hatırlayışımızı korumak, hatta onun yaşarken yüz yüze geldiği muhtemel sorunlardan sorumsuz olmak için, Ersin Çelik’in son yazısındaki “Çok yormuş kalbini. Seksen beş yaşındaki bir insanın kalbini taşıyormuş” şeklindeki vurguyu düşünmekten yakalayacağız kendimizi mesela…

Mevlana’nın dünya hayatını vedaya layık görmediğine tanık olmasam söylemezdim bunları. Ki, 56 yıllık kalbini 85 yıllık hâle getirmesinin sırrı da sanki burada. “Allah kulunu kalbi kırık olarak ister” diyerek, kırılmayı salt kendisine hasretmiştir mesela.

Ömer Lekesiz

Tüm irtibat telleri kopsa, muhabbet bitse, sokak çeşmeleri hiç akmasa, tek fert tek fertle kaynaşmasa, sokaklar yalnızlıktan çatlasa, göğe açılan tüm kapılar viran olsa, yağmur yağmaz olsa, kanadı kırık leylekler bile bu şehri terk etse yine de bir umut vardı.

Mevlâna İdris’in varlığı böyle bir şeydi benim için.

Mevlâna İdris bir defasında, “Yılları unutuyorum, ânlar derinleşiyor…” demişti.

Yılı unuttum, ânlardan bir ândı.

Birdenbire, “Hadi Sezai Abi’yi ziyarete gidelim üstat…” demişti.

Yağmurlu bir akşam yola çıkmıştık.

Biliyordum; Sezai Karakoç bazen saatlerce konuşmazdı. Mevlâna İdris kardeşim de hep sükût dururdu. Adeta “sükût suretinde” yaşardı. “İkisi de susarsa, ne yapacağım!” diye kara kara düşünmüş, “Ben de susarım o zaman…” kararına varmıştım. Kararımdan haberi yoktu. Susma egzersizi yapmak için de yol boyunca hiç konuşmamıştım. Neyse ki Sezai Abi o akşam doyumsuz bir konuşma yapmıştı.

Bazen Efendim, bazen Üstat, bazen Hazret, bazen Adamım, çokluk da “Bayım” diye hitap ederdi.

Şiirleri ve çocuk kitaplarının yanı sıra o müthiş nezaketiyle, uzun susuşlarıyla, sessiz sakin konuşmasıyla, kara siyasaya ve dünyanın iğvasına karşı dimdik duruşuyla müstesna bir insandı.

Ahir zaman dervişiydi. Yedi Güzel Adam’dan mülhem söyleyecek olursam, Son Güzel Adam’dı.

Gitti… Çok üzgünüm, çok!

Onun ifadesiyle, “İçimin bayrağı yarıya indi…”

“Allah’ın gülleri onunla olsun.” Melekler yoldaşı olsun, mekânı cennet, makamı âli olsun, sonsuz rahmet olsun.

Salih Tuna

İstanbul’da doğmamıştı ama halis muhlis İstanbulluydu. Yalnızca kişiliğinin en belirgin veçhesi olan beyefendiliği bakımından değil, İstanbul’u İstanbul yapan değerleri bizzat yaşaması bakımından.

Sözgelimi ben sur içi İstanbul’unda doğup büyüdüm ama 30 yıldır sur dışında ikamet ediyorum. Hızla artan nüfus, değişen doku, bozulan atmosfer ve aşinası olmadığımız kalabalık bizi “nefs-i İstanbul”dan püskürttü. Ne var ki biz sur dışı semtlerdeki apartman dairelerine kaçarken Mevlâna Sultanahmet’te eski İstanbul konaklarından birinin çatı katında oturmayı tercih etti. Zarif bir İstanbul kızı olan eşi Aysel ile evlendiklerinde ilk oturdukları ev de galiba Arasta’nın oradan Cankurtaran’a doğru inen büyük cadde üzerinde iki katlı ahşap bir binanın üst katıydı.

Ömrünü Beyazıt, Çemberlitaş, Nuruosmaniye, Sirkeci, Süleymaniye, Vefa, Horhor gibi birkaç semtin çevrelediği bir bölgede geçirdi. İstanbul’un neresinde ne olduğunu, hangi semt lokantasında hangi yemeklerin yeneceğini, çay kahve yudumlarken seyredilecek en güzel Boğaz manzarasının nerede bulunacağını bilirdi. Giyim alışverişini Kapalıçarşı’dan yapan son İstanbullulardandı. Cuma ve Bayram namazlarını mutlaka Süleymaniye Camiinde eda ederdi.

İstanbul’u fiziki bir mekân olmaktan ziyade kökleri tarihe uzanan bir “yaşama kültürü” olarak benimsemişti.

..

İbadetlerinde tertip sahibiydi. Ama bir gün bile “Namaza gidiyorum, ikindiyi kılayım, nerede abdest alabilirim, seccade var mı” diye konuştuğu duyulmamıştır. Gönül insanıydı. Gönül bağına inanırdı. Bir ömür boyu dost biriktirdi. Arkadaşlarına bağlılığı görülmemiş derecedeydi. Ne olursa olsun hiçbirine küsmezdi, darılmazdı.

İbrahim Kiras

Sessizdi. Mahzundu. Cömertti. Nüktedandı. Hasbiydi. Dervişti. Şairdi. Şiirdi. Vakurdu. Mahcuptu. Arifti. Kamildi. İnsandı. İstanbul’du. Süleymaniye’ydi. Maraş’tı. Çocuktu. Dertliydi. Güzeldi. Çok özeldi.

Saadettin Acar

Mevlana’yı bir defasında Süleymaniye Camii’nin avlu duvarının pencere boşluğunda otururken görmüştüm.

Bu, Mevlana’ya uygun bir resim. Tanıdığım şairler arasında böyle bir yerde görme ihtimalim olan ikinci bir şair yok.

Derviş midir bilmiyorum, ama halleri dervişanedir.

Yusuf Ziya Cömert

Ölüm haberini almadan daha üç beş saat önce iyiye gittiği haberi gelmiş nasıl sevinmiştik. Mustafa Ruhi Şirin ağabey saat başı takipteydi. Bütün sevenleri gibi duaya durmuştuk. Onu Mevla bizden daha çok seviyor olmalı ki yanına aldı. Mekânı cennet olsun.

Hüseyin Akın

Buradan takip ettiğim ne çok tanıdık sima aramızdan ayrılmış. Beril Dedeoğlu, Asım Gültekin, Akif Emre, Bülent Parlak, Sevim Gözay, Mevlana İdris aklıma ilk gelenler. Ne mutlu kimsenin hakkına girmeden, çalmadan, çırpmadan, zulme bulaşmadan, hoş bir hatıra ile çekip gidenlere.

Abdullah Naci

2003’te Mevlana’nın Ankara’ya gelmesini istedik beraber çalışma arzusuyla. Söyledik. “Olur” dendi ama Mevlana dedi ki: “Bu işler, yazı işleri, denize bakılmadan yapılamaz…” İstanbul’a onun kadar kim güzel baktı?  Son zamanlarda İstanbul’a gidemez oldum. Mevlana ile de seyreldi haberleşmelerimiz. Hep erteleriz ya telafi edeceğimizi zannettiğimiz asli işleri. Onunla en son uğurlamaya gittiğimizde Üstat Sezai Karakoç’un evinin kapısında sarıldık. Şehzadebaşı’nda görüştük mü? Evet, ayrılırken görüştük ve onun Hırka-i Şerif’teki mekânlarından birine gittik. Susarak konuşması dillere destandı. 16 Kasım 2021 olduğuna göre demek sadece sekiz ay bekleyecekmiş Şeb-i Arus’u. Cahit Zarifoğlu’yla aynı gün gidecekmiş buradan. İkisinin izini sürdü. İkisini çok sevdi. Kelimenin tam karşılığıyla nevi şahsına münhasırdı. Öyle yaşadı. Kimseye, kimselere benzemedi.

