Özlediğin Gidip Göremediğindir

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

Oruç Aruoba

Bir Aşk Kırgınının Şarkısı

Ve bu şarkıyı söylediğimde
1903 yılında bilmezdim ben
Aşkımın benzeştiğini güzel Phenix’le
Gündüzün dirildiğini yeniden
Bir akşamüstü ölse bile

Yarı sisli bir akşam Londra’da
İpsizin biri aşkımı andıran
Birdenbire dikildi yoluma
Gözlerimi indirdim utançtan
Yüzüme fırlattığı bakışla

Gittim ardından bu arsız oğlanın
Elleri cebinde dudağında ıslık
Evler ayrık dalgaları Kızıl denizin
Sokaklar arasında ilerliyorduk
Kaçan Yahudilerdi o ben de Firavun

Şu tuğla dalgaları düşsün varsın
Bir kerecik olsun sevilmemişsen
Ulu hükümdarı benim Eski Mısır’ın
Kızkardeşiyle evli ordular kuran
Hiçlemişler seni başka ne yaparsın

Daldık bir sokağın alevlerine
İki yandan tutuşmuş duvarlarıyla
Ve yer yer kana bulanmış siste
Duvarlar eğilmiş yaralarına
Bir kadın -tıpkı o- duruyor siste

Onun acı tanımaz bakışıydı
Çıplak boğazında bir yara izi
Ben aşkın yalanını yapmacığını
Tam daha yeni anlamıştım ki
Sendeleyerek içkievinden çıktı

Ne yolculuklardan yıllardan sonra
Bilge Ulysse toprağına ayak basmıştı
Eski köpeği nasıl koşmuştu ona
Ve bıraktığı günkü gibi karısı
Bekliyordu gergefinin başında

Ve kral kocası Sacontale’nin
Sevinmişti döndüğünde zafer yorgunu
Soldurduğu gözlerle bekleyişin
Sevinmişti daha bitkin bulunca onu
Tüyleriyle oynarken erkek geyiğin

Bütün o mutlu kralları düşündüm
Aklımda yalan aşkım o kadın bir de
Bugün hala sevmekte olduğum
Dönek gölgeleri geçmiş iç içe
Çöreklendi yüreğime kördüğüm

Yazık o nesne cehennemi besliyor
Bir unutuş göğü açılsaydı ya
Tek öpüşüne canlarını verdiler
Gölgelerini sattılar uğruna
Ne krallar zavallı devletliler

Ben kış içindeyim oldum olası
Paskalya güneşi buyursanıza
Sivas kırklarının çektiği acı
Hiç kalır yaşadığımın yanında
Çözsenize yüreğimde biriken karı

Belleğim ey incelikli kadırga
Yetmez mi bunca çalkandığımız
Suyu ağza alınmaz dalgalarda
Yetmez mi buncadır avareyiz
Taze sabahtan hüzünlü akşama

Dönek aşk hadi yoluna sen de
Karanlığa karışan şu kadınla
Ve koyup giden kadınla birlikte
Beni geçen yıl Almanya’ da
Bir daha da raslamam herhalde

Sen Samanyolu ne güleç ablasısın
Güz değmiş ırmakların Kenaneli’ndeki
Sevdalı kızlara vergi sırma saçların
Tıkanmış yüzücüler gibi izleyelim mi
Başka gök kıyılarına koşunu senin

Anıyorum ben şimdi başka bir yılı
Bir nisan sabahı erken uyanmıştım
İştahla söylediğim aşkın sarkışıydı
Sevincin sarkışıydı toz kondurmadığım
Yılın aşka teşne zamanlarıydı

Guillaume Apollinaire
Çeviren: Cemal Süreya – Tomris Uyar

Bir Yıl Öncesi İçin Laterna Havası

Nerdesin Paskalya bunca bekledik
İşte o ilkyaz uğrasana koruya
Gıdaklıyan tavuklarla dolmuş tünek
Bak gökte tanın pembe kıvrımlarına
Aşk yürüyüşe geçmiş işimiz bitik

Mars’la Venüs dönmüşler ikisi de
Çok olmuş ağızları çılgınca birleşeli
Katışıksız düzlükler önünde
Güllerin dibinde yapraklarla gizli
Tanrılar çırçıplak dans etmede

Bil çiçeğe durmuşsa dört yan
Sevecenliğimdir önayak buna
Görkemli bir doğa bu içe dokunan
Islak kurbağalar dalmış şarkıya
Ormanı tutmuş ıslığıyla Pan

Çoğu bu tanrıların göçüp gitti
Söğütler onlara ağlar aslında
Büyük Pan Aşk İsa gitti hepsi
Kediler miyavlıyor avluda
Ben Paris’te ağlıyorum şimdi

* * *

Ezberimdedir kraliçe türküleri
Yılların getirdiği sızlanmalar
Balıklara söylenmiş forsa ilahileri
Aşk kırgınının dilindeki şarkılar
Benden sor sirenlere adanan ezgileri

Aşk öldü içimde bir ürperti
Ben o güzel putlara tapıyorum
Onu anımsatan şeylere şimdi
Sızlanmanın sonu yok bağlıyım
Mausole’ün biricik karısı gibi

Ben bağlıyımdır nasıl bağlıysa
Köpek efendisine sarmaşık gövdeye
Sarhoş hırsız kazaklar Zaporogya’da
Nasıl bağlıysalar kendi steplerine
Ve Musa Peygamberin on buyruğuna

Bakıp durdukları müneccimlerin
Şanlı Hilal’imiz gem olsun size
Ben ki hükümdarıyım bunca ülkenin
Ey sevimli kazaklar şu halde
Haşmetli sultanınızım sizin

Kullarım olun bağlanın bana
Diye ferman buyurdu Sultan
Onlar bu habere güldüler oysa
Cevabı da döşendiler tez elden
Bir mumun titrek aydınlığında

Guillaume Apollinaire

Bu din, kötü insanların elinde esir olur; onda arzuyla davranılır ve onunla dünya istenir.

Valisi Muhammed b. Ebî Bekr’in işi karıştığı zaman el-Eşter en-Neha’î’yi Mısır ve nahiyelerine görevlendirdiğinde yazdığı bir ahitname.


Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla…


Bu, Müminlerin Emiri Allah’ın kulu Ali’nin Malik b. el-Håris el-Eşter’e onu, haracını toplamak, düşmanıyla cihất etmek, ahalisini düzene sokmak ve şehirlerini imar etmek üzere Mısır’a vali tayin ederken verdiği ahitte emrettikleridir.


Ona Allah’tan sakınmayı, O’nun itaatini tercih etmeyi; hiçbir kimsenin onlara tabi olmadan mutlu olamayacağı, onları inkar ve ziyan etmeden de mutsuz olamayacağı farzlarından ve tutulacak yollarından Kitabında emrettiklerine uymayı; Münezzeh Olan Allah’a kalbiyle, eliyle ve diliyle yardım etmesini emretmiştir. O -ismi yüce olsun- kendisine yardım edene yardım etmeyi, kendisini güçlendireni güçlendirmeyi üstlenmiştir.


Aynı şekilde nefsini şehvetlerden kırmasını, azma zamanlarında onu durdurmasını emretmiştir. Zira Allah’ın rahmet ettiği hariç, “Nefis, aşırı şekilde kötülüğü emredicidir.”


Sonra ey Malik! Bilmiş ol ki seni, senden önce bazı devletlerin adil ya da zalim olarak hakim olduğu memleketlere gönderiyorum. İnsanlar, senin işlerine, senden önceki yöneticilerin işlerine baktığın gibi bakacaklar; senin hakkında, onlar için söylediğin şeyleri söyleyecekler. Allah’ın onlar hakkında kullarının diliyle söylettiği şeylerin rehberliğiyle sâlih insanlara varılır. Senin için erzakın en sevimlisi, sâlih amelin erzakı olsun. Arzularına hakim ol. Sana helal olmayan şey için kendine cimri ol. Kendine cimri olmak, sevdiği ya da hoşlanmadığı şeyde nefse karşı adil olmaktır.


Tebaaya karşı merhameti, onları sevmeyi, onlara karşı yumuşak olmayı kalbinin iç giysisi yap. Onlara karşı, yiyeceklerini ganimet olarak alan aç- gözlü yırtıcı hayvan gibi olma. Tebaa iki gruptur: Ya dinde kardeşin, ya da yaratılışta sana denk olan. Onlardan hata sadır olur; kusurlar işleyebilirler; kasıt ya da hata ile yanlışlık yapabilirler. Allah’ın sana affından ve bağışlamasından vermesinden hoşlandığın gibi sen de onlara affından ve bağışlamandan ver. Sen, onların üstündesin ve seni görevlendiren senin üstündedir. Allah ise seni görevlendirenin üstündedir. Senden, işlerini yerine getirmeni istedi ve seni onlarla imtihan etti. Kendini Allah’la savaş konumuna getirme. Senin O’ndan intikam alacak gücün yoktur. O’nun affına ve rahmetine ihtiyacı olmayan biri değilsin.


Bir kimseyi afetmiş olmaktan dolayı pişman olma. Cezalandırmadan dolayı da sevinme. Alternatifi olan bir yanlışta acele etme. “Ben yöneticiyim; emrederim ve bana itaat edilir.” deme. Bu, kalbe fesadın girmesi, dinin zayıflaması ve bozulmaya yüz tutmaktır. Hükümranlığından dolayı sende büyüklük ve kendini beğenmişlik ortaya çıkarsa senin üzerindeki Allah’ın hâkimiyetine, nefsine kadir olamadığın şeylerde O’nun senin üzerindeki kudretine bak. Bu, senin tamahlarını bastırır; şiddetliliğini kontrol altına alır, aklından çıkanı geri getirir.


Allah’a azametinde rekabetten ve gücü her şeye yetmede ona benzemekten sakın. Allah, her zorbayı zelil eder ve her kibirli insanı hor görür.


Nefsinden, ailenin önde gelenlerinden ve tebaandan kendisine meylin olduğu kişilerden Allah’ın ve insanların hakkını al. Eğer bunu yapmazsan, zulmetmiş olursun. Allah’ın kullarına zulmedenin, kullarından önce düşmanı, Allah’tır. Allah kime düşmanlık yaparsa, delilini iptal eder. O kişi, zulmünü söküp atıncaya ya da tövbe edinceye kadar Allah’la savaş halindedir. Allah’ın nimetini değiştirmeye ve intikamını çabuklaştırmaya zulüm üzere olmaktan daha fazla sebep olan hiç bir şey yoktur. Allah, mazlumların duasını işitir. 0, zalimleri gözetleyendir.


Senin için işlerin en sevimlisi, hakta en vasatı, adalette en geneli ve tebaanın rızasını en çok sağlayanı olsun. Avamın öfkesi, ileri gelenlerin rızasını silip süpürür. Avamın rızasıyla birlikte olan ileri gelenlerin öfkesi ise affedilir. Yöneticiye tebaa içinde, refah zamanlarında yükü daha ağır olan, sıkıntı zamanlarında daha az yardım eden; adaletten hiç hoşlanmayan; aşırı ısrarla daha fazla isteyen; bağış verildiğinde en az teşekkür eden, verilmediğinde özrü kabulü en ağırdan alan; zamanın afetlerine karşı en az sabırlı olan, ileri gelenlerden daha fazla sıkıntı yeren kimse yoktur. Dinin direği, Müslümanların topluluğu ve düşmana karşı hazır olan, ümmetin avamıdır. Temayülün onlara, meylin onlarla birlikte olsun.


