Fırtına Habercisinin Türküsü

Rüzgâr, beyaz denizin geniş düzlüğü üzerinde kara bulutları topluyor
Deniz ve bulutlar arasında, gururla açılmış bir kanat uçuyor
Fırtına habercisi sanki siyah bir şimşek gibi
Bazen bir kanadı dalgalara değmiş, bazen de bulutlara doğru atılmış bir ok gibi
Fırtına habercisi haykırıyor
Bulut ise mutlulukla kuşun korkusuz çığlığını dinliyor
Bu sesin içerisinde, fırtınanın sesi, gazabın gücü ve hevesin kıvılcımı vardır
Bulutlar bu çığlığın içindeki galibiyete olan tam inancın sesini dinliyorlardır
Dalgıç kuşları da fırtınanın önünde inliyorlar
Denizin üzerinde sakinlik için kanat çırpıyorlar
Kendi korkularını ise suyun derinliklerine gizlemeye hazırdırlar
Yaşamın tadından habersiz inliyor [bu] dalgıç kuşları
Gök gürültüsünün gümbürtüsü korkutuyor onları
Aptal penguense semirmiş vücudunu korkarak gizliyor kayalıklarda
Sadece gururlu fırtına habercisidir
Özgürce ve cesaretle uçar kabarmış denizin yukarısında
Daha da kararmış ve ağırlaşmış bulutlar alçalıyor denize doğru
Dalgalarsa şarkı söylüyor ve yükseliyordu gökyüzüne, gök gürültüsüne doğru
Dalgalar gök gürültüsü ve gazabın elinde rüzgârla ediyor mücadele
Rüzgâr ise dalga kümelerini zorla alıyor kucağına öfkeyle
Vahşi bir darbe ile kayaların üzerine fırlatıyor dalgaları
Kırılmış zümrüt parçaları gibi su damlalarına dönüştürüyor onları
Fırtına Habercisi, siyah bir yıldırım gibi feryat ederek uçuyor
Kanadı açılmış bir ok gibi bulutlardan geçip, kanadıyla dalgaları kazıyor, götürüyor
İşte bu şekilde, tıpkı bir şeytan gibi uçuyor
Fırtınanın şeytanı, övünçle kahkaha atarak gülüyor, zırıl zırıl ağlıyor…
O, karanlık bulutlara doğru gülüyor ve mutluluğun şiddetinden inliyor!
Gök gürültüsünün kahrıyla bir süredir yorulduğunu hissediyor
O emin, bulut güneşi daha fazla örtemeyecek
Hayır… güneşi daha fazla gizleyemeyecek
Rüzgâr kuduruyor; şimşekler çakıyor
Alevlenen bulut kümeleri, denizin derinliği üzerinde mor şekilde yanıyor ve parlıyor
Deniz şimşekleri çalıyor ve kendi derinliklerinde onları söndürüyor
Şimşeklerinse bükülüp kayboluyor deniz üzerindeki yansımaları, sanki ateşten yılanlar gibi kıvrımları
Fırtına, daha çabuk ol fırtına diye kışkırtıyor isyanı
İşte habercisidir bu cesur kuş fırtınanın
Ki şimşekler arasında uçuyor mağrur şekilde
Gazap dolu, gümbürdeyen denizin üzerinde
Fethin öncüsü olarak haykırıyor:
Bırak daha şiddetli kopsun fırtına [diyor] !!!

Maksim Gorki

Mehtap

Rengi uçmuş ayın alacakaranlığı altında
Duman gibi üzücü ve gönül çalan bir ışıkta
Düşmüştü ve siyah saçları rüzgârın eline
Dalgalı ve gönlü aldatan
Gecenin aydınlığına karanlığın resmini çiziyordu.
Irmak akıyor ve suyun hüzünlü sesi
Arkadaşlarının hüznünü anlatıyordu sanki
Ve uyuyan aşklar ve ölülerin kederi ile
Gizlenmiş bir acıya sahipti
Mehtabın soğuk ve yorgun ışığında, dağlık
Uzak kalmış bir arzu gibi
Ümit halesi gibi
Ya da ipekte zarif ve hevesli bir ten gibi
Görünüşte uyuyordu
Ve sevinçli, suskun kırlardan geçiyordu
Akşamüstü yavaşça
O, canımın ümidi, o hayal gölgesi
Kendi hayalinin sıcak alevinde yanıyordu
Mehtabın parlayan alnından okuyordu
Benim kederli efsanemi ve kendi sıkıntı şerhini.

Ferîdûn-i Tevellelî

Kârun

Kayık hafif bir kuğu gibi sakince
Sakince gidiyordu Karûn’un üzerinde
Güneş sahildeki hurmalığa doğru
Ufkun eteğinden çekiliyordu

Ufuk sularla oynaşırken
Bürünüyordu bambaşka bir görkem ve gize
Gelinciklerle dolu ovada sarhoş bir rüzgâr
Sanki gidiyordu sendeleye sendeleye

Genç, dalgaların bağrında kürek çekip
Sürüyordu kayığı ve kayıktaydı canı
Hüzünlü sesini bırakmıştı rüzgâra
Gönlü tutsak, gam hastası:

“İki zülfündür rebabımın teli
Ne istersin bu harap halimden
Bize yâr olmaya niyetin yokken
Neden her gece düşüme girersin”

Kayığın içinde gece rüzgârından
Dalgalanıyordu hafifçe saçları
Kayıktan dalgalara eğilmiş bir kadın
Parmak uçlarıyla okşuyordu suyu

Ses, gül kokusu gibi rüzgârda
Yavaşça yayılıyordu her tarafa
Hüznün sıcaklığıyla genç söylüyordu şarkısını
Okşayan bir el ararken:

“Bana bal değilsen neden zehirsin
Yârim değilsen neden yanımdasın
Merhem değilsin gönül yarama
Neden yaralı yüreğime tuz serpersin”

Ses yoktu ve kadının akşam alacasında
Gece mavisi rengine bürünüyordu yüzü
Gencin siteminden memnun ve mutlu
Fikri onda, başkasındaydı gönlü

Karûn’un öte yanında küçük bir kayık
Hafifçe sallanarak ilerliyordu dalgalarda
Bir fener hafifçe aydınlatıyordu kamışlığı
Yanık bir türkü tutturuyordu uzaktan

Bir esinti bu haberi getirip geçti
“İki taraflı olunca ne hoştur sevgi”
Genç adam hayıflanıp iç geçirdi
“Tek taraflı sevmek bir baş ağrısı”

Ferîdûn-i Tevellelî

Kayığın Başında

Kayığının başında düşünen kayıkçı
inliyor boyuna seferinin acısıyla, denizin kıyısında:
“verse bir yol, sahile vuran dalgaların kargaşası”

zorlu bir fırtına dövmektedir denizin yüzeyini
dehşet saçan hadiselerle dolu gecenin
huzursuzluğuyla doludur yüreği kayıkçının

sahilde, ama yine de kaygılıdır kayıkçı
feryat eder daha büyük bir huzursuzlukla:
“n’olur, bir daha düşse yolum, engin denize!”

Nima Yusiç

MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCESİNDE KADIN

1. Mevlânâ’nın İranî-İslamî düşünce ve sanat alanındaki konumunun üstünlüğü ve kendine özgü dünya görüşünün önemi nedeniyle onun düşüncesinde kadının konum ve makamının incelenip değerlendiril-mesi üzerinde düşünülmeye değer bulunmaktadır. İnsanlık bilimi alanında böylesine etkin ve yapıcı bir kişilik çok az bulunur. Mevlânâ’nın üstatlık derecesi, onun şairlik konumundan önce gelir. Hakikatte de Mevlânâ, ilk önce görüş sahibidir, daha sonra sanatçıdır. Bundan dolayı dünyaya ve insana olan kendine özgü bakış açısı da önemlidir.

Kimilerinin düşüncesine göre, Mevlânâ’nın şeffaf ve parlak sözleri –en azından Mesnevî’de– göz önünde bulundurulduğunda ona göre, kadınların kemal noktasında gözle görülür bir değere sahip olmadıkları açıktır ve Mevlânâ’nın onları değerlendirmesi açıkçası olumsuzdur.

Burada konuyu değişik açılardan görmeyi ve kendi dayanak noktalarımızı da değerli okuyucuya sunmayı amaçlamaktayız.

Bu satırların yazarının kafasında ve bu yazının içinde var olan tek nokta, hüküm verme konusunda son derece dikkatli olmak ve insanların (hatta ileri kültür sahiplerinin) bilim ve bakış açılarının tarihsel tekamülüne dikkat etmektir. Yine zamanımızın tespitleriyle uyuşması düşüncesiyle yorum yaparak Mesnevî sahibinin bakış açısına kabul edilebilir bir şekil verilsin veya Mesnevî’nin eteklerinden eleştiri tozunu temizlesin diye bakış açılarının tekdüzeleştirilmesi taraftarı da hiçbir şekilde değildir. Zira böyle bir temizlik, cahillik davuluna vurmak ve böylesine bir savunma çatlak değirmene su taşımak gibidir.

2. Mesnevî, yazılı değil ilhama dayalı bir kitaptır. Mevlânâ’nın ruhuna girmiş olan anlam ve bilgiler, kendisinde meydana gelen haller, sanat dolu vakarlı ipek parçası üzerine çıkıp ediplerin kıskançlığı ve ariflerin gözyaşının mayası olmuştur.

Yüce Allah’ın dergahının alçakgönüllülüğünden ortaya çıkmış olan bu bilgiler (maarif), iki dilin çeşmesinden coşmuş ve müritlerinin sema mecrasından geçerek susamış canları doyurmuştur.

O halde Mesnevî, Mevlânâ’nın “Mesnevî Çengi”ni “Saz” yapıp işitenlerin halini mutlu kılmak üzere layık olan kulakları bekleyen ruhunun ve zihninin sızıntısıdır. Tufan esirlerini “ada”ya çağıran, kurtuluş bağışlayan sedası, hitap yüzü tüm “erkek ve kadın”a yönelik olan kavuşmayı arzulayan “feryad”ı ve “ruhları cilalamak” için sırçaya göz atan “tevhid dükkanı”dır.

Manevi okyanusa susayan olduysan
Mesnevî adasında bir yarık aç.
Öyle yarık aç ki her nefesinde
Mesnevî’yi manevi olarak göresin
Bizim Mesnevîmiz vahdet/birlik dükkanıdır.
Vahid/bir dışında her ne görürsen o puttur
Denizden sahile doğru dönünce
Mesnevî şiirinin çengi saz ile birleşti
Ruhların cilası olan Mesnevî’ye
Geri dönüş, İstiftah günü idi

Mesnevî’nin ilhamî oluşu, söyleyicinin, herhangi bir ön hazırlık veya belirli bir plan ve program olmaksızın, irticalî bir şekilde konuları açıklamaya çalışmış olması ve görünürde Husâmuddîn Çelebi’nin eliyle düzenlenmiş olan bu sözlerin tespit ve düzenlenmesinden sonra Mevlânâ’nın, kesinlikle onları yeniden düzeltme ve tekrar gözden geçirme düşüncesinde olmamış olması anlamındadır. Şiirlerini teenni ve irticalen söylemiş olan kimi şairler, söyledikleri sözlerin lezzetliliği ve güzelliği artmış olsun diye şiirlerini söyledikten sonra onlar üzerinde düzeltmeler ve değişiklikler yapmakta, önüne ve arkasına cümleler, sözler eklemektedirler. Bu açıdan onlar için herhangi bir kötüleme ve yerme de söz konusu değildir. Burada sadece bu farklılığa işaret etmek için bir karşılaştırma yapılmıştır.

Mevlânâ ise zamanı düşünen ve kendi ifadesiyle, “İbnu’l-Vakt/anın çocuğu”, hatta “Ebu’l-Vakt/anın babası” bir şair idi. “İbnu’l-Vakt/anın çocuğu”, geçmişi ve geleceği düşünmemek ve asla geçmişe dönmemek, halin/anın hakkını vermek demektir. O söylenmiş beyitlerin düzeltilmesiyle uğraşmazdı. Ne başı “geçmiş”te idi ne de yüzü “gelecek”e yönelikti. Mesnevî’nin tamamında Mevlânâ’nın geçmişe döndüğü ve bir ifadeyle, “Kadmarra ve kad maza” yı (geldi ve geçti) dile getirdiği yer dört veya beş konuyu geçmez.

Sufi, (içindeki) anın çocuğu olur ey arkadaş,
Yarın demek yolun şartından değildir.
Yoksa sen sufi biri değil misin
Var olan veresiye ile yok olur
Sufi, boy pos sahibi olduğundan
Geçmişe ait olan sözü geçmez olur
Düşünce geçmiş ve gelecek üzerine olur
Bu ikisinden kurtulunca sorun hal olur

Ayıklık geçmişi hatırlamaktandır
Geçmiş ve gelecek Allah’a perdedir

3- Mevlânâ, sözden tam anlamıyla yararlanma noktasında hikayeler, misaller, ayetler, hadisler, kıssa ve benzetmelerden yararlanır. Bu hikayeler ve kıssaların her birinin farklı boyutları vardır:

Bunların bir bölümü kendi dönemindeki dostları, efendi ile uşak, fakir ile zengin, tüccar ile esnaf, hakim ile suçlu, ev sahibi ile misafir, kadın ile kocası, imam ile imama tabi olanlar, filozof ile kelamcıyı sözünün odağı yapmıştır.

Bir bölümü, peygamberlerin hikayeleri, tarihten bazı kıtalar, hadisler ve rivayetlerden oluşur.

Bir bölümü de aslında hayalî ve onun kendi çağrışımcı ve çevik zihninin ürünüdür.

