I Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;Aşındırarak bütün güzel duyguları.Bir yarım umuttur elimizde kalan,Göğüslemek için karanlık yarınları.Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,Damağımda kösnüyle gezinirken;Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,Dışarda rüzgar acıyla inilderken.Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,Seninle bir döşekte …
‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin. Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’ İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, …
İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağGibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdiSeyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlarBir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzündeHerkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariçHiçbir …
kendimden başkakimseye kızmıyorumkendime yakıştırmadığım her davranışher sözkalbimiiçinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyoryaşamaktansınıfta kaldımoysasınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim ölüm hak, ecel gerçekancak merhametsizlikten deölüyor insanlar omuzlarımda dağlaravuçlarımda ardıç kuşutaşıyorumve kalbimde umudum Allah’ım…her hatamdan sonra merhametinleyeniden …
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun. Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce …
96 Ama birdenbire iç parçalayan bir çığlık içimde: “Yardım et!” Kim bağırdı?
97 Toparla gücünü ve kulak ver; insanın yüreğinin tamamı bir çığlıktır. Dokun ki döşünün üzerine onu duyabilesin; birisi çekişmekte ve bağırmakta içinde senin.
98 Ödevindir; her an, gece gündüz, sevinçte ve üzüntüde gündelik gereksinimin içerisinden bu Çığlık’ı ayırdedesin, güdüsel ya da kısıtlayarak ayırdedesin, nasıl uygun düşüyorsa kendi doğana öyle, gülerek ya da ağlayarak, etkinlik ya da düşünceler içerisinde, tehlike içerisinde ve bağırmakta olanın kim olduğunu duyumsamanın savaşımını veresin; ve bizim hep birlikte nasıl ordu düzenine geçebileceğimizin ve onu nasıl kurtarabileceğimizin.
99 İçerisinden en büyük sevincimizin, bir kimse bağırmakta içimizde: “Acı çekiyorum! Senin sevincinden sıyrılmak istiyorum! Darlanıyorum!”
100 İçerisinden en büyük umutsuzluğumuzun, bir kimse bağırmakta içimizde: “Umutsuzluğa düşmem! Güreşirim! Kafanın üstüne kancalayıp kendimi kınsızlaşırım bedeninden ayrılarak, kınsızlaşırım yeryüzünden ayrılarak, sığmam akıllara, adlara, eylemlere!”
101 İçerisinden en geniş erdemimizin, bir kimse ayağa kalkmakta, umutsuzca ve bağırmakta: “Erdem dar, soluk alamıyorum; Uçmak ufak, dar, alamıyor içine beni; insan gibi görünmekte Tanrı’nız bana, istemem onu!”
102 Yaban çığlığı işitmekte ve sarsılmaktayım. İçimde, yokuş yukarı çıkan tedirginlik bir düzene girmekte, ilk kez olarak, bütünlüklü bir insan sesinde, tüm yüzüyle dönüp bana seslenmekte – arıcana, benim adımla, atamın adıyla ve soyumun!
103 İşte o büyük dönüm noktası. Yürüyüşün özdeyişidir. İçorganlarını parçalayan şol Çığlık’ı işitmezsen, devinme!
104 Dayançla ve boyuneğerek izle kutsal görevini; önanıklığın birinci, ikinci ve üçüncü aşamalarında.
105 Ve kulak ver: uykunda, sevişmende, yaratımında, çıkar gütmeyen kıvançlı eyleminde ya da umutsuz derin sessizliğinin içerisinde, birdenbire Çığlık’ı işitebilir ve devinime geçebilirsin.
106 İmdiye dek yüreğim akmaktaydı, Evren’le inmekte ve çıkmaktaydı. Ama Çığlık’ı işitmeme değindi, bağrım ve Evren iki ordugâha ayrıldı.
107 Tehlikeye düşmüş birisi içimde, ellerini kaldırmış bana seslenmektedir: “Beni kurtar!” Birisi içimde yükselmekte, tökezlemekte ve seslenmekte: “Yardım et!”
108 Bu iki bengi yoldan hangisini seçeyim? Birdenbire seziyorum ki, tüm yaşamım bu karardan ötürü askıda; Evren’in tüm yaşamı askıda.
109 Bu iki yoldan yokuş yukarı olanı seçiyorum. Neden mi? Ussal savlar olmadan, herhangi bir kesinlik taşımaksızın kavramaktayım bu dönüm noktasında usun ve insanın bütün kesin- liklerinin ne denli çelimsiz olduğunu.
110 Yokuş yukarı olanı seçiyorum, çün ki oraya doğru itmekte yüreğim beni. “Yukarı! Yukarı! Yukarı!” Bağırmakta yüreğim ve izlemekteyim onu güvenle.
111 Duyumsamaktayım, bunu istemekte benden ilkel Çığlık. Onun yanına atlıyorum! Onunla özdeşleştiriyorum kendi yazgımı.
112 İçimde birisi çekişmesini vermekte bir yükü kaldırmanın; alışkanlığı, tembelliği ve gereksinimi yenerek beden ile usu birbirinden ayırmanın.
113 Nereden gelip nereye gittiğini bilmemekteyim. Gündelik göğüs kafesimin içerisinde yürüyüşünü ele geçirip, inleyişine kulak vermekteyim, dokunarak ona tüylerim ürpertmekte.
114 Kim o? Kulak kabartıyorum, imlemi koyuyorum ve havayı kokluyorum. Yokuşa vuruyorum kendimi, yukarı doğru arayış içerisinde, inleyerek. Korkunç ve gizil Yürüyüş başlıyor.
I. BASAMAK: BEN
115 İyi değilim, katkısız değilim, sessiz değilim. Dayanılmazdır mutluluğum ve de mutsuzluğum, dile dökülemez sesler ve karanlıkla doluyum; yuvarlanmaktayım tamamıyla gözyaşı ve kan bedenimin şol sıcak yemliğinin içinde.