Tebaanın senden en uzak olanı ve yanında en nefret edileni, insanların kusurlarını en çok araştıranı olsun. İnsanlarda ayıplar olur; yönetici onları örtmeye en layık olanıdır. O ayıplardan görmediğini ortaya çıkarma. Üzerine düşen, sana görüneni temizlemendir. Bilmediğin konusunda Allah hükmünü verecektir.Gücün yettiği kadar kusuru ört ki, Allah da senin tebaandan gizlemeyi arzu ettiğin şeyleri örtsün. İnsanlardaki her nefretin düğümünü çöz. Her türlü düşmanlığın vasıtasını kopar. Senin için doğru olmayanı bilmezden gel. İftira edeni tasdik etmekte acele etme. İftira eden, nasihat edenlere benzese de aldatandır.


Danıştığın kişiler arasına, seni cömertlikten vazgeçiren ve fakirlikle korkutan hiç bir cimriyi, işlerde zayıf olmana neden olan bir korkağı, sana zulümde açgözlülüğü süslü gösteren bir hırslıyı dahil etme. Cimrilik, korku ve hırs, Allah hakkında kötü zannın bir araya getirdiği çeşit çeşit huylardır. Yardımcılarının kötüsü, senden önce kötülere yardımcı ve onlara günahlarında ortak olandır. Böyle biri, sırdaşın olmasın. Onlar, günahkârların yardımcıları ve zalimlerin kardeşleridir. Sen, benzer görüşleri ve iş bitiriciliği olan, benzer suçları ve günahları bulunmayan, bir zalime zulmü ve bir günahkara günahı üzere yardım etmeyenler arasından, onlardan daha hayırlı halefler bulursun. Onların sana sıkıntıları daha hafif ve yardımları daha iyidir. Sana daha çok şefkat gösterirler; senden başkasına daha az sevgi beslerler. Onları, yalnızlıkların ve toplantıların için seçkin kişiler edin. Sonra senin yanında onların en çok tercih edileni, acı gerçekleri en çok söyleyen, -Allah’ın dostları için kerih gördüğü,- vuku bulduğunda senin arzundan vuku bulan ve senden sadır olan şeyde en az yardım edeni olsun. Takva ve doğruluk sahiplerine sarıl; sonra onları, seni övmemeleri ve yapmadığın bir batılı sana nispet ederek sevindirmemeleri hususunda alıştır. Övgünün çokluğu, kişinin kendisini beğenmesini doğurur ve kibre yaklaştırır.


Senin yanında güzel iş yapanla çirkin iş yapan, bir olmasın. Böyle davranmak, iyilik yapanları iyilik yapmaktan vazgeçirir; kötülük yapanı ise kötülüğe alıştırır. Onların her birini, kendisine uygun gördüğü şeyle yükümlü tut.

Bilmiş ol ki, bir yöneticinin tebaası hakkında hüsn-ü zannını ortaya koymasına, onlara ihsanda bulunmasından, sıkıntılarını azaltmasından, onlarda bulunmayan şeyler nedeniyle zorlamayı terk etmesinden daha iyi vesile yoktur. Sende, bunda tebaana karşı hüsn-ü zannını bir araya getiren bir iş olsun. Hüsn-ü zan, uzun bir yorgunluğu senden alır. Senin hüsn-ü zannına en layık olan kişi, davranışın onun nazarında güzel olandır. Senin su-i zannını en çok hak eden de, davranışın onun nazarında kötü olan kimsedir.


Bu ümmetin liderlerinin işlediği ve etrafında muhabbetle birleşilen bir uygulamayı yıkma. Söz konusu uygulamaların geçmişine zarar verebileceğin bir uygulama ihdas etme. Zira mükâfat, o uygulamayı ortaya koyanın olur; ondan kaldırdığın şey sebebiyle de günah senin üzerine olur.

Şehirlerin için doğru olanı güçlendirmek ve senden önce insanların yaptıkları doğruları ikame etmek için alimlerle mütalaada bulunmayı ve bilgelerle konuşmayı artır.

Bilmiş ol ki, tebaa sınıflardan meydana gelmektedir. Bir kısmı ancak diğer kısmıyla doğru olur. Bir kısmı diğer bir kısmı olmadan yapamaz. Bazıları Allah’ın askerleri, bazıları genel ve özel işleri yürüten katipler, bazıları adaleti yerine getiren kadılar, bazıları hakkı gözeterek ve yumuşaklıkla görev yapan görevliler, bazıları zimmilerden ve insanların Müslümanlarından cizye ve harac ödeyen, bazıları tacirler ve zanaatkarlar, bazıları ihtiyaç ve fakirlik ehlinden düşük tabakadan olanlardır. Allah, hepsinin payını zikretmiş ve Kitabında durumuna göre farizasını ya da Peygamber’in (s) sünnetinde bizim yanımızda korunan ahdini belirlemiştir.

Askerlere gelince, Allah’ın izniyle tebaanın kaleleri, yöneticilerin güzelliği, dinin gücü ve güvenliğin yollarıdırlar. Onlar olmadan tebaa ayakta duramaz. Sonra Allah’ın onlara çıkardığı, düşmanlarıyla savaşta kendisiyle güçlendikleri, hallerini düzeltme konusunda dayandıkları, ihtiyaçlarını karşılayan harac olmadan destekleri olmaz. Sonra bu iki sınıfın, akitlere karar verecek, yararlı şeyleri bir araya getirecek ve işlerin özelinde ve genelinde kendilerine güvenilecek kadılardan, amirlerden ve kâtiplerden oluşan üçüncü bir sınıf olmadan destekleri yoktur. İhtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelen, çarşılarını ayakta tutan, başkalarının yumuşaklığının ulaşamadığı şeyler için elleriyle yumuşaklıkta onlara yeten tacirler ve zanaatkarlar olmadan bunların hepsinin destekleri yoktur. Sonra ihtiyaç ve fakirlik ehlinden destek ve yardımı hak eden düşük tabaka da vardır.


Allah katında hepsinin genişliği vardır. Hepsinin yönetici üzerinde, kendisine uygun olan bir hakkı vardır. Yönetici, Allah’ın onu bundan yükümlü tuttuğu hakikatten, ancak önem verme ve Allah’tan yardımla, hakka bağlılığı nefsinde yer ettirmesiyle ve kendisine hafif ya da ağır gelen şeye sabırla (yüz akıyla) çıkabilir. Askerlerinden, kızgınlığı geciktirenlerden, mazerete itimat eden, zayıflara merhamet eden, güçlülere karşı sert olan, sertliğin tesir edemediği ve zayıflığın çaresiz duruma sokamadığı, sana göre Allah, Resulü ve liderin için en fazla nasihat edeni, sinesi en arı olanı ve yumuşak huyluluğu bakımından en üstün olanı görevlendir.


Sonra asil soy sahiplerine, erdemli evlerin mensuplarına ve iyilikte önde gelenlere, sonra zorluk, şecaat, cömertlik ve hoşgörü ehline sarıl. Onlar, asaletten toplanmışlardır; iyiliğin kollarındandır. Sonra onların işlerini, ebeveynin çocuklarını kontrol ettiği gibi kontrol et. Onları güçlendirdiğin bir şey, sana ağır gelmesin; üzerinde anlaştığınız bir ihsanı, az da olsa hakir görme. O, sana nasihati cömertçe vermelerine ve senin hakkında hüsn-û zan beslemelerine sebep olur. İşlerinin küçük olanını, büyüğüne güvenerek incelemeyi terk etme. Senin azıcık ihsanından yararlanacakları bir yeri ve büyük olanından müstağni olmayacakları bir yeri vardır.


Askerlerinin liderlerinin en üstünleri, -sana göre- yardımıyla askerlere destek veren, zenginliğinden onlara, onların arkalarında kalanlara ve ailelerinden geridekilere yetecek kadar ihsanda bulunan kimseler olsun ki askerlerin, düşmanla cihâtta endişeleri tek olsun. Liderlere olan meylin, kalplerini sana meylettirir. Yöneticileri sevindiren şeylerin en üstünü, şehirlerde adaletin yerine getirilmesi ve tebaanın sevgisinin ortaya çıkmasıdır. Onların sevgisi, ancak kalplerinin esenliğiyle ortaya çıkar. Tebaanın samimiyeti, ancak işlerini yürüten yöneticilerini korumaları; onların idaresinden az sıkılmaları ve idarecilik sürelerinde geçirdikleri zamanı uzun bulmamaları durumunda gerçek olur. Onların emelleri konusunda geniş ol. Onlara güzel övgüde bulunmayı ve onlardan sınananların nelerle sınandıklarını anmayı sürdür. Onların fiillerinin güzelliğinin zikredilmesini artırmak, cesuru coşturur ve kaçınanı -Allah’ın izniyle- teşvik eder. Sonra onlardan her adamın ne ile sınandığını bil ve bir kişinin sınandığı şeyi başkasına nispet etme; onu imtihanın gayesinin altında görme. Bir kişinin şerefi, seni onun küçük olan imtihanını büyütmene, kişinin düşkünlüğü, onun büyük olan imtihanını küçümsemene teşvik etmesin.


Sana problemli gelen işleri ve işlerden şüpheli gelenleri Allah’a ve Resulüne havale et. Allah, doğru yolu göstermek istediği bir topluluğa, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resûle götürün. “ demiştir. Allah’a götürmek, Kitabının muhkemini kabul etmektir; Resûle götürmek, -ihtilafa neden olan değil-, üzerinde ittifak edilen sünneti kabul etmektir.


Sonra insanlar arasında hüküm vermek için -sana göre- tebaanın en üstünü olan, işlerin usandırmayacağı, hasımlarla tartışmayan, hatada diretmeyen, öğrendiğinde hakka dönmekten göğsü daralmayan, nefsi tamaha [yukarıdan] bakmayan, hükme ilk bakışta zihninde oluşan anlayışla yetinmeyip onu en ince detayına kadar irdeleyen, şüphelerde en çok duran, delilleri en çok alan, hasmın müracaatından en az usanan, işleri ortaya çıkarmada en sabırlı, hüküm açıklığa kavuştuğunda en tavizsiz, övgünün kibirli yapmadığı, kışkırtmanın kendini beğendirmediği kimseyi seç. Bunların sayısı azdır. Sonra bunun yargısını izlemeyi artır. Ona noksanlığını giderecek ve insanlara muhtaçlığını azaltacak şekilde cömertlikte geniş davran. Ona, senin yanında, adamlar tarafından suikasta uğramaktan emin olması için başka yakın adamlarının tamah etmediği, yanındaki makamdan ver. Bu duruma derin bir bakışla bak. Bu din, kötü insanların elinde esir olur; onda arzuyla davranılır ve onunla dünya istenir.