Kalbi varmış. Yalnız kalbi vardı, yalnız kalbi. Bir ömür, küçük güzel şeyler yaptı. Küçük güzel, çok güzel şeyler. Şiirler yazdı. Şarkılar söyledi. Ney üfledi. Masallar anlattı. Sevdiklerine gitti. Dergiler çıkardı. Umudu büyüttü. Gülümsedi. Hüznünü göstermedi, fırtınasını sakladı, yarasını sakındı. Oturmadı, oturamadı. Yollara, dağlara taşlara vurdu kendini. Güzelliğe, şehre, söze vurgun yaşadı. Her şeyin en azına, en küçüğüne baktı. Beni İstanbul’da Arap Camii’ne, Maraş’ta Acemli Camii’ne götürdü. Kaç kez Eyüp Sultan’a gittik. Sonra “Beş kuruş çay evine”. Hep dua isterdi.

Aaah Mevlana… Nura, sevince gark olasın. Allah’ın rahmeti merhameti sarsın seni. Efendimiz “Hoş geldin” desin. Sen “Efendim” diyerek doğrul, sevinçle, güler yüzle, sağ elini kalbine götürerek… Senin sevenin, şahidin çok. Uğurlar olsun “Ciğerparemiz”, kardeşimiz… Geleceğiz…

Mustafa Şahin

Mustafa Baki Efe’nin anlattığı hepimizi etkiledi.

Bir süre önce ondan bir istekte bulunmuş.

“Benim için her perşembe bir Yasin-i şerif okur musun?”

Efe bir anda böyle bir taleple karşılaşınca şaşırmış, ne diyeceğini düşünürken o devam etmiş sözüne.

“Ben ölünceye kadar değil, sen ölünceye kadar.”

Mehmet Şeker

Sultanahmet’te otururdu ve dünyanın merkezi derdi orası için.

“Evlerine gittiğim zaman çok etkilenmiştim. Televizyon yoktu, yüksek tavanlı bir Osmanlı evinde yaşıyorlardı. İçinde her şey olan çocukların bir oyun odası vardı. Kendi yazdığı masallardaki gibi bir yaşamları vardı çocukların benim gözümde. Mevlana İdris, zaman kavramı olmayan beş yıl sonrasında bile bugün gibi yaşayabilen bir insandı. Fularlı ve bayım diyen adamdı.”

Dostlarına sorduğumda herkesin ‘Mevlana İdris’i farklıydı, ama hemfikir oldukları konular çok fazlaydı. Herkesle kendini özel hissettirecek dostluklar inşa ederdi. 34 yıllık dostu Kemal Sayar, “Otuz kişi bir masada buluştuysanız, herkes Mevlana’yı en yakın dostu bilirdi” diye anlatıyor bunu.

“Kitapların, müziklerin, resimlerin, hatların, dostların arasına gizlenmiş kozmik bir yalnızdı. Dostlara, çocuklara, gariplere maddi manevi cömert, ikramsever. Kendine özgü, avangard, şaşırtıcı, esprili bir kalem. Mazlumların, zayıfların, hor görülenlerin sesi. Az, öz ve gıybetsiz konuşan; çaylı, çorbalı, yemekli, çekirdekli bir sohbet tiryakisi. İstanbul’da sabit-kadem, Asya’dan Amerika’ya bir modern Evliya Çelebi.”

Yeni Şafak/Hayat

Doktorlar Mevlana abinin ölüm sebebi olarak “kalp yetmezliği” diyor ama inanmıyorum ben bu teşhise. Olsa olsa “kalp fazlalığıdır” asıl neden. Bilememiştir doktorlar.

Niçin “kalp fazlalığı” diyorum? Vallahi romantik

ve parlak bir laf etmek için değil. Anlatayım.

Hastane sürecini Rüstem Keleş ağabeyden takip ettim genellikle. Onun verdiği bilgileri de eşe dosta aktardım. Bu dostlardan biri de Mahir Ünal idi. O görüşmelerden birinde yaklaşık olarak şunu dedi: “Böyle adamlar dünyaya karşı o kadar kırılgan oluyorlar, o kadar üzgünler ki sonunda kalpleri olanı biteni anlamaya yetmiyor bence.”

Mahir Ünal’dan o bağlamda duyduğum bir başka cümle benim açımdan çemberi tamamladı: “Anlamaya çalışmak ve üzülmek oldukça maliyetli. Bunun yerine insanlar öfkelenmeyi ve haklı olmayı tercih ediyorlar.”

Mevlana abi, anlamanın ve üzülmenin peşinde biriydi bence. O yüzden kendi neşesini de kendi dünyasını da kendi başına kuran biri olarak yaşadı ve öylece öldü.

İsmail Kılıçarslan

Üzülme, göğsünde bir çiçek muhakkak açar… Üzülme, göğünden bir turna muhakkak geçer… Üzülme, kızlar, oğlanlar şiirlerini okur… Üzülme hep dillerde dolaşacak masumiyetin… Üzülme ve bekle, bizler de geleceğiz… Kalsın yoldaşlığımız ulu divana…

Sibel Eraslan

Mevlâna İdris için üzülmeli miyiz?

Eyüp Camiinin avlusunda sessizce yürüyoruz, definden önce kabir yerine bakmaya gidiyoruz. Ağzımızı bıçak açmıyor. Konuşmaya takatimiz yok. Herkes kendi içindeki kedere gömülmüş, kendi içine kaçmış, acısıyla baş başa. Bir hazineyi yitirmenin, eşini bir daha bulamayacağımızdan neredeyse emin olduğumuz bir insan hazinesini yitirmenin şaşkınlığı içindeyiz. Vurgun yemiş dalgıçlar gibi şaşkın kalakalmış durumdayız. 

Mevlâna İdris bizim ciğerparemizdi. Canciğerimizdi. İçimizdeki en renkli, en nevi şahsına münhasır insandı. Dünyaya ve ölüme en güzel gülümseyenimizdi. İçinde nice volkanlar zapteden bir sükûnet. İstanbul’a geldiğim günlerde tanıştığım, sonra onun bizi elimizden tutup da götürdüğü her insana, her sokağa, her gönüle teslimiyetle sokulduğum, onun kurduğu dostluk halkalarına dahil olarak zenginleştiğim güzel arkadaşımdı. Evimde uyudu, karnını doyurdu ve ben onun evinde uyudum, karnımı doyurdum. Ruhlarımız birbirine misafir oldu. Onun okuduğu ilahileri, üflediği neyi dinledim. Ağabeyi Nedim Ali nasıl güzel bir insan ise o da o kadar güzel bir insan, olgun bir inanmıştı. Sarsılmaz bir imanı vardı, kaynayıp çağlayan bir yüreği, nerede dünyanın kirinden pasından arınmış bir arif görse ona doğru çekilen bir masumiyeti vardıMevlâna İdris sizi izbe bir apartman katında yaşayan bir adamın yanına götürür, aa bir bakarsınız bu adam bir yer üstü hazinesi! Bir eczacının dibine oturtur, o da ne, hikmet kıvılcımları fışkırır oradan. Kendisi gibi insan güzellerine meftundu ve sevdiklerini de güzelliğe sürüklemekte usta bir kaptandı. İstanbul’un ve Türkiye’nin her yerinde onun çocuk orduları vardı, ‘adamlarım’ dediği masum kalpler. Çocukları çok sevmesi, onlarla arkadaşlık edebilmesi daima bir çocuk kalbi taşımasındandı. Onları daima hayal kurmaya kışkırttı, baskıcı eğitim düzenine itaatsizliğe teşvik etti. Sayısız çocuğu hususiyetleriyle tanır, onlara isimleriyle hitap ederdi. Zamanını şaşırmış, kurgudan gerçekliğe çıkmış bir ‘küçük prens’ gibiydi.