Mevlânâ’nın konuların –burada kadınlar– çeşitliliği noktasındaki düşüncelerini kavramak için sadece hikayelerin ve misallerin görünür boyutu üzerinde hüküm yürütmek mümkün değildir. Zira böyle yapıldığı takdirde isabetli ve doğru bir hüküm vermemiş oluruz. Çünkü Mesnevî’nin konularının düzenlenmesi yazılı değil, coşkusu–ilhamî olduğunu söyledik. Onun için de sözün ruhunun ve renginin, sözü söyleyenin zamanının hal ve yazı üslubuyla sıkı bir bağı vardır ve her eserin onun etkileyicisinin ve yaratıcısının bilgi ve görüşü ile inkar edilemez bir ilgisi vardır. İnançlar ve görüşler, gizli veya açık, az veya çok, isteyerek veya istemeyerek eser üzerinde etkilidirler. Mevlânâ ise başka hallerden çok aşıklık halinde olmuştur. Gözünü, her şeyden daha çok maşukun cemaline dikmiş ve her şeyden daha önce aşk ile uğraşmıştır. Bundan dolayı da tüm konular bir şekilde aşıklık devletinin ilk bilgileri ve faydalarının şerh edilmesi ve açıklanması başlığı altında olmuştur.

Her ne kadar yeryüzünde yaşıyor idiyse de yüzü semaya doğruydu. Topraktan olanlar ile birlikteydi ve ufuklardakileri övüyordu. Mevlânâ’nın yöneldiği tek nokta bir şeydir, o da “Maşuk”tur. Sahip olduğu tek becerisi “aşıklık”, haykırdığı tek şey ise “aşk”tır.

Mevla aşkı Leyla’nınkinden nasıl az olur
Onun için Top gibi dönmek daha uygun olur.
Top ol, doğruluk çevresinde dolan dur
Aşk çevgeni kıvrımında batıp kaybol

O halde sözün topunu nerede batıracağını belirleyen çevgen, Mevlânâ’nın mevlasıdır ve maşukun mevlası, aşk avlusundan başka yere sürmez.

4- Bundan dolayı (bu hikayelerden ve örneklerden çıkmış) ahlakî-irfanî sonuçları ona nispet etmekte şüphe etmemek gerekir. Zira dikkat ve düşünmeyle sözü oraya dayandırmıştır. Bu da ya aşıklık merdiveninden bir basamaktır ya da aşk doruklarından bir çatıdır.

“Sözcükler”in görünür boyutu üzerine kazara söylenmemiş bir düşüncenin Mevlânâ’nın boynuna atılması ve vekiliymişçesine onun yerine söz söylenmesi noktasında ise çokça düşünmek gerekir. Zira Mevlânâ, sözün kuralları darboğazına sığmaktan ve onun el ve ayak bağlarına esir olmaktan daha büyüktü. Anlamı ifade etmek amacıyla bir hikayeyi zikretmesi ve ondan yeni bir olguyu çıkarması pekala mümkündür. Ya da bir hikayeyi başta getirmesi de mümkündür. Ancak bunlarda önemli olan hikayenin kendisi değil de Mevlânâ’nın sonuç alışıdır. Hikaye, Mevlânâ’nın söyleyeceğini söylemesi için bir bahane, bir araçtır. Bu hikayelerin unsurları birçok konuda gerçek boyuttan yoksun, kişiler hayalî olup kesinlikle göz önünde bulundurulmazlar. Nihaî amaç, hikayeden çıkan ahlakî-irfanî sonuçtur.

Mevlânâ şöyle der:

Sözler ve isimler tuzaklar gibidir
Tatlı söz ömür suyumuzun çakıl taşıdır.

Söz manaya her zaman ulaşamaz,
Ondan dolayı peygamber, “kad kelle lisân” dedi.

Söylediğin söz yamuk, (ancak) anlamı doğru ise
O sözün yamukluğu, Allah’ın kabulüdür.

Sözü bu beden gibi bil,
Anlamı da içindeki ruh gibi.

Söz yuva gibidir, mana ise kuş,
Beden su yatağı, ruh ise akan sudur.

Bu nedenle, eğer basitçe düşünme boyutuyla, edebî eserler kalıbında ve onun dışına çıkmış olan Mevlânâ gibi büyüklerin görüşüne bakacak olursak sözlerin, kinayelerin, kıssaların ve misallerin görünüşleri zihnimizi yoracaktır ve onlar hakkında yanlış hüküm vermiş oluruz. Örneğin Mesnevî’de, içinde ince sözler kullanılmış olan konular (özellikle V. Defterde) az değildir. Bu kavramların toplum karşısında kullanılması belki Mevlânâ’nın bizzat kendi zamanında bile çirkin sayılmıştır. Zira yüzeysel bir bakış açısıyla onlara yaklaşacak olur ve tarihsel yönünü, ahlakî dayanaklarını, kişisel boyutlarını vb. göz önünde bulundurmazsak onlardan çarpık bir düşünceye varmış oluruz. Ve belki de onu bir şaka olarak görür ve sadece kendimiz bu eserin mükerrer incelenmesi üzerine bir şey bulmamış olmayız –ki o düşünce üzerine kurulmuş olan hükmü göstermekle–başkalarının bu irfanî-ahlakî sermayeden yararlanmasına da engel olmuş oluruz.

O halde hikayeler ve misallerin görüntüleri, şekilleri ve kalıpları düşüncenin kaynağı ve doğrulama temeli olmamalıdır.

Şu örneğe dikkat edelim:

I. Defterde Mevlânâ, kurt ve tilkinin aslanın hizmetinde ava gitme hikayesine işaret eder:

Bir aslan, kurt ve tilki avlanmak için
Av aramak üzere dağa çıkmışlardı.
Birbirlerine yardım edip avlara
Sağlam bağlar ve zincirler bağlamak üzere…

Hikayenin özeti şudur: Onlar avlarını elde edince kendi etrafında bulunanları denemek isteyen aslan, kurda yöneldi ve, “avı sen paylaştır” dedi.

Paylaşımda benim vekilim ol
Böylece nasıl bir cevher olduğun anlaşılsın

Kurt da öküzü aslana, keçiyi kendine, tavşanı da tilkiye verdi. Kurdun (bencilliği ve aslanın konumuna verilmesi gereken değeri vermemesi nedeniyle) bu imtihanda kaybettiğini gören aslan, ona çetin bir ceza verdi ve tilkiye pay etmesini istedi. Zavallı kurdun halinden ibret alan tilki, her üç avı da aslana ayırdı. Aslan cevap olarak;

Dedi: Ey tilki, sen adalet aydınlattın.
Böylesine bir paylaşımı kimden öğrendin
Nerden öğrendin bunu ey ulu!
Dedi: Ey dünya padişahı! kurdun halinden.
Dedi: Bizim aşkımıza sen böylesine inandınsa
Sen her üçünü de al, götür ve git.
Ey tilki, sen her şeyinle biz olunca
Seni nasıl incitelim, çünkü sen biz oldun

Bu noktada Mevlânâ sonuç alır:

Akıllı o kimsedir ki ibret alır
Bela anında dostların ölümünden

Görüldüğü gibi bu hikayede tilki, akıllılık ve ibret almanın sembolüdür. V. Defterde zikrettiği bir başka hikayede (aslan, tilki ve eşek) tilki, eşeği kandırarak aslanın yanına avlayıp yemesi nedeniyle hilekar ve aldatan bir varlıktır.

Görülüyor ki bu görünenlerin temeli üzerine hüküm verecek olursak birçok zıtlaşmayla karşı karşıya kalırız. Tilkiden hoşlanıyor ve onu aklın bir sembolü olarak kabul ediyor diye Mevlânâ’yı suçlayamayız (ilk hikayeye dayanarak). Yine tilkiyi aldatmanın ve riyanın sembolü olarak gördüğünü ve ondan nefret ettiğini çıkarmak da mümkün değildir (ikinci hikayeye dayanarak). Her iki taraftan da hiçbirinin lehine hüküm verilemez. Çünkü aslında Mevlânâ’nın göz önünde bulundurmadığı tek şey hikayelerdeki kişilerdir. Tekrar edecek olursak sadece ahlakî -irfanî konular alanında tuttuğu sonuçlar ona nispet edilebilir ve onun doğruluk ve yanlışlığı noktasında irdelenebilir.

Mesnevî’de erkek ve kadının iki şekilde görünüşü de böyledir. Eğer dikkatli olmazsak o tertemiz ideleri/düşünceleri ve yüce fikirleri temelsiz şüphelerin ayağına kurban etmiş oluruz ve hayalci bir zaaf, zihnimize öylesine bir yapışır ki kitabın sahibinin yüce ruhunun gücü de onun üstüne çıkamaz.

Örneğin içinde kadın ve kocasının konuşmalarının da zikredildiği erkeği aklın sembolü, kadını nefsin sembolü olarak gördüğü hikayede;

Ya da hakimin Cuha’nın karısına aşık olması hikayesi (kadının tuzağı).

Veya kötü fiilli annesini öldüren adam.

Veya kocasına “o hayaller …”diyen kötü yapılı kadın hikayesi.

Veya bir söz söyleyip de durumu söylediğine ve iddia ettiği şeye uygun olmayan kimse hakkındaki hikaye.

Veya çocuğu olan dul kadınların ikinci kocaya karşı isteksiz olması ve onların kadınlardan üçüncü derecede, ikincisi içinde sınıflandırılması durumu daha iyi anlaşılsın diye soru soranın o büyüğü konuşmaya çekmesi.

Veya Şeyh Harakânî’nin kötü ahlaklı ve çirkin sözlü karısının hikayesi.

Ve bunun gibi başka konular, bayanlar için veya feminist düşüncelere sahip olanlar için incitici olabilir. Ancak zikri geçen bu deliller, endişe etmemeyi gerektirir. Zira Mevlânâ, bu tür hikayelerde kavram olarak erkek ve kadının farklı olduğunu açıklamış olup erkek cinsinin kadın cinsine göre daha üstün olduğu konumunda olmamıştır.

5- Buna ilave olarak birçok konuda Mevlânâ’nın kadınları güzel görme noktasında büyük deliller vardır.

Örneğin, Mesnevî’de annenin yüceltilmesi ve onurunun korunması noktasında birçok örnek bulmak mümkündür. Bunların bir kısmını burada zikredelim:

Anne hakkı ondan sonra gelir, zira o kerim,
Onu senin cenininle borçlu kıldı.
Onun cisminde seni şekillendirdi,
Hamileliğinde ona rahatlık ve alışkanlık verdi.
Bağlı bir parçası gibi seni gördü o,
Bağlı parçayı ayırmayı düzenledi.

Hak yüzlerce sanat ve fenni sağlamış
Böylece anne sana şefkat gösterdi.
Bir anne, bebeğin burnunu ovar
Ta ki Uyansın da bir yiyecek arasın.
Zira o habersizce aç halde uyumuş,
O iki meme ise dışarı çıkmak için çırpınır.

Dadı ve anne, bahane arar durur,
Bebeği ne zaman ağlar diye.

Bebeğin ayağı olmayınca anne,
Gelir de görevi üstüne alır.

Veya peygamberin, “Akıllı ve güzel huylu insanlar, eşlerine yumuşaklıkla ve adaletli davranırlar. Hayvanî huya sahip olan insanlar ise kadınlara öfkeli bir şekilde “üstün” olurlar.” şeklinde üzerinde durduğu hadisin zikri gibi:

Peygamber şöyle dedi: Kadın, akıllılara ve
Gönül sahiplerine (aşıklara) tam olarak galip gelir.
Yine de kadınlara cahil olanlar üstün olur,
Çünkü onlar sert ve çok serkeş hareket ederler.
Onlarda incelik, nezaket ve insaf az olur,
Çünkü hayvandır huylarına galip olan.

Ya da o kafir kadının henüz süt emme çağında olan çocuğuyla birlikte Mustafa (s)’ın yanına gelmesi ve İsa (a.s) gibi Resul (s)’ün mucizelerini dile getirmesi hikayesi ki bir anne kendi çocuğuyla birlikte peygamberin huzuruna çıkıp büyük bir feyiz bularak Müslüman oluyor. Bu hikayeden Mevlânâ’nın tekamülî süluka ermek için ölçüsünün erkeklik ve kadınlık dışında başka bir şey olduğunu anlamak mümkündür.

Veya Meryem (s.a.), Yahya’nın annesi ve Musa (a.s)’ın annesi gibi iyi huylu ve kemal sahibi kadınların övülmesi yada Mevlânâ’nın nazarında peygamberin yüksek derecesini göz önünde bulundurmakla birlikte peygamberin Sıddika35 ile sırdaş olması hikayesi.

6. Mevlânâ’nın İnsanbilimi apaçık bir şekilde şöyle der:

Fakat ruhun dişiliğinden korku yok,
Ruhun erkek ve kadınla ortaklığı yok.
Müennes ve müzekkerden daha üstündür,
Bu, kuru ve yaştan olan o can değildir.
Bu ekmekten çoğalan o can değildir.
Ya bazen böyle olur bazen de öyle.

Veya;

Eğer sen bir erkeği Fatıma diye çağırsan,
Erkek ve kadın hep bir cinsten de olsalar,
Senin kanına mümkün olduğunca kasdeder
Her ne kadar iyi huylu, halim ve sakin de olsa.

Mevlânâ’ya göre, ruhun dişi ve erkek yönü yoktur. Dişilik ve erkeklik ruhun vergilerindendir. Olgunluklar ise tamamen insanların ruhuna nispet edilirler.