Sonra görevlilerinin işlerine bak. Onları imtihan ederek görevlendir; kayırarak ya da keyfi olarak görevlendirme. Bu ikisi, zulüm ve ihanetin bölümlerinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Onlardan, faziletli ailelere mensup, geçmişte İslam’a hizmeti olan, deneyim ve haya sahiplerini gözet. Onlar, en asil ahlaklı, itibarları en düzgün, hırslara en az yönelen, işlerin sonucuna en ciddi bakanlardır. Sonra onlar için erzakı bol ver. Bu, nefislerini uygun hale getirmeleri için onlara bir güç, ellerinin altındakini almalarına engel ve emrine muhalefet ettikleri ya da emanetine ihanet ettikleri zaman onlar aleyhine hüccet olur. Sonra onların işlerini kontrol et ve onlar için doğruluk ve vefa sahibi insanlardan casuslar gönder. İşlerini gizli olarak denetlemen, emaneti kullanmalarında ve tebaaya yumuşak davranmalarında onlar için teşvik edici olur. Yardımcılardan korun. Onlardan biri elini ihanet için yayarsa casuslarının onun hakkındaki haberleri senin yanında bir araya gelir. Şahit olarak bununla yetinir ve bedenine cezayı yayar, onu yaptığından dolayı muaheze edersin. Sonra onu rezillik konumuna getirir, ihanetle damgalar ve töhmet ayıbını boynuna takarsın.


Harac işini, doğru kişilerle kontrol et. Haracın ve görevlilerinin doğru olması, onlardan başkaları için de doğruluktur. Onlar olmadan başkalarına doğruluk yoktur. Çünkü insanların hepsi, harac ve görevlilerinin geçimini sağladığı kimselerdir. Yerin imarına bakışın, haracı toplamaya bakışından daha ciddi olsun. Zira harac, ancak imarla elde edilir. Kim imar etmeden haracı isterse memleketleri harap ve kulları yok eder. Onun işi uzun süre devam etmez. Verginin ağırlığından, ürünlerine zarar veren bir hastalıktan, arazilerini suladıkları suyun ya da yağmurun kesilmesinden, suyun kaplaması nedeniyle ürünün zarar görmesinden veya kuraklıktan şikayet ederlerse, işlerinin uygun olacağını umduğun kadarıyla yüklerini hafifletirsin. Onların sıkıntısını giderdiğin şey sana ağır gelmesin. O, onların güzel övgüsünü kazanmanın ve onlara adaleti uygulamakla mutluluğun yanı sıra memleketinin imarında ve eyaletini süslemede sana iade edecekleri bir hazinedir. Onları rahatlatman suretiyle yanlarında sakladığın, onları adaletine ve yumuşaklığına alıştırmandan dolayı kazandığın güvenle, kuvvetlerine daha fazla güvenirsin. Bazen akabinde onlara bağırdığın bazı işler olabilir ki, onu hoşlukla taşırlar. Bayındır memleketin ahalisi, yüklediğin her şeyi taşır. Yerin harap olması, ahalisinin fakirliğini getirir. Yöneticilerin malı toplamayı gözetmeleri, [görevde) kalma hakkında karamsar olmaları ve nasihatlerden az yararlanmaları ahaliyi fakirleştirir.

Sonra katiplerinin durumuna bak. İşlerinin başına onların en hayırlılarını getir. Düşmanlarına kurduğun tuzaklarını ve sırlarını sadece, “cömertliğin kendisini şımartıp da bir topluluğun huzurunda sana muhalefet etmeye cesaret etmeyecekler arasında güzel ahlakın her türlüsünü nefsinde en çok toplayan; senin için aldığı ve senden verdiği şeyler konusunda, görev verdiğin kişilerin seninle yazışmaları ve doğru bir şekilde senden onlara cevaplanın gitmesi hususunda gafletin kendisini hataya düşürmeyeceği; senin lehinde yaptığı bir akdi zayıflatmayan; senin aleyhine yapılmış bir akdi de çözmekten aciz kalmayan ve işlerde nefsinin değerinin ulaştığı noktadan habersiz olmayan” kimseye yazdır. Zira kendi değerini bilmeyen kişi, başkasının değerini hiç bilmez. Onları seçimin, ferasetine, güvenine, hüsn-ü zannına dayalı olmasın. İnsanlar, yapmacık tavır takınarak ve güzel hizmet ederek kendilerini yöneticilerin ferasetlerine tanıtırlar. Bunun gerisinde samimiyet ve emanetten bir şey yoktur. Fakat senden önce salih olanlar için görevlendirildikleri şeylerle onları sına. Avam arasında en güzel iz bırakana ve emaneti en iyi bilen olarak tanınana güven. Bu, Allah’a ve işini üstlendiğin kişiye karşı samimiyetine delildir. İşlerinden her birisinin başına, işin büyüğünün kendisini yenmediği, çokluğunun ona dağınık gelmediği bir başkan getir. Katiplerinde haberdar olmadığın her ne ayıp olursa olsun ondan sorumlusun.


Sonra tacirlere ve zanaat erbabına özen göster. Mukim olsun, gezici olsun ya da bedeniyle kazanan olsun, onlar hakkında hayır tavsiye et. Onlar, yararların unsurlarını, ihtiyaçların sebepleri ve bu ihtiyaçları karada ve denizde, ovada ve dağda, bulundukları yerlerde insanların toplanamadıkları ve cesaretli olamadıkları, uzak yerlerden ve bırakıldıkları bölgelerden getirenlerdir. Onlar, felaketlerinden korkulmayan esenliktirler; gailelerinden korkulmayan barıştırlar. Bulunduğun yerde ve memleketinin çeşitli bölgelerinde işlerini kontrol et. Bunun yanında bilmiş ol ki, onların çoğunda aşırı bir darlık, çirkin bir cimrilik, stokçuluk yapma, satılan ticarî mallarda tahakküm vardır. Bu, umuma yönelik bir zarar kapısı, yöneticilerin bir ayıbıdır. Stokçuluğu engelle. Zira Resulullah (s) onu engellemiştir. Alışveriş, adaletli tartılarla ve iki tarafa, satana da alana da zarar vermeyen fiyatlarla hoşgörülü olsun. Sen yasakladıktan sonra kim stokçuluk yaparsa, aşırıya gitmeden onu cezalandır.

Miskinlerden, ihtiyaç sahiplerinden, aşırı fakir ve kronik hastalardan meydana gelen, hileleri olmayan aşağı tabaka hususunda Allah’tan kork. Bu tabakadan dilenen ve muhtaç olduğu halde dilenemeyenler vardır. Allah’ın sana hakkından emanet ettiklerini, O’nun için koru. Onlar için beytülmalinden bir pay ve ganimet arazilerinin gelirlerinden bir pay ayır. Onlardan en uzak olanın, en yakında olan kadar hakkı vardır. Hepsinin hakkı gözetilmiştir. Kibir seni onlarla ilgilenmekten alıkoymasın. Önemli çoğunluğu eksiksiz bir şekilde yerine getirsen dahi önemsiz olanı zayi etmenden dolayı mazur görülmezsin. İlgini onlardan uzaklaştırma; onları hor gören bir tavır takınma. (Çirkinliğinden dolayı)] gözlerin bakmak istemediği ve insanların hakir gördüğü kimselerden sana ulaşamayanların işlerini incele. Bunları araştırmak için güvendiğin, Allah’tan korkan ve tevazu sahibi kimseleri görevlendir ki, sana durumlarını bildirsinler. Sonra onlar için Allah’la karşılaştığın gün mazur olacağın şeyi yap. Bunlar, tebaa arasında başkalarına göre insafa en fazla ihtiyacı olanlardır. Hepsinin hakkını ödemede Allah’a karşı mazur olacak şekilde davran. Yetimleri olanları, hilesi olmayan ve istek için kendisini ortaya koyamayan yaşlıları gözet. Bu, yöneticiler için ağırdır. Fakat hakkın hepsi ağırdır. Allah, onu akıbeti isteyenler, nefislerini sabrettirenler ve Allah’ın onlara vaat ettiklerinin doğruluğuna güvenen kavimler için hafifletir.


İhtiyaç sahiplerine, onların sorunlarına bizzat eğileceğin, seni yaratan Allah’a karşı tevazu göstereceğin, onlardan konuşanın seninle korkmadan konuşabilmesi için askerlerini, korumalarından ve polislerinden yardımcılarını (onları korkutmaktan] alıkoyacağın, umumi bir oturum oluşturacağın bir zaman ayır. Resulullah’ın (s) birçok yerde şöyle dediğini işittim: “Bir ümmet, fakirin hakkı güçlüden kekelemeden alınmadan temizlenmez.” Sonra onlardan sertliğe ve konuşmayı beceremeyene tahammül et. Tahammülsüzlüğü ve büyüklenmeyi kendinden uzaklaştır ki, Allah bunun karşılığında senin üzerine rahmet kanatlarını yaysın ve sana itaatinin sevabını uygun görsün. Verdiğini güzellikle ver. Güzellikle ve özür beyan ederek engelle. Sonra bazı işlerini bizzat kendin yapman gerekir. Katiplerinin aciz kaldığı meselelerde, görevlilerine bizzat cevap vermen ve insanların ihtiyaçlarını, yardımcılarının kalplerini daraltan şeylerle beraber sana geldikleri günde karşılaman, bunlardandır. Her günün işini o gün yap; her günün [kendine mahsus) yapılacak işi var. İçinde, iyi niyetle davranıldığı ve tebaa esenliğe kavuştuğu takdirde bütün zamanlar her ne kadar Allah için (harcanmış) olsa da, yine de vakitlerin en değerlisini ve payların en büyüğünü Allah’a adamak üzere kendine tahsis et.


Sadece Allah’a mahsus olan farzları hakkıyla yerine getirmen, dininden Allah için ihlasla eda ettiğin en özel şey olsun. Gecende ve gündüzünde Allah’a bedeninden ver. Bundan, Allah’a yakınlaştığını tam, lekelenmemiş, eksiltilmemiş, bedenini yorabildiğin kadarhakkıyla yerine getir. İnsanlara imamlık yapmak üzere namaza kalktığın zaman nefret ettirici ve hakkını tam vermeyip zayi eden olma. İnsanların içinde hasta ve ihtiyaç sahibi olanlar var. Beni Yemen’e gönderdiği zaman Resulullah’a (s), onlara nasıl namaz kıldıracağımı sordum. Bana, “Onlara, en zayıflarının namazı gibi bir namaz kıldır ve müminlere karşı merhametli ol.” dedi.