Onu bütün dostları neden bu kadar çok seviyordu? Vefat haberini aldığımdan beri düşünüyorum. Ayrılığı her birimizden kocaman bir parça kopardı, sadece hatıraların o büyük kütlesini değil, beraber geçirilecek asude bir zamanın geleceğini de. Ondan ayrılık demek; karşılıklı çocuklaşabileceğiniz, teklifsizce şakalaşabileceğiniz, kendisinden asla alınmayacağınız ve size alınmayacağından emin olduğunu bildiğiniz o güzide serinliği bir daha bulamayacağınız demek. O yüzden onunla on yıllardır hiç olmazsa haftada bir görüşen arkadaş halkası günlerdir yaslı, gözleri nemli, teselliyi birbirine sokulmakta arıyor. Neden bu kadar seviliyor demiştik. Bizim güzel arkadaşımız, her insanı aziz bilen bir yüce gönüllülüğe sahipti ve sohbet ettiği her insana değerli ve özel bir kişi olduğu hissini aşılardı. Onun dostluk halkasına dahil olan herkes ‘onun en iyi dostu benim!’ diyebilirdi ve bunda da haksız olmazdı. Çünkü ‘hazret’ (bu kelimeyi pek severdi) yanında herkesi çok rahat ettirirdi. Çay ve çekirdek, buluşmalarımızın vazgeçilmez ikilisiydi. Neşesi yerindeyse fıkralar anlatır, ilahiler okurdu. Bazen de hülyalı bir dalgınlıkla kendi içine çekilir, olan biteni uzaktan mütebessim bir çehreyle izlerdi. Bütünüyle meyus olduğunu hiç görmedim, en sessiz anlarını bir latif söz, bir hikmet pırıltısı, bir espri ile şenlendirmeyi bilirdi. İnsan toplayıcısıydı. Gerek kurduğu özgün mekânı Eski Kafa’da olsun gerekse buluştuğumuz başka mekanlarda, dostluk halkasını yeni insan keşifleriyle genişletir, yeni yüzlerle tanışmamızı sağlardı.  

Mevlana İdris kimse hakkında kötü konuşmazdı. Sağlam bir ahlaka sahipti, enerjisini imar etmekte kullanır, iyiliğin ve güzelliğin taşıyıcısı olmaya gayret ederdi. Son yıllarda çıkardığı Çeto dergisi bile buna delil olarak yeter. Belki on kişilik bir ekibin kotarabileceği ansiklopedi hacminde bir dergiyi tek başına, aşkla çıkarmayı başarmıştı. Tek tek hepimizden yazı toplar, resimleri özenle seçer, keşfettiği pırıltılı çocuk ve gençleri yazmaları için teşvik ederdi. Ruhu hep ötelere, ebediyete dönüktü. Bana öyle gelirdi ki iki cihanda birden dolaşmaktadır. Bu sözümü abartılı bulanlar olabilir. Bu da benim hissim, ne yapayım. Dostumuzda öte dünyaya ait bir koku vardı. ‘Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş’ diyor ya pirimiz Mevlana Celaleddin, o da bulanmadan aktı. Ülkenin her yerinde dostluk orduları vardı. Rindleri, harabat ehlini tanır, onlarla yarenlik ederdi. Bizim Mevlana’mız böyleydi, onda bu âleme sığmayan bir şey vardı.

Onda olmayan bir şey vardıysa, tamahkarlık ve dünya hırsıydı. Güzelliğe, güzel söze, güzel sese, ahenge aşıktı. Hayatın bildik kalıp ve ritimlerini alt üst etmeyi severdi. Dostluğumuzun ilk dönemlerinde, henüz hiçbirimiz evlenmemiştik, sabahlara kadar İstanbul sokaklarını arşınlar, adeta sonsuz bir yaşama sevinci içinde yüzerdik.  Şiirler okurduk birbirimize, kelimelerin ve dostluğun sıcağında ısınırdık. Hiç hiddetlendiğini görmedim, bir insana sesini yükselttiğini de. Belki gören olmuştur ama ben otuz dört yılda görmedim. Varlığı latif bir sabah esintisi gibi sizin de gerginliğinizi alırdı. Şimdi biz kocamış, yaşını başını almış adamlar hangi ağacın gölgesinde serinleyeceğiz?

Pek çok dizesi ruhumda yer etmiş, şimdi terennüm edilince fark ediyorum. Benim için ‘kendi hayatının şiirini yazan’ bir adamdı hazret, benim nikah şahidimdi. İkindi Yazıları dergisi için 100 Türk Büyüğü diye alternatif bir tarih çalışması başlatmıştık. Doksanlı yılların başı, onun hakkında şöyle yazmışım: ‘Günümüzün bir dervişi. Onunla olmak, dervişliği paylaşmak ve hayatın tenha dehlizlerine sokulmaktır. İstanbul bir post ve şeyh İdris o posta kurulmuş, bütün şairler ve çocuklar onun müridi. Tenha duraklardan nice zengin hayatlar devşiriyor…’ 

Sık sık yola düşer, başını alıp uzaklara giderdi. Kırlarda koşuyor gibi, dağ yamacından çiçek topluyor gibi bir sevinç içinde alemi gezerdi. Belki yeni ruh arkadaşları arıyordu, belki bir şeyden kaçıyordu. Kim bilir? Dostlarını da yola ortak etmeyi severdi. Ona hiç yol arkadaşlığı edememişim, bu benim kısmetsizliğim. Ama birkaç defa başka şehirlerde buluştuk, çayın iyi demlendiği yerlerde çekirdek çitledik. İnsan sevdiğini ne kadar çok sevdiğini bazen onu kaybedince anlıyor. Dostlarımızın ölümüyle bizim içimizde de bir şeyler bir daha yeşermemecesine ölüyor. İnsan, sevdiğini maddi alemde yitirmekle, hayatın kırılganlığıyla ilk elden yüzleşiyor.

Ameliyata gireceği gün sabahtan aradım, rolleri değişmiştik, adeta o beni teskin eder gibiydi, vakur bir biçimde karşılıyordu olan bitenleri. Biz dostları, ecel vaktinin gelip çatmış olabileceğine ihtimal vermedik. Bizim İdris’imiz gittiği her yerden yeni zenginliklerle dönmüştü ya her sefer, bu sefer de öyle olacaktı. Yoğun bakımda geçen günlerin ardından doktorundan ve kardeşi Salih’ten gelen güzel haberler içimize su serpiyordu. Sonra bir sabah uyandığımda, sessizde kalmış telefonumda sabah dörde doğru Salih’ten bir cevapsız arama görünüyor. Aradan birkaç saat geçmiş, geri arıyorum. Alo Salih, ne oldu? Sessizlik. Yüzyıl süren sessizlik. Sonra karşılıklı gözyaşları. Sonra bir vedaya henüz hazır olmayışın getirdiği yürek burukluğu. Keşkeler. 