7. Son olarak değerli okuyucunun dikkatini şu düşünce/inanca çekeyim: Bizim düşünce ve fikirlerimizin bizim zamanımızla daracık bir ilgisi olması ve içinde yaşadığımız toplumsal süreç içinde şekillenmesi gibi, büyüklerimiz de bu kuraldan müstesna olmamışlardır. Onlar da kendi zamanlarının çocukları idiler. Her ne kadar kendi toplumlarının seviyesinden daha yukarı çıkmışlar ve daha duru görüyorlar idiyse de “tüm varlıkları”yla kendi asırlarının kalbinden çıkmadan kendi zamanlarının renk ve kokusunu taşımışlardır. Bizim görüşlerimiz zamanımızın düşünceleri, adetleri ve davranışlarından kopuk değildir ve bizim devrimizdeki çeşitli toplumsal davranışlar bakış açımız üzerine etkilidirler. Örneğin kadınların her alana ayak bastıkları ve erkekler gibi güçlerini ispatladıkları günümüz dünyasında kadınların erkeklerin yarısı olduğu ve onlar için yaratıldıkları düşüncesi asla duyulmaz. Bizler de düşüncelerimiz ve fikirlerimiz üzerindeki etkiye bakarak böylesi bir sözü dile getirmeyiz ve kendi zamanımızın bilim ve geleneğini takip ederiz. Fakat örneğin Mollâ Sadrâ veya onun söyledikleri üzerine haşiye yazmış olan Molla Hâdî-yi Sebzvârî, bizim gibi düşünmezlerdi. Mollâ Hâdî-yi Sebzvârî, Mollâ Sadrâ’nın kadınları hayvanlar derecesinde zikrettiği ve onları hayvan olarak kabul ettiği–ki nikaha layıktırlar–cümlesini açıklarken şöyle der: “Erkeklerin onlara birlikte olmaktan çekinmemeleri ve onlarla nikahlanmaları için o kadınları insan suretine bürüdü.” Allah, bu hayvanları, onlarla konuşmak mekruh ve uygunsuz olmasın ve onları nikahlamaya rağbet olsun diye insan şekli ile örtmüştür. Aslında bayanlar da kendi tarihi geçmişlerini boşamışlardır. Belki de bu büyüklerin hükümleri o kadar yolsuz da olmayabilir. Zira kadınlar, ancak bu son asırlarda şaşırtıcı ilerlemeler göstermişlerdir. Elbette hak vermek gerekir ki kadınların geçmiş asırlarda kabiliyetlerinin gün yüzüne çıkmamasının nedenlerinden birisi de erkekler tarafından kendilerine uygulanan yasaklama ve sınırlandırmalar idi.

Mehdî Firdevsî-i Meşhedi

Çeviri: Hasan Almaz

Kayık

ben suratı asık
ben kayığı karaya oturmuş

karaya oturmuş kayığımla
feryat ediyorum:
“saplandı bedenime azap
bu harap sahilin zorluklarla dolu yolunda
uzak düştüm sudan
yardım edin bana ey dostlar”

oysa al al oluyor yüzleri onların
halime gülmekten:
bu alelade kayığıma,
kuralsız kitapsız laflarıma
haddinden fazla derdime

haddinden fazla derdim yüzünden
bir feryat yükseliyor içimden:
“ölüm vakti geldiğinde
-sade yok olma korkusu ve tehlikesi değildir ki ölüm–
eşek şakaları, sululuklar, iğrenç dedikodular
yanlıştır tabii, ama neylersin!”
yanlışları onların
yanlışa sürüklüyor beni de.
onur kırıcı sözleri acı veriyor bana
kan sızıyor acımın derinlerinden!
nasıl kurutayım bu suyu?
feryat ediyorum.
ben suratı asık
ben kayığı karaya oturmuş
anlarsınız meselemi sözlerimden:
bir elin nesi var derler ya
ihtiyacım var elinize.

feryadım düğümlenirse eğer boğazımda ve eğer
duyarsanız yine de
bilin ki bu feryat hem sizin derdinizedir hem kendiminkine.
feryat ediyorum! feryat ediyorum!

Nima Yusiç

Gülümseyişlerinin, sesinin ve öteki güzelliklerinin anısına tutkun olan kişi

4 Mayıs 1925


Sevgili ve Soylu Aliye,


Bana, geceleri sıkıntıyla ve uykusuzlukla nasıl baş ettiğimi soruyorsun. Bir mum gibi: Öyle ki, sabah olduğunda söndürüyor, ihtiyaç duyduğumda yeniden yakıyorum.
Tersine, dün gece iyi uyudum. Ama ben uykuyu uykusuzluk için seviyorum. Yeniden hazırım. Öyle gözüküyor ki ben, uyumak denen bu rahatı, dışarıdan bir rahatsızlık gibi gözüken o şeye tercih etmeyeceğim. O rahatlık seninle benim ellerimizde ve o rahatlık… bu karanlık gecede, hayaletlerle ve umutsuzlukla uzayıp giden zamanda, ah, şeytan bile telkinini esirgiyor şairden.
Pek çok kez telkin etti; kabul ediyorum. Yıllarca bunu arzuladım ve çok kötü şeyler yaptım: Gerçeklikle bağım koptu, uçtum, ayağım yerden kesildi. Bir kartal gibi dağa kaçtım. Deniz gibi çıplak ve dalgalıydım. Yaradılışın kötü doğası kalbimin kanını eli- me buladı. Kötülüğe iyilikle, iyi davranışla karşılık verdim. Yavaş yavaş bendeki iyi niyeti değiştirdiler. Kolay inanırlığı, rahatlığı, çocuk masumiyetini kötümserlikle, iç daralmasıyla ve acayip günahlarla değiştirdiler.
Ah! İlahi azaplar ve cehennem ateşleri yalan olmasaydı, tanrı şairine acaba neler yapardı?
Şimdi ben sırlarla dolu bir bohça gibiyim. Zamanın, payandalarını kararttığı bir yapıyım. Başım şiddetle dönüyor. Düşebilirim, Aliye, bana göz kulak ol.
Doğru; tekinsiz çöllerden, tehlikeli yollardan ve vahşi ormanlardan kaçtım. Şimdi o manzaraların kalıntılarından korkuyorum.
Niçin? Çünkü vefasız bir kızı seviyordum. Sendeki ona benzer güçlü yönlerin iyi bir kaynağı var.
Öyleyse anlayışına muhtacım. Yaramın büyüklüğüne uygun bir ilaç hazırla ki yavaş yavaş önceki halime döneyim.
Söylemiştim: Kalbimi aldım, korku ve titreme içinde getirip senin önüne koydum. Sevgili Aliye! Nedir o sözler; inanamıyorum! Kalbime güvenli bir mekân vereceksin. Don vurmuş bir yaban çiçeğinin iyileşmesi için düşünce ve sükunet gereklidir.
Nasıl da güzel senin gülümseyişlerin.
Nasıl da sıcak sesin, dudaklarının arasından kıvrılıp çıktığında.

Gülümseyişlerinin, sesinin ve öteki güzelliklerinin anısına tutkun olan kişi,
Nima Yuşic

NİZÂR KABBÂNÎ‟NİN AŞK ŞİİRLERİNDE ANNELİK

Çağdaş Arap şiirinin güçlü isimleri arasında kabul edilen Nizâr Kabbânî, 1923‟te Şam‟da dünyaya gelir. İlk ve orta eğitimini Şam‟da tamamlayan şair, yüksek öğrenimine Suriye Üniversitesi (bugünkü adıyla Şam Üniversitesi)‟nin Hukuk Fakültesinde devam eder. Buradan mezun olduktan sonra 1945‟te Suriye Dışişleri bakanlığına girerek, Mısır, İspanya, Türkiye gibi değişik ülkelerde çeşitli diplomatik görevlerde bulunur. 1998 yılında İngiltere‟de gözlerini hayata yuman ve kendi vasiyeti üzerine cenazesi Şam‟a getirilen şair, arkasından şiir ve nesir alanında kırka yakın eser bırakır.

Nizâr Kabbânî‟nin şiirleri, genel olarak kadın ve siyaset olmak üzere iki ana temadan meydana gelir. Kadın konusu, sanat yaşamının bütün safhalarında yer alır ve gelişim bakımından süreklilik gösteren en geniş tema olur. Yaşamının son yıllarına kadar bir kadın şairi olarak anılan Kabbânî, şiirlerinde kadını pek çok açıdan ele alır ve farklı şekillerde betimler. Bazen onu sanatının ilham kaynağı, bazen özgürleştirilmesi gereken sosyal bir varlık, bazen hayatın ve kâinatın idrâk unsuru bazen de karşılıksız bir aşk objesi olarak değişik özelikleriyle işler. 

Kabbânî‟nin şiirlerine yansıyan çocuklara özgü sabırsızlık, hırçınlık ve masumiyet gibi nitelikler damgasını vurur. Şair, tıpkı çocuklar gibi ilgiye, sevgiye, bakıma ve korunmaya ihtiyaç duyar. Sevgilileri de kendisine karşı bir annenin çocuğuna davrandığı gibi davranırlar.Ona “yavrum”, “çocuğum” “küçüğüm” gibi hitaplarla seslenirler, onun sıkıntılarına ortak olurlar, onu şefkatli kollarına alırlar; sevgililerin böylesi davranış özellikleri gösterdiği şiirlerinde okuyucu, betimlenen kişinin kim olduğu sorusuna yanıt ararken, “anne” ile “sevgili” arasında gelgit yaşar. Örneğin şu şiirinde şair, sevgilisinin kendisine davranışını şöyle aktarır:

Kan, revan içinde ona geldim, bunun üzerine dedi ki: “ey aşkın ve şarkıların şairi ne oldu sana?
Al şu küçük mendilimi de kirpiklerinin üzerindeki hüzün gözyaşlarını sil
Şefkatli kollarımın arasında uyuyup kendine gel, ey çocukluk arkadaşım.
Başını kaldır ve biraz bana dön, ey küçüğüm! Hüznünle beni de kederlendirdin”

Beş parmağının uçlarıyla alnımı sildi ve birbirine karışmış olan saçlarımı düzeltti.

Bir başka şiirinde de kendisinin çocuksu haylazlığı karşısında sevgilisinin tepkisini şöyle aktarır:

Tıpkı çocuklar gibisin sevgilim!
Her ne kadar üzerlerse de bizleri severiz onları
Sen haylaz,
Gururlu bir çocuksun,
İster bir fırtına ol, .. istersen yağmurlu bir hava ..
Her zaman kalbim bağışlayandır
Öç alması olur mu hiç,
Kuşların küçücük yavrularından?
Bir çocuk gibi şefkatime ihtiyaç duyduğunda
Ne zaman istersen dön kalbime
Sen hayatımdaki havasın
Sen yanımda yeryüzü ve gökyüzüsün. 

Aynı şekilde Ahbirûnî (Bana Haber Verin) adlı şiirinde de sevgilisinin:

“Sen benim bebeğimsin, sen benim sevgilimsin 
Nasıl kıyarım ben, sevgilime, yavruma?”
şeklindeki ifadelerle şaire seslenmesi de oldukça düşündürücüdür. Çünkü bu gibi ifadeler bir sevgilinin ifadelerinden çok bir annenin çocuğuna kullandığı ifadelerdir. 

Sevgilisine hitaben yazdığı bir başka şiirinde, davranışlarını yaramaz bir çocuğun davranışları olarak değerlendirir ve sevgilisinin bu davranışları karşısındaki tahammülünü, bir annenin tahammülüne benzetir:

Bu çocuğun şımarıklığına, sen, çocuğunun şımarıklığına katlanan bir anne gibi katlandın. 

Bazen de şairin şiirlerinde anne faktörü, belirgin bir şekilde öne çıkar ve sevgilisiyle buluşmasında bir engel teşkil eder. Örneğin İnde Cidâr (Bir Duvarın Dibinde) adlı şiirinde şair, annesinden habersiz bir şekilde dışarıya çıkıp sevgilisiyle oynar. Sevgilisinden ayrılmanın üzüntüsüyle göz yaşı içinde eve döner. Annesi oğlunun ağladığını görünce onu şöyle uyarır:

Yastığım ateşimle tutuştu, göz yaşlarımı gören annem 

Dedi ki: “Haylaz (çocuk) benden habersiz duvarın köşesinin ötesine nasıl gidersin?” 

Duvardan Allah razı olsun, bir gün iki çocuktuk, onun arkasında gizlenmiştik. 

Şair, olgun bir yaşta hatırladığı çocukluk günlerine ait bu olaydan âdeta rahatsızlık duyar bir haldedir. Belki annesinin kendisine olan sevgisini bir başkasıyla paylaşmak istemediği gibi değerlendirilebilecek bu çıkışında, şair anneye hak verir. 

Yine Ene Mahrûma (Ben Mahrum Edilmişim) adlı şiirinde, annesinin kendisini sevgilisiyle buluşmaktan alıkoymasını sevgilisinin dilinden şöyle aktarır:

Ne onun annesi ne de annem yumuşadı, onun sevgisi iliğimde uyuyor. 

Kabbânî‟nin özyaşam öyküsünde söylediği “Karşılaştığım her kadında annemin özelliklerini arıyorum.” biçimindeki sözünden kendisine sevgili olacak bir kadında annesinin özelliklerini aradığı anlaşılmaktadır. Hamsu Resâ‟il ilâ Ummî (Anneme Beş Mektup) adlı şiirinde dile getirdiği gibi, gurbette bulunduğu sırada tanıştığı kadınlar, belki de onun beklentilerini, arzu ve isteklerini yerine getirmedikleri için her zaman kendini gurbette hissetmiştir. Çünkü bu kadınlar, onun havada dağılan sarı saçlarını nasıl tarayacaklarını, yolda düştüğünde elinden nasıl tutacaklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden elbisesiz kaldığında kendisini giydirecek, acıktığında doyuracak ve içinde bulunduğu yalnızlığı giderecek birini her zaman arar olmuştur:

Avrupa’nın kadınlarını tanıdım 
Tahta ve betonun duygularını yaşadım 
Yorgun medeniyeti tanıdım 
Hint ve Sind‟i (Çin), sarı dünyayı(uzak doğuyu) gezdim 
Ama bulamadım bir kadın, 
Sarı saçımı tarayacak, 
Çantasında bana düğün şekeri getirecek, 
Elbisesiz kaldığımda beni giydirecek, 
Düştüğümde beni kaldıracak.

