I Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;Aşındırarak bütün güzel duyguları.Bir yarım umuttur elimizde kalan,Göğüslemek için karanlık yarınları.Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,Damağımda kösnüyle gezinirken;Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,Dışarda rüzgar acıyla inilderken.Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,Seninle bir döşekte …
‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin. Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’ İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, …
İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağGibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdiSeyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlarBir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzündeHerkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariçHiçbir …
kendimden başkakimseye kızmıyorumkendime yakıştırmadığım her davranışher sözkalbimiiçinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyoryaşamaktansınıfta kaldımoysasınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim ölüm hak, ecel gerçekancak merhametsizlikten deölüyor insanlar omuzlarımda dağlaravuçlarımda ardıç kuşutaşıyorumve kalbimde umudum Allah’ım…her hatamdan sonra merhametinleyeniden …
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun. Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce …
Biz bir olan ikiyiz. Adımız yok bizim, yabancı kadın, yabancı yabancıda bulduğunda kendini…
Birlikte araştırdık adreslerimizi…
Biz bir olan ikiyiz, yabancı erkek. Git kitabının deniz batısına, ve dal… Dal, hiçbir şeyde hiçbir şeymişsin gibi, hafifçe. Ve bulacaksın bizi birlikte. Biz bir olan ikiyiz…
İki olmaya dönmek ihtiyacındayız, böylece sürdürebiliriz kucaklamayı birbirimizi. Adımız yok bizim, yabancı kadın, yabancı yabancıda bulduğunda kendini.
Şairin İsrail ve Yahudilerle ilişkisi çok veçhelidir. Derviş defaatle Yahudileri tek bir millet olarak görmediğini söyler; şaire göre sorun kültürel değil, siyasidir. Ona yazdığı bir şiirden dolayı hapis cezası veren hâkim bir Yahudi’dir. Derviş’e İbranice ve dünya edebiyatını öğreten de yine Yahudi bir öğretmendir. Filistin’deki ilk aşkı da daha sonra İsrail ordusuna katılan ve şu an Berlin’de yaşayan bir Yahudi kızı Tamar Bin Ami’dir. Derviş’in şiirlerinde Ritta diye seslendiği ilk aşkıyla ilişkisi iki yıl sonra sona erer. Tamar Bin Ami, İsrail ordusuna katılmış, iki sevgili ayrılmıştır. Derviş’in bu ilk aşkına yazdığı şiir, sonraları Lübnanlı ünlü besteci Marcel Khalife’nin bestesiyle bir halk türküsüne dönüşür.
Ritta’yla gözlerim arasında bir tüfekRitta’yla aramda milyonlarca serçeMilyonlarca resim varVe ah nice buluşmalar Ramallah’ta bulunan Mahmud Derviş Kültür Merkezi Başkanı şu sözleriyle Derviş’in Yahudi bir kıza âşık olmasının sürekli olarak vurgulanmasına sitem ederek Yahudilerin tüm hikâyelerin öznesi olmasından şikâyet eder: “Neden ‘Filistinli şair Yahudi bir kıza âşık olmuş’ diye anlatılır da mesela ‘Yahudi bir kız, Filistinli bir şaire âşıkmış ama sonra sevdiği adamın halkına karşı savaşmak için orduya girmiş’ denmez?”
Filistin’deki tüm meselelerde Yahudilerin ilgi odağında yani özne olması Derviş’i de rahatsız etmektedir. “Biz Filistinliler ünümüzü düşmanımıza borçluyuz” der. “Düşmanımız Yahudiler olduğu için herkes buraya bakıyor yoksa kimse ilgilenmezdi.” Düşmanla tanımlanmaktan yorulmuştur.
O yüzden Derviş, Yahudilerle ve İsrail’le ilişkilerine göre kendilerine olumlu ya da olumsuz getirilen tüm tanımları reddeder: “Ne terörist ne de barış savaşçısı, sadece insan olmak istiyoruz. Düşmandan bağımsız, kendimize ait sorularımız var. Rahat ve hercai olmak hakkımız.”