Bu yazıyı yazmak için biraz bekledim. İstedim ki içimde çağlayan duygularım yerli yerine otursun.  Ruhumda silinmez izleri olan o güzel insanla azar azar vedalaşayım. Gözlerimiz nemli ama ağlayan bir yazı yazmak istemedim. Zira çok az insan bu kadar sevilmiştir. Çok az insan Hz. Eyüp El-Ensari’nin ağuşunda ebedi istirahatine çekilebilmiş ve yine çok az insan dokunduğu hayatların sevgi seliyle uğurlanabilmiştir. Cenaze namazında tıp fakültesinden bir öğrencimle karşılaştım, şimdi asistan, ben onun eserleriyle büyüdüm diyor. Gözleri iki çeşme ağlayan genç kızlar, çocuk yaştan itibaren onun kitaplarıyla büyümüş ruh arkadaşları. Hayatlarına şiir ve masallarıyla sokulduğu nice insan onu katıksız bir sevgiyle öte aleme sırladılar. Bir doktor arkadaşımla karşılaştım, ‘hiç tanışmadım ama hakkında yazılanlardan o kadar etkilendim ki kendimi burada buldum’ diyor. Gece vakti kabrine uğruyoruz, iki genç kız başında Kuran okuyor. Çok az insan bu kadar büyük bir sevgiyle sarmalanmıştır. Mevlana İdris ölümden korkmuyordu. Zaten ölüm bir yenilgi değildir. Rabbiyle birlikte olan kişi için ölüm pirimiz Mevlana Celaleddin’in dediği gibi düğün gecesidir. ‘Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma/ Mezar, cennet topluluğunun perdesidir./ Batmayı gördün değil mi?  Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?’ 

Bize bir sabah rüzgârı değdi. Latif bir rüzgâr üzerimize çiçek tozlarını serpti ve gitti. Kardeşimiz, ciğerparemiz En Sevgili’sine kavuştu. Biz de onun ardından yola koyulduk. Mevlana İdris için üzülmeli miyiz? Hayır. O zaten mana âlemlerinin meftunuydu. Sevdiğine aitti ve ona gitti. Sadece kendimiz için üzülebiliriz. O latif sabah rüzgârı madde aleminde kapımızı çalmayacak. Yine de kalbimizin kapısı aralık dursun. Aşıklar ölmez. Mana, manayı bulur. Yeter ki biz kalbimizdeki manayı diri tutalım. Fizik âlem bir teferruattır. 

Kemal Sayar

Neyse ki insanlar ölümlü olsa da eserleri gömülmüyor ve konuşmaya devam ediyor.

Mevlana İdris

DUVAR ARDI

Bu itirafın acılığı ne yakıcıdır! Öfkeli bir adam
Davullu hamâselerimin taş duvarlarının ardında
Acılı ve ateşli olarak tükenmiştir

Gece boyunca granit taşlarından çiçek yontan adam
Şimdi
Ağır çekicini bir yana atmış
Aşktan, umuttan, gelecekten yoksun olan ellerine emir vermek

Bu saçmalığa son verin! Bunun ardı üzücüdür
Bir hiç üstüne aptalca bir bahis gibi
Kısa kesin bu rahatsız edici macerayı. Her gece
Bu macera bataklıkta dibe çöken çamuru andırıyor

Ben çiğnendim
Yazık, vahşilik dişleriyle
Binlerce yazık çiğnenme zahmetine güler yüzlülükle razı olduğum için!
Neden mi? Sanıyordum ki böyle yaparsam, aç dostlarıma yılında
kendi etimden yiyecek veririm kıtlık

Bu azapla sarhoştum
Ancak aldatıcıydı bu sarhoşluk

Ya da temiz yaradılışımın bataklığına gömülmek vardı
Ya da dürüst olmayanların merhametsizliğine dayanma
Ve bu dostlar düşmandı olsa olsa
Doğru olmayan insanlar

Ben kendi ölümümün işçisiydim
Yazık ki seviyordum yaşamayı!

Acaba benim tüm çabam
Kendi ölüm çanımı daha güçlü çalmak için değil miydi?

Ben uçmadım
Ben soldum gittim!
Hamâselerimin taş duvarları ardında
Bütün güneşler battı
Duvarın bu yanında bir adam telaşsız balyozuyla yapayalnız
Kendi ellerine bakıyor
Ve elleri umuttan, aşktan, gelecekten yoksun.

Şiirin bu yanında boş bir dünya, kıpırtısız, kıpırdayansız
bir dünya ayılmış ebediyete kadar
Sükûn beşiği sallanıyor bir samanyolundan öbür samanyoluna
Karanlık, soğuk boşluğu ölüm usâresiyle dolduruyor
Ve kibirli hamâselerin ardında
Yalnız bir adam
Kendi cenazesine ağlıyor.

Ahmed Şamlu

Çeviri: Mehmet Kanar

İNZİVANIN SINIRINDAN

Hey günahsız arayıcı! Kara gözlerin seni aldatıyor!
Sen hiçbir zaman beni çevremdeki karanlıklarda bulamayacaksın.
Çünkü bakışlarında iştiyak ateşi yok.

Beni daha aydınlık istiyorsun
İştiyakla benim karşımda daha alevli yan
Yoksa binlerce gözün aldatacak seni; günahsız bir arayıcı gerek.
İştiyak çerağın daha alevli olsun

Söylenmemiş, terennüm edilmemiş sözlerle doluyum
Tanınmamış düşüncelerle
Üstünde düşünmediğim şiirlerle

Gözyaşı ukdem dolu, dopdolu bir derttir ve geride kalan
Söylenmemiş sözler bir suskunluk değil; bir inilti

Şimdi ağlama zamanı. Yalnız ağlamak mümkünse yahut
eteğindeki bir sırdaşlığa güvenmek mümkünse veya hiç
olmazsa nabekârların yüzüne açılma ihtimali olan kapılara.

Bütün bunlara rağmen benim zindanıma gel.
Tek penceresi tımarhanenin hayatına açılıyor.
Ama nasıl, sahiden nasıl
Böyle yıldızsız bir gecenin derinliğinde
Şarkısız, sessiz kalmış zindanımı
Tekrar tanıyabilirsin?

Biz karanlıktayız
Kimse aşkımıza yanmadığı için

Biz yalnızız
Çünkü kimse bizi yanına çağırmıyor

Biz suskunuz
Çünkü bir daha asla size geri dönmeyeceğiz

Ve başımız dik
Çünkü hiçbir şeye yok itimadımız, itimatsızlığı sevmediğimiz hâlde.

Kırık havuzun kenarında baharsız bir ağaç kendi
gömülmüş usâresinin gücüyle çürüyor.

Ve kirlilik yavaş yavaş yanakların parlamasına engel oluyor.

Masum aşklar işsiz, dürtüsüzdür.
Sevmek
Uzun yolculuklardan eli boş dönüyor.

Ortak harabelerin kemerleri altında nefret uyandıran kadınlar
kendi arsızlıklarının kara örtüsünde cellat ve zorba, ilâhî
mesaj getirenlerin gam mektubuna kulak veriyor, kendi yem
arayan kokuşmuş mutsuzluklarına gözyaşı döküyorlar.