Tebaandan uzun süre gizlenme. Zira yöneticilerin tebaadan gizlenmesi, bir çeşit sıkıntı ve işleri az bilmektir. Onlardan gizlenmek, kendilerinden gizlenen şey hususundaki bilgilerini keser; böylece onların yanında büyük olan küçülür, küçük de büyür. Çirkin güzel olur; güzel çirkinleşir. Hak batılla karışır. Yönetici, insanların hangi iş sebebiyle görünmediğini bilemediği bir insandır. Hakkın, doğruyu yalandan ayıran alametleri yoktur. Sen, iki adamdan birisin: Ya nefsin hak yolunda cömertlik yapmıştır. O halde verdiğin bir hakkın görevinden ya da ihsanda bulunduğun asil bir davranıştan neden gizleniyorsun? Ya da vermemekle imtihan edilen bir kişisin. İnsanlar, senin cömertliğinden ümit keserlerse senden istemekten vazgeçmede ne kadar da acelecidirler! Bununla beraber, insanların sana olan ihtiyaçlarının çoğu, bir zulme uğramayı şikayet ya da bir uygulamada adalet istemek şeklinde olup bunlarda bir zorluk yoktur.


Sonra yöneticinin özel adamları ve arkadaşları vardır. Onlarda, ayrıcalıklı olma, haksızca bir yere atanma isteği ve adaletle muamelede eksiklik olur. Bunların unsurlarını, bu hallerin vasıtalarını kesmek suretiyle kes. Dostlarından ve akrabalarından kimseye bir yeri ikta olarak verme. Onlar, sudan pay alma ve zorluklarını başkalarına yükleyecekleri ortak bir iş konusunda etrafındaki insanlara zarar verecek bir araziye sahip olmayı asla senden ummasınlar. [Onların bu ümitlerini gerçekleştirdiğin takdirde] bunun faydası sana değil onlara, ayıbı ise dünya ve ahirette sana ait olur.


Hakkı bırakmayan, yakın veya uzak olan insanlar için hakkı bırakma. Bu hususta sabreden ve karşılığını Allah’tan bekleyen ol. Bu hak akrabalarında ve yakınlarında sabit olduğu zaman, sen de onu sabit kıl. Onun akıbetini, ondan sadır olup sana ağır gelecek şeyde ara. Bunun akıbeti övgüye layıktır.


Tebaa senin zulmettiğini düşünürse, mazeretini beyan ederek işi açıklığa kavuştur. Açık davranarak onların senin hakkındaki zanlarını düzelt. Bunda, senden nefsin için bir alıştırma, tebaana karşı yumuşak davranma, onları hak üzere doğrultmadan dolayı onunla ihtiyaçlarına ulaşacağın mazeret vardır.


Düşmanın seni davet ettiği, Allah’ın razı olacağı bir barışı reddetme. Banışta, askerlerine rahatlık, endişelerinden kurtulma ve memleketin için güven vardır. Fakat onunla barış yaptıktan sonra düşmanına dikkat et, ha dikkat! Düşman bazen, seni gaflete düşürmek için yaklaşır. Sağduyulu davran. Bu hususta hüsn-ü zanla beraber şüphe de duy. Düşmanınla aranda bir anlaşma yaparsan ya da ona zimmet verirsen yaptığın anlaşmayı vefayla koru. Zimmetini emanetle himaye et. Nefsini verdiğin şey için kalkan yap. Arzularının farklı ve görüşlerinin dağınık olmasına rağmen, insanların ahitlere vefa göstermeyi yücelttikleri kadar, üzerinde topluca daha ciddi durdukları, Allah’ın farzlarından bir şey yoktur. Müşrikler, (ahlak bakımından] Müslümanların aşağısında olmalarına rağmen ihanetin akıbetini kötü saydıkları için buna tutundular. Verdiğin zimmete ihanet etme; yaptığın anlaşmayı bozma; düşmanını kandırma. Allah’a karşı ancak câhil bir hain cesur olabilir. Allah, ahdini ve zimmetini emniyet kılmış; onu rahmetiyle kullar arasında, kuvvetine sığındıkları ve komşuluğuna iltica ettikleri dokunulması yasak olarak yaymıştır. Onda ifsat, ihanet ve kandırma yoktur. İlletlerin geçeceği bir anlaşma yapma. Teyit ve sağlamlaştırmadan sonra bir sözün hatasına güvenme. Onda sana Allah’ın ahdinin lazım olduğu bir işin darlığı, hak üzere olmaksızın bozulmasına seni davet etmesin. Feraha kavuşmayı ve akıbetinin faziletini umduğun bir işin darlığı üzerindeki sabrın, -Allah’tan bir isteğin seni ihata edeceği, dünyanı ve ahiretini muaf tutamayacağın- sonucundan korktuğun bir ihanetten daha hayırlıdır.

Kandan ve haksız yere akıtılmasından sakın! Kanları haksız yere akıtmaktan daha çok, intikamı davet eden, daha büyük sonucu olan, bir nimetin zevaline ve müddetin kesilmesine daha layık olan başka bir şey yoktur. Münezzeh Olan Allah, Kıyamet gününde kullar arasında hüküm vermeye, akıttıkları kanlarla başlayacaktır. Otoriteni, haram bir kanı akıtarak güçlendirme. Bu, onu zayıflatacak ve zayıf düşürecek şeylerdendir, hatta onu bitirecek ve devredecek şeydir. Kasten birisini öldürmende, Allah’ın yanında ve benim yanımda bir mazeret yoktur; çünkü onda bedeni kısas etme vardır. Bir hatayla imtihan edilirsen, kırbacın, kılıcın ya da elin cezalandırmada aşırıya gitmişse, tokat veya daha fazlası nedeniyle ölüm meydana gelmişse, otoritenin kibri seni öldürülenin velilerinin hakkını ödemekten engellemesin.


Kendini beğenmekten, nefsinden beğendiğin şeylere güvenmekten ve aşırı övgüyü sevmekten sakın! Bu, iyilik yapanların iyiliklerinden olanı silmesi için Şeytan’ın, nefsindeki en sağlam fırsatlarındandır.


Yaptığın iyiliği tebaanın başına kakmaktan, yaptığını abartmaktan ve onlara söz verip akabinde sözünde durmamaktan sakın. Başa kakmak, iyiliği yok eder; abartmak, hakkın nurunu giderir; sözde durmamak, Allah’ın ve insanların yanında nefreti gerektirir. Yüce Allah, “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.“ buyurur.


Vaktinden önce işlerde acele etmekten, yapabildiğin halde ihmal etmekten, doğrusu bilinmediği durumlarda yapmaya inat etmekten ve durumları açık olduğunda zayıflık göstermekten sakın. Her işi yerine koy; her ameli yerinde yap.


İnsanların eşit oldukları bir şeyde kendine ayrıcalık tanımaktan ve göz önünde olan şeylerin ihtimam gösterilenlerinden gafil olmaktan sakın. Zira başkası yüzünden cezalandırılacaksın. Yakında işlerin örtüleri sana açılacak ve mazlumun hakkı senden istenecek. Kızgınlık sırasında kendine, sertliğine, elinin saldırısına ve dilinin keskinliğine hakim ol. Bütün bunlardan, öfken sakinleşip iradene hakim oluncaya kadar, diline ilk gelen sözleri tutmak ve saldırıyı ertelemek suretiyle korun. Rabbine dönüşünü hatırlayarak gayretlerini artırmadığın sürece, bu konuda nefsine asla hakim olamayacaksın.


Senin üzerine vacip olan şey, senden önceki adil bir idareden, faziletli bir uygulamadan, Peygamberimizden (s) gelen bir rivayetten ya da Allah’ın Kitabındaki bir farzdan geçenleri hatırlayıp, ondan amel ettiğimizden müşahede ettiğine uymak; nefsinin, arzusuna koştuğu zaman bir sebebinin olmaması için sana bu ahdimde ahdettiğim ve kendimden senin üzerine delil olarak güvendiğim şeylere uyma konusunda kendi kendine bütün gayretini sarf etmendir.


Allah’tan, rahmetinin genişliğiyle ve her isteneni verebileceği kudretinin büyüklüğüyle, beni ve seni, -kullarda güzel övgüyle, şehirlerde güzel eserle, nimetin tamamlanması ve cömertliğin artmasıyla beraber- Zatına ve mahlukatına karşı açık özür üzere bulunmak suretiyle rızasının olduğu şeyde muvaffak kılmasını, benim ve senin ömrünü saadet ve şehadetle tamamlamasını diliyorum. Biz O’na döneceğiz. Resulullah’a (s), iyi ve temiz ailesine -pek çok- selam olsun… Vesselam.…

Hz. Ali (r.a)

Hz. Ali / Nehcü’l Belağa Hz. Ali’nin Konuşmaları, Mektupları ve Hikmetli Sözleri Eş-Şerîf Er-Radî, Çeviren: Prof. Dr. Adnan Demircan Beyan Yayınları

Mültecinin Evi

Yarınınız belli değil. 

Dününüz berbat.

Bugününüz iç karartıcı. 

Her an işsiz kalabilirsiniz, bir daha da iş bulamayabilirsiniz.

Çocuklarınızı gönderdiğiniz devlet okullarına güveniniz yok.

Okuduğunuz gazetelerin, seyrettiğiniz televizyonların neye, kime hizmet ettiği şaibeli.

Hukukunuzun bağımsız olmadığını biliyorsunuz.

Gözaltına alınmanız, sorguya çekilmeniz ve sittin sene sürecek bir davanın sonucunu hapishanede beklemeniz an meselesi. 

Ülkenizde yapılan hiçbir sınav güvenilir değil, Milli Piyango kurumunuzun adı bile kirlenmiş.

Bankalardan hangisi bugün var yarın yok belirsiz.

Bakanlar, rektörler ve hatta cumhurbaşkanınız bile diken üstüne.

Herkes birbirini tehdit ediyor, ülke şantajla yönetiliyor. 

Ve kimse kimseye güvenmiyor.

Şu anda bombalar patlamıyor ama patlamışlığı var.

Darbeler yapılmıyor ama yapılmışlığı var.

SİZ DE MÜLTECİSİNİZ

Siz…

Hiç yer değiştirmediniz, sınırları gizlice geçmediniz, delik botlarla denizlere açılmadınız ama yine de kendi ülkenizde nicedir mültecisiniz.

İşçisiniz, memursunuz, köylüsünüz, sanatçısınız, çiftçisiniz, iş insanısınız, kadınsınız, çocuksunuz, azınlıksınız, farklısınız…

Ve biliyorsunuz, bu ülkede hasbelkader hayattasınız.

Gitmek isteseniz gidecek yeriniz yok. 

Dönmek isteseniz dönecek yeriniz kalmadı. 

Köyleriniz tükendi, ormanlarınız yakıldı, nehirleriniz kirlendi, şehirleriniz yağmalandı, duygularınızla çok oynandı.

Kâğıt üzerinde bu ülkenin vatandaşısınız ama değilmiş gibi yaşamaktasınız.

Ve bu neden böyle oldu hâlâ çok fazla anlamamaktasınız.

İşte böyle bir ülkede sığınmacılara yönelttiğiniz kininizin ve öfkenizin anlamı, sandığınızdan çok farklı
.

Kendisine yeni bir hayat kurma umuduyla ülkesinden kaçan ve sizin ülkenize varan o Suriyelileri, Afganları, Pakistanlıları…

Afrika’nın ve Asya’nın çeşitli yerlerinden yola çıkıp bu topraklara varabilenlerden o sağ kalanları aslen sevmiyor olamazsınız.

Olsa olsa…

O insanları kendi topraklarından eden ve sizi de bu korkunç sisteme alet eden devletlerin rezil politikalarını sevmiyorsunuzdur.