116 Konuşmaya korkmaktayım. Yalandan kanatlarla donanmuşım, yüreğimin acımasız çığlığını birlikte boğmak için bağırmakta, türküler söylemekte, ağlamaktayım.
117 Işık değilim, geceyim; ama bir yalaz ki yuvalanmış içorganlarımın arasına, yemekte beni. Ben ışığın yediği geceyim.
118 Karanlığın içerisinde tehlikeyle, sıkılarak ve yalpalayarak uykudan fırlamaya ve birkaç saatliğine ayakta durmaya çalışmaktayım, ne denli dimdik kalabilirsem.
119 Boyuneğmez ufak bir soluk içimde savaş vermekte, mutluluğu, yorgunluğu ve ölümü yenmeye.
120 Savaş atıymış gibi bedenimi yalın, sağlam ve istekli tutayım diye alıştırmalar yaptırmaktayım ona. Katı bir eğitimden geçirmekte ve bağrıma basmaktayım onu. Başka bir atım yok benim.
121 Uyanık, arı, acımasız tutmaktayım aklımı. Salıveririm onu tükenmek bilmeden güreşsin ve yiyip bitirsin diye bu ışık bedenimin karanlığını. Karanlığı ışık yapacak başka bir dokuma tezgâhım yok benim.
122 Yalazlanmış, yiğit ve kaygılı tutmaktayım yüreğimi. Yaşamın tüm çalkantılarını, çatışkılarını, sevinçlerini ve acılarını duymaktayım yüreğimde. Onları usumdan daha yüksek, yüreğimden ise daha katı bir dizeme boyuneğdirmenin savaşımını vermekteyim. Evren’in kendini yokuş yukarı vurduğu dizeme.
SUSKU
457 Bir yalazdır insanın ruhu; oddan bir kuş, daldan dala, kafadan kafaya atlamakta olan ve bağırmakta: “Ayakta duramıyorum, yanamıyorum, hiç kimse söndüremiyor beni!”
458 Birdenbire od ağacı oluvermekte Evren. Dumanların ve de yalazların arasında, yangının doruğunda eyleşmiş, tutmaktayım odun katışıksız, serin, dingin ürününü, Işık’ı.
459 Bu yüksek doruktan bakmaktayım yokuş yukarı çıkan kırmızı çizgiye – titreyen, kanlı fosfor parıldamasına, beynimin yağmur sonrası buğulu kıvrımlarının içerisinden kösnük böcek gibi sürüklenmekte olan.
460 Ben, soy, insanlık, yeryüzü, kuram ve eylem, Tanrı topraktan ve akıldan olma hortlaklarız, ne iyi korkmakta olan bayağı yürekler için, ne iyi doğurduklarını sanan yalancıgebe ruhlar için.
461 Nereden gelmekteyiz? Nereye gitmekteyiz? Bir anlama iye mi bu yaşam? diye yürekler haykırmakta, kafalar sormakta kaosa çarparaktan.
462 Ve bir od içimde devinime geçti yanıt vermek için. Bir gün gelecek, kuşkusuz, od arıtacak yeryüzünü. Bir gün gelecek, odun yeryüzünü ortadan kaldıracağı. İsâ’nın Yeniden Gelişi budur.
463 Oddan bir dildir ruh, yalar ve çatışır tutuşturmak için acunun kapkaranlık urunu. Bir gün tüm Evren yangına dönüşecek.
464 Yangın ilk ve en son yapay yüzüdür Tanrı’mın. İki büyük od arasında raks eylemekte ve ağlamaktayız.
465 Parıltılar saçmakta, güneş ışınımlarını yansıtmakta düşünmelerimiz ve bedenlerimiz. Dinginlikle dikilmekteyim yanan iki od arasında; usubaşındalıklarım da devinimsizdir başdönmesinin içerisinde ve derim ki:
466 Çok kısadır zaman, çok dardır uzam yanan iki od arasında; çok uyuşuktur yaşamın şol dizemi – raks etmeye zamanım yok, ne de uzamım! İvmekteyim!
467 Ve birdenbire başdönmesi oluverir dizemi yeryüzünün, zaman kalkar ortadan, an burgaçlanır, bengilik oluverir, her bir nokta -böcek mi istersin, yıldız mı istersin, düşünü mü istersin- raks oluverir.
468 Tutukevi idi, ve tutukevi yerle bir olmakta ve korkunç güçler içeride özgürleşmekteler ve artık nokta da yok.
469 Çilenin en yüce aşamasının adı: Susku. Ancak içeriği en uç anlatımsız umutsuzluk ya da en uç anlatımsız sevinç ve de umut olduğundan değil. Ne konuşmayı küçümseyen en uç bilgi olduğundan; ne de bunu beceremeyecek en uç bilmemezlik olduğundan.
470 Susku demektir ki: Her tek kişi, bütün beden işlerinde görevini sona erdirmesinin ardından çabanın en yüce doruğuna varır – her bir beden işinin ötesinde çekişmeye girmez, bağırmaz; sessizce büsbütün olgunlaşır, tükenmeksizin, Evren’le bengileyin.
471 Armuzları bağlandı artık, gönüldeş oldular Dipsiz Kuyu ile, erkeğin tohumu ile kadının bağrının birlikteliği gibi.
472 Derin Kuyu karısıdır artık, onu işlemektedir, açmaktadır, içorganlarını yemektedir, onun kanının özünü dönüştürmektedir, onunla gülmekte, ağlamakta, yukarı çıkmakta, aşağı inmektedir; bırakmaz onu! Nasıl ulaşabilirsin Derin Kuyu’nun karnına, ürün vermesi için. Söylenemez bu, sıkıştırılamaz sözcüklere, düzeni altına giremez yasaların; her tek kişi kendi kurtuluşuna da iyedir, salt özgür olarak.