Kabbânî, annesine hitaben kaleme aldığı bu şiirini, Suriye‟nin Madrit Büyükelçiliğinde çalıştığı sırada yazmıştır. Kasidenin yazılış tarihi ile ilgili kesin bir bilgi olmamakla birlikte, onun İspanya’daki görevi 1962 ile 1966 yılları arasındadır. Dolayısıyla şair, bu şiiri yazdığı sırada, yaklaşık kırk yaşlarındaydı. Her ne kadar ünlü Türk şairi Cahit Sıtkı Tarancı (öl.1956) otuz beş yaşı yolun yarısı olarak kabul etmişse de, psikanalizlere göre kırk yaş yolun yarısı olarak kabul edilmektedir. Onlara göre artık bu dönem, kişinin geriye dönüş yaptığı, anılarıyla baş başa kaldığı ve kendi kendini sorgulamaya başladığı bir dönemdir. Şair, yirmi iki yaşından itibaren görevi itibariyle Kahire, Türkiye, Londra gibi dünyanın değişik ülkelerinde bulunmuş ve buralarda uzun bir süre yaşamıştır. Bunun yanı sıra erken sayılabilecek bir yaşta evlenmiş ve iki çocuk babası olmuştur. Bütün bunlar onun gurbet hayatına ve özellikle annesinden ayrı yaşamaya alışmış olmasını gerektirmektedir. Ne var ki annesine yazdığı bu kasideyi incelediğimizde bunun böyle olmadığını, onun tıpkı küçük bir çocuk gibi hâlâ annesine büyük bir özlem içinde olduğunu görmekteyiz. Kabbânî, annesine hitaben yazdığı bu şiirlerde, dünyanın çeşitli ülkelerinde değişik kadınlarla yaşadığı hayal kırıklığını ve kadınların hiçbirisinde annesinin şefkat ve merhametini bulamadığını dile getirir. 

Büyük olasılıkla şairin birinci evliliğinin başarısızlıkla sonuçlanması ve görevi itibariyle yalnız olarak ülkeden ülkeye seyahat etmesi, araştırmacı Haristo’nun ifade ettiği gibi onun ruhunda uyuyan çocuğu uyandırmasına, bu nedenle de kendisini himaye edecek ve onu koruyacak, yaşadığı yalnızlıktan kendisini kurtaracak bir anneye ihtiyaç duymasına neden olduğu kanısındayız. Öyle ki şair, baba olmasına rağmen hâlâ kendisini bir çocuk olarak hissettiğini, çarpıcı bir şekilde şu dizeleriyle ortaya koyar:

Ey anneciğim! .. Denizde yol alan çocuk benim 
Hâlâ şekerlerin gelini (Şam) onun zihninde yaşıyor 
Nasıl .. nasıl… anneciğim, 
Baba oldum da .. hâlâ büyüyemedim? 

Belki de şair, sevdiği kişiyle evlenemediğinden dolayı kendini asarak intihar eden ve aşkında samimi olarak gördüğü ablasına özlem duymaktadır. Çünkü bazı ruhbilimcileri, ailede erkek çocuk için ablanın annenin, kız çocukları için de ağabeyin babanın yerini tuttuğunu ifade etmektedirler.

Dolayısıyla gurbetteyken farkında olmaksızın bilinçsizce bilinç düzeyine çıkan şairin çocukluk hissinin, sevgilerinde samimi ve örnek kadınlar olarak gördüğü annesi Fâize hanıma ve ablası Visâl’a özlem duymasına yol açmış olabileceği düşünülebilir. Bu nedenledir ki Kabbânî, hayatta karşılaştığı ve tanıştığı kadınlarda annesinin ve ablasının sevgilerini aramış, ancak bulamamıştır. Kendisi de bizzat karşılaştığı her kadında annesinin özelliklerini aradığını belirtmektedir. Dolayısıyla şair, ilgi ve sevgi, şefkat, bakım ve koruma gibi anneye özgü nitelikleri sevgilisi olacak kadınlardan hep bekler olmuştur. Aşağıdaki dizeler, özlemini duyduğu kadının annesiyle nasıl özdeş bir kadın olduğu konusunda yeteri derecede bir fikir vermektedir:

Asırlardır muhtacım 
Beni hüzünlendirecek bir kadına, 
Kollarında bir serçe gibi ağlayabileceğim bir kadına

Yukarıdaki mısralarda görüleceği üzere şairin “kollarında bir çocuk gibi ağlayabileceği bir kadının ” özlemini duyması onun ruhunun derinliklerinde yaşayan bir çocuğun var olduğunu gösteren önemli bir kanıttır. Kabbânî‟nin özellikle ileri yaşlarda yazdığı şiirlerinde çocukluk içgüdüsünün hafifleyip zayıflaması gerekirken tersine daha da çoğaldığını ve belirgin bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz.Buna da Eşhedu En Lâ İmra„a İllâ Enti (Senden Başka Bir Kadının Olmadığına İnanıyorum) adlı şiirini örnek verebiliriz. Kabbânî‟nin bu şiirinde betimlediği sevgilisiyle arasındaki ilişkinin, sevgililer arası o bildik ilişki olmadığı, tersine bir anne-oğul ilişkisini yansıttığı açıktır. Çünkü bu kadın, onunla oyunlarını paylaşır, öfkesini sinesine çeker, cinnet geçirdiğinde sabreder, kılık kıyafetini düzeltir, tırnaklarını keser, kitap ve defterlerini düzeltir, anaokuluna götürür ve susadığında ona kuş sütü içirir. Onu öylesine şımartır ki, bu yüzden ahlâkı bile bozulur:

Senden başka oyunu iyi oynayan bir kadının olmadığına inanıyorum. 
Tıpkı senin gibi o da on yıl benim ahmaklığıma katlandı 
Çılgınlıklarıma sabretti, senin sabrettiğin gibi 
Tırnaklarımı kesti, defterlerimi düzeltti, 
Anaokuluna koyan senden başkası değildir 
İki aylık bir bebek gibi bana davranan senden başka bir kadın olmadığına inanıyorum 
Bana çiçek, oyuncak ve kuş sütünü veren senden başkası değildir. 
Beni şımarttığın gibi şımarttı ve ahlâkımı bozduğun gibi o da ahlâkımı bozdu. 
Çocukluğumun ellilere kadar uzanmasına neden olan da senden başkası değildir. 

Kabbânî, yukarıdaki şiirini 1979 yılında yazmıştır. Şair 1923 yılında doğduğuna göre bu şiirini yazdığında elli altı yaşındadır. Psikanalistlerin ifade ettiklerine göre bir insan yaşı ilerledikçe küçük çocuklar gibi kendinin zayıf ve güçsüz olduğunu hisseder ve pek çok alanda da başkalarına güvenme hissi artmaya başlar. Özellikle şairin oğlu Tevfîk‟in ölümünden sonra ve 1973 yılında kendisinin de bir kalp krizi geçirmesiyle ölümle burun buruna gelmesinin ardından yazdığı şiirlerinde çocukluğa dönüş arzusunun daha da artmaya başladığını görüyoruz. Bu arzuyu en güzel şekilde şu mısralarıyla dile getirir:

Aptallar hakkımda şöyle diyorlar: 
Şiirlerimle gökyüzünün (Tanrı‟nın) öğretilerine karşı çıktım 
Kim demiş ki aşk, gökyüzünün onuruna bir saldırıdır 
Tüm peygamberler gibi sevgiyi bir meslek edineceğim hep 
Onun altın saçlarını gökyüzünün altınıyla eritene dek 
Kendime meslek edineceğim hep çocukluğu, masumiyeti ve saflığı 
Sevgilimle ilgili yazmaya devam edeceğim 
İstediği gibi yıldızların duvarını karalayan bir çocuk olarak 
Umarım olduğum gibi kalırım ben. 

Şairin bu dönemde yazdığı şiirlerinde ölümü düşünmeye başladığını ve meçhul bir akıbetten ve odanın karanlığından korkmaya başladığını, bu yüzden de şu dizelerinde olduğu gibi sevgilisinden kendisini bağrına basmasını, onunla beraber kalmasını ve onu soğuktan korumasını istediğini görüyoruz:

Meçhulden korkuyorum .. barındır beni 
Karanlıktan korkuyorum .. bağrına bas beni 
Üşüyorum .. ört üzerimi. 

Aynı şekilde şair 1976 yılında vefat eden annesine hitaben yazdığı mersiyede annesinin ölümüyle artık kendisini koruyup kollayacak, yedirip içirecek, giydirip kuşandıracak kişi kalmadığını belirterek sokakta kalmış biri olarak görür kendini.

Annemin ölümüyle, 
Düşüyor bedenimi örttüğüm en son yün gömleği .. 
Son şefkat gömleği .. 
Son yağmur şemsiyesi .. 
Gelecek kış .. 
Caddelerde çıplak olarak dolaşırken bulacaksınız beni .. 

Şiirinin bir başka yerinde de şöyle der:

Ey anneciğim, sevgili Fâize‟m! 
Elli yıldır beni korumakla görevlendirdiğin meleklere de ki: 
Beni yalnız bırakmasınlar … 
Tek başıma uyumaktan korkuyorum çünkü … 

Freud, bir sanatçının annesinin ölümünün, o kişinin ruh dünyasında derin bir etki, kapanmayacak çocuksu bir yara bıraktığını, bunun da kişinin kendine olan güvenini zedelediğini; saptanamayan, kaynağı pek belli olmayan bir korkunun, kişinin duygularını ele geçirdiğini, çocukların tek başlarına karanlıkta uyuyamamalarının arkasındaki nedenin de kaynağı bilinmeyen bu korku olduğunu ifade eder. Şüphesiz ki şairi, içinde bulunduğu korku ve endişeden kurtaracak kişi varsa o da annesidir. Bundan dolayı şair, huzur içinde uyuması için sevgilisinden kendisine ninni ve masal söylemesini ister:

Çocuk hikayeleri anlat bana 
Yanıma uzan .. 
Şarkı (ninni) söyle bana ..

Nizâr Kabbânî, eşi Belkıs ile olan ikinci evliliğini 1969 yılında yapmıştır. Bu evlilikten önce şair, birinci eşinden ayrılmış ve uzun dönem sıkıntı ve acı dolu bir bekarlık hayatı yaşamıştır. Ancak ikinci evlilikten sonra eşi Belkıs’ın ona gösterdiği ilgi, sevgi ve şefkat nedeniyle mutlu ve huzurlu bir aile ortamına kavuşmuştur. Dolayısıyla Belkıs, onun için bir eş olmanın yanı sıra bir annenin yerini dolduracak davranış özellikleri de göstermiştir. Bir söyleşide de şair, bir gün hastalandığında eşi Belkıs‟ın bir anne şefkatiyle onu hastaneye nasıl yetiştirdiğini şöyle ifade eder: 

“Eşim Belkıs sağ eliyle arabayı kullanıyordu. Sol eliyle de alnımdan akan soğuk terleri siliyordu. Sanki bir havuza düşmüş küçük bir çocuk gibiydim.”

Yine bir başka söyleşide, eşi Belkıs’ın çocukları Ömer ve Zeyneb’e nasıl davranıyorsa ona da aynı şekilde davrandığını da şu sözleriyle belirtir: 

Belkıs ile olan on iki yıllık beraberliğimin ardından evde onun bana olan bakışının en önemli tarafı, beni üçüncü çocuğu olarak görmesiydi. Evde her zaman bana sizler benim üç çocuklarımsınız (Ömer, Zeyneb ve Nizâr)‟derdi. Bu yüzden hastalandığımda, öfkelendiğimde bana da çocuklarına davrandığı gibi davranırdı.

Dolayısıyla Belkıs, şair için sadece bir eş değil, aynı zamanda onu, hayatın acımazsızlıklarına karşı koruyan şefkatli bir anne özelliğini taşıyan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Beyrut’taki Irak Büyükelçiliğinin moloz yığınlarının altında can verdiğinde ona hitaben yazdığı mersiyesinde Belkıs’ın sevgisine olan ihtiyacını çocukları Zeyneb ve Ömer’in annelerinin sevgisine olan gereksinimleriyle özdeşleştirir.

Belkıs ..! 
Bizleri nasıl rüzgarda bıraktın .. 
Ağaçların titreyen yaprakları gibi? 
Bizleri -üçümüzü- bıraktın 
Yağmurda kaybolan bir tüy gibi .. 

Beni hiç düşünmedin mi? 
Ben senin sevgine muhtacım .. tıpkı Zeyneb veya Ömer gibi. 

Kabbânî’nin yaşının ilerlemesiyle birlikte bir yandan içindeki korku artarken diğer yandan annesini arayan bir çocuk tavırları sergilediği de gözlerden kaçmamaktadır. Kabbânî, Lübnan’da yaşanan iç savaştan ötürü oradan ayrılıp Londra’da yaşadığı sırada 1985 yılında yazdığı Fâtime fî’rRîfi’l-Biritâni (Fatma Londra’nın Kırsalında) adlı şiirinde içinde bir korku hissettiğini, bakıma, sevgiye, ilgiye muhtaç bir çocuk olarak başını koynuna koyacak ve onu Londra’nın kasvetli soğuğundan koruyacak bir anneyi aradığını şu dizeleriyle ortaya koyar:

Londra .. pek soğuk 
Fatma ..! Üzerime sevgi şemsiyesini aç 
Londra çok sert .. 
Ve ben çok korkuyorum .. 
Bana güven duygularımı geri ver, 
Fatma, kaftanın altında beni sakla, Bir çocuk gibi .. 
Annem olmaya çalış .. zira sevgili oydu eskiden beri 
Çoktandır şefkatli bir göğse koymadım başımı … 

Aynı şekilde 1986’da Fransa’da bulunduğu sırada yazdığı Ene ve’n-Nisâ’ (Ben ve Kadınlar) adlı şiirinde hayatın kaynağı olarak gördüğü anne göğüslerine yani çocukluk yıllarına geri dönüş arzusunu yalın bir şekilde şöyle dile getirir:

Bir namaz gibi masum yüzümü bir daha istiyorum 
Geri dönmek istiyorum annemin göğsüne, yaşamak istiyorum. 