Kendi ülkenizin mülteciler üzerinden yaptığı kirli hesapları sevmiyorsunuzdur.

Savaşları çıkaranları, savaşları körükleyenleri, savaşlarda ceplerini dolduranları sevmiyorsunuzdur.

Sokaklarda dilendirilen, çıkmazlarda fuhuş cehennemine sürüklenen çocuklar üzerinden para kazananları ve o para kazananları durdurmayıp aksine önlerini açanları sevmiyorsunuzdur. 

Ülkelerin arasına içi timsah dolu hendeklerden sınırlar kazanları sevmiyorsunuzdur.

Sizi de onları da yoksul bırakanları ve savaşlardan paralar kazanmayı umanları sevmiyorsunuzdur. 

GERÇEĞİN İKİ YÜZÜ

O insanların da bir zamanlar içinde doğduğu ve büyüdüğü bir ev olduğunu düşünseniz…

O evde yaşanmış ve kalbe kazınmış anıları olduğunu aklınıza getirseniz…

Onların da çok ama çok özledikleri en azından bir anneleri, bir kardeşleri, bir sevgilileri, bir arkadaşları olduğundan adınız gibi emin olsanız…

İçlerinden herhangi biriyle şimdi kalkıp, doğdukları yere birlikte gitseniz…

Onun sizi sevdiği sokaklarda gezdireceğini…

Size kendi sevdiği yemeklerden yedireceğini…

Küçükken kurduğu hayalleri anlatacağını…

Nihayetinde sözün hayal kırıklıklarına varacağını…

Ve sohbetinizin bir yerinde muhakkak hüngür hüngür ağlayarak birbirinize sarılacağınızı ve yoksulluğu birlikte lanetleyeceğinizi bilirsiniz.

Evet, ülkeye kafileler halinde çoğu erkek olan mülteciler gelmekte…

Evet, iktidarın mülteci politikası muhtemelen sinsi niyetler beslemekte…

Evet, mülteci sorunu daha da büyük bir karanlık vaat etmekte…

Ama gerçeğin bir yüzü buysa… diğer yüzü de şu:

Mültecileri suça sürükleyen o düzen sizin neden sonuç ilişkisini kurmamanızdan cesaretlendikçe dünya böyle böyle cehenneme dönüşmekte.

Mine Söğüt

Kendi ülkenizde nicedir mültecisiniz.

Ve her şey bozulmuş, özünden uzaklaşmış ve geç kalınmıştır.

Sizi yalnızca şiirlerinizle biliyoruz. Yakından tanımak isteyen okurlarınız için biraz kendinizden bahseder misiniz?

Şairi şiirinden bilmek en iyisidir. Fazlası okur için hayal kırıklığı da olabilir, şiirle okur arasına girip şiirini de gölgeleyebilir. Şimdi bu soruyu düşününce ve dolayısıyla kendim hakkında düşününce aklıma pek çok şey geliyor. Ama ne kadarı okuru ilgilendirir bilmiyorum. 1998’den beri şiir yazıyorum, yazmadığım 7 yılı saymazsak. O zamanlar çok yazı yazdım. Hepsi de kendime. Belki onlar o dönem beni şiirime hazırladılar. Kendimden ibaret bir hayatım var. İstanbul’da yaşıyorum.

İlk şiirlerinizi ne zaman yazmaya başladınız?

Öncekileri saymazsak Aralık 1998’de yazdım ilk şiirimi. Hatta bu kitapta da var: Ashab-ı Kehf. O şiir 1999 Mart’ta Kaşgar dergisinde yer aldı. Çok sevinmiştim. Kütahya’da öğrenci idim üniversite son sınıfta. Her zaman şiir ve edebiyat konuştuğum dostlarım vardı. O zamanlar bunları büyük heyecan ve coşkularla konuşurduk, yaşardık. 

“Mesnevi okuyup sigara içen mütesettir kızlar” sizi neden sevmiyorlardı? Aranız düzeldi mi onlarla? 

O şiirin imgesinin bendeki karşılığı henüz geçmedi. Politik ve sosyolojik tarafı belki daha çok yansıdı okura. Şiirimin asıl derdi gerçekleşmeyen ve artık gerçekleşeceğine inanmadığım hayalimle alakalı. O hayal bende hâlâ var. Çok şiir yazdırmıştır. Aşkın da Müslümanlığın da en saf halini aramakla dolu bir şiir. Ve her şey bozulmuş, özünden uzaklaşmış ve geç kalınmıştır.

Bir röportajınızda karanlık bir yönünüzün olduğunu söylemiştiniz. O karanlık tarafınızdan bahseder misiniz biraz?

Her şairin karanlık tarafı vardır. Şiir yazarak onu saklar ya da birazını okura açık eder.Okurun ve şairin karanlığı şiirde bir araya gelir böylelikle. Ölümü düşününce kararıyor her şey bende. Baskı unsuru bu.

Şiirin bir derdi, davası olmalı mı? Sizin şiir yazma gayeniz nedir?

Şaire methiyeler düzerler. Şiirinin hangi etkilerden oluştuğunu sorarlar. Yazma sürecini anlamaya çalışırlar. Hangi akıma bağlı olabileceğini yoklarlar. Kitabına ödüller verirler. Şiiri hakkında yorumlar yaparlar. Şiirin doğası ve tekniği üzerine konuştururlar onu… Şaire biçtikleri yerde, onun, onların beklentilerini karşılayacak bir var olma halinde durmasını beklerler . Oysa şair, şiir yazarak SADECE hayatta kalmaya çalışmaktadır. Anlamazlar.

Oldukça üretken bir şairsiniz. Hatta bir sohbetimizde birkaç kitaplık şiirinizin hazır olduğunu söylemiştiniz. Bu kadar üretken bir şair olmanızın kaynağı nedir?

Üretken kelimesini sevmiyorum. Sanki şiir fabrikasında çalışıyorum ve durmadan üretim yapıyorum gibi bir durum yok. Önceden çok şiir yazdım. Özellikle 9 sene önce ve 3 sene önce. Kendiliğinden olan kendinden geçme halleriydi. Kendiliğinden kendinden geçme. Kaynak benim. Benim hayat dışı ve toplum dışı olmam. Ve de büyük şairlerin şiirleri, ruhları dolaşıp duruyor buralarda. Bunlar da öncedendi tabi.

Şiir mi size gelir yoksa siz mi şiire gidersiniz?

Ben şiire aitim. Belki karanlık taraf budur bendeki. Şiiri ararım, şiir bana gelir. Önceleri bunu daha çok yaşardım. Şimdilerde o anlamda bir arayışım yok. Uzun zamandır şiir yazmıyorum. Bıraktım demek de anlamlı olur aslında. Daha bırakmadım ama bırakmak geride kalan şiirlerin değerini muhafaza açısından da doğru olur. Çoğu insan şiir yazmayı bırakmıyor ve kötü şiirlerle anılacak hale gelene kadar yazıyor. O zaman şiir sıradan hale geliyor. Yılda 2 şiir yazmak, zorlamadan ve sıradanlığa düşmeden en güzeli olur. Sonra bir, sonra yok. Yok.

Dil hususunda, toplumsal ilerleme bakımından şairlerin dilinin toplumun diline nüfuz ettiğine inanıyor musunuz? Eskiye göre Türkçemize yeterince hâkim olamayışımızda edebiyatçıların mesuliyeti ne kadardır?

İnanmıyorum. Çoğu insan yaptığımızla ilgilenmiyor. Okuru vasata alıştıran bir çakma şiir ortamı da var. Artık vasata ve kötüye alışan okur, zevkleri kötü şiirlerce biçimlenen okur, dergiye, kitaba para vermeyip internetin sunduğu ile sığlığı seven okur var. Şiirin iyisine nüfuz etme kabiliyeti elinden alınan ve zehirlenen okur için iyi şiir, bu dünyada ona nasip olmayacak. Ekseriyetin hali bu. Ama editörlerin fersah fersah önünde duran ve iyi şiiri hemen tanıyan okur da var. Türkçeye hakimiyet konusuna ben şöyle bakarım: Şair şiirinde kelime zenginliğine itina gösteriyor mu? Yoksa hala aynı kelimeler etrafında dolanıp durup şiir yazdığını mı sanıyor?

İlla eski kelime falan kullanmak zorunluluğundan bahsetmiyorum. Şiirin zenginliğinin bir ölçüsü de şairin kelimelerinin zenginliğidir.

Dergicilikte, sosyal medyanın gelişmesinin dergilerin miadının dolmasına neden olduğu gibi bir algı söz konusu. Bu düşünceye katılır mısınız? Dergiler, teknolojik bir hayat karşısında lüzumunu yitiren ve nostaljik bir unsur olarak kalanlar kategorisinde midir?

Bütün bunlar süreçlerin sonucu olan şeyler. Eskiden dergiler bir okulmuş, bir fikrin etrafında toplanan insanların sözcülüğünü yaparmış. Şimdi o günlerde yaşamıyoruz. Hayat her şeyi değiştirdiği gibi insanı da değiştirdi. Bizler kendimize düşkün insanlarız. Keyfimizi kaçırmamaya çalışan ve kavgaları falan göze alamayan… Kelimenin tam anlamıyla insanın miadı da doluyor. Dolayısıyla kıymet verdiği şeyler azalıyor. Hem dergilere hem kitaba bakış açısı değişmeli. Her şeye para harcayan insan, iş kitaba ve dergiye geldiği zaman iki paket sigara parası için pahalı diyor. Dergiler de kitaplar da pahalı değil aslında. Hatta daha pahalı olmalı. Ucuza kıymet verilmez.

Şiarınız nedir?

Büyük şiirler yazmak istedim ve yazdım. Belki bir tane daha yazmak isterim.

Sizin için büyük şiirleriniz hangileridir?

Mesnevî Okuyup Sigara İçen Mütesettir Kızlar Beni Neden Sevmezler Erkan, Kürt, Bir Şiire Krallığım, Edip Cansever’e Birinci Mektup, Kalp Yetersizliği.

İlk yıllarınızdan bugüne, şiirde en çok beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?

Ben Büyük Türk Şiiri deyince gözleri dolan biriyim. Bu ülkede yaşıyor olmanın bütün tarihi şiirimizde mevcut. Dünyada bizim şiirimizin ayarında bir şiir yoktur. Buna yürekten inanınca kim olduğunu ve neye mensup olduğunu anlamış oluyorsun. Ben hep sessizce yaşayıp öleceğim bir hayatın içinde oldum. Dahası kendimi yazmak için bir araç haline getirdim. Ya da burada iradi bir tasarruf yoktu. Evet, doğrusu bu. Şiir yazmak da kaderse demek bunda Allah’ın takdiri var. Bunu anlayınca ne yaptığımı daha iyi anladım.

İkinci kitabınız “Köpeklerin Kalbi” ekim ayında Ketebe Yayınları’ndan çıktı. Kitabın ismi çok ilginç. Neden Köpeklerin Kalbi?