473 Öğreti yok, yolu açacak Kurtarıcı yok. Açılacak yol da yok.
474 Her tek kişi kendi başının yukarısına çıkarak, kaçıp kurtulur tümüyle çıkmazlardan oluşan küçük aklından.
475 Derin Susku’nun içerisinde, dimdik, korkusuz, acı çekerek ve oynayarak, doruktan doruğa ara vermeksizin yukarı çıkarak, yüksekliğin sonunun olmadığın bilerek, dipsiz kuyuya asılarak, söyle şol büyülü ve kurumlu kutsal andı:
476 İNANMAKTAYIM UÇBEYİ, İKİKÖKENLİ, ORDULAŞMIŞ, ÇOKÇEKMİŞ, GÜCÜSALTIK DEĞİL GÜCÜBÜYÜK, EN UÇ SINIRLARDA SAVAŞÇI, GÖRÜNÜR VE DE GÖRÜNMEZ BÜTÜN AYDINLIK GÜÇLERDE İLHAN BİR BAŞKOMUTAN OLAN BİR TANRI’YA.
Nikos Kazancakis Çileci / Tanrı’nın Kurtarıcıları Çeviri: Hârun Ömer Tarhan
Eğer İmpkralya’da politikadan hiçbir şey anlamayan, anlamak da istemeyen tek bir kişi var idiyse, o da Bonadea’ydı; fakat buna rağmen onunla kurtarılmamış uluslar arasında bir ilişki bulunuyordu: Bonadea (Diotima ile karıştırılmamalıdır; Bonadea, iyi tanrıça, tapınağı kaderin oyunları sonucu türlü taşkınlıkların sahnesine dönüşmüş olan bekâret tanrıçası, bir mahkeme başkanının veya onun gibi birinin eşi, ne ona yeterince layık ne de ona ihtiyaç duyan bir adamın talihsiz sevgilisi) bir sisteme sahipti, İmpkralya’nın politi kasının ise hiçbir sistemi yoktu.
Bonadea’nın sistemi, o güne kadar ikili bir hayattan meydana gelmişti. Yükselme tutkusunu yüksek düzeyde diye nitelendiren bir aile çevresinde tatmin etmekteydi ve toplum içerisindeki ilişkilerinde de çok kültürlü ve saygın bir hanımefendi sayılmanın ayrıcalığını yaşıyordu; buna karşılık tininin karşı karşıya bulunduğu belli baştan çıkartmalara, çok hassas bir yapının kurbanı olduğu ya da kendisini delilikler yapmaya iten bir kalbinin bulunduğu bahanesiyle karşı koymuyordu, çünkü kalbin delilikleri, bunlara eşlik eden koşullar çok daha pürüzsüz sayılamasa bile, romantik-politik suçlar kadar şereflidir. Bu arada kalp, Generalin hayatında şerefin, itaatin ve hizmet talimatnamesinin III. bölümünün oynadığı rolün, veya her düzenli hayatta bulunan ve sonunda aklın başa çıkamadığı her şeyi düzene sokan akıldışı kalıntının oynadığı rolün aynısını oynuyordu.
Ne var ki bu sistem, bir hatayla çalışmıştı; Bonadea’nın hayatını, aralarındaki geçişin ancak ağır kayıplarla mümkün olabildiği iki ayrı duruma ayırmıştı. Çünkü bir kalp, yanlış bir adım atmazdan önce belagat sahibi olabildiği kadar, bu adımın atılmasından sonra aynı ölçüde mutsuz da olabiliyordu ve söz konusu kalbin sahibi, manik bir köpürüş ile mürekkep karası ruhsal çalkantılar arasında bir oraya, bir buraya savruluyordu; bu durumların birbirini dengeleyebildiği, çok enderdi. Ama bu, ne olursa olsun yine de bir sistemdi; yani güdülerin başına buyruk bir oyunu değildi -örneğin bir zamanlar hayatın, geride biraz istekten yana bir borç bakiyesinin kaldığı, istekten ve isteksizlikten oluşma otomatik bir bilanço diye anlaşılmak istendiği gibi değildi-, fakat bu bilançoda sahtecilik yapabilmek için, önemli tinsel tedbirler ihtiva ediyordu.