Kabbânî, eşi Belkıs’ı kaybetmesinden sonra daha önce yaşamış olduğu yalnızlığı, endişe ve korkuyu yeniden yaşar. Yeniden çocuk gibi ilgi sevgi ve şefkate ihtiyaç duyar. Bütün bunları kendisine sağlayacak bir anne özlemi içinde olur. 

Kabbâni’nin şiirlerinde çocukluğa dönüş arzusunun yanı sıra, aynı şekilde dikkat çeken bir başka husus da su unsurunun belirgin bir biçimde şiirlerinde geniş yer tutması ve buna da sosyal bir mana yüklemesidir. Başka bir deyişle şair, su ile kadın arasında bir ilinti kurmaktadır. 

Kabbânî, şiirlerinde sevgili ile su arasında bağlantı kurarken veya “denize dalmak” isterken aslında bilinç altında huzur ve güvenin sembolü olan anne karnına dönüşü arzu etmektedir. Onun Mi’etu Risâleti Hubb (Yüz Aşk Mektubu)’nun doksan üçüncü mektubunda iç içe bulunan bir cesedi:

“Yirmi yıldan beri ilk kez seninle beraber deniz evimize giriyoruz 
Dolayısıyla sanmam olsun onun bir çatısı .. ve duvarları .. 
İlk defa sevdiğim bir kadının göğsüne gömüyorum yüzümü .. ve diliyorum ki 
Hiç uyanmayayım .

Su damlacıkları, iç içe girmiş iki bedenin coğrafyasının başını şişiriyor. 
Nerede düşeceğini ve hangi yerde kayacağını bilmiyor. 
Ben ve sen bir altın kılıcı gibi suyun maviliğinde ekilmişiz biz.” 

biçiminde nitelerken bu gibi ifadelerin onun için özel bir anlam içerdiğini de düşünmekteyiz. 

Dolayısıyla suya dalmak, anne karnına veya cenin evresine dönüş demektir. Çünkü deniz, anne rahmindeki plâsentayı sembolize etmektedir. Aynı şekilde Psikanalistlere göre deniz, kadını, anneyi, veyahut C. G Jung’un ifadesiyle Anima‟yı sembolize etmektedir. Nitekim Risâle min Tahti’l-Mâ’ (Suyun Altından Bir Mektup) adlı şiirinde şair, aşkıyla sevgilisini denizin ortasına çekerken onunla bütünleşip tek bir vücut olma amacını güdüyordu:

Eğer bilseydim 
Denizin pek derin olduğunu, denize açılmazdım 
Güçlüysen .. 
Beni bu denizden çıkar … 
Çünkü yüzme sanatını bilmiyorum ben … 

Gözlerindeki mavi dalga derinlere doğru çekiyor beni … 
Mavi … 
Mavi … 
Mavi renkten başka bir şey yok 
Aşkta benin ne bir tecrübem 
Ne de bir kayığım var … 
Senin için değerliysem eğer ben .. 
Elimi tut .. 

Aşığım ben .. tepemden 
Tırnağıma kadar .. 
Suyun altında nefes alıyorum 
Boğuluyorum ben. 
Boğuluyorum .. 
Boğuluyorum .. 

Kabbânî’nin şiirlerinde su unsurunun, önemli bir yer işgal etmenin ötesinde, baskın oluşu oldukça dikkat çekicidir. Kendisiyle yapılan bir televizyon mülâkatı sırasında “şiirinizi nasıl nitelersiniz” diye sorulduğunda, o da “suludur” diye karşılık vermiştir. Bu yanıtın da gösterdiği gibi, şairin şiirlerinde su unsurunun genişçe yer tutması tesadüf değildir. Şiirlerinden birisinde de sevgilisi ile deniz arasında şöyle bir bağ kurar:

Deniz dilini konuşmanı istiyorum 
Onunla oynamanı istiyorum 
Kumun üzerinde onunla yuvarlanmanı, 
Onunla aşkı yaşamanı istiyorum 
Çünkü deniz, çokluğunun efendisi .. bolluk … ve değişimdir. 
Senin dişiliğinde onun doğal uzantısıdır.. 

Freud ve Jung gibi pek çok psikolog, insanların dış âlem karşısında almış oldukları tavırlar üzerinde sosyal çevrenin etkisi olduğunu söylemekle birlikte, bunda bilinç altı faktörlerin büyük rol oynadığı görüşünü dile getirmektedirler. Bu görüşlere istinaden şairin bilinç altında “anne sevgisi’nin, “anne özlemi”nin büyük bir yer edinmiş olduğu, dolayısıyla da şiirlerinde anneyi simgeleyen su unsurunu öne çıkarttığı sonucuna varmak mümkündür. Şairin sık sık anne karnına duyduğu özlemi de, haricî âlemdeki güvensizlik, kargaşa ve benzeri olumsuzluklardan kaçıp sığınılacak güvenli bir liman arayışıyla açıklamak olasıdır. Çünkü hiç bir mekân, anne karnı kadar güven, huzur ve dinginlik sağlayamaz. Şair yetmiş bir yaşındayken yazdığı bir şiirinde bu özlemini şöyle dile getirir:

Annemin karnında yeniden yerimi almak istiyorum. 

Psikanalist O. Rank’a göre çocuk ana karnındayken “Homeostatik” bir denge içindedir. Bu dönem, onun halinden memnun olduğu en mutlu dönemidir. Doğumdan sonra ise birey çeşitli engel ve sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Birey, yaşamı boyunca, bilinçsiz olarak ana karnındaki yaşamının özlemi içindedir. Bütün davranışlarının gerisindeki güdü budur. Bir engelle karşılaşan bireyin kıyı bucak kaçmasının nedeni de burada aranmalıdır.

Kabbanî, sosyal hayattan uzak ve içine kapanık biridir. Tek başına kalmayı, insanlarla bir arada bulunmamayı tercih eden bir kişiliği vardır. Bir söyleşide kendisi bu yapısını dolaylı bir yolla ifade etmekte; bir lokantaya gittiğinde kimsenin bulunmadığı tenha bir köşeye oturmayı hep tercih ettiğini söylemektedir. Bu davranış biçimleri ve “anne karnına duyulan özlem”, onu pesimist bir kimliğe sokan çevresel faktörlerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Sonuç itibariyle Nizâr Kabbânî’nin şiir dünyasındaki çocuksu tavırların ya da eğilimlerin onun herhangi bir rahatsızlığından kaynaklandığını sanmıyoruz. Psikanalistler, kişinin çocukluğa dönüş arzusunu anneye bağlılık duygusu ile açıklarlar. Çünkü onlara göre çocuğun kişilik gelişmesinde anne önemli bir rol oynamaktadır. Nitekim Modern psikoloji de, emme dönemini, gerek kişinin daha sonraki yaşamında gerekse karakterinin oluşumunda ne kadar önemli bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Bazı ruh bilimcilerinin görüşüne göre, anne bedeninin bir parçası olan çocuk, doğum olayı ile âdeta bir şok geçirmektedir. Çocuğu bu durumdan kurtaran anne sütüdür. Çocuk anne sütünden fizyolojik doygunluk kadar ruhsal doygunluk da elde etmektedir. Çünkü çocuk annesinin memesini emmekle, bilinçli ya da bilinçsiz olarak onun bir parçası olduğunu anlamaktadır. Bu aynı zamanda sevgi ve güven gereksiniminin karşılanmasına da olanak sağlamaktadır. Çocuğun zamansız ya da birdenbire sütten kesilmesi onun ruhsal yapısını zedelemektedir. Çocuğun normal olarak meme emmesi dokuz ile on iki aydır. Bu sürenin daha uzun olması, çocuğun anneye bağlı kalmasına yol açmaktadır.

Kabbânî’nin annesinin kendisini yedi yaşına kadar emzirmesi, on üç yaşına kadar ona eliyle yemek yedirmesi, kendisine karşı kardeşlerinin aleyhine göstermiş olduğu ayrıcalıklı ilgi ve sevgi, Kabbânî’nin bilinç altına anne sevgisini, anne kucağı huzurunu ve anne karnı güvenliğini yerleştirmiş olmalıdır. Divanlarında önemli bir yer tutan “anne”yi şu veya bu yönüyle işleyen şiirleri, bu açıdan bakıldığında daha ilginç ve farklı bir anlam kazanmaktadır.

Salih Tur

Biberyan’a bir yer lütfen

“Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım.”
Zaven Biberyan, 3 Aralık 1962Dostu Hrant Paluyan’a mektubundan

I

Zaven Biberyan’ın 1998’de Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla Türkçeye çevrilen romanı bir felaketi anlatıyordu. Hikâyenin odağında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında memleketin gayrimüslimlerini maddi-manevi yıkıma uğratan Varlık Vergisi uygulaması başladığında, Aşkale’de kurulan çalışma kampına gönderildiği takdirde yaşayabileceği muhtemel bir kötü sondan kaçınmak için varını yoğunu satarak vergiyi ödeyen bir baba ve bu ani yoksullaşmanın getirdiği mevki kaybı nedeniyle paramparça olan bir aile vardı. Zulüm, çaresizlik, korku, öfke, yaşama tutunma, tutundum sanırken her şeyin ellerden kayıp gitmesi, dağılma, yere çakılma, oradan geri dönme umudu ve bir daha, bir daha parçalanma. Burada felaket Varlık Vergisi, felaketin içinden geçense Tarhanyan ailesi ve metin boyunca yaşadıklarını ânı ânına takip ettiğimiz oğulları Baret’ti. Roman, büyüktü, etkileyiciydi, has edebiyattı ve yazarının başyapıtı olarak kabul ediliyordu. Ancak dar bir okur grubu tarafından çok beğenilse ve büyük takdirle karşılansa da geniş bir kitleye ulaşmadı, hakkında çokça yazı çıkmadı, etraflıca tartışılmadı. Bugünse, Ermenice ilk tefrika edilişinin üzerinden tam 49, kitap olarak basılmasının üzerinden 35, Türkçeye ilk çevrilmesinin üzerinden 21 yıl geçtikten sonra yapılan yeni baskıda, romanın özgün Ermenice adı olan Karıncaların Günbatımı’nın itibarı iade edildi ve daha önce çevrilmemiş/varlığı fark edilmemiş bazı irili ufaklı pasajlar da metne eklendi. Bu yeni kitap, romanı, Zaven Biberyan’ı ve eserini, küçük harfli felaketleri ve büyük harfli Felaket’i, bunların doğasını ve insan üzerindeki etkilerini yeniden düşünmek için çok daha elverişli yollar seriyor önümüze. Hele bugün bütün bu meseleler hakkında 1998’dekine göre daha çok şey bildiğimiz hesaba katılırsa. Bu yolların belki de en ilginci ise, romanın Türkçe çevirisinin 21 yıl boyunca bir türlü doğru isim ve tam metinle yayımlanamaması hikâyesi ve daha çarpıcı olan da, bu hikâyenin romanın anlatmayı murat ettiği “şey”i doğrulayan, eninde sonunda Felaket’in kendisiyle ilişkili bir yönünün olması. Anlatacağım.

Karıncaların Günbatımı, İstanbullu tahsilli bir Ermeni genç olan Baret’in, gayrimüslimlere mahsus zorunlu 3,5 yıllık Nafıa askerliğinden döndüğü gün başlar. Üç buçuk yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, yol yapan, doğanın ortasında çadırlarda kalıp sıtmayla, böceklerle, doğayla, çavuşların kötü muamelesiyle, sıla özlemiyle baş etmeye çalışan Baret’in eve dönüşünün bir vuslat sıcaklığı barındıracağını zannederiz, ancak aksine, buz gibi bir manzara çıkar karşımıza. Kapıyı çalan Baret, annesi Arus’u pencerede görür. Anne ise oğlunu tanımaz. İkisinin çoktan birbirinden koptuğunu hissettirir bu ilk sahne. Arus nihayet Baret’i tanıyıp koşa koşa merdivenlerden iner, kapıya varır, oğluna sarılmak ister, ancak aldığı cevap Baret’in kendi etrafına roman boyunca öreceği duvarın ilk tuğlasıdır:

“Dokunma, pislik içindeyim,” (…) “Bitliyim, dokunma.”

Baret ve Arus, anne ve oğul arasında roman boyunca açılacak ve neredeyse tek bir an bile kapanmayacak mesafe, sırf bu ikiliye mahsus değildir. Ana oğul, baba oğul, baba kız, karı koca, abla kardeş… Hepsinin arasında giderek uçurumlaşan boşluklar her birini yalnız, tehditkâr, giderek tekinsizleşen, anakaraya varışın neredeyse imkânsız olduğu birer adaya çevirecektir. Hiç de tesadüf sayılmayacak bir şekilde, Baret’in amcası Dırtad da zaten yıllardır adaya, Büyükada’ya, ailenin artık bir harabe hâlini almış konağına sığınmış, çilekeş keşişler gibi dünyadan elini eteğini çekmiştir. Savaş zamanı vurgunculukla, sonrasında ticarî oyunlarla devrinin adamı olmayı beceren, sürekli zenginleşip yükselen akrabaları Suren dışında ailede kimse için çıkış yok gibidir.

Baret hayalini kurduğu yuvaya kavuşacaktır kavuşmasına ama ortada ne eski anlamıyla yuva vardır ne de yuvanın sakinleri eskisi gibidir. Her şeye karşı ağır bir yabancılaşma yaşar. Neredeyse felçli gibidir; oradadır, vardır, nefes almakta, bir yerlere gidip gelmektedir, ancak sanki kendini akıntıya bırakmıştır – ne yapacağını, ne istediğini, ne hissettiğini bilemez, iradesini yitirmiştir âdeta. Dahası, salt bir alıcıya, kaydediciye dönüşmüş gibidir. Kendi sesi yoktur, pürdikkat izler, dinler, yorumlar fakat harekete geçmez, geçemez. Etrafındakilere karşı kendi fikrini, hâlini, ruhunu ortaya koymaz, koyamaz.Sadece kaydettiklerini bir kara delikmişçesine yutar ve yuttuklarını hiçbir şekilde sindirmeden, sindiremeden, kimi tepkileriyle kusar. Bu meyanda hayat ve İstanbul da onu kusmaktadır.