Henüz varamadık uzak yıldızımızın toprağına… Tutsaklarız biz, çitleri aşacak kadar büyüse de buğdayımız, ve kırlangıçlar yükselir kırılan zincirlerimizden. Tutsağıyız biz sevdiğimizin, arzuladığımızın ve ne olduğumuzun. Fakat bir hüthüt var aramızda mektuplarını sürgünün zeytin ağacına dikte eden…
Kaç deniz geçmek zorundayız çölde? Kaç kitabı bırakmak zorundayız arkamızda? Kaç peygamber öldürmeliyiz tam öğle vaktinde? Kaç ulusa benzemek zorundayız bir kabile olmadan önce? Bu yol, bizim yolumuz, bir sözcükler goblenidir…
İnsanlar uçmayan kuşlardır, Ey sözcüklerin hüthütü…
İkiliğiz biz, gökyüzü-yeryüzü, yeryüzü-gökyüzü. Sınır içinde bir sınır kuşatır bizi.
Ne var sınırın ötesinde?… Belki uçacağız bir gün… İnsanlar uçamayan kuşlardır. Cehalet genişletir yeryüzünü. Küçülür yeryüzü cehaletimizin farkına varınca, fakat biz bu çamurun ardıllarıyız…
Beyin dumandan başka bir şey değil–bırak kaybolsun! Kalptir bizim rehberimiz… Gerçek aşk sahip olunamayacağı sevmektir…
Ey gizemler hüthütü, belki biz yıkıntılar araştıran hayaletlerden başka bir şey değiliz.
Dedi: Beni izlemek için, soyunun bedenlerinizden ve terk edin bu yeryüzü-serabı. Beni izlemek için, terk edin adlarınızı ve aramayın bir cevap. Cevap yoldur, ve yol da siste kaybolandan başka bir şey değildir.
Dedik: Al-Attar bir büyü mü yaptı size ve böylece şiirle takıntılı yaptı sizi? Dedi: Konuştu benimle ve gözden kayboldu aşk vadisinin karnında.
Sorduk: Al-Ma’ari dikti mi gözünü bilgi vadisine? Dedi: Yararsızdı onun yolu.
Ve sorduk: İbn Sina soruyu cevapladı mı? Sizi gördü mü? Dedi: Ben kalbimle görürüm, felsefeyle değil.
Sorduk: Bir Sufi misin sen? Cevapladı: Ben bir hüthütüm. İstemem hiçbir şey. Tek istediğim hiçbir isteğim olmamasıdır…
İşkence yaptın bize, Ey aşk! Boşuna sürükledin bizi yolculuktan yolculuğa…
Adlarımızdan bile soyundurdun bizi, Ey aşk! Dedi sarhoş hüthüt: Uçabilmek için uçmak zorundasınız.
Dedik: Biz aşıklardan başka bir şey değiliz ve yorgun düştük aşkın beyazlığından, ve bir anne, bir toprak ve bir baba özlemiyle dopdoluyuz. Eskiden olduğumuz insanlar mıyız, olacağımız mıyız?
Dedi: Birleşin tüm yollar üstünde ve nefes olun böylece ulaşabilirsiniz O’na, anlamların ötesinde olana. Her kalp bir gizemler evrenidir…
Özlemdir sürgünün mekanı. Bir sürgün yeridir aşkımız. Şarabımız bir sürgün yeridir, ve bir sürgün yeridir bu kalbin tarihi…
Bir sürgün yeridir gönül bizi toprağımızdan uzaklaştıran ve aşkımıza götüren. Bir sürgün yeridir gönül bizi kendi gönlümüzden uzaklaştırıp yabancıya götüren…
Bir sürgün yeridir düşünce…
Bir sürgün yeridir şiir…
Ne yararı var düşüncemizin, eğer insanlık için değilse?
Ateşten ve ışıktanız biz… Aşk dönüştürür bizi. Bir güfte oluruz, pencerelerini dinlenilmek için açan ve güvercinlerce bitirilen. Bir anlam oluruz; bitki özünü, görülmez ağaçlara dönüştüren, yüreklerimizin setleri üstünde…
Kimsin sen bu ilahide? Ben yolculuğum. Ey kalp-annem, kızkardeşim ve eşim, dol taş hayatla, kucaklayabilmek için imkansızı…
Geri geldik, sadece istenmeyen bir yolculuktan geri döndüğümüzü anlayabilmek için. Hayatı hala denemek zorundayız… Bizden önce hiç kimsenin yürümediği adımlarımız var hala. Öyleyse uç, uç. Ey kuşlar, kalbin kareleri içindeki kuşlar, uçun! Kümeleşin hüthütümüzle, ve uçun! Ve uçun, yalnız uçmak için.