Neden olmasın? Kitap hepimizin canlılar kategorisine dahil olduğunu söylemek istiyor aslında. Biz, köpekler, duygular… Böyle olunca her şey doğal v e korkunç hale geliyor.

Kitabınızın sayfaları, Thomas Bernhard’ın çocuklukla alakalı bir cümlesiyle açılıyor. Çocukluğunuzun sizde ve şiirlerinizde nasıl bir yeri var?

O alıntı kitabı tamamlayan ve çocukluk üzerine söylenmiş en doğru söz. En sert. En derin. Aslında şiirimde çocukluğun yeri muhtemelen her şair kadardır. Belki pek çok şair bunun farkında değil. Hayır, çocukluk özlemi ya da güzellemesi olarak şiirimde çocukluk pek yok aslında. Bu kitapta da çok olduğunu sanmıyorum. Kitabı o cümlenin görünen anlamına bağlamak kitabı azaltmak olur.

İnsan çocukken neyin derdiyle doluysa o dert hayatı boyunca onun peşinden geliyor. Çok şey değişiyor ama çocukluktan kalan ukde, eksiklik veya hayret hissi değişmiyor. Çocukluk bitmiyordur sadece araçlar değişiyor. Daha büyük kelimelerle kurulan o koca koca cümlelerin altında da hep o çocuk var.

Kitabınızın sonlarında “Edip Cansever’e Birinci Mektup” adında bir şiiriniz var. Cansever ile farklı bir rabıtanız var gibi?

Bir zamanlar çok okuduğum bir şairdi. O şiiri yazdığım gece kitabıyla bakışmıştık ve şiir ortaya çıktı. Cansever şiirlerinde hep karanlık bir hikâye anlatır. Tesellisiz karanlığı. Bende de olan ve susmayan karanlığı. Ama kitaba ruhunu veren şiirlerin çoğunda Turgut Uyar’ın sesi duyulur. Bende esas varlığını sürdüren şair Turgut Uyar.

İlk kitabınız “Fena” ile “Köpeklerin Kalbi”ni kıyasladığınız zaman neler söylersiniz?

Bu güzel bir soru. Siz sormasanız ben sorardım kendime. Zaman zaman soruyorum da hatta. İlk kitap yüksek sesle yazılan şiirlerden oluşuyor. Artık kaybettiğim o coşkuyla dolu olduğum zamanların şiirleri onlar. Yarı delilik halleri. O anları özlüyorum. Köpeklerin Kalbi ise Muhtaç şiirini saymazsak durulmuş bir kitap. Sevgi ve merhamete bulaşmış. İlk kitapta söylemesi şart olanları söyleyip bu defa meramını daha sakin anlatmaya çalışan bir şairin şiirleri var Köpeklerin Kalbi’nde. Tabi bunlar planlanmış şeyler değil ve en güzel tarafı bu. Bunlar bir yolculuk. Olması gererken buymuş demek ki.

Sizin büyük Türk şairleriniz kimlerdir?

Turgut Uyar, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu. Daha da var tabi.

Okurlarınıza mesajınız var mı?

Yok.

Süleyman Unutmaz ile röportaj
Serap Kadıoğlu Şiar’19

Bilirsiniz, deneyim sadece onu tutanı aydınlatan neredeyse sönük bir lambadır… paylaşılamaz…

CÉLINE: Size ne anlatayım ki? Okurlarınızı nasıl memnun ederim bilmiyorum. Bu insanlara karşı nazik olmamız gerek… Kendilerini incitmeden eğlendirmemizi beklerler bizden.Pekâlâ… Konuşalım bakalım. Bir yazarın içinde öyle çok kitap yoktur. Journey to the End of the Night(Gecenin Sonuna Yolculuk), Death on the Installment Plan, bunlar yeterli. Ben bu işe meraktan giriştim; merakın bedeli de ağırdır. Ben bir trajedi tarihçisiyim. Birçok yazar trajediyi arar, bulamaz. Trajediyle ilgisi olmayan küçük küçük kişisel hikâyeler gelir hatırlarına. Diyeceksiniz ki Yunanlar var. Trajik Yunanlar tanrılarla konuştukları izlenimine kapılırdı… Evet, tabii… İsa. Tanrılarla telefon görüşmesi yapmak öyle her gün başımıza gelen bir şey değildir, değil mi?

Peki sizin için günümüzün trajedisi nedir?

Stalingrad’dır. O nasıl bir katarsistir! Stalingrad’ın çöküşü Avrupa’nın bitişidir. Bir felaketti yaşanan; bütün bunların merkezi Stalingrad’dı. Bunun bittiğini, tamamen sona erdiğini söyleyebilirsiniz, Beyaz uygarlığın. İşte hepsi bu, biraz gürültü çıkardı, kasıp kavurdu, silahlar, çağlayanlar. Ben bunların içindeydim… Ben bunlardan kâr payı çıkardım. Bu malzemeyi kullandım, sattım. Besbelli, bu işlere karıştım ben, Yahudi meselesine. Aslında beni ilgilendirmeyen işlerdi, orada olmam için hiçbir nedenim yoktu. Gene de onları anlattım… kendi üslubumla.

Hani şu Journey’in ortaya çıkışıyla skandal yaratan üslubunuz. Tarzınız birçok alışkanlığı sarstı.

Buna “yaratmak” diyorlar. İzlenimcileri ele alalım. Güzel bir günde tuvallerini alıp dışarı çıktılar resim yapmak için. Çimlerin üstünde nasıl öğle yemeği yediğinizi bizzat gördüler. Müzisyenler de bunun üstünde çalıştı. Bach’tan Debussy’e kadar büyük bir fark var. Bu besteciler birtakım devrimler başlattı; renklere, seslere can verdiler. Benim içinse bu sözcüklerle, sözcüklerin konumuyla oldu. Mesele Fransız edebiyatı olunca, oradaki bilge adam ben olmalıyım, hataya yer yok. Biz dinlerin çocuklarıyız –Katolik, Protestan, Yahudi… Evet, Hıristiyan dinleri. Asırlar boyu Fransız eğitimini yönetenler Cizvitlerdi. Latinceden çevrilmiş tümceleri bir fiil, bir özne, bir tümleç, bir ritim ile mantıklı bir biçimde kurmayı öğrettiler bize. Kısacası şurada bir nutuk, orada bir vaaz, her yerde bir öğüt! Bir yazardan söz ederken, “Hoş bir tümce örgüsü var!” derler. Bense, “Bu okunmuyor,” derim. “Ne muhteşem teatral bir dil!” derler. Ben bakarım ve dinlerim. Düzdür, bir hiçtir, sıfırdır aslında öylesi. Ben konuşulan dili yazıya döküyorum; hem de tek bir hamlede.

Bu sizin “küçük müziğim” dediğiniz şey, değil mi?

Alçakgönüllü olduğum için “küçük müzik” diyorum, ama bu dönüşümü başarabilmek aslında çok zor. Bu, emek demektir. Bu haliyle hiçbir şeye benzemiyor gibi görünebilir, ama bu kalitedir. Benimkiler gibi bir roman yazabilmek istiyorsanız, sekiz yüz sayfa elde etmek için seksen bin sayfa yazmak gerekir. Kimileri benden söz ederken, “Doğal bir konuşma sanatı var… Konuşur gibi yazar… Bunlar günlük dile ait sözcükler… Hemen hemen aynılar… Kulağa tanıdık geliyor,” derler. Evet, işte, bu bir “dönüşüm”dür. Dönüşüm beklediğiniz sözcük, beklediğiniz durum değil belki de. Bu biçimde kullanılan bir sözcük her zaman karşılaştıklarınızdan daha samimi, daha gerçekçidir aynı zamanda. Kendi tarzınızı yaratırsınız. Kendinizde ifade etmek istediğiniz şeyin ortaya çıkarılmasına yardımcı olur bu sözcük.

Peki sizin ifade etmek istediğiniz nedir?

Duygu. Biyolog Savy’nin çok yerinde bir sözü vardır: “Başlangıçta duygular vardı, eylem yoktu.” Bir amipe dokunursanız geri çekilir; hisleri vardır, konuşmaz ama hisseder. Bebek ağlar, at koşar. Sadece bize, bize verilmiştir eylem. Budur bir politikacıyı, bir yazarı, bir peygamberi yaratan. Eylem korkunç bir şeydir. Koklayamazsınız. Ama bu duyguyu dillendirebilecek hale gelmek hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar zordur… Çirkindir… İnsanüstüdür… İnsanı öldürebilecek bir hünerdir.

Ama yine de, her zaman yazma ihtiyacı duyuyorsunuz.

Hiçbir şey karşılıksız yapılmaz. Bedelini ödemek zorundasınız. Kurguladığınız bir hikâyenin hiçbir değeri yoktur. Değer taşıyan tek hikâye, bedelini ödediğinizdir. Ancak bedelini ödediğiniz bir hikâyeyi dönüştürme hakkınız vardır. Öteki türlüsü rezil bir durum. Bana gelince, ben çalışıyorum… Bir sözleşmem var, onu yerine getirmek zorundayım. Şimdi altmış altı yaşındayım, yüzde yetmiş beşim iptal olmuş durumda. Benim yaşımdakilerin birçoğu emekli. Bense Gaillard’a altı milyon borçluyum… yani devam etmek zorundayım. Hazırlık aşamasında olan bir romanım daha var: daima aynı iş… Devede kulak. Bildiğim yalnızca birkaç roman var. Ama roman dantele benzer biraz… manastırlarla yok olmuş o sanata. Romanlar, arabalara, sinema filmlerine, televizyona, cümbüşe karşı savaş veremez. Karnı tok sırtı pek, büyük savaştan kurtulmuş bir adam akşamları eşinin yanağına bir buse kondurur, günü geçirmiştir artık. İşi bitmiştir.

(Söyleşi: 1960 yılında bir süre sonra)

Passage Choiseul’de uzun süre mi yaşadınız?

Evet, on sekiz yıl, orduya katılana kadar. Orada yoksulluk son safhadaydı. Yoksulluktan da beter bir şeydi; çünkü yoksullukta kafa dağıtabilir, hovardalık yapabilir, sarhoş olabilirsiniz, ama bu sonu gelmeyen bir yoksulluktu, köklü bir yoksulluk. Korkunçtu.Bütün hayatım boyunca noodle yedim ben. Annem yıpranmış dantelleri onaran bir kadındı. Bu dantellere koku bir sinerse bir daha hiç çıkmazdı. E tabii, kokulu danteller de satılmazdı. Kokmayan yiyecek neydi peki? Noodle. Taslar dolusu noodle yedim. Haşlanmış noodle, evet evet; bütün gençliğim noodle, lapa yiyerek geçti; kokmayan şeyler yani. Passage Choiseul’daki mutfağımız ikinci kattaydı, bir dolap kadardı ancak. İkinci kata dönen bir merdivenden çıkılırdı; noodle’ın kaynayıp kaynamadığına bakmak için sürekli inip çıkmak gerekirdi; katlanılmaz bir şey! Annem topaldı, bir bacağı sakattı; o haliyle o merdivenleri çıkmak zorundaydı. Günde yirmi beş kez tırmanırdık o merdiveni. Öyle bir çekilmez bir hayattı işte! Babam memurdu, beşte gelirdi eve. Annemin dantellerini dağıtırdı sonra. Ah ah, yoksulluktu bu, ağır bir yoksulluk.