Biberyan evin içini ve aileyi daima bir cehennem olarak tasvir etti. Diğer romanları Yalnızlar ve Meteliksiz Âşıklar ’da da, daha sonra gelen Karıncaların Günbatımı’nda da aile, bütün fertlerinin mutsuzluğuna sebep olan, ama özellikle gençlerin yüreklerini daha en körpe çağlarında tüketen, onları dışa vurulamayan bir öfkeyle kör eden bir gayya kuyusudur.Burada, Biberyan’ın en iyi bildiği İstanbullu üst-orta sınıf Ermeni ailesinin ruhu kemiren riyakârlığının, fesatlığının, hesapçılığının lime lime edildiğini görürüz. Batı sanatından iyi tanıdığımız bir tahlili andırır bu işlem bir yönüyle: Burjuva ailesinin kirinin pasının, kötülüğünün ifşası. İstanbullu Ermenilerin burjuva/msı kesimi için aile, sınıf atlama veya refahı güvence altına alma temelinde yükselen sessiz ve geleneksel bir sözleşmenin sonucudur ve onların, sevginin hiç rol oynamadığı veya en azından köksüzlüğü nedeniyle bir sonraki kuşağa kadar taşınamadığı evlilikleri, neredeyse kaçınılmaz olarak, eşlerin birbirinden nefret ettiği, ancak maddi konfor alanlarından çıkmanın riskleri nedeniyle bozulması bir türlü düşünülmeyen zoraki birlikteliklere dönüşür. Biberyan kendisi de bu sınıfa aittir, o yüzden bu çevreyi çok içeriden bilir, ancak o sessiz sözleşmeyi bozup önce yazar, sonra komünist olmuş, bu yüzden de hayatı boyunca sınıfsal dışlanmaya, derkenarda kalmaya, güvencesizliğe mahkûm edilmiştir. Bu ailelerin çocuklarına hane içinde aktarılansa sevgisizlik, ebeveynler arası güç mücadelesinin itiş kakışı, yalan dolan ve bunun sonucu olarak da büyük bir hayal kırıklığı, anne-babaya yönelik öfke ve kin, isyan, inkâr veya apati hâlleridir. Biberyan, türlü şekillerde, edebiyatımızda örneklerini çok nadiren görebildiğimiz bir maharetle, iç sesler veya diyaloglarla, özellikle karşılıklı tartışma ve kavga sahneleriyle, kişisel patlama sekanslarıyla, histeri krizleriyle ve müthiş bir doğallıkla anlatmayı başardığı bu minik evrenle, kentli, orta ve üst sınıf ailenin ipliğini pazara çıkarır.

Bu analiz yanlış olmasa da eksiktir. Eksiktir, çünkü Biberyan’ın anlattığı, yaşadığı memleketin ferahfeza sahibi olan ve bu sahiplikten daha fazlasını da isteyen bildik tatminsiz burjuva ailesinden farklıdır. Onlar bir azınlık grubunun, dışlanmış, iç-düşman ilan edilmiş, lanetlenmiş bir grubun temsilcileridir. Yani sınıflarının temel ihtiyacına özgü bir güvenlik alanını yaratmaya ve onu korumaya ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, esasen toplumun en güvencesiz kesimidirler. Değerlerinin, birikimlerinin, kendilerine dair algılarının hepsi çürük bir zemin üzerindedir ve birilerinin iki dudağı arasındaki kaderleri, can ve mal güvenlikleri, bir yanılgıdan ibarettir. Üstelik her ne kadar unutmaya çalışsalar da, bu durumun daima farkındadırlar ve bu iç bilgi her hâllerine etki, günlük hayatlarının her ânına ise sirayet eder. Geçmişte kim bilir ailelerinden kimleri, neleri, nasıl, hangi koşullarda kaybetmiş, buna karşılık bir şekilde hayatta kalabilmiş, daha doğrusu öz memleketlerinde yaşama hakları, sadık vatandaşlar olmaları kaydıyla kendilerine bahşedilmiş, ve belki de en fenası, sürekli olarak yeni belaları beklemekle hayatları karabasana çevrilmiş Ermeni ailesidir karşımızdaki. Bu bekleme hâli ise Felaket’in devam ettiğini, hiç bitmediğini söyler Biberyan’ın eserlerinde bize. Felaket, onun hiç anmadığı S’li kelimenin kendisi değildir, onunla sınırlı hiç değildir; süresiz, sürekli, sonsuzdur. Üstelik Biberyan bütün bunları ortaya koyarken karakterlerine, etnik ya da dinî kimlikleri ve mağduriyetleri nedeniyle kurban muamelesi yapmaz, onlara acımaz ya da acındırmak için ajitasyon yapmaz, olanca soğukkanlılığıyla ruhlarının, bu arada kendi ruhunun da, derinlerine inmeye çalışır. Böylece okur da onun karakterlerini olabilecek en çıplak hâlleriyle görüp tanıyabilir.

Şüphesiz derin travmalar yaşamış bir ailedir Karıncalar’ın Tarhanyanları. Hiçbir şey olmadıysa, Varlık Vergisi nedeniyle neleri var neleri yoksa satmak zorunda kalmış, sınıfsal konumlarını, toplum içindeki mevkilerini kaybetmiş, bir daha da bellerini doğrultamamışlardır. Artık Gökyüzü Yolu’ndan masmavi denizi ve göğü keyifle izledikleri Mühürdar’da değil, güçbela başlarını sokabildikleri, her tarafı dökülen bir evde, sokakları çamurlu Kuşdili’nde oturmaktadırlar. Travmanın kaynağı dışarısıdır. Resmîsi ve siviliyle her türlü tehdit ve tehlike hemen eşiğin ötesindedir. Türkiye, İstanbul, yaşadıkları ülke, doğup yetiştikleri, memleket bildikleri yer, onlar için her an bir cehenneme dönüşme potansiyelini taşıdığını göstermiş, içinde bir türlü huzur bulamadıkları bir kafes hâlini almıştır. Ancak travmanın kaynağıyla, dışarıyla hesaplaşmak söz konusu dahi değildir. Hesaplaşmak öyle dehşetli, öyle korkutucu bir ihtimaldir ki, tahayyül dahi edilemez. Değil mi ki yaşama hakkı kendilerine âlîcenaplıkla lütfedilmiştir, susup akıllı uslu oturmaları gerekir. Çalışıp didinip o sahte güvenlik duygusunu sürekli olarak hissetmek için çaba göstermeleri gerekir. Dışarıya karşı nazik, sadık, anlayışlı, becerikli, itaatkâr olmaları gerekir. İyi komşular olmaları gerekir. Karıncalar gibi yeniden ve yeniden hayatı inşa etmeleri gerekir. Gerekir de gerekir.

O hâlde travmanın acısı, irini, zehri nereye akıtılacaktır? Bütün bu keder, bütün bu eziklik nasıl dışa vurulacaktır? Dışarıya yönelemeyen en yakındakine döner hâliyle. Önce eşe, kadınınki adama, adamınki kadına; sonra biraz büyüyüp ergenliğe varınca, dili sivrileşmeye başlayınca da çocuğa elbette.

Böylece, dış dünyada gerçek savaş bitip yeni ufuklar fırsatları değerlendirmeyi bilenlerin önünde çarşaf gibi açılırken, artık kimileri için bizatihi ev bir savaş alanına dönüşür. İş bilmez baba, karısı ve kızı tarafından reddedilir. İktidarsızdır artık. Dışarıda herkes işine bakmakta, devranını döndürmektedir ama onun devri geçmiştir, eski çarşı adamı itibarı tedavülden kalkalı çok olmuştur. Zamanın ruhunu kavrayanlar yükselmekte, mevki sahibi olmakta, para kazanmakta, hayatlarını yaşamakta, cemaat işlerinde önemli roller almaktadır. Baret annesinin ve ablasının babasına cephe aldığını şaşkınlıkla fark eder. Eve güç bela alınan şekerin, kahvenin dahi saklandığı eloğludur, yabancıdır artık baba. Hastalığına bile inanılmaz, oysa bir süre sonra tam da o inanılmayan hastalık nedeniyle ölecektir; zaten Aşkale’ye de kötüleşen sağlığı nedeniyle çalışma kampının şartlarına dayanamayacağı korkusuyla gitmemiş, bu tercihi nedeniyle de ailenin geleceğini düşünmeyen “bencil” bir baba olmakla suçlanmıştır. Baret evin içindeki düşmanca rüzgârlara kendini tamamen kaptırmasa da, babasına karşı kurulan cephede bir tür suç ortağına dönüşmektedir giderek. Babasının ölümüyle iyice suskunlaşır. Suçlulukla dolar ama bu ölümün asıl müsebbibi olarak annesini ve ablasını görür, onlara öfkelenir. Öfkesiyle ne yapacağını bilemez, çareyi kalıp mücadele etmekte, koşulları değiştirmeye çalışmakta değil, gitmekte bulur. Evden de, kariyer umuduyla bir heves girdiği ancak yükselebilmek için ruhunu satması gerektiğini kısa sürede anladığı işten de kaçar. Serbest düşüşle yitip gitmeye doğru yol alacağı arka sokaklarda bir dekadansa gömülür. Geride kalan anne ve kızsa, hasımsız yapamayacak ve bu kez birbirlerini yemeye başlayacak, birbirlerinin düşmanlığından aldıkları enerjiyle kendilerini de yok edecek girdaba doğru dörtnala savrulacaklardır.

Biberyan’ın daima erkek olan ana karakterleri, bunlara kahraman demek pek mümkün değildir, kadınlara çoğu zaman düşmanca davranırlar. Bastırılmış cinsel arzuları zaman zaman zembereğinden boşalır, ancak cinselliği duyguların ifadesi ve bir bırakış olarak değil, karşı cinsle aralarındaki sınırları daha net görmek ve zihinlerinde kurdukları hiyerarşiyi berkitmek ihtiyacıyla yaşarlar. Bu tahsilli adamlar muhakkak kendilerinden daha alt sınıftan ve daha cahil bir kadınla birlikte olurlar. Toplumsal statü ve eğitim bakımından denk olabilecekleri kadınlarla birlikte olmak onlar için ancak bir hayaldir ve huzursuzluk kaynağıdır; öylelerinin yanında lâl olur, çocuklaşırlar. Kadın onlar için ya karşısında ezildikleri ya da kendileri bazı kadınlar karşısında ezildikleri için ezmeleri gereken bir ezeli düşmandır.

Öfkelerini travmanın dıştaki kaynağına yöneltemeyen bu edilgen bireyler hane içinde birbirlerini hırsla yok etmeye yönelirken, bu oyunda yer almak istemez görünen erkek evlat, hanenin dışında ezebileceği ilk kadını bulur bulmaz, ondan karşı cinse, annesine, ablasına ve aslında her şeye ve herkese duyduğu nefretin acısını çıkarmaya koyulur. Alt sınıftan, içlerinde masum olanı her şeye rağmen korumakta olan bu genç kadınlar, Karıncaların Günbatımı’nın cahil, saf ve temiz Lula’sı gibi, Biberyan’ın çizdiği nadir olumlu kadın karakterlerdir. Ancak yazarın bu karakterlere yaklaşımının erkek egemen bakış açısıyla bir idealleştirme ve nesneleştirme olduğu, bu genç kadın karakterler misal biraz yaş alsa, evlense, çocuk yapsa, idealin kolayca çökeceği; dolayısıyla Lula’nın Baret’in öfke ve kinle dolu olduğu annesi Arus’la kolayca yer değiştirebileceği sezilebilir.

Lula’nın kendisine beslediği içten beğeniye ve hayranlığa, onun hislerine hiç önem vermeyen, sevmek kabiliyetine sahip olmayan Baret, kendisinden hamile kalan ve bu istenmeyen gebelikten kurtulmak için düşük yapmaya çalışan genç kadının bu sebepten öldüğünü öğrendiğinde sarsılır elbette, ancak bu dehşet verici olay karşısında bile, olan bitendeki payıyla yüzleşmek yerine, kendi kötülüğünün batağında hep daha derine dalmaya devam ederek daha da tarifsiz karanlıklara düşer. Buradan çıkış ise, hayatının elinden büsbütün kayacağını hissettiği anda topyekûn bir kaçışla olur ve Anadolu’nun doğusunda, bilmediğimiz ama Baret’in herhalde Nafıa askerliği döneminde tanıştığı bir yerde, yazarın bize çok küçük bazı ipuçları dışında açık etmediği bambaşka bir ortamda sonlanır –genç adamın bu gizemli doğu macerası başka bir romanın konusu olabilirdi pekâlâ. Baret uzun zaman sonra bu gönüllü sürgünden döndüğünde onun biraz olsun toparladığını, başka hâllerin tavında dövülüp sadeleşip sertleştiğini hissederiz, ancak bu da ancak aklını yitirmeden hayatta kalmasına yetecek, ağır vurgun yemiş bir ruh olarak hayatını sürdürebileceği kadar bir tutunmadır muhtemelen.

Karıncaların Günbatımı’nda karıncaların, yani roman karakterlerinin ve onların temsil ettiklerinin günbatımı, geri dönüşü olmayan, alacakaranlıksız, şafaksız, sabahında güneşin doğmayacağı bir günbatımıdır, bir günbatımı kısır döngüsüdür. Bunu romanın sonundaki, karanlığın içinden yeni bir felaketin doğmakta olduğunu haber veren satırlarla anlarız. Can ve maldan gene gidecek, daha kanayan yaralar iyileşmeden travmalar zincirine bir yenisi daha eklenecek, ruhlar ve aileler ve daha pek çok şey bir kez daha parçalanacaktır. Kaçış yoktur. Felaket’tir ruhları biçimlerinden, onunla da onsuz da olunamayan, görece sakin zamanları, barış içinde, huzurlu anları bile zehirleyen.