Her insanın, izlenimlerinin bilançosunu kendi yararına yorumlamasını sağlayan böyle bir yöntemi vardır; böylece normal zamanlar için yeterli olan günlük asgari istek miktarı da ortaya çıkar. Ancak insanın yaşama isteği, isteksizlikten de oluşabilir ve bu türden malzeme farklılıkları bir rol oynamaz, çünkü bilindiği üzere, tıpkı kendi atmosferlerinde bir dans kadar hafif kanatlanan matem marşları olduğu gibi, mutlu melankolikler de vardır. Hatta burada belki tersine bir iddiada da bulunulabilir ve pek çok neşeli insanın kederli insanlardan zerre kadar daha mutlu olmadıkları da söylenebilir, çünkü mutluluk da mutsuzluk kadar yıpratıcıdır; bu nerdeyse, uçmanın ilkeye göre havadan daha hafif veya daha ağır olması gibi bir şeydir. Ama akla daha yakın gelen bir başka itiraz da vardır; zira o zaman zenginlerin, hiçbir yoksulun onları kıskanmak için bir nedenleri bulunmadığı, çünkü zenginin parasıyla daha mutlu olacağı düşüncesinin bir hayalden öteye geçemeyeceği yolundaki eski bilgeliklerinin haklı sayılması gerekmeyecek midir? Böyle bir hayal, o kişiyi sadece kendi hayat sisteminin yerine bir başkasını geliştirme göreviyle karşı karşıya bırakacaktır ve bu yeni sistemin istek bilançosu, en iyi olasılıkla küçük bir mutluluk fazlalığıyla kapanacaktır ki, bu fazlalık da zaten fiilen bilançoda bulunmaktadır. Teorik olarak bu, evsiz barksız bir ailenin, eğer buz gibi bir kış gecesi boyunca donmamışsa, sabah güneşinin ilk ışıklarıyla birlikte, sıcak yatağından çıkmak zorunda olan zengin adam kadar mutlu olacağı anlamına gelir; pratikte ise her insan bir eşek sabrıyla sırtına yüklenmiş olanı taşır, çünkü yükünden birazcık daha güçlü olan eşek, mutlu bir eşektir. Ve gerçekten de, gözlem sadece bir eşekle sınırlandırıldığı sürece, bu, kişisel mutluluğun ulaşılabilecek en güvenilir tarifidir, işin gerçeği şudur ki, kişisel mutluluk (veya denge, halinden memnun olma ya da kişinin en içsel otomatik hedefi nasıl adlandırılırsa), ancak bir taşın bir duvardaki veya bir damlanın bir nehrin içindeki varlığı kadar kendi içine kapalıdır; bütünün gerilimleri, taşın veya damlanın içinden de geçer. Bir insanın kendisinin ne yaptığı ve ne hissettiği, başkalarının onun için normalde yaptıklarını ve hissettiklerini varsaymak zorunda olduğu şeylerle karşılaştırıldığında, önemsizdir. Fakat hiçbir insan, sadece kendi dengesini yaşamaz; herkes, kendisini kuşatan kesitlerin dengesine dayanır, ve böylece kişinin küçük istek fabrikasında son derece karmaşık ahlâki bir kredi de işe karışır; bu krediden daha sonra da söz edilecektir, çünkü gerek topluluğun gerekse bireyin ruhsal bilançosunda onun da yeri vardır.
Bonadea’nın sevgilisini yeniden kazanma yolundaki çabalarının başarısız kalmasından ve onu, Ulrich’i kendisinden çalanın Diotima’nın tini ve eylem gücü olduğuna inandırmasından bu yana, Bonadea bu kadına ölçüsüz bir kıskançlık duymaktaydı; fakat zayıf insanların başına kolaylıkla geldiği gibi, o da Diotima’ya duyduğu hayranlığın etkisiyle onun adına belli bir açıklama ve mazeret bulmuştu; bu, kaybının ağırlığını kısmen azaltmaktaydı; Bonadea, belli bir süredir işte bu durumdaydı ve arada sırada Paralel-Eyleme mütevazı katkılar bahanesiyle, fakat evin genel trafiğine dahil edilmeksizin, Diotima tarafından kabul edilmesini sağlamıştı, ve bu konuda Diotima ile Ulrich arasında belli bir uzlaşmanın bulunduğu hayali içersindeydi. Böylece, bu ikisinin acımasızlıklarının acısını çekiyordu, ve onları aynı zamanda da sevdiğinden, iç dünyasında duygularının saflığına ve bencillikten uzaklığına ilişkin bir yanılsama da oluşuyordu. Sabahları, sabırsızlıkla beklediği an gelip de kocası evden ayrıldığında, çoğu defa tüylerini düzeltmek isteyen bir kuş gibi aynanın karşısına oturuyordu. O zaman saçlarını, Diotima’nın Yunan topuzuna benzemediği söylenemeyecek bir şekil alana kadar bağlıyor, yakıyor ve büküyordu. Saçının içinden düzelterek ve fırçalayarak küçük lüleler çıkartıyordu, ve saçlarının tamamı sonunda biraz gülünç bir hal alsa bile, o bunun farkına varmıyordu, çünkü aynadan kendisine genel şekillenişi içersinde artık uzaktan da olsa o İlâhi varlığı çağrıştıran bir çehre gülümsüyordu. O zaman hayranlık duyduğu bir varlığın kendine olan güveni, güzelliği ve mutluluğu, tıpkı insanın büyük bir denizin kıyısında oturması ve ayaklarını suya sokması gibi bir duygu yaratarak, henüz derinliğine gerçekleşmiş olmasa bile esrarlı bir birleşmenin küçük, sığ, sıcak dalgaları halinde iç dünyasında yükseliyordu. Bu dinsel bir tapınmaya benzer tavır -çünkü insanın en eski zamanlarda bütün vücuduyla içine süründüğü Tanrı maskelerinden uygarlığın törenlerine varıncaya kadar, inançlı taklidin eti kavrayan bu türden bir mutluluğu, önemini henüz asla bütünüyle kaybetmemiştir!—, elbiseleri ve dışsal görünümleri bir tür zorlamanın etkisi altında kalarak sevmesi yüzünden, Bonadea üzerinde daha büyük bir hâkimiyet kurmaktaydı. Bonadea sırtında yeni bir elbiseyle aynada kendine baktığında, günün birinde kabarık kolların, alındaki küçük perçemlerin ve kabarık eteklerin yerini dizboyu eteklerin ve erkek stili saçların alacağını asla kafasında canlandıramazdı. Hatta böyle bir ihtimali tartışmazdı bile, çünkü beyni böyle bir tasavvuru içine sığdıramazdı. O, her zaman kibar bir kadının nasıl görünmesi gerekiyorsa, öyle giyinmişti ve her yarı yılda bir yeni modaya, ebediyete duyduğu saygının aynısını duyardı. Eğer düşünme yetisi, zorla fânilik itirafına zorlanabilseydi bile, bu Bonadea’nın duyduğu saygıda hiçbir azalmaya yol açamazdı. Bonadea, dünyanın zorlamasını arı haliyle içselleştiriyordu ve kartvizitlerin bir köşesinin büküldüğü, yeni yıl kutlamalarının dostların evlerine yollandığı veya baloda eldivenlerin çıkarıldığı zamanlar, bütün bunların artık yapılmadığı zamanlarda Bonadea için öteki çağdaşlarına göre yüz yıl öncesi ne ise, o kadar uzakta, yani bütünüyle kafada canlandırılamaz, imkânsız ve aşılmış bir zamanda kalmıştı. Yine bundan dolayı, Bonadea’yı elbisesiz görmek de aynı ölçüde tuhaftı; böyle bir durumda Bonadea, ansızın düşünsel düzeydeki her türlü korumadan yoksun kalıyor, bir deprem kadar insanlık dışı bir biçimde üstüne saldıran acımasız bir zorlamanın çıplak kurbanı oluyordu.