Sizi etkileyen bir şok, yazınsal bir patlama geçirdiğinizi hatırlıyor musunuz?

Hayır, asla! Ben önce tıbba gönül verdim; edebiyata değil kesinlikle. Aman Allahım, asla! Bana göre hünerli insanlar her zaman Paul Morand, Ramuz, Barbusse’tur, edebiyat için yaratılmış adamlar yani.

Çocukluğunuzda, yazar olacağınız aklınıza gelmez miydi hiç?

Ah, hayır, hiç, asla, asla, asla. Doktorlara karşı inanılmaz bir hayranlık duyardım. Doktorluk bana olağanüstü gelirdi. Tutkum tıptı benim.

Çocukluğunuzda, bir doktor size ne ifade ederdi?

Hasta olan anneme, babama bakmaya Passage Choiseul’e gelen bir adamı sadece. Gerçek anlamda çalışmak gibi görünmüyordu yaptığı; insan vücuduna şaşırtıcı şeyler yaparak iyileştiren mucizevi bir adamdı benim gözümde. Mükemmel bir şeydi bu benim için. Adam çok bilgili görünürdü. Kesinlikle büyüleyici gelirdi bana.

Peki bugün bir doktor size ne ifade ediyor?

Artık doktorlar toplum tarafından hor görülüyor, herkes onlarla rekabet içinde; artık saygınlıkları kalmadı doktorların, hiç kalmadı. Kılığı benzincilerdeki pompacılara benzediği için, yavaş yavaş pompacıya dönüşüyorlar, yanlış mı? Artık söyleyecek sözleri kalmadı; ev kadınlarının bile Larousse Médical’i var artık. Hem sonra hastalıklar da eski saygınlıklarını kaybetti, sayıları daha az artık; frengi yok, bel soğukluğu yok, tifo yok. Antibiyotikler trajediyi tıbbın elinden aldı. Bu yüzden artık veba da yok, kolera da.

Doktorluk mesleği, kitaplarınıza da yansıyan bazı keşifler, deneyimler sunmuştur size.

Evet, evet. Otuz beş yıl doktorluk yaptım, tabii bunun da bir anlamı var. Gençliğimde çok koşuşturdum. Çok merdiven çıktık, çok insan gördük. Bu deneyimin bana her açıdan çok, hem de çok yardımcı olduğunu söylemeden edemem. Ama tıbbi romanlar yazmadım asla, bu acayip sıkıcı olurdu… Soubiran gibi.

Tıp aşkı çok erken yaşta içinize girdi, ancak bambaşka bir yolda devam ettiniz.

Evet, hem de nasıl! Satın alma görevlisi yapmak istiyorlardı beni, büyük bir mağazada tezgâhtar olmamı istiyorlardı. Çünkü hiçbir şeyimiz yoktu, ailemin durumu kötüydü. Görüyorsunuz ya yoksul geldim, yoksul gidiyorum.

Annenizin sizin üstünüzde büyük bir etkisi var mı?

Her şeyden önce, karakterlerimiz aynı. Öylesine sert, öylesine katlanılmaz bir kadındı ki! Evet, bir mizacı vardı, ama hayattan zevk almayı bilmiyordu, o kadar. Daima üzüntülü, daima trans halindeydi. Hayatının son dakikasına kadar çalıştı.

Size nasıl hitap ederdi? Ferdinand diye mi?

Hayır, Louis diye. Büyük bir mağazada, Hôtel de Ville’de, Louvre’da görmek isterdi beni, satıcı olarak. Onun hayaliydi bu. Babam da onun gibi düşünürdü, çünkü babamın edebiyat öğrenimi çok başarısız geçmiş. Dedem de doktora yapmış bir adam. Söylediklerine göre ikisi de o kadar başarısız olmuş ki hayatta, benim ticarette başarılı olacağıma inanırlardı.

Babanız öğretim hayatında daha iyi bir konuma gelemez miydi?

Gelebilirdi tabii, ama bakın ne olmuş: öğretmenlik diplomasına ihtiyacı varmış ama eğitim derecesi yeterli değilmiş. Parası olmadığı için de devam edememiş eğitime. Bir de babası ölüp geriye bir kadın beş çocuk bırakınca…

Babanız ne zaman öldü?

Journey kitabımın çıktığı yılda, otuz ikide.

Kitap çıkmadan mı?

Evet, hemen önce. Zaten sevmezdi o kitabı. Hem kıskanıyordu da beni; bir yazar olarak görmezdi de zaten. Ben de kendimi yazar olarak görmüyorum ya, en azından bir konuda aynı düşüncedeydik.

Anneniz kitaplarınızı nasıl bulurdu?

Kitap yazmanın tehlikeli, kötü olduğuna inandığı için sorun oluyordu. Bunun sonunun çok kötü olacağını düşünürdü. Çok tedbirli bir tabiatı vardı.

Kitaplarınızı okudu mu?

Okuyamadı, okuyamazdı. Okusaydı eğer, çok adi olduğunu düşünürdü. Hem zaten kitap okumazdı annem, kitap okuyan kadınlardan değildi. Kendini beğenmiş de değildi aslında. Ölünceye kadar çalışmaya devam etti. Cezaevindeyken öğrendim öldüğünü. Hayır hayır, Kopenhag’a gidiyordum öldüğünü duyduğumda. Korkunç, iğrenç bir yolculuktu. İğrençti; ama unutmayın ki her şeyin sadece bir tarafı iğrençtir. Bilirsiniz, deneyim sadece onu tutanı aydınlatan neredeyse sönük bir lambadır… paylaşılamaz… Ben de bunu kendime saklamalıyım. Bence, söyleyecek güzel bir hikâyen varsa ölmeye hakkın vardır. Oraya kabul edilmek için hikâyeni anlatır, yoluna devam edersin. Death on the Installment Plansembolik olarak budur, ölü olmanın ödülü… Sözü geçenin yüce Tanrı değil, şeytan olduğunu, insanoğlu olduğunu gösterir. Doğa iğrençtir; baksanıza kuşların, hayvanların hayatına.

Hayatınız boyunca ne zaman mutluydunuz?

Lanet olsun ki hiçbir zaman. Mutlu olmak için yaşlanmak gerek. Arzularımdan vazgeçmek karşılığında bana çok para verseler, mest olurum. Çünkü o zaman emekli olup bir yere kaçma fırsatım olur, çalışmak zorunda kalmam, öteki insanları seyrederim sadece. Mutluluk demek deniz kenarında tek başına huzur içinde olmaktır. Çok az yemek, evet evet. Hatta nerdeyse hiçbir şey yememek. Ne elektrik ne eşya kullanırım; bir mum yeter. Bir mum yakıp, gazete okurum. Öteki insanların heyecanlı, azimle tutuşmuş hallerini seyrederim, gösteriye dönmüş hayatlarını, ritmi yakalamak için birbirlerini davetlere çağırma yarışlarını. Gördüm ben bu hayatı, bir zamanlar aralarında yaşadım bu insanların… Tam bir komedi! Zamanlarını böyle geçirirler. Birbirlerini takip edip aynı golf kulüplerinde, aynı restoranlarda buluşurlar.

Eski günlerinize dönebilseydiniz, edebiyat dışındaki zevkleri hayatınızdan çıkarır mıydınız?

Kesinlikle evet! Mutluluk aramıyorum ben, sevinci hissetmiyorum. Hayattan zevk almak mizaca, yiyip içtiğinize bağlıdır. İnsan güzel şeyler yemeli, içmeli ki günler çabuk geçsin, değil mi? Güzel şeyler ye, iç, arabayla gezinti yap, gazete oku, gün hemen geçiverir. Gazete oku, birkaç misafir gelsin, sabah kahvesini iç, yürüyüşten dönünce bir de bak, öğle yemeği zamanı! Öğleden sonra birkaç ahbapla görüş, gün bitiversin. Akşam oldu mu her zamanki gibi yat, uyu. İşte bu kadar. İnsan yaşlandıkça, gün daha hızlı geçiyor değil mi? Gençlikte gün bitmeyecek gibi uzundur, ama yaşlandıkça çabucak bitiverir. Emekliyseniz, gün şimşek gibi geçer, oysa çocukken çok yavaştır.

Maaşlı bir emekli olsaydınız zamanınızı nasıl geçirirdiniz?

Gazete okurdum. Kimsenin beni göremeyeceği bir yerde yürüyüşe çıkardım.

Burada yürüyüşe çıkabiliyor musunuz?

Hayır, asla! Çıkmasam daha iyi.

Niçin?

Tanırlar beni; istemem. Görülmek istemiyorum. Bir limanda olsa gözden kaybolabilirim. Le Havre’de… Le Havre’deki güvertelerde kimse sizi fark etmez. İhtiyar bir denizciden, ahmaktan başka bir şey göremezsiniz oralarda.

Gemileri sever misiniz?

Ah, evet! Evet! Onları seyretmeye bayılırım, onların gelişini, gidişini seyretmeye. Gemiler, rıhtım, ben; öyle mutlu olurum. Gemiler duman çıkarır, giderler, dönerler, ama sizi ilgilendiren hiçbir şey yoktur. Kimse size bir şey sormaz! Sonra yerel gazete Le Petit Havrais’i okursunuz, işte… işte bu kadar. Hepsi budur. Ah ah, hayatım bambaşka geçerdi.

Hiç örnek aldığınız kişiler oldu mu? Benzemek istediğiniz insanlar?

Hayır, çünkü herkes mükemmel, hepsi; ben o kadar da mükemmel olmak istemem, yok böyle bir arzum. Benim istediğim tek şey kimsenin umursamadığı bir ihtiyar olmak. Onlar ansiklopedilere giren insanlar, ben istemem bunu.

Aslında günlük hayatınızda karşılaştığınız insanları kastetmiştim.

Yo, hayır, hayır, hayır! Onları daima başkalarına alavere dalavere yaparken görüyorum, sinirlerimi ayağa kaldırıyorlar. Hayır. Annemden bana geçen bir alçakgönüllülük var, mutlak önemsizlik duygusu, hem de son haddinde bir önemsizlik. İstediğim tek şey insanların beni tamamen yok sayması. İnzivaya çekilmek için bir arzum, hayvani bir isteğim var. Boulogne’yi, evet Boulogne-sur-Mer’i çok severdim mesela. Saint-Malo’ya sık sık giderdim, ama artık mümkün değil maalesef. Az çok orada da tanınıyorum artık. İnsanların hiç gitmediği yerler olsun…

(Céline’nin son söyleşisi: 1 Haziran 1961)

Romanlarınızda aşkın önemli bir yeri var mıdır?

Asla. Aşktan söz etmeye hiç ihtiyacımız yok aslında. Bir romancıysanız tevazu sahibi olmanız gerekir.

Peki ya arkadaşlık?

Ondan da hiç söz etmeyelim.

Peki, önemsiz duygular üstünde durmanız gerektiğine mi inanıyorsunuz?

Hakkında konuşulması gereken şey yapılan iştir. Önemli olan tek şey odur. Büyük bir özenle yapmak gerekir bunu. Aşırı bir reklam çabasıyla söz ediliyor bundan. Hepimiz birer reklam nesnesi haline geldik; iğrenç bir şey bu. Herkesin alçakgönüllülüğe değer verdiği bir zaman gelecek elbette. Her alanda olduğu gibi edebiyatta da olacak bu. Reklam hastalığına yakalanmışız hepimiz; rezil bir durum. Yapılması gereken tek şey de işimizi yapıp, çenemizi kapatmaktır. Bu kadar. İnsanlar esere bakar ya da bakmaz, okur ya da okumaz, orası eseri ilgilendirir. Yazarın yapması gereken ortadan kaybolmaktır.

Zevk için mi yazarsınız?

Öyle denemez aslında. Param olsaydı, yazmazdım. Madde bir.

Aşktan ya da nefretten de yazmıyorsunuz?

Yo, ondan da değil. Sözünü ettiğiniz bu duyguları, aşkı, arkadaşlığı seviyorsam bu sadece beni ilgilendirir, okuru değil.

Çağdaşlarınız ilginizi çekiyor mu? 

Hayır, pek sayılmaz. Bir zamanlar savaştan kaçmalarını engellemek için ilgiliydim onlarla. Nasıl olduysa, savaşa katılmadıkları halde zafer sarhoşu oldular. Bense hapse tıkıldım. Onlarla uğraşma işini elime yüzüme bulaştırdım, hiç ilgilenmemeliydim aslında. Uğraşmam gereken tek kişi yine kendimim.

Son kitaplarınızda sizi ifade eden bazı duygular var hâlâ.

Ne olursa olsun kendinizi ifade edebilirsiniz. Bu zor değil.

Son kitaplarınızda kişisel hiçbir şey olmadığına bizi inandırmak istediğiniz anlamına mı geliyor bu?

Hayır, kişisel hiçbir şey yok. Tek bir şey vardır belki, o da hayatla oyun oynamayı bilmediğimdir. Kokuşmuş öteki insanlara karşı artık bir üstünlüğüm var çünkü onlar sürekli hayatla oynaşma halinde. Hayatla oynaşmak demek, yemek, içmek, geğirmek, sevişmek demektir; yani bir adamı günün sonunda bir hiç ya da bir terbiyesiz yapan bir sürü şey demektir. Bense bir oyuncu değilim. Bu da çok işe yarıyor aslında. Neyi seçmem ya da nasıl tat almam gerektiğini biliyorum. Ancak, çökmüş bir Roma imparatorunun da dediği gibi iş geneleve gitmekte değil, hesabı ödememektir, öyle değil mi? Ben hayatım boyunca genelevlere gittim, ama çabuk vazgeçtim. İçki içmem. Yemek yemeyi sevmem. Bunların hepsi saçmalık. Buna hakkım var, değil mi? Tek bir hayatım var; onu da uyuyarak, yalnız kalarak geçirmek istiyorum.

Gerçek bir yazma yeteneği olduğuna inandığınız yazarlar kimler?

Yazar olarak gördüğüm üç ad vardı o önemli dönemde. Morand, Ramuz, Barbuss gerçek anlamda yazarlardı. O duygu vardı onlarda. Yazmak için yaratılmışlardı. Ama ötekiler öyle değildi. Allah aşkına, hepsi de sahtekârdı, sahtekârlar sürüsüydü. Efendiler, bu sahtekârlardı işte.

Yaşayan en büyük yazarlardan biri olduğunuza inanıyor musunuz hâlâ?

Hayır, pek sayılmaz. Büyük yazarlar… sıfatlara ihtiyacım yok benim. Bunun için önce ölmeniz gerek; ölesiniz ki sonra sizi bir sınıfa dahil etsinler. Yapmanız gereken ilk şey ölmek.

Sizden sonra gelecek nesillerin size karşı adil olacağına ikna oldunuz mu?

Aman Allah’ım, tabii ki ikna olmadım! Belki de o zaman Fransa diye bir ülke bile olmayacaktır. Dökümü yapan Çinliler ya da Barbarlar olacaktır, benim edebiyatım, bilgece oluşturduğum olay örgüsü, üç noktalarım gıcık edecektir onları… Bu mümkün. “Edebiyat”tan söz ediyoruz ya, ben işimi bitirdim, bitti. Death on the Installment Plan kitabımdan sonra, söyleyebileceğim her şeyi söyledim. O kadar da çok değilmiş.

Hayattan nefret mi ediyorsunuz?

Doğrusu, hayatı çok sevdiğimi söyleyemem, hayır. Canlı olduğum için, sorumluluklarım olduğu için hayata katlanıyorum. Ama bunun dışında, tamamen pesimist ekolü temsil ediyorum. Bir şey için umut beslemem gerekir. Ben hiçbir şey için beslemiyorum bu umudu. Mümkün olduğu kadar acısız bir ölüm umuyorum yalnızca. Herkes gibi. Hepsi bu. Kimse benim için, benim yüzümden acı çekmesin diye. Huzur içinde ölmek yani. Mümkünse bir hastalığa yakalanıp öleyim, yoksa kendimi yorgunluktan öldüreceğim. Öylesi çok daha kolay olurdu. Beni bekleyen şey, ömrüm oldukça yaşayacaklarım hep daha da çetin olacak. Bir yıl öncesine göre daha zahmetle çalışıyorum şu anda; gelecek yıl bu yıldan da zor olacak. Gerçek bu.  

Louis-Ferdinand Céline
(Söyleşi: 1 Haziran 1960 Paris Review için yapılan söyleşilerin toplandığı Writers At Work (1967) adlı kitaptan.)İngilizceden çeviren: Nermin Özdilkural

Attığımda O Oku

Benden daha ne olur, yürür yalan söylerim 
bir şey acır içimde bu göğsüme ne kattın 
sende noksan bulmadım şu yerle gök yanarken 
attığımda o oku ben atmadım sen attın

Rab bu nasıl denizdir yüzme bilen kuşu yok 
içimde acır bir şey bu göğsüme ne kattın 
anlar gibi olmuştum yetmiş üçte bir cuma 
attığımda o oku ben atmadım sen attın

Geçer gider hacegân ve ahûlar ve zaman
acır bir şey içimde bu göğsüme ne kattın
bilmem değmişse bile ağa yahut karaya
attığımda o oku ben atmadım sen attın.

Süleyman Çobanoğlu

Dünyanın Öbür Ucunda Bir Yerde

Dünyanın öbür ucunda bir yerde
mavi bir kervan laternalar içinde samanyoluna gider
bir saman parçası savrulur, bir tarlakuşu uçar
dolaşırım tahtabacaklı bir atla: ben,
senin sokağını ararım…
penguenler bile bilir seni sevdiğimi…
hayat bir gül yarasıdır
her şeyde seni görürüm
ve dünyanın öbür ucunda bir yerde
aşk vardır… kısacık da olsa…
Dünyanın öbür ucunda bir yerde
hayal kura kura gelirim ilkyaz tarlalarından
bir berduş gibi ilkyazdan sarhoş gibi…
bir nisan gecesi gelir
pencerenin altında dururum
git dersin…
gidemem derim
hiçbir yere gitme dedi nisan
ve dünyanın öbür ucunda bir yerde
aşk yoksa… bir parça yağmur yağar…
…yağmur olurum
pervazını saran toza sıçrarım
usulca bulaşırım parmaklarına
gözlerinde dolaşırım usulca
aya yansır mutluluğun müziği
bakar lombozlardan kürek mahkumları…
bir nisan gecesi uykunda gökyüzünü
dinlerim şafağa kadar
Dünyanın öbür ucunda bir yerde şarkıcılar dolaşır göklerde
Dünyanın öbür ucunda bir yerde bir mezarcı kirazçiçekleriyle
konuşur tepelerde
Dünyanın öbür ucunda bir yerde çingeneler ekmeklerini
dilencilerle paylaşır
makinistler zurnadır kıvrılıp gider raylar
suya oturup ağlar zavallı kaymakamlar
sarhoşlar aşıklarla danseder parklarda
çinliler dişçiye gider, kediler hayal kurar
orda masmavidir meyhaneler, seni
bir ayçiçeğiyken bulurum
sızlar korsanların kancaları
çocuklar okşar kamburların sırtını
öperim parmaklarının ucunu
ve dünyanın öbür ucunda bir yerde
kamburları kimse içeri almaz
bir akşamüzeri bir kente girerim şarkılarla marşlarla
sen benimsin diye bağırırım yollarda
o kent aslında çoktan… yitirilmiş de olsa
bir akşamüstü bir kente girer
sen benimsin derim sana içimden
elimde bir kızıl bayrak… bir nisan akşamında
rengi azıcık solmuş da olsa…
Dünyanın öbür ucunda bir yerde
yoksulluğun kavalcıları solar mavilikte
o gece herkes samanyoluna bakar
samanyolunu kaplar yüzün
bir saman parçası düşer bir gül tarlasına,
kalbimde usulca bir düğme kopar
dolaşırım üzgün bir eşecikle sırtımda: ben,
senin sokağını ararım…
sokak köpekleri bile bilir seni sevdiğimi…
hayat bir gül yarasıdır
her şeyde seni görürüm
ve dünyanın bir yerde öbür ucunda
git dersin…
gidemem derim

Hakan Savlı

Cuma Koşusu

/siz de biliyorsunuz
‘hüzün’ bu yıl yine moda çocuklar/

cumartesi olanca buğusuyla yayılıyorken
iğde dallarına, nar kırmızısı sıcaklığıyla örtülü
caddelerden, kaldırımlardan sokak aralarına
sızıp
kara kavruk kadınların ve tezgâhtarların
ellerinde
bir tomurcuk, bir orkide çiği oluveriyor.

/hüzün
monepeto değil çocuklar/

yorgun, pazar çantalarını kavramış bilekler
ince, ola ki nazenin bir gülümseyişi
temiz giyimlilere değil, biliyorsunuz
kravatla, fularla elma satılmaz çünkü
yitmişlere, kumaş tüccarlarına, küfürbazlara
yüzlerine bile bakmadan
bir file dolusu hayat karşılığı ödeyiveriyor.

/iyisi, kötüsü olmaz acının ve acı
insanın yüzünde gizlidir; çocuklar/

oysa cuma bugün
günlük güneşlik sevincin abidesi
sisli vapurlar, sigara dumanları, yarım
bırakılmış sarışınların yas günü bugün

/ah! Robenson, cumayı bırak adandan
‘yarın cumartesi’ biliyorsun
biliyorsun ben yeşil gözlü bir çinle avunabilirim
Pekin’de bile olsa/

yavaş yavaş alışıyorum
kente yeni gelmişlerin ürkek sorularına
hatırımda gözlerle geçilen boğaz
bir salı günü uzaklığında olsa da.

/cuma cumartesi Robenson ve saire
ne intihar ve balkon bir buse versene/

sonra yayılsın olanca buğusuyla özlem
bitmeyen zafer haftası; ‘hüzün’ zaten.

Hüseyin Atlansoy