Hiçbir şey istemiyorum ve hiçbir şey için umutlanmıyorum…
Uyarmaya zaman yok ve zaman için zaman yok…
Bu yazgıya teslim olamam ve ona karşı direnemem…
Ağustos ayında mıyız? Evet, Ağustostayız.
Bir kuşatmaya döndü savaş…
Neden seçtim burada yaşamayı?…
Kahve kokusunu istiyorum… Kahve, benim gibi bir tiryaki için, günün anahtarıdır. Kahve sessizliğidir sabahın… Elin aynasıdır kahve…
Söyledik ayrılacağımızı… Neden öyleyse köpük ve dalgaları silahlandırıyorlar bu ağır top ateşiyle…
Öldürmek katil için, savaşmak savaşçı için, şarkı söylemek kuşlar için. Bana gelince, kestim arayışımı simgesel dil peşindeki…
Kim diyor suyun rengi, tadı, ya da kokusu yok diye?…
Aniden sessizleştiler kuşlar… Gökyüzleri güvenli değil artık…
Dondu zaman. Oturuyor üstümde, boğarak beni… Parmaklarımın arasından geçiyor jetler. Yarıyorlar ciğerlerimi… Geçemeyecekler bedenlerimizde can kaldığı sürece…
Ve nerede benim iradem?…
“Siz yabancısınız burda” söylerler ona orda. “Siz yabancısınız burada” söylerler onlara burda.
Rüşvet verilemez midir tarih?…
Hiç kimse istemiyor unutmak. Daha doğrusu, hiç kimse istemez unutulmak. …
Yeterli unutkanlık yok mu onlar için unutmaya?…
Fatihler kadirdir her şeye …
Nasıl yazabilir bir el, eğer bilmiyorsa kahve yapmakta nasıl yaratıcı olabileceğini?…
Hiçbir kahve değildir diğeri gibi. Her evin kendi kahvesi vardır ve her elin de, çünkü hiçbir ruh benzemez diğerine… Bir mekandır kahve… İnsanlığın sütü. Coğrafyadır kahve… Aceleyle içilmemelidir kahve… Zamanın kızkardeşidir o…
Neden kağıt arıyorum her yönde çökerken binalar?… Bu cehennemin ortasında bir kağıt arayan kişi, bir yalnız ölümden toplu ölüme koşuyordur…
Yalan söylüyorum kendime… İşin gerçeği, bu yıkıntıların arasına düşmekten duyduğum dehşettir…
Fakat neden bu denli ilgiliyim bedenime ne olacağından ve nerede son bulacağımdan? Bilmiyorum.
Çok iyi düzenlenmiş bir cenaze töreni istiyorum… dostlarımın omuzlarında taşındığım… Ve kırmızı ve sarı güllerden çelenkler istiyorum.
Sevmem ucuz pembe rengi, ve istemem menekşeleri, çünkü yayar onlar ölümün kokusunu.
Sakin, düzenli bir cenaze istiyorum…
Ne iftira, ne küfür ve ne de kıskançlık. Benim için daha da iyi olacak, çünkü ne eşim ne de çocuklarım var…
İyi ki yalnızım, yalnızım, yalnız. Şık bir tabut istiyorum, içinden yas tutanları gizlice gözetleyebileceğim… Nasıl durduklarına, yürüdüklerine ve nasıl iç çektiklerine bir göz atmak istiyorum.
Ayrıca, onların alaycı yorumlarına da kulak misafiri olmak istiyorum: “ O kadın düşkünüydü .” “Giysilerinin seçiminde biraz züppeydi.”… “Fransız Rivierasında bir sarayı, İspanya’da bir villası vardı, ve Zürih’te gizli bir banka hesabı vardı…” “Kadınlara yalan söyleme alışkanlığı vardı.” “Şair öldü ve şiiri de onunla birlikte.” “Ne kaldı ondan geriye?”… “Burnu büyüktü, dili de öyle…”
Gülümseyeceğim tabutumda ve söylemeye çalışacağım: “Yeter!”…
Fakat ölmek istemiyorum bu yıkıntıların altında… Açık bir sokakta ölmek istiyorum…
Su nedir?… Su şu gerçek havadır, damıtılmış, elle tutulabilir, algılanabilir, ışığa doymuş olan…
Suyun sesi özgürlüktür. Suyun sesi insanlığın kendisidir.