Ama şimdi, kültürünün bulanık bir maddeler dünyasının dalgalanmaları arasındaki bu dönemsel yıkımları, silinip gitmişti ve Bonadea, dış görünüşüne sırlardan yana bunca zengin bir itina göstermeye başladıktan sonra, yirmi yaşından beri yapmadığı bir şeyi yapıp, hayatının gayri meşru kısmını dul olarak yaşamaya koyulmuştu. Gerçi dış görünüşlerine olağanüstü bir titizlik gösteren kadınların, genel bir deneyim olarak, erdemli oldukları kabullenilebilir, çünkü o zaman araç, amacı geri plana iter – tıpkı büyük spor kahramanlarının çoğunlukla kötü sevgili olmaları, çok fazla savaşçı görünüşlü subaylardan kötü askerlerin çıkması ve tinsel örgüsü özellikle güçlü erkek kafalarının bazen birer aptal olabilmeleri gibi; ama Bonadea açısından söz konusu olan, bu enerji dağılımı sorunu değildi; o, çok şaşırtıcı ölçüde bir aşırı verimlilikle yeni hayatına yönelmişti. Bir ressamın işine duyduğu sevgiyle kaş kalemi kullanmaya, alnına ve yanaklarına biraz emaye parıltısı vererek, bu kısımların doğalcılıktan kilise üslubuna özgü o hafiften yüceliğe ve gerçeklikten uzağa doğru uzanmasını sağlamaya, vücudunu hafif bir korsenin içinde hale yola koymaya, başka zamanlar fazla engelleyici ve, aşırı bir dişiliği sergilemelerinden ötürü, utandırıcı bulmuş olduğu göğüslerine karşı da adeta bir kız kardeş sevgisi beslemeye başlamıştı. Kocasının, parmağıyla onun boynunu kaşıdığında: “Saçımı bozma!” şeklinde bir yanıt almaktan, veya: “Bana elini vermek istemez misin?” diye sorduğunda: “imkânsız, üstümde yeni bir elbise var!” tarzında bir yanıtla karşılaşmaktan hayrete düşmediği söylenemezdi. Fakat günahın gücü, vücudun onu tutsak etmek için kullandığı menteşelerden kurtulmuştu ve bir ilkbahar yıldızı gibi Bonadea’nın nura boğulmuş yeni dünyasında gezinmekteydi; bu yeni Bonadea, ışığa boğulmanın bu alışılmamış ve saydamlaşmış türünün etkisiyle kendisini, sanki üstünden bir kabuk düşmüşçesine “aşırı sinirlilik”ten özgürleşmiş hissetmekteydi. Evlendiklerinden beri ilk defa kocası, kendine evinin huzurunun bir üçüncü kişinin tehdidi altında olup olmadığını kuşkuyla soruyordu.
Fakat böylece meydana gelen, aslında yaşam sistemlerinin alanına giren bir fenomenden başka bir şey değildi. Şimdiki zamanın atmosferinden kopartılıp, bir insan bedeninin sırtındaki ucube varlıklarıyla bir biçim olarak bağımsız gözlem konusu yapıldıklarında, ancak burna geçirilen bir okun ya da dudaklara takılan bir halkanın eşliğine layık, tuhaf borulardan ve urlardan başka bir şey değildirler; fakat, sahiplerine ödünç verdikleri niteliklerle birlikte görüldüklerinde, ne kadar da çekici olurlar! O zaman, ancak bir kâğıdın üstündeki dalgalı çizginin içine büyük bir kelimenin anlamının girmesiyle karşılaştırılabilecek bir şey ortaya çıkar. Bir insanın göze görünmeyen iyiliğinin ve seçkinliğinin, o insan gezmeye çıkmışken veya bir çay davetinde tam tabağına sandviç alırken ansızın, tıpkı dini konulu eski resimlerdeki gibi, başının arkasından yumurta sarısı rengi yaldızlı, dolunay büyüklüğünde bir aziz hâlesi şeklinde yükseldiğini gözünüzde canlandırın; bu, hiç kuşkusuz en görülmedik ve sarsıcı yaşantılardan biri olurdu; ve göze görünmeyeni, hatta aslında hiç varolmayanı görünür kılmak gibi bir gücü iyi dikilmiş bir elbise hemen her gün kanıtlamaktadır!