II

1921 Çengelköy doğumlu Zaven Biberyan, daha sonra ailesiyle Kadıköy’e taşındı ve orada büyüdü, ömrünün sonuna kadar da orada yaşadı. Dibar Grtaran Ermeni, Saint Joseph Fransız okullarında okudu. Onu şekillendiren dil daha ziyade Fransızcaydı. Çocukluğundan itibaren, 20 yaşına dek, kendi deyimiyle “çöp sepetini boylamaya layık” Fransızca romanlar yazdı. 1940’ta, 19 yaşındayken, muhtemelen ülkede gittikçe artan Ermeni düşmanlığından ve ufukta görünmeye başlayan kötülüklerden kaçmak için yurt dışına çıktı, ancak daha Bulgaristan’dayken Nazilerin ülkeyi işgal etmeye başlaması üzerine memlekete döndü. 1941’den 1944’e 42 ay, tıpkı Karıncalar’ın Baret’i gibi, kendisi gibi 20 ilâ 45 yaş arasındaki Ermeni, Rum, Yahudi erkekleriyle birlikte Nafıa takımlarında askerlik yaptı. 1962’de, Fransa’da yaşayan yazar dostu Hrant Paluyan’a yazdığı, yaşam öyküsünü aktaran mektupta bu dönemi şöyle anlatacaktır:

“Anadolu dağlarında, İzmir’den Gürcistan sınırına, Karadeniz’den Adana’ya ve Hatay’a 42 ay. Hep çadır altında. Tabiatla, açlıkla, tropical malaria’yla boğuşarak. Bu üç buçuk seneye çok acıyorum. Gençliğimin en güzel üç buçuk senesi, yaban dağlarda ve ormanlarda [geçti].”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ülkede esen göreli özgürlük ortamında, genç kuşaktan bir grup Ermeni bir araya gelerek sosyalist fikirleri savunan Nor or (Yeni Gün) gazetesini çıkarmaya başladılar. Biberyan, Nafıa günlerinde Fransızcayı bırakmış, inatla çalışarak, sözlükten her kelimenin imlasını kontrol ederek ilerlettiği Ermeniceyle yazmaya başlamıştı. Tüm bu inadına rağmen, sonradan bu kararından ötürü pişmanlık duyduğunu söyleyecekti. Keskin kalemi ve çalışkanlığıyla Nor or grubunun en dikkat çekenlerinden biri oldu. Ancak ülkede birden esmeye başlayan özgürlük rüzgârı iktidarı rahatsız ettiğinden, Nor or, aynı dönemde yayıma başlayan Türkçe sol gazeteler ve sendikalarla birlikte kapatıldı. Biberyan ve onun gibi muhalif çizgideki pek çok Ermeni yazar ve sanatçı hapse girdi –talihin pek de cilve denemeyecek bir cilvesiyle, Ermenilerden gasp edilen bir mülk olan Sanasaryan binasında– işkence gördü, soruşturmalara uğradı. Bu isimlerin pek çoğu –Vartan, Mari ve Jak İhmalyan, Aram Pehlivanyan, Barkev Şamikyan, Hayk ve Anjel Açıkgöz, S. K. Zanku gibi– yurt dışına göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler, İstanbul’da üretilen ve 1915’ten sonra ilk kez canlanmaya başlayan Ermenice edebiyat damarına büyük bir darbe vurdu, âdeta onun özsuyunu kesti. Siyasî olaraksa, İstanbul Ermeni toplumu içerisinde Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ilk kez yükselen bu muhalif ses daha olgunlaşma fırsatı bulamadan susturulacak, orada bastırılan özgürlükçü ruh akacak mecrasını ancak 50 yıl sonra, Agos’la bulacaktı. Burada, Agos’a can veren Hrant Dink’in katlinin ne tür bir devamlılığa işaret ettiğini de hatırlamalı elbette.

Biberyan’ın sonraki yaşamı ise yazmaya yazgılı bir entelektüelin, ülkesinin gidişatına paralel seyreden hikâyesini anlatır. Hiç de hoş duygularla anmayacağı Lübnan sürgünü, siyasî ortamın yumuşamasıyla 1953’te memlekete dönüş, hemen arkasından gelen 6-7 Eylül, 27 Mayıs darbeleri. Kitapları Lıgırdadzı-Yalnızlar (roman, 1959), Dzovı-Deniz (öykü, 1961) ve Angudi siraharner-Meteliksiz Âşıklar’ın (roman, 1962) yayımlanması. 1960’larda TİP’ten milletvekili adaylığı, seçilemeyiş, yine TİP’ten Belediye Meclis üyesi olarak seçilmesi, geçim sıkıntısıyla türlü işlere giriş ve çıkış. Sonradan başyapıtı olarak kabul edilecek Mrçünneru verçaluysı’nın, yani Karıncaların Günbatımı’nın Jamanak gazetesinde tefrika edilmesi (1970). Üzerine gelen 12 Mart darbesinin ardından romanın kitap olarak basılamaması ve takip eden uzun bir suskunluk dönemi. O dönemde herhalde salt entelektüel meraktan değil aynı zamanda geçim derdiyle de Fransızcadan ve İngilizceden yaptığı çeviriler. Oyuncakçılıktan Mahmutpaşa’da açtığı tezgâhta kadın iç çamaşırı satmaya uzanan küçük ticarî girişimler ve 12 Eylül darbesinden sonra gelen –pek manidar!– ülser hastalığı sonucunda 1984’te 63 yaşında hayata veda.

Paluyan’a yazdığı mektupta, 1962’de, “Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım” diyecekti Biberyan. Fransızcayla başladığı yazarlığa, “Ermeni olduğuma göre Ermenice yazmalıyım” diye düşünerek girmişti. Sonuç, artık neredeyse kimsenin okumadığı, kimsenin göremeyeceği, kimsenin yazdıklarını tartışamayacağı bir dilde ürettiği ve her biri başyapıt mertebesindeki kitaplar oldu. Karınca gibi çalışmasına rağmen yeteneğine tezat oluşturacak kadar az üretebildi.Ülkesine bağlılığını, siyasî mücadelesinde, yurt dışına göç etmeyi düşünmemesinde, Türkçeye çeviriler yapmasında, her şeye rağmen Türkiye ve Türklerle bir diyalog kanalı aramak arzusunda görmek mümkün. Ancak bulunduğu ortam Ermenice yazan, üstelik onun deşmek istediği temaları ele alan bir Ermeni yazarı, o ne kadar iyi yazarsa yazsın, dinlemeye hazır değildi. Bunun nedeni öncelikle kimliğinde yatıyordu. Tıpkı romanın sonlarında Baret’le ilgili söylediği gibi, Biberyan için, yazmaya Fransızca başlasa da, sonradan Ermeniceye dönse de, en sonunda bu kararından ötürü pişmanlık duysa da, “Ermeni olmamanın daha iyi olduğunu fark e[tse de]”… “Ermeni olmamak imkânsızdı.”

Tüm bu içinden çıkılmaz çembere karşın, Biberyan’ın yazmaktaki ve siyasî mücadele vermekteki inadı cevher değerinde görünüyor gözüme. Kendini zaten doğal olarak kavgalı olduğu Ermeni çevresinin içine hapsetmemesi, Türkiye entelijansiyasıyla, sol hareketle yan yana olma inadı. Yaptığı çeviriler, Cağaloğlu’nda yayıncılık çevresiyle içli dışlılığı, İstanbul’da kalmakta diretmesi. Tüm bunlar, onu sadece bir yazar değil, aynı zamanda inatçı bir muhalif, bir direnişçi yapıyordu. Amma velakin yakın olduğu çevrelerde, kim onun Ermenice roman yazdığından haberdardı acaba? Ya da ne yazdığını merak eden var mıydı? Üretmek, konuşmak, susmamak isteyen, suskunluğunu dağıtması için onunla dayanışan? Bu minvaldeki pek çok sorunun cevabının olumlu olmadığını biliyoruz ne yazık ki.

Tanıyanlar, Biberyan’ın iletişim kurulması zor, geçimsiz biri olduğunu söylüyor. Romanlarının baş erkek karakterleri gibi tıpkı. Üç buçuk yıl Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, Varlık Vergisi’ni yaşayan, hapse düşen, işkence gören, sürgünlüğü bilen, 6-7 Eylül’ü, üç darbeyi tecrübe eden, her defasında yine ve yeniden yenilen, yine ve yeniden hayal kırıklığına uğrayan bir adam geçimsiz olmayacaktı da ne olacaktı? Biberyan’ın hayatı, tıpkı romanlarında işlediği karakterler gibi, Felaket sonrası parçalanmışlığın travmasını benliğinde taşıyan, yaşananların inkâr edildiği, ötekileştirme ve düşmanlık ortamında doğup büyüdüğü, kendisine dünya görüşü ve kimliği nedeniyle sürekli zulmeden memleketine yabancılaşmama mücadelesi veren ve ruhunda bunun gerilimlerini, iniş çıkışlarını, savrulmalarını yaşayan bir entelektüelin portresidir en çok.

III

Mrçünneru verçaluysı, 1970’te Jamanak’ta 294 sayı boyunca tefrika edildi. Kitaplaştırılacaktı da, ancak üstüne 12 Mart günleri geldi ve Biberyan romanını kitap olarak bastıramadı. Buna karşılık, arşivlediği nüshaları mücellite vererek, tefrika kupürlerini 10 nüsha hâlinde ciltletti, böylece bir kitap maketi oluşturdu ve bunların bazılarını imzalayarak dostlarına hediye etti. Roman unutulmasın, gazetenin sayfaları arasında tozlanmasın, hiç değilse yazının, çizinin değerini bilen birilerinin kitaplığına girsin diye. Aras’ta bu tefrika-maket-kitaplardan biri var, kalem arkadaşı –sonradan, ilerlemiş yaşında Agos’un kurucularından olacak– Rupen Maşoyan’a ve eşi eğitimci Şoğer adına imzalanmış olarak. Biberyan’ın Sisifosvari çabasında kayanın dağın eteklerine yuvarlandığı anlardan birinin cisimleşmiş hâli olarak yıllardır mahzun duruyor kitaplığımızın raflarında.

Bu noktada bir şeyler canına tak etmiş, işler rayından iyice çıkmış olacak ki Biberyan ömrünün geri kalanında yazı çizi namına elimize ulaşan bir şey bırakmadı. Sonraki yıllarda sağlığı giderek kötüleşti. Ölüm döşeğindeyken, ona son bir sürpriz yapmak isteyen bir grup edebiyatsever kadın, Mrçünneru verçaluysı’nı kitap hâline getirme işine girişti ve Biberyan ölümünden çok kısa bir süre önce romanını kitap olarak eline alabildi. Ne kadar mutlu olduğunu tahmin edebiliriz, ancak ne yazık ki çok geç gelen bir mutluluktu bu. Kısa bir süre sonra, 4 Ekim 1984’te hayatını kaybetti ve Şişli Ermeni Mezarlığı’nın aydınlar bölümüne gömüldü.

Biberyan’a o tatlı sürprizi yapan, bu sayede kitabın bugünlere ulaşmasını sağlayan, ona ve romanına değer veren bu kişiler, malum korkularla, metinden kimi pasajları çıkarmışlardı. Özellikle 1915’le, Felaket’le veya güncel siyasî göndermelerle ilgili bu pasajların kitaba alınmaması hasta yatağındaki Zaven Biberyan’ın bilgisi dâhilinde miydi, onun bu müdahalelere onayı var mıydı, bilmiyoruz. Ancak her halükârda metne bir sansür –belki de otosansür– uygulandığı kesin. Böylece roman, 1984’te, daha önce tefrika edildiği hâlden farklı bir şekilde yayımlanmış oldu. 1998’te Aras tarafından Türkçeye yaptırılan çeviri de, metnin kitaplaşmış hâlinden, bu makaslama işleminden bihaber gerçekleşti. Çıkarılan bölümlerden biri, tek bir cümleydi ve roman karakterlerinin ülkede siyasî ortamın gerginleşmesi nedeniyle başlarına geleceklerden korkmasıyla ilgiliydi:

“Sonunda bizim başımıza patlayacak, elimizde son kalanlar da gidecek.”

Anlaşılan o ki, bu ve benzeri bölümlerin sansürlenmesinde, “Sonunda bizim başımıza patla(r), elimizde son kalanlar da gide(r)” kaygısı rol oynamıştı. O basmakalıp soru akla düşmüyor değil: Hayat mı romanı, roman mı hayatı tekrar ediyordu acaba? Bu bölümlerin çıkarılması, romanın bağlandığı noktanın bir bakıma havada kalmasına neden oluyor, metinden bir hayli şey aşındırıyordu. Daima başa gelebilecek kötü bir şey beklemek, kendini asla güven içinde hissedememek ve yeni bir felaket olmadan varlığına anlam katamamak temalarının altının çizilmesini engelleyen bu kesintiler, romanın 6 Eylül 1955’i 7 Eylül’e bağlayan akşamda, karıncaların günbatımında, şehrin bir yerlerinden duman ve gürültü yükselirken son bulduğu gerçeğini de muğlaklaştırıyor, olayların ve onların yarattığı duyguların çerçevesini belirsizleştiriyordu.

Sonuçta romanı Türkçe okuyanlar, bu pasajların yokluğunda romanı yorumlarken, metnin asıl vurucu yanından bihaber kaldılar. Türkçe çevirideki bir başka büyük müdahale ise, kitabın özgün adıyla değil, Babam Aşkale’ye Gitmedi başlığıyla yayımlanması oldu. O dönem Yılmaz Karakoyunlu’nun romanı Salkım Hanım’ın Taneleri ve Tomris Giritlioğlu’nun romandan uyarlanan filmi nedeniyle Varlık Vergisi kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılıyordu. Aras da, tanınmayan bir Ermeni yazarın Türkçede ilk kez basılacak romanının bilinir hâle gelmesinde bu tartışmanın güncelliğinin bir yararı olacağı düşüncesiyle kitaba bu başlığı uygun gördü. Ancak bu tercih ve kitabın sunuluş şekli, romanın anlam dünyasının Varlık Vergisi’yle sınırlandırılması sonucunu doğurdu ve metnin katmanlı yapısının fark ve deşifre edilmesini engelleyici bir durum yarattı. Böylece Biberyan’ın romanına, iyi niyetle de olsa kötü sonuç veren bir müdahale daha gerçekleşmiş oldu.