Yeter! Ne istiyorsunuz bizden? Biliyoruz güçlüsünüz bizden, ve biliyoruz yeni savaş uçaklarınız ve daha yok edici silahlarınız var? Öyleyse, ne istiyorsunuz bizden? Yeter!…
Birden bire Feyruz’un sesi yükselir radyodan: “Seviyorum seni, ah Lübnan…”
Nedir benim adım? Kim verdi bana adımı? Kim çağıracak beni Adem diye?
Biz anlayamadık Lübnan’ı. Asla anlayamayacağız Lübnan’ı…
Elimizde miydi farklı biçimde görmek?… Altyapımız maneviyattır bizim… Ve istemiyorum doğru bir cevap doğru bir soru istediğim kadar…
Sınırlarda, sınırlarda ilan edildi savaş…
Kalmadı bizim için hiçbir ölüm, ölümün ölümünden başka.
Yapayalnız!… Artık bir ülkem yok: Artık bir bedenim yok…
Neyin peşindeyim?… Bir dil arıyorum üstüne yaslanabileceğim ve onun benim üstüme yaslanabileceği…
Beyrut bir özgürlük atölyesiydi. Duvarları çağdaş dünyanın bir ansiklopedisini taşıdı: Poster yapmak için bir fabrikaydı…
Yüzler duvarlardaki… Sloganlar…
Kim uyuyabilir bu savaş jetleri sürülerinin altında?…
Merak ediyorum öğrenmeyi, bir şairin nasıl yazabileceğini, bu dil için nasıl sözcükler bulabileceğini?….
“Söyle bana, neden genç kadınlar tahrik olurlar en kötü koşullar altında? Aşk zamanı mı bu? Yoksa ani bir arzunun zamanı mı?…
Dayanma için çağrıda bulunuyorum… Hayır: Önemli olan tutunmaktır. Tutunmak kendiliğinden bir zaferdir.
Ve ne olacak ondan sonra? Yeni bir çağ başlayacak.
Şimdi benim için şiirde bir rol yok. Şiirin dışındadır rolüm. Burda olmaktır rolüm, yurttaşlarla , direnenlerle…
İhtiyaç duyulan insani bağlanmadır…
Tekrar hücum ettiler. Hücum ettiler tekrar. Nedir bugün? Tarihin en uzun günü mü? Elimde denizden bir dalga…
Nedir bu şeyin adı? Bir vakum bombası… Bugünde, Hiroşima bombasının yıldönümünde, vakum bombası deniyorlar üstümüzde, ve deneyleri başarılı…
Hiroşima yarındır. Yok hiçbir şey cinayet müzesinde katilin ismini gösteren…
Kayar sözcükler hafızam ve parmaklarımdan. Unuttum alfabeyi. Tek hatırladığım altı harftir sadece: B-e-y-r-u-t…
Var mı bir bombanın torunları? Biz. Var mı bir şarapnel parçasının dedeleri-nineleri? Biz…
Nasıl da yalnız hissediyorum kendimi burada!…
Her şeyin ötesinde, beyaz olmalısın. Çünkü özgürlük ve hayatın kendisinden daha değerli bir şey var. Nedir o? Beyazlık…
Hayır, yenilginin birden çok babası vardır…
Futbol. Nedir bu sihirli çılgınlık, korkuyu bir buçuk saat akıya alan, beden ve ruh içinden, şiirden, şaraptan hatta tanımadığınız bir kadınla ilk karşılaşmanızdan daha çok insanı kendinden geçirerek akıp giden?…
Bu yokluktan daha zalim bir şey var mıdır?…
Kalmadı geriye hiçbir şey bize, delirmenin silahından başka . Olmak ya da olmamak…
Kim yazacak öyleyse dibin tarihini? Yosunun tarihini? Kim yazacak tarihini, kardeşten doğuşunu düşmanın ve kardeşin düşmana girişini?…
Koruyacak mı beni hafıza bu tehditten?…
Kaç kadın var içinde… Kaç kadınsın sen?…
Bilmiyorum, bilmiyorum bütünüyle