Böyle şeyler, kendilerine ödünç verdiğimiz değerleri olağanüstü faizlerle geri ödeyen borçlulara benzer, ve aslında ortada bunlardan başkaca bir şey de yoktur. Çünkü elbiselerin sözü edilen niteliğine inançlar, önyargılar, teoriler, umutlar, bir şeye duyulan inanç, düşünceler ve hatta, kendi gücüyle onların doğruluğunu özümsemişse eğer, düşüncesizlik bile sahiptir. Bütün bunlar, bizim onlara ödünç verdiğimiz serveti bizlere ödünç vererek, dünyayı bizden kaynaklanan bir ışığın altında gösterme amacına hizmet eder, ve aslın da bu, üstesinden gelebilmek için herkesin kendi sistemine sahip bulunduğu görevden başkaca bir şey değildir. Büyük ve çokyönlü bir sanat aracılığıyla, en tuhaf ve korkunç şeylerin yanında yaşamamızı, bunu yaparken de bütünüyle sakin kalmamızı sağlayan bir körleşmeyi üretmekteyiz; bunu başarabiliyoruz, çünkü evrenin bütün bu donup kalmış yüz ifadelerini bir masa veya sandalye, bir çığlık veya ileriye doğru uzanmış bir kol, bir sürat veya kızarmış bir tavuk olarak teşhis edebiliyoruz. Kafamızın üzerindeki açık bir gökyüzü uçurumu ile ayaklarımızın altındaki hafiften kapalı bir gökyüzü uçurumu arasında, yeryüzünde kendimizi sanki kapalı bir odadaymışız gibi rahat hissedebiliyoruz. Hayatın hem uzamın insanlıkdışı enginliklerinde hem de atomlar dünyasının insanlıkdışı daracıklığında kaybolup gittiğini biliyoruz, ama bu arada çeşitli oluşumlardan meydana gelme bir kesite dünyanın nesneleri gözüyle bakıp, bunun sadece orta derecedeki belli bir uzaklıktan aldığımız izlenimlerin yeğlenmesi olduğu üzerinde kafa yorma gereğini hiç duymuyoruz. Böyle bir davranış, aklımızın yüksek seviyesinin önemli ölçüde altında kalıyor, fakat özellikle bu, duygularımızın da bunda güçlü bir payının bulunduğunu kanıtlıyor. Ve gerçekten de, insanlığın en önemli tinsel tedbirleri, tutarlı bir ruhsal durumun korunması hedefine hizmet ediyor; dünyanın bütün duyguları, bütün tutkuları, insanlığın yüksek düzeye vardırılmış ruhsal huzurunu korumak için harcadığı dev, fakat bilincine varılmamış çabası karşısında bir hiç olarak kalıyor!Göründüğü kadarıyla bundan söz etmeye bile değmez, çünkü ortada buna ait hiçbir yakınma yok gibi. Fakat daha yakından bakıldığında, insana çevresinde dolanan yıldızlar arasında dimdik yürüme yetisini kazandıranın ve dünyanın neredeyse sonsuz bilinmezliğinin ortasında onun elini heybetli bir tavırla ceketinin ikinci ve üçüncü düğmeleri arasına sokmasına izin verenin, son derece yapay bir bilinç durumu olduğu anlaşılıyor. Ve bunu gerçekleştirebilmek için sadece her insan, ister budala, ister bilge olsun, kendi sanatsal becerilerini kullanmakla kalmıyor; bu kişisel sanatsal beceriler sistemleri, toplumun ve bütünün daha yüksek ölçekte olmak üzere aynı amaca hizmet eden ahlâki ve entelektüel denge önlemlerinin örgüsüne de maharetle yerleştirilmiş durumda. Bu birbirine kenetlenme, büyük doğada rastlanan ve evrenin bütün güç alanlarının yeryüzünün içini etkilemesine benzeyen bir durum; sonu, yeryüzünde olup bitenler olduğu için, insanoğlu bunun farkına varmıyor; böylece gerçekleşen tinsel hafifleme öylesine büyük ki, en bilge olanlar da, hiçbir şey bilmeyen küçük kızlar da rahatsız edilmeden, çok iyi ve akıllı bir şekilde yollarını sürdürebiliyorlar.
Fakat zaman zaman, duymanın ve istemenin zorunlu durumları diye de adlandırılabilecek böyle memnuniyet durumlarından sonra, sanki bunun tam karşıtı başımıza geliyor veya, yine bir tımarhanenin kavramlarıyla dile getirilmek istenirse eğer, yeryüzünde ansızın bir düşünceden kaçış başlıyor ve bunun ardından bütün insan hayatı, yeni odak noktalarının ve eksenlerin üstüne biniyor. Bütün büyük devrimlerin vesileden daha derinde yatan nedeni, artık da yanılmaz hale gelen koşulların yığılmasında değil, ruhların yapay memnuniyetini desteklemiş olan içeriğin aşınmasında yatar. Bunun için kullanılabilecek en uygun söylem, bir erken dönem skolastik düşünürüne ait olan Latince “Credo, ut intelligam” özdeyişidir, ve biraz serbest bir çeviriyle bugünün Almancasına şöyle aktarılabilir: Tanrım, benim tinime bir üretim kredisi ihsan eyle! Çünkü büyük bir olasılıkla her insani Credo, kredinin özel bir şıkkıdır. Aşkta ve iş hayatında, bilimde ve uzun atlamada insan, kazanmazdan ve erişmezden önce inanmak zorundadır, ve bunun bütün bir hayat için geçerli olmadığı nasıl söylenebilir?! Hayatın düzeni istediği kadar gerekçeye dayansın, bu düzene yönelik bir parça gönüllü inanç temelde her zaman vardır, dahası, tıpkı bir bitkide olduğu gibi, sürgünün başladığı noktayı belirtir; hiçbir hesabı ve koruması bulunmayan bu inanç bir defa harcandı mı, arkasından hemen çöküş gelir; çağlar da, imparatorluklar da, ticari işletmeler de kredilerini kaybettiklerinde çökerler. Ruhsal dengeye ilişkin olup, Bonadea gibi güzel bir örneği çıkış noktası alan gözlem, böylece İmpkral ya gibi hüzünlü bir örneğe varmış olmaktadır. Çünkü İmpkralya, içinde bulunulan gelişme sürecinde Tanrının krediden, yaşama isteğinden, kendine olan inancından ve bütün kültür devletlerinde bulunması gereken, bir görevlerinin olduğu hayalini yaymalarını sağlayan yetenekten yoksun kıldığı ilk ülkeydi. Akıllı bir ülkeydi ve içinde kültürlü insanlar barındırıyordu; dünyanın her yerindeki bütün eğitilmiş insanlar gibi bu ülkedeki kültürlü insanlar da gürültüden, hızdan, yenilik hareketlerinden, kavgalardan ve hayatımızın optik-akustik peyzajına dahil her şeyden oluşma muazzam bir hayhuyla, kararsız bir ruh hali içersinde koşuşup durmaktaydılar; bütün insanlar gibi onlar da her gün saçlarını diken diken eden bir düzine haber okuyor ve dinliyorlardı, ve bu haberlerden ötürü heyecanlanmaya, hatta onlara müdahale etmeye hazırdılar, ama iş bu noktaya kadar varamıyordu, zira birkaç saniye sonra bunların çekiciliği, yeni gelenler yüzünden bilinçlerden kovuluyordu; ötekiler gibi bu insanlar da çevrelerinde oluşmuş yumağın içinde şu veya bu şekilde meydana gelen cinayetlerle, saldırılarla, tutkularla, fedakârlıklarla, büyüklükle kuşatılmış olduklarını hissediyorlardı, ama bu maceralara ulaşamıyorlardı, çünkü bir büroda veya başkaca bir mesleki kurumda tutukluydular; akşamları serbest bırakıldıklarında ise ne yapacaklarını bilmedikleri gerilimleri, eğlendirmeyen eğlencelerin içinde patlıyordu. Ve özellikle kültürlü insanlarda, kendilerini Bonadea kadar mutlak bir biçimde aşka adamamışlarsa eğer, bu duruma eklenen bir şey daha vardı: Bu insanlarda artık kredi ve hile yeteneği kalmamıştı. Gülümsemeleri, iç çekişleri, düşünceleri neye yönelikti? Niçin düşünmüşlerdi ve gülümsemişlerdi? Bunları artık bilmiyorlardı. Fikirleri, rastlantılardı, eğilimleri çoktandır vardı, bir biçimde her şey, insanın içine koştuğu bir şema gibi havada asılıydı, ve birlik ve bütünlüklerine ait herhangi bir yasa bulunmadığından, hiçbir şeyi bütün kalpleriyle yapamıyorlardı. Böylece, kültürlü insan, herhangi bir borcun gittikçe kabardığını, bunu asla tasfiye edemeyeceğini hisseden insandı, kaçınılmaz iflâsı gören veya, başka herkes gibi içinde yaşamaktan memnun olmasına rağmen, içinde yaşamaya mahkûm olduğu zamanı suçlayan veya kaybedecek hiçbir şeyi bulunmayan birinin cesaretiyle bir değişiklik vaat eden her düşüncenin üstüne saldıran adamdı.
Elbette bu, bütün dünyada böyleydi, fakat Tanrı, İmpkralya’yı krediden mahrum bıraktığında, kültürün güçlüklerini bütün halkların anlamalarını sağlamak gibi özel bir şey de yaptı. Bu halklar, yerlerinde bakteriler gibi yaşamışlar, gökyüzünün normal yuvarlaklığından veya benzer şeylerden ötürü herhangi bir şekilde tasalanmamışlardı, ama ansızın bulundukları yer, kendilerine çok dar gelmeye başlamıştı, insan daha fazlası olabilmek için daha fazla olduğuna inanmak zorunda olduğunu genellikle bilmez; fakat bunu herhangi bir şekilde üzerinde veya çevresinde hissetmek zorundadır, ve kimi zaman ansızın böyle bir eksikliği hissetmeyebilir de. O zaman hayali bir şeyi eksilmiş demektir. İmpkralya’da kesinlikle hiçbir şey olmamıştı, ve eskiden olsaydı, eski ve göze çarpmayan İmpkralya kültürünün işte bu olduğu düşünülebilirdi, fakat şimdi bu Hiçbir Şey, uyuyamamak veya anlayamamak kadar tedirgin ediciydi. Bu nedenle entelektüellerin, kendi kendilerini bunun ulusal bir kültürde farklı olacağına inandırdıktan sonra, İmpkralya’daki halkları da buna inandırmaları kolay olmuştu. Bu, dinin veya Viyana’daki iyi yürekli imparatorun yerini tutan bir tür ikame gibiydi veya haftanın yedi gününün bulunması gibi anlaşılmaz bir olgunun açıklamasıydı. Çünkü açıklanamayan çok şey vardır, fakat insan kendi milli marşını söylediğinde, bunları hissetmez. Elbette bu, iyi bir İmpkralyalının kendisinin ne olduğu sorusuna şu yanıtı vermesi için en uygun an olurdu: “Hiçbir şey!” Çünkü aslında bu, ortada bir İmpkralyalıdan daha önce olmamış her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip bir şeyin varlığı demekti! Fakat İmpkralyalılar inatçı insanlar değillerdi ve sadece her ulusun öteki ulusu istediği gibi şekillendirmesi için çaba harcamakla, yani yarımla yetiniyorlardı. Bu arada, insanın kendi çekmediği acıları bilebilmesi, elbette zordur. Ve insan iki bin yıl süren bir diğerkâmlık eğitiminin ardından öylesine kendinden vazgeçmişti ki, benim ya da senin durumumuz kötü olsa bile, hep bir başkası için elini taşın altına sokuyordu. Ama buna rağmen o ünlü İmpkralya milliyetçiliği kafalarda çok vahşi bir şey gibi canlandırılmamalıdır. Bu milliyetçilik, gerçek olmaktan çok tarihsel bir oluşumdu. Oradaki insanlar, birbirlerinden bayağı memnundular; gerçi birbirlerinin kafalarını kırıyorlar, yüzlerine tükürüyorlardı, fakat bunları sadece daha yüksek bir kültürü göz önünde tutarak yapıyorlardı – tıpkı yalnız başınayken bir sineğin bile canını acıtamayan bir insanın, mahkeme salonunda, çarmıha gerilenin tasvirinin altında bir insanı ölüme mahkûm etmesi gibi. Ve şunu da söylemek, herhalde mümkündür: İmpkralyalılar, kendi daha yüksek düzeydeki Ben’leri ne zaman mola verse, rahat bir nefes alıyorlar, kendilerini, tıpkı bütün insanların da öyle yaratılmış oldukları gibi, yemek yemeğe yarayan yumuşak başlı araçlar yerine koyuyorlar ve tarihin araçları olarak edindikleri tecrübeler karşısın da da büyük hayrete düşüyorlardı.