Benim kölesiz, şefkatli Tanrı’m zorba ve korkunç değil
Ben ve o, umutsuz inzivâ sınırlarına sürüldük.
Ey gök şeytanının yeryüzündeki ortak yazgılısı!
Senin yalnızlığın ve günahsızlık ebediliği
Tanrı’nın toprağında yeni bitmiş bir bitki değil

Bir arzulu göz sizin avareliğinize asla ağlamayacak
Bu kuşatılmış gökyüzünde hiçbir yıldız görünmeyecek ve sizin
yabancı tanrılarınızı asla himayesine almayacak
Çünkü kalpler artık aşikâr bir aldatmacadan başka şey değil
Ve son sığınakta ejderha yumurtlamış

Oturaksız bir kayık gibi bulutlu gecede, karanlık denizde
Son girdaba doğru yol alıyorum
Selam umudu yok
Okşama umudu yok.

Ahmed Şamlu
Çeviren: Mehmet Kanar

Efsus’a Yolculuk

gece suyunu sever burada ekili arazi
biraz ileride elma ağaçları, vişne ve armut
ceviz ağaçları da vardır arazinin gerisinde,
biraz uzakta, doruğa doğru
söğüt ağaçları da olmalı,
neredeyse yola paralel akan bir dere
böyle ezbere bilirim buraları
geride kalanı hatırladığım gibi
nasıl da ferahtım eskiden aksi istikamette giderken
doluluk henüz bende tamama varmamış iken
belirsizdi dünya, belirsizdi beni içine alacak olan
beni beklemiyordu aslında dünya bir vakum
ben nasıl şekilleneceğimi merak ederken
henüz bir korku yoktu o zaman içimde
gölgesi düşmüş değildi korkunun henüz gözlerimin içine
korku kendimde olanı yitirmek kaygısından doğdu bende
beni kendimden başka türlü olmaya çağıran bir dünya
seçeneği yitirmekle ıralı kendi başına yalnız kalmakla
istedikleri kişi olursan eğer gelebilirsin istediğin yere
dünyanın kanunu.. gözlerimin içi dolulukla dolu iken
hareketlilik göçmemiş bedenimden içime doğru
toprağın yüzeyindeki suyu emmesi gibi
gülümseme çekilmemişti henüz yüzümden
bir kapı vardı açıp çıkabilirdim kendime doğru
açtım ve çıktım o kapıdan kendime doğru
yürüdükçe genişledi dünya
kimsenin olmadığı bir bütünlüğe doğru
doğumla gelen saflık
terk etmemişti beni henüz bedenimden
elimde dile gelirdi, ve yüzümde.. bende dile gelen
şimdi terk edilmiş bir beden duruyor yüzümde
sadece hasta olduğum günlerde tatil yaptım
müzikle sağaltırdım kendimi,
dinlemek bile gelmiyor şimdi içimden
çaresiz bir durumda gidilecek bir yer varmış da
oraya doğru yürüyüp gitmek gibiydi
dile gelemeyen düğümlenirken içimden boğazıma doğru
tedirginlik ilaçların yan etkisiydi bende
ilaçların yan etkisi gibiydim kendimde
gittiğim yerde öğrendim böyle geldiğim yere de ait olmadığımı

cereyanda kalmış hüzün yaprağı
böyle söylemiştim yıllar önce bir keresinde
gövdeden itibaren bir salınım
yan yana dururken bile birbirinden habersiz
sanki deri yüzülmüş yüzümden.. yaprak yaprak
titreme gövdeye ait, rüzgârın salınımı yaprakların..
kavak ağacına özgüdür yapraklardaki bu salınım
parlak bir yüzeyi vardır sert fakat esnek.. ve esnek bir sapı
tüylü değildir söz gelimi elma yaprağı gibi kalın
dik durmaz dalında bükülüverir,
sarkar yaprağın ucu aşağıya doğru
bir de kayısı ağacının yaprakları böyledir
hafif bir rüzgârda birbirine sürtünür
ve sanki kendi aralarında konuşmaya başlıyorlarmış gibi
dibinde oturursanız kayısının ya da kavak ağacının
şarkı söyler gibidir dansı yaprakların
ama kavak ya da kayısı yapraklarının
başka bir ses duyamazsınız, rüzgârın salınımı
sizin etinizden geçerek iner toprağın köküne
sizden gelip geçen her ne ise.. o kalır sizde
böyle bu güzergâhtan gelip geçer iken
bitmeyecek gibiydi yolum eskiden
bu tünelden çıkmaya sanki nefesim yetmeyecek
gün akşama varmayacak sanırdım
korku soluğumu terk etmeyecek
bir hikâyem vardı kendi içimde henüz yetişkin değil iken
anlatıda özne olmak gibi bir yerim vardı
ama değil
aklımın duvarında gördüğüm
kendi resmimdi beni peşi sıra alıp götüren
gitmedim kendimden başka kimsenin peşi sıra
kuşkulandım sevgisini dile getirenlerin bile biçeminden
övgü de bir tür çelmedir yürürken kendine doğru giden yolda
övgü ile büyü aynı türdendir tütsü gibi
tütsüyle buğulanabilir, boğulabilir nefes
fakat senden gelen nefes değil artık benzimdeki nefes
anamın evini terk edince şekillenen gözlerimdeki nefes
meğer ne kadar mutluymuşum eskiden
ergin olamamakla alakalı bir şeydi bende mutluluk
hafızam boş idi zamanla doldu boşluktan
keşke görmeseydim algıladıklarımı
veya zayıf olarak kalsaydı hafızam
benzim yüz gibi değildi, yüzüm benzin
sanki her an bir alev topu
bırakmadı yüzümü hiç, kuşkuya bulanmış nefes
esrime değil, esneme de, cereyandı
evet cereyan, hâlâ cereyan
İsrafil’in suru
içimdeki koridorda esip duran

Yücel Kayıran
Efsus’a Yolculuk / Metis Yayınları

Efsus’a Yolculuk

annem de bilmezdi Latin alfabesini
“okuma yazması yok!” kabul edilirdi bu nedenle
ama eski yazıyı babasından öğrenmiş
her sene hatim indirdi üç ayları boyunca
seher vakti, annemin sesiyle uyandım her sene üç ayları boyunca
annemin Kur’an okurken, Kur’an’ı okuyuş tarzındaki hüzünlü sesiyle..
hüzün, ihtiyatlı olmak demekti, mutluluğun baştan çıkarıcılığına
hüzün, utanmak demekti benzimizdeki güzellikten, özellikle gençlik yaşında
hüzün kendimize karşı tetikte olmak demekti
içimizdeydi çünkü bizi kendimizden peşi sıra alıp götürecek olan
hüzün, serinliğe bulanmak demekti seher vakti
seher vakti, dünyanın gökyüzünden inmiş sularla yıkanma vakti
seher vakti, annemin Kur’an okuma vakti
Kur’an okumak, kendini temize çekmek demekti, Allah’ın içimizdeki sesiyle
Kur’an okumak, ilk-bahçeye gitmek demekti seher vakti
sabahın gözyaşıdır ağaçların yapraklarındaki çiğ tanesi
başlamamış henüz yılanla arkadaşlığımız
dağların doruğu duman.. çayır çimen evimizin içi
ilk-bahçenin hatırı, annemin sesindeki hatıra
her sabah kapının önündeki güllerin bakımını yapmak
Kur’an okumak, kendini ilk insan gibi kılmak demekti her sabah
insan sesinde dile getirmek tanrının medeniyetini
ve ağlamak dünyadaki sahipsiz güçsüzlüğümüze
annem öyle derdi, annemin tezleri bunlar
bu tezler hayatta tuttu onu bir ömür boyu
bize yardım edemiyordu ya.. çaresiz kalıyordu ya halimiz karşısında
Allah’ın gözyaşları iniyordu Kur’an okurken annemin gözlerinden
böyle doluyordu içime dolmakta olan annemin sesi değildi sanki Kur’an
annem kendi sesinden bir devamlılık kuruyordu bende
böyle geçti Kur’an’daki hüzün annemin sesinden benim sesime

Yücel Kayıran

Babam’ın anısına

Her ölüm dünyada bir çatlak açar – bir boşluk bırakıp
öyle gider her kişi: öteki kişiler de, şimdi, o çatlağı
kapatmakla, o boşluğu doldurmakla görevlendirilmiş
hissederler kendilerini.

Oysa, zamanla, çevre dokunun da çatlaması ve boşalmasıyla,
o çatlak belirsiz -öteki çatlaklardan ayırdedilemez-
hâle gelecek; o boşluk da, zaten, yokolacaktır. Ama, kişiler
bunu düşünmezler: uğraşıp dururlar o çatlakla, o
boşlukla ama faydasızdır bu çaba : çatlak kapanmaz,
boşluk dolmaz; uğraşıp durur kişiler, kendileri de birer çatlak,
birer boşluk olana dek o zaman da görevi yeni kişiler
devralmış bulacaklardır kendilerini…

Oysa, önemli olan, çatlağı açıkça görebilmek, boşluğu
olduğu gibi yüklenebilmekti.

Çünkü, ölüm, onmaz; yaşam, onarılamazdır.

19 Kasım 1993

Oruç Aruoba

Bir Şiir Üstüne Çeşitleme

Külrengi bulutlarıyla güz günlerinin
Sevdiğim İstanbulu gibisin
Gene de çağırıyor yüreğin
Daha aydınlık bir yeryüzünü

Her zaman genç gözlerinde gülüyor
Su kocamış ve yorgun İstanbul
Gene de yaşıyor ve sırlı aynasında
Bana gösteriyor senin yüzünü

Ayak basmadığım çorak bozkırda
Sevdiğim Anadolu gibisin
Gene de bekliyor yüreğin
Uzakta ve elinde olmayanı

Sevecen gözlerinde tükeniyor
Hasret rüzgarlarıyla Anadolu
Gene de üretiyor ellerin
Yeni baştan ve umutla sevdanı

İstanbulum Anadolum sevdiğim toprak
Ne kadar yakınım sana
Ve ne kadar uzak

Onat Kutlar

Daha zor günler geliyor

Ama dümenci çağırınca, hemen tekneye koş,
herşeyi olduğu gibi bırak ve etrafına bakınma.

Etrafına bakınma.
Ayakkabını bağla.
Köpekleri kovala.
Balıkları denize at.
Kandilleri söndür!

Daha zor günler geliyor.

Epiktetos

Şairler mutsuz insanlardır. Mutlu insanlar şiir yazamaz

Şimdi ben öksüz bir kitabeyim bir mezarın başında

bana çarpıp geçiyor günün kambur kuşları

Uğulduyor kalbim, nasıl da uğulduyor, sanki arı kovanı 

**

Bir merhaba gönder bana, suratıma kan gelsin

Çıkmak için bu kırılgan yokuşu

**

Çocuklar yarı yolda bırakır bizi Tanrım

Kendine gel diyorsun, gelsem olmaz mı sana

**

Bir serüven ki

Bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri

Ve terk etti bizi huzur denen sevgili

Kalakaldık şaşkınlığın avuçlarında

Billur bir kuş gibi.

İçimden dedim, gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu

Beraber yürüyelim olur mu 

**

Güzeldim galiba, bunu nasıl söylesem

Eline sağlık Tanrım, Leyla çok güzel olmuş

Tanrım eline sağlık dünya da güzel olmuş

Keşke biraz ölmesem…

**

ıskalıyor beni annemin duaları

**

kırlar ki dünyanın en güzel elbisesi

dinle, mırıldanıyor dünya:

kurulu bir düzenim var

bu kıyamet neyin nesi

**

elimdeki gülü kaldırıp mezarlıkta

sağlığınıza dedim, hepinizin sağlığına

**

yavru bir kuşun daha ilk denemesinde

tutunmaya çalışması gibi göğe

**

ve sen, ey adaşım olan ibrahim

odana çık, odana çık

kalbine

yaşlı bir kedi gibi ol

her şeye razı

**

Seni yoksulken gördüm, daha  güzeldin

Gel ey mahcubiyet, saklan arkama.

**

Dikkatim dağılıyor, Rabbim beni bağışla..

**

Herkes mahcuptur kalbine karşı…

**

Dünya küçük demişlerdi, nerdesin?

**

bir şey geldi bize, bereketi olmayan

ekmeksiz yenilen yemekler gibi

**

Alışmak geliyor, çıkmıştır yola

Bıkmadan ölmek yok, insanlarından.

**

İnsan insana anlatamaz derdini

Denedin, olmadı, değil mi?

**

Benim hüzne yetecek malzemem var

Giderken bırakırım belirsiz bir nesne, yani gitmiş olmam

Gittimse aşk için kaldımsa aşk için

Öldümse aşk için döndümse aşk için

Ben şimdi bu şiiri harf harf yazdımsa aşk için

Unutulmak için uyuyanlar ne bilsin

Yaratılmışım demek sudan ve bahaneden

**

Yağmurda koşan bir çocuk olsam

Vedalaşır gibi bildikleriyle.

Kendinden mahrum kalır mı insan?

Kalsam.

Duralım burada, güzel esiyor!

**

Şu sıralar çiğnenmiş bir vasiyet gibi üzgünüm.

Anladım ki, adına dünya denilen şey, bana göre değil.

Bütün ışıkları yanıyor üzüntümün

Gitmek istemezken gittiğim o yer

Güneşin yok saydığı çelimsiz günler,

Bir anlık öfkeye verdiler beni;

Dünya zemin kat, yüksek kader…

**

bir hayat,mahçup ve duru

Tanrım, gülleri

ve sessiz harfleri koru.

**

zar tutuyorsun ey hayat bu kaçıncı sevgili

yanlış ata oynamışım gözlerim öyle dedi.

**

eline sağlık Tanrım leyla çok güzel olmuş

Tanrım eline sağlık dünya da çok güzel olmuş

keşke biraz ölmesem.

**

ben uzaktan severim

seni de öyle sevdim

bir tutam gökkuşağı karıştı sevdamıza

kuş kanadı bir tutam

bıraktık korkularımızı

uçtuk gittik

**

Ateşin düştüğü yerdir yerim.
Şimdi ben ne demek istedim,
Dâima üzülürsün şairsen
İyisindir mutlusundur, değilsen.
Yani sen!

Devlet manzaralı evlerimizde
Kaybedip her şeyin derinliğini,
Bir örnek vereyim mi;
Kendi yasını bile
Tutmuyor artık kimse

**

Ey dünya telaşesinin üstünü örttüğü şey

Ey konaklarda büyüyüp aslını inkâr eden

Adın her neyse bana da uğra.

Uğra ki

Şu adamın nesi var demesin kimse,

Bir sukuşu gibi usulca öldüğümde

Isıtsın gittiğimi.

Hep soğuk mudur Tanrım,

Şairlerin döşeği.

**

Anlaşılır olmaya çalışmışımdır hep. Ritmi, müziği kuvvetli kelimelerle, tek başlarına dahi insanlara dokunan kelimelerle yazmaya, daha berrak, daha duru olmaya çalışmışımdır. Kendi aile evimde yüksek sesle okuyamayacağım bir şeyi yazmam. Hassasiyet, ölçü budur.

**

Şairlik bir nasip meselesidir. Şiiri ise yaşama çabası olarak görüyorum.

**

Şaşkınlığımı gizleyecek bir yer

Bulamadım şiirden başka.

Rabbim ne der?

Camiden eve dönerken ki ferahlık

Sadece müminlerin bildiği;

Şiir böyle bir şey mi?

Ne güzel, dökmek, şiirle içini;

Aynaya bakarken okunacak o dua

Güzel yarattın beni, ahlâkımı da

Güzel kıl; namaz gibi..

**

Yanlışın en ağır olanı,

-doğru- insana yapılandır.

**

Bana hitap etmiyor olmadığın gün

Harita kadar bir yer, işte Türkiye!

Yoklarım yolları, birazdan üzgün

Sonra tekrar şiire…

**

Şairler mutsuz insanlardır. Mutlu insanlar şiir yazamaz.

**

Nereye kaçsam dile geliyor hemen

Bana kalıyor rengi kaçan ne varsa.

Ey dünya telaşesinin üstünü örttüğü şey

Ey konaklarda büyüyüp aslını inkâr eden

Adın her neyse bana da uğra.

Uğra ki

Şu adamın nesi var demesin kimse,

Bir sukuşu gibi usulca öldüğümde

Isıtsın gittiğimi.

Hep soğuk mudur Tanrım,

Şairlerin döşeği.

**

Kar tutmuyor artık şehirleri nedense

Sesini teybe çekip sonra da beğenmeyen

Her kimse,

Ona benzetiyorum ben bu tuhaf ilişkiyi

Ki insan mütercimdir, kalbindeki o şeyi

Metal tadı olsa da ısırdığı her şeyde

Çevirir durur kendi dilince.

Şehir

Kaçak kat gibi çöküyor üstümüze.

Körün takım tutmasına benziyor bu,

Sempati besliyoruz

Ölümden başka her şeye.

**

Herkes mahçuptur kalbine karşı;

Büyük sözünden çıkmayan toprak

Bir çiğdemle uzun boylu konuşmak,

Hayata açılan bu kadar kapı

Mahrem konular gibi birden kapandı.

**

Ve korkum, o da sizinkine benzemez

Saflar sıklaştıkça korkarım

**

Her zamanki şeyler, geçim derdi vs

Ömrümüz usulca çekiliyor göndere.

Yürüdükçe yoruyoruz seni yol

İnsanlık öldükçe nüfus artıyor.

Ah diyorum, ne yapayım ben?

Gökyüzü kalıyor bizden geriye

Çalışmak, çabalamak, yine de …

Yer arıyorum, üzülmek için;

Eskiler pişermiş kısık ateşte

Ayağa düştü şimdi büyümek bile.

Sıkılmak gibiyim sonuna doğru

Ne çok istiyorum akşam olmayı,

Yanağa yaklaşan öpücük gibi

Uykunun dallarına konmayı …

**

Yetiyor bana babamın kitapları

Herkes dışarı!

**

Soğuyor insan ve evler

Geç ısınıyor, neden acaba?

**

Ey benim otuz yıl sonraki hâlim

Ölmediysen eğer, yaşıyorsan

Sözümü kesme de yanına geleyim,

Derdin nedir, torun ve torba

Sende saklı ziyan olan ne varsa

Bileyim.

**

Kopardıktan sonra suya koyarsan

Yaşıyor sanıyorsun birkaç gün daha.

Yüksek bir yerden düşer aklına

Solduğun zaman.

**

Bir gül düşün, gönülsüz açan

Olan her şeyi solduran zaman;

Çocuklardan önce yatan babalar

Gelmiş ve kalmış o yorgunluklar…

**

Sadece birini okudum ama

Dört kitapta yeri var; insan ölümlü.

Ey ölüm, lafını unutma..

**

Bir çiçek düşünün, yerini beğenmeyen

Çiçek işte, herkese nazı geçen

Solar çiçek, beğenmezse yerini

Yani sen, yani ben.

**

Çimenleri görür görmez ah dedim

Bir toprak kalmış sesini yükseltmeyen

Toprak işte, anladın mı ey fani

Sadece odur, yaşını göstermeyen.

**

Ağaçları düşünüyorum sonra; mesela elma

Sessiz ve çalışkandır, kendi halinde.

Kiraz da öyledir, konuşkandır fakat

Yüz verdiği için mi serçelere…

Alıç ve Ahlât’ın yeri ayrıdır bizde

Gitmemişlerdir çünkü köyden kente.

**

A benim 

Oğulotu bitmeyen topraklarda 

Şaşırıp kalan kalbim 

Senin Türkçen yok mu, anlatıyorum işte 

Bir kuş kalbi misin ki ürkmek için bahane 

Arayıp duruyorsun. 

Bize dönecek oysa o güzel ölüm 

Yatacağız beraber güzellik uykusuna 

Her gün bahar olacak ve onun temizliği 

Yeni yıkanmış tül perde ne ki 

Benzetecek bizi dağların doruğuna. 

Ölümden korkuyor musun diyor okurun biri 

Neden korkayım, ona ne yaptım ki 

Bir kez olsun binmedim saltanat kayığına 

Ve ömrüm boyunca 

Heyelan bölgesinde yaşadım sanki.

**

Ne giysem yakışmıyor, uçurumlardan başka

Dağıtamıyor hiçbir güneş ruhumdaki sisi

Ve ben hâlâ yarın güzeldir diyorum,

Kalmasa da albenisi… 

**

Canımı yakıyor dünyanın güzelliği 

Yetmiyor ömür, o büyük şiire. 

Rabbim, ne olur 

Sözümü kesme…

**

Kimsesizler Mezarlığının hemen iki yüz metre karşısında tripleks villalar. Birkaç kilometre ötede, trilyonluk villaları ile gündeme gelen Zekeriyaköy. Ve burada; parklarda, sur diplerinde, barakalarda aç susuz ölmüş, ilaç nedir bilmemiş, sıcak bir yuvaya hasret kalmış insanlar. “Hep bana” diyen zihniyet, tüm çıplaklığı ile kendini gösteriyor. 

… 

Hiçbir şeyin anlamı yok artık. Kimsesizler Mezarlığını gördükten sonra, bütün bunlar, bitmiş bir çek koçanı gibi anlamını, cazibesini yitiriyor. Hatta “aile mezarları”na gizliden gizliye bir öfke duyduğum bile söylenebilir.

**

Kar yağarken serçeleri seyrettim,

Çocuklarım geldi birden aklıma;

Sabırsızlanıyorlar büyümek için

Gelmeyin, burası derin! 

**

Düşman geliyor, kadim olan her şeye

Dine, disipline ve şiire…

Durmak olur mu?

Şiirdir,

Korugan kılar kırılgan kamışları

Taze tutar, ekmeği ve bayrağı

Can verir, ölüme bile

Nasıl bir şey, anladınız mı?

**

ey ölüm, ey yoksulların neşesi

**

“Ebu Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur; ‘Şâirlerin söylediği sözlerin en doğrusu, Lebîd’in söylediği şu sözdür: Biliniz ki, Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur.”  

**

Ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle.

Budanan oğullar gibiyim, sessiz ve narin

Nereye koysam geri sayım başlıyor

Kurcalıyor beni bir çırağın elleri

Ah, unufak olsam ve desem ki

Ağzın tat görmesin hayat

Kandırdın beni

**

Dünya tuhaf değil mi

Kızarmış ekmeğe tereyağ sürer gibi

Çocuklar yetiştiriyoruz ölmesi için

**

sözcük yapımında kullanılan

bir şeydir senin gülüşün

herkes güzeldir sustuğu kadar

sen de güzelsin bu mümkün

**

kusura kalma teselli hazretleri

sana layık bir mürit olamadım besbelli

büyük şehirlerin küçük içinde

dansa kaldırılan utangaç bir kız gibi

buldum bu dünyada kendimi.

ve camları hohlayıp da çizdiğim resimlerden

bir ben kaldım ve sevgilim

suyu ihmal edilmiş fesleğen gibi gitti

gözlerim terledi yolunu gözlemekten.

**

ey insan sana küstüm çünkü sen beni

birazdan kurşuna dizilecek bir mahkum gibi

bıraktın ve gittin endişe limanında.

ama sorarım, mesela samatyada

kimin bahçesi daha büyük

ölümden.

**

ah, unufak olsam ve desem ki

ağzın tat görmesin hayat

kandırdın beni.

sorma,

elim kırılsın bir daha

dokunursam güneşe.

kılpayı kaçırılmış bir şeyin

bıraktığı ardında

neyse oyum ben.

yaralı serçe, benim için dua et;

gök bir kayalık gibi şimdi üstümde

**

bağırıp duruyorum denizin ortasında,

su buradan ne kadar uzakta…

**

bana günahtır,

nereye gidersem orası senin yurdun

çünkü aklımdan çıkmıyorsun.

**

Samimiyet, dilimiz ile kalbimizin, yazdıklarımız ile yaptıklarımızın birbirini tutmasıdır. Elimden geldiğince böyle davranmaya çalışıyorum. İçtenlik ve samimiyet belki budur: Olanı olduğu gibi yazmak.

**

Dinle, ruhumun yatışmasını bekleyemem 

Gitmeliyim ve giderken 

Bakmamalıyım gözlerine dünya denen fakirin, 

Su içtiğim ellerden 

Bana bir pişmanlık gelmesini istemem.

**

Şimdi ben öksüz bir kitabeyim bir mezarın başında 

Bana yalan söylendi vahşi atlar yok burada 

Ve gelişi güzeldi neşenin, gidişini görmedim 

Kasvet mi, orası benim bahçem, o çitleri ben çektim

**

Dağların durduğu böyle anlarda 

Yalar yarasını içte bir geyik 

Her yerden görülen bir şeyken dünya 

Sağa çekip ağaçları seyrettik

**

Aşk diyor, başka bir şey demiyor kalbim

**

Bazen diyorum hayatta olsam 

Rabbim, biraz daha bağışla beni 

Herkesin korktuğu bir adamken yaşamak 

Kendimden ayırmadım, ey şiir, seni.

**

Öpmezdi, koklardı, dedem beni

İçine çekerdi, temiz hava gibi.

**

Turgut Uyar, tam elli yıl öncesinden bakarak, bugünü şöyle yazmış: “İnsanın yeri değişiyor.”(Çıkmazın Güzelliği, 1963.)

İşte, altı ayı aşkın bir zamandır sosyal medyadayım. Aktif bir kullanıcı olmasam da, gözlemler yapıyor, notlar alıyorum.

İnsanları tanımak istiyorsan, onlarla yolculuk veya ticaret yap. Bize böyle öğretilmişti. Bu kadim nasihate bir madde daha eklemenin zamanı geldi: Sosyal medya.

Mevlana, “insanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan daha zordur” der. Sosyal medya, bu işi biraz kolaylaştırmış görünüyor.

Özellikle twitter, insanın nefsini (ego), yani aslında kim olduğunu ortaya çıkarıyor. Gerçek hayatta mütevazı kişiliğiyle tanıdığımız birçok insan, orada, başka biri olarak karşımıza çıkabiliyor. Eşi benzeri görülmemiş bir vefasızlık örneği sergileyen kimse, orada, vefa konulu cümleler kurabiliyor.

İnsanın kendine saklanması kolay, kendini saklaması zordur.

Şairliğinin yanı sıra sosyolog da olan Osman Konuk, bir konuşmasında, çok tehlikeli bir durumdan, nefsimizin soytarısı ve hizmetkârı olmaktan bahsetmişti. Durum, tam olarak böyle.

Sosyal medyada, kendisini dünyanın en önemli insanı sananların sayısı, hafife alınmayacak kadar çok. Anne-babamızın, çoluk-çocuğumuzun gözünde öyle olabiliriz. Fakat değiliz.

Evet, kâğıttan ekrana doğru bir geçiş yapıyoruz, yaptık. Kâğıt, daha bizdendi. Ekranın en önemli yan etkisi, insanın sadece kendisine dikkat kesilmesi. ‘Güzel çıkmış mıyım’ gibi bir şey bu.

Özellikle baktım; bazı kanaat önderleri, bir kişiyi bile takip etmiyorlar. Nedir bu? Sonuçta, hepimiz aynı işleme maruz kalmayacak mıyız?

Bir soru daha: Kendisiyle ilgili övücü şeyleri paylaşmanın kültürümüzde, inancımızda yeri var mıdır? Bunu, özellikle bu kültürü, inancı savunanların yapması, ayrıca nedir?

İbrahim Tenekeci

“Acıyla gülümser İbrahim’in şiiri. Ne gösteriş ne riya. Onun şiiri, parıldayan bir diş, buluttan sıyrılan güneş, kabuğu kalkmış yara, bir günahtan arta kalan pişmanlık, dumanı üstünde bir bardak çay, ne varsa yani kendiliğinden ve açık, işte öyle. Onun şiirlerini okurken aniden sesler kesiliyor, ortalığı derin ve hüzünlü bir sükût kaplıyor.” 

Mustafa Kutlu

ÖLÜME DİRİME VE AŞKA DAİR

I

Hatırasız bir aşk yaşayacağım seninle
ey ölüm, ne adını sayıkladığım kızlar
koşarak gelecek yanıma, ne kalbimi
üşüten kahkahalar olacak kulaklarımda.

Sen olup biteni fısıldarken usulca
bin bir kanadından birine tutunup
sonsuzluğa uçacağım sonra, yani aşka.

Yaa dünya derken ihtiyarlar
içten bir gülümseyişle karşılayacağım seni
muhtemelen o güzel kadın, yani kadınım
en çerkes sesiyle haykıracak, bir aralık
sabahının erken düşen çiğlerine
elâ bir pırıltı bırakarak, gözyaşlarıyla
yaşarken
dans ettiğimi bilmeyen ahali
dualarla uğurlarken beni
bir sevinç anını paylaşacağım seninle
ey ölüm, fotoğrafın banyosunu
fanilerin göremediği

devr-i daim konuşmalarla
avunacak çocuklarım
benden geriye kalan
üç-beş şiirle de, belki!

ÖLÜME DİRİME VE AŞKA DAİR

II

‘Beni iki kere kurşunladılar’
üçüncüden ne korkarım
uçunca üçüncü kuş kafesten
bir uçmaklık yar kalır avcı olana
ölümde dirimde ve gitmelerde
sahih bir rüyaya gülümserken

Gerçi ben
hiç bir kuşa yetişemeden
vakitsiz kaybettim yenilgilerimi.
Yaşarken
kanatsız bir anka kuşuydum sanki
harabe bir başkentin üstünde süzülürken
ağzında tuttuğu zümrütü hep kendine düşüren

Sevgilim, ben
sır köprüsünden yalnız geçeceğim
arefe günü son nefesimi verirken
ah! bir bilsem, yarın
kimin yüzün öpüp kime yar diyeceğim.

Hüseyin Atlansoy