Türkçe çevirinin yayımlanmasından sonra, meselenin arka planını iyi bilen bir dostumuz tefrika metinle basılı Ermenice kitap arasındaki farklılıklara –sansüre– dikkat çektiğinde, şaşırıp üzülsek de hayretlere düştüğümüz söylenemezdi.Çünkü bizler de dâhil olmak üzere Cumhuriyet tarihi boyunca kalem işleriyle uğraşan tüm Ermeniler için, söylenebileceklere ve söylenebileceklerin nasıl söyleneceğine dair sınırlar daima mevcuttu. Ancak zamanlar giderek değişmiş, Türkiye bir kez daha göreli –kahretsin, hep göreli!– bir özgürlük ortamına doğru yol almıştı ve hem bu yüzden hem de Biberyan’ın anısına saygı gereği, kitabın 2007’de yaptığımız Ermenice baskısında, tefrika edilen metni esas alarak romanı ilk kez eksiksiz yayımlamış olduk. Nihayet demeli sanırım.

Ama iş burada bitmiyor, bundan sonra yapılacak Türkçe baskının da bu metin temel alınarak eksiksiz bir biçimde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bu yönde çalışıldı da, ancak bir tutukluk sonucu –yoksa lapsus mu demeli?– kitaptan çıkarılmış olan altı pasajdan sadece dördü Türkçe metne eklendi. Böylece, az önce alıntıladığım tek cümle ile kitabın sonunda yer alan ve romanın temel derdi açısından hayatî önem taşıyan aşağıdaki pasaj unutuldu. Türkçede 2013’te ve hâlâ Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla yapılan bu baskı, böylece tam metin olma fırsatını kaçırdı, ancak neyi kaçırdığının farkında değildi.

Dün Varlık, bugün Kıbrıs, yarın başka bir şey. Ama mutlaka ‘başımıza patlayacak’ bir ‘felaket’. ‘Altından bir şeyler çıkacak’ bir şey. Onu rahatsız eden şuydu, […] Bütün o seneler boyunca Ermeni olmanın ne anlama geldiğini unutmuştu şüphesiz. Şimdi hatırlamaya ve ilk sarsıntıyı atlatır atlatmaz, bunun ne anlama geldiğini anlamaya başlıyordu. İstemeden, yine Ermeni kimliğine bürünüyordu. […] ‘Er-meni olmamanın’ daha iyi olduğunu fark ediyordu. Ama Ermeni olmamak imkânsızdı.

[…] Belki sorun tam da buradaydı, çok rahattılar ve bu kadar rahatlığa alışık değillerdi, bir felaketin yakınlığı daima günlerini kemiriyordu. Kazanıyorlardı, yiyorlardı, içiyorlardı, eğleniyorlardı ama sanki batan bir gemideymişler gibi bir acelecilik vardı bu yaşayışta. Her an bir şey bekliyorlardı. Bir karışıklık. Ve şimdi on sene öncesine göre daha çok korkuyorlardı. Çünkü hallerinden memnundular ve bir şeyin değişmesini istemiyorlardı.

“Alıştık Arus Hanım… Felaket…”

Felaket olmadan rahat değillerdi. Hayatlarının bir unsuru eksikti. Bir şey bekliyorlardı. Çünkü sonsuza dek felaketsiz, tekdüze bir hayatı hayal edemiyorlardı. On sene çoktu.”

IV

Bu “unutkanlığı”, suskunlaştırılmış, sessizleştirilmiş, bunu olağan hâl olarak kabullenmiş zihinlerin, bu alışkanlığı bozmak, bir şeylere meydan okumak, ses yükseltmek amacıyla hareket ederken dahi ne kadar zorlandığına, kabukları kırmanın ne büyük çaba gerektirdiğine dair bir örnek olarak mı kabul etmeli? Bir kere suskunlaşan, sesini kesmeyi kabul eden, aksi yönde davranmanın tehlike doğuracağını bilen ve bunu içselleştiren, artık konuşmaya karar verse bile sesi ilk anda kesik kesik çıkar. Karıncalar’ın susturulmuş bölümlerinin üzerindeki örtüyü kaldırırken editoryal hataya düşmekte, metni bir türlü ilk hâline getirip eksiksiz, olduğu gibi ortaya çıkarmayı beceremeyişimizdeki sakarlıkta, türlü bastırmışlıklarımızın etkisi var gibi geliyor bana. Felaket’in ve felaketlerin orada, hep yanı başımızda olduğuna dair bir korkunun, bizleri biçimlendiren ve en cesur hâlimizde bile işte kimi zaman böyle paralize eden o lanet korkunun.  

2017’de, bu kez Zaven Biberyan’ın ilk romanı Meteliksiz Âşıklar’ı Türkçeye çevirdik ve Felaket ve Felaket’i anlatmanın imkânsızlığı üzerine çalışmalarıyla tanınan, bu literatürün gelişmesine büyük katkıda bulunan, Sabancı Üniversitesi’nin davetiyle İstanbul’a gelip bu meselede pek çoğumuzun ufkunu açan edebiyat profesörü Marc Nichanian’dan kitaba bir önsöz yazmasını istedik. Nichanian aynı zamanda, 1985’te, Paris’te yayımlanan Haraç gazetesinde Mrçünneru verçaluysı hakkında ilk eleştiriyi yazan ve romanın önemine dikkat çeken kişiydi. Meteliksiz Âşıklar’a yazdığı önsözde de, Biberyan’ın romanında Felaket’in etkilerini anlatırken Karıncalar’dan bir alıntı yaptı. Metnin Ermenicesinden yaptığı bu alıntıyı, eksiksiz yayımladığımızı sandığımız Türkçe 2013 baskısında bulup yazının içine yerleştirmek üzere kitabın sayfalarını çevirmeye başladığımızda, Nichanian’ın alıntıladığı pasajın metinde olmadığını gördük. Yoktu.Daha doğrusu Ermenicede vardı ama Türkçede yoktu. Türkiye’de değil Fransa’da doğup büyümüş ve Ermenice okuyan bir araştırmacının metnin anlamını kavramaya çalışırken birincil önem atfettiği bu bölüm, Türkçe okuyanlar için de, belli ki biz Türkiyeli Ermeniler için de hâlihazırda mevcut değildi.

Velhasıl, bu alıntıyı Ermenice metinden çevirerek ilk kez Meteliksiz Âşıklar için kaleme alınan önsözde yayımlamış olduk ve o günlerde yaptığımız yazı işleri toplantılarında da, bir dahaki Türkçe baskıyı, tefrika metinle Ermenice kitap metnini sıkı sıkıya karşılaştırarak yapmaya karar verdik. Sonuçta, bugün artık kitabevlerinde ulaşılabilir olan ve artık gerçekten eksiksiz olduğunu umduğumuz kitaba ulaştık. Bu baskıyı yaparken de, metni artık Varlık Vergisi ve Aşkale çerçevesiyle sınırlandırmanın doğru olmadığını, özellikle yeni eklenen pasajların yaptığı vurguların Karıncaların Günbatımı adının anlamını çok bariz bir şekilde ortaya çıkardığını düşünerek, romana özgün adını iade ettik. Bir yayıncılık vebali olarak, kitabın girişinde burada uzun uzadıya anlattığım süreci özetledik, sonunda da 2013 ve 2019 baskılarında metne eklediğimiz kısımları ayrıca listeledik.

Bütün bunları, salt editoryal beceriksizliğimize dair bir özeleştiri olsun diye anlatmadım –bunun gerekliliği aşikâr olsa da. Muradım, Felaket’in ve felaketlerin insana, hayata, kadına, erkeğe, aileye, topluma ne yaptığını anlamayı ve anlatmayı amaç edinen bir yazarın yaşam öyküsünün ve onun eserinin de aynı Felaket ve Felaket sonrası ortam tarafından şekillendiği ve onun suskunluğu parçalayarak anlatmaya cüret ettiklerinin de, kaçınılmaz olarak yine aynı Felaket sonrası ortam tarafından şekillendirilmiş bizler tarafından okunduğu ve algılandığı için, anlatının, hikâyenin ve hayatın bir noktadan sonra ister istemez yeniden kendi içine, kendini başka şekillerde de olsa tekrar etmek üzere döndüğü ve bu kısır döngünün Felaket’in sonuçlarını, yarasını, acısını, travmasını, bütün bunların anlatılamazlığını bir kez daha teyit etmekten başka gidecek yol bulamadığını söylemek.[1]

Buradan bir çıkış var mı peki? Bilmiyorum. Cebimizde galiba sadece, Zaven Biberyan bir yazar olduğuna göre, yazmaktan başka bir çıkış yolu bulamadığına göre, onun dinlenmek, duyulmak, okunmak, anlaşılmak istediği bilgisi var. Sadece bir yazar olarak değil, bir insan olarak da. Onu anlamanın yolu da artık maalesef sadece eserini okumaktan geçiyor. Onunla, eseri yoluyla konuşmaktan, onu tartışmaktan. Bu noktada ise sadece bir insanı anlamak, ona karşı empati geliştirmek gibi etiğin mevzusu olabilecek bir yükümlülükten söz etmiyoruz. Edebî eserden, çok iyi yazılmış üç romandan, bu yılın sonlarına doğru Türkçesini basacağımız öykülerden ve önümüzdeki yıl Türkçeye çevrilecek 800 küsur sayfalık Fransızca bir otobiyografiden söz ediyoruz. Kuşkusuz daha başka koşullar altında yaşasaydı çok daha üretken olabilecek bir yazarın, her şeye rağmen göz ardı edilemeyecek mirasından.

Son söz yerine, yazıyı şöyle bağlamak isterim. Zaven Biberyan’a memleket romanı ve edebiyatı içinde bir yer açmalıyız. Şahsi kanaatim, bunun zirvelerde bir yerde olması gerektiği yönünde, en, en büyüklerin yanında. Ama büyüklük, cesamet çok da önemli değil, önemli olan bir yer olması. Belki Baret’in dönüp yerinde bulamadığı yuvayı telafi edecek bir yer. 2000 yılında, kitap fuarı için gittiğim Ankara’nın itibarlı kitabevlerinden birinde, onun Yalnızlar’ını “Dünya Edebiyatı” raflarında görmüş, burada kalmak için inatla ve ısrarla direnen, üstelik Yalnızlar’ı da Ermeniceden bir başkasına çevirtmeyen, kendisi Türkçe olarak yeniden yazan Biberyan’ın yabancı görülmesine kederlenmiştim. Biberyan bence de dünya çapında bir yazar, ancak onun önce kendi ülkesinin kitaplığında hak ettiği yeri alması gerekiyor. Dilerim Karıncaların Günbatımı buna vesile olur.

[1] Yazıyı okuttuğum arkadaşlarım, bu paragrafın metnin en kritik bölümü olduğunu, ancak son cümlenin çok uzun ve zor anlaşılır olduğunu, burayı yeniden ele almamın iyi olacağını söylediler. Çok haklılar. Ancak burayı açmaya, daha anlaşılır kılmaya, daha düzgün cümlelerle ifade etmeye çalışırsam bunu hem beceremeyeceğimden hem de derdimi daha da kötü anlatacağımdan korktuğum için, olduğu, ilk yazdığım gibi bıraktım. Buraya kadar okumaya sabrettiyseniz, neyi kastettiğimi iyi kötü anlarsınız diye umuyorum.


Rober Koptaş

Ev Kira Şiir Bizim

İkimiz birden sevinemiyoruz,
gök, kızılken sen
maviyken bulutlar.
Ahşap çiçekler ekiyorum, hırsımız kurusun
telaşımı gömüyorum uykuya
ömrümün ikindisi.
Ama şöyle düşün
ikimiz birden üzülebiliyoruz.
buna da şükür.

İkimiz birden düşünemiyoruz, düşümüz ayrı.
Sen uykudayken ben uyanıyorum
ellerimde peynir kokusu
ceketimde kağıt mendil unutulmuş,
çamaşırlar dilsiz, makinalar ruhsuz.
Turum tırak -Nazım’ı okuyan anlasın-
İki pencere karşı karşıya
iki ayrı kıtada.
hiç karşılaşamıyoruz.

İkimiz birden konuşamıyoruz, biliyor musun?
Taş, kağıt, makas
makas kağıt taş.
Hala anlamadıysan
indiğin otobüse biniyorum ben
terk ettiğim bayanı seviyorsun.
Ya erkensin ya geç geliyorsun.
Buraya kadar okuyucu
seni kadın sanıyor.
Feministler, bayan lafına takıntılı
hey genç kız, bizi tanımıyorsun.

İkimiz birden sevişemiyoruz, gülüyor musun?
Ayıp şeyler söylemiyorum
çünkü sevmek işteş bir fiil olunca
kalpleri kararıyor şuursuzların
sözcükleri iğfal ettik, tedeka sağ olsun.
Yetmişini geçmiş amcanın
bir ahretliği vardı,
çok sevmekli iki ihtiyarın aynı gün aynı yerde
ölmesi gibi.

İkimiz ayrı ayrı kavuşabiliriz, bu doğru.
Farklı bütünün tamlananları.
Ruhumuz aitlikle müsemma,
sahip olmaktan bahis açılınca
bir kedim bile yok, anlıyor musun?
Kimin yitirdiğisin
kimin gediğinin taşı?
Sahip olduğun tek mülk
boşluğunun çukuru.

İkimiz birden sevilebiliriz ama.
Seni herkes sever,
ben herkesi sevmem.
Senden de benden de çok var
biz’den hiç yok.


Adige Batur