6 Mart 1930 günü halkın tezahüratları arasında ikametine ayrılan eve geldik. Sofrada buluşmak üzere refakatinde bulunanlardan ayrıldı ve beni yanına alarak yatak odasına girdi. Bir koltuğa oturdu ve eliyle işaret ederek, beni de oturttu. Yorgun, düşünceli ve sinirli görünüyordu, bir sigara yaktı ve konuşmaya başladı:
“Bunalıyorum çocuk, büyük bir ızdırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya her gittiğimiz yerde durmadan dert ve şikayet dinliyoruz.
Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maalesef, memleketin gerçek durumu bu işte.
Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden habersiz, bir takım şuursuz yöneticilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın. Büyük istidatlara sahip olan değerli halkımız ise, kendisine mukaddes akideler (inanlar) şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyumuş kalmış.
Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı. İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader. Kutsal bir kudretim yok ki.
Münasebet düştükçe, daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir. Sonra da zaman ve imkan meselesi. Bu itibarla, öncelikle kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin. İşleri ehli, idealist ve enerjik insanlardan oluşmuş muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, işleyecek, böylece memleket ileriye, refaha yol alacak başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek için, bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkansızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için beşer takatinin üstünde gayret sarf ediyoruz. Başka ne yapabiliriz ki?”
Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk; her zaman olduğu gibi olayları olduğu gibi algılıyor ve gerçekleri görüyordu. Kahvesini içtikten sonra konuşmasını metanet içinde sürdürdü ve şöyle dedi:
“Her ne hal ise, ne ise değil. Hatta en ufak bir tereddüte dahi düşmeye mahal yoktur; halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz, Fakat er geç gayemize varacağız.” Ve konuşmayı kesti.
İstedi ki memleketin her tarafı bağ olsun Tez büyüsün tepeleri yüce yüce dağ olsun Âşık Talibî Coşkun
1948 yılında On beş gün yattım uyudum Sırtüstü yattım uyudum Gemlik körfezinde.
Dağların ortasında, ayağımın dibinde Çocuk gibiydi oynaşan nazlı sular, Unuttuk, sevmesini çoktan unuttuk Severse çocuklar sever.
Belki de beni değil Dalgalar özgürlüğü seviyordu, Dağlardan tarlalardan Gürleyip akmak istiyordu.
Ama bu dağlar bizim dağlarımız Ayrısı gayrısı yok denizle, Yabancımız değil bağlar bahçeler Zeytin ağaçlarımız.
O ağaçlar ki şimdi soluk yeşil Sonra kömür gözlü kızlara benzer, O ağaçlar ki anamız gibi Durmadan emzirirler.
Gelin yaklaşın dalgalar yanıma Bıktım insanlardan, kentlerden bıktım! Sayın ki bir gemiciyim, gemim batmış, Yüze yüze kıyıya çıktım!
Deniz utangaç bir kadın gibi sokuldu yanıma Öptüm okşadım mavi saçlarını, Tuttum, ince damarlı bileklerinden, günlerce tuttum, Yüzümde gezdirdim avuçlarını.
Sen biricik kadınımsın mavi deniz Bir başka oluyorum her koynuna girdiğim zaman. Serin sularında can verip can alırken Kuşlar bizi seyretti uçaraktan.
Anladım ki boş değil yaşamamız, Her şeyin bir tadı var. Sen biricik kadınımsın mavi deniz! Kalbinde çarpan sevgi dalgalar.
II
Böyle deyip Kerem gibi düştüm yollara Trenler, gemiler, arabalar. Uçsuz bucaksız yurdumun göklerinde Beni kuş gibi uçurdular.
Solgun tarlaları kederli akşamlarda Seyrettim trenlerin penceresinden, İnsanlar üst üste uyuyorlardı. Çıkmış gibi amansız bir savaş içinden.
Adamlar gördüm yorgun argın Geceye doğru yürüyorlardı. Kadınlar gördüm çocuğu kucağında, Kasabalar gördüm eskimiş, küçük, darmadağın.
Köylerim! Ta çocukluğumdan sevdiğim köylerim! Küçük vadilerde küskün kimsesiz Bakar gibiydiler konuşmadan Nasıl ağlamak istiyordum bilemezsiniz!
Azgın fırtınalar denizlerde, Şehirlerde ışıktan dalgalar Bekleşen kadınlar geceleri, Rüzgâr gibi kızlar, küskün çocuklar.
İnsanlar! Şeytanın sütkardeşi! Bazı bazı sizleri de gördüm uzaktan; O zaman sövmek geldi içimden Ayıptır söylemesi…
Gideceksin buralardan gün gelecek, Yavaş yavaş kaybolacak bindiğin tren, Eriyen karlar gibi içinden Bütün sıkıntıların akıp gidecek.
Bağdaş kuracaksın bir tahta sıranın üstüne Yolculara merhaba diyerek Ardın sıra kaçan kırları seyrederek Coğrafya derslerini hatırlayacaksın yine Adını bilmediğin nehirlerden geçerek.
Bir dikili ağacın bile yok yeryüzünde Ama bir memleketin var sevilecek! Eriyen karlar gibi içinden Bütün sıkıntıların akıp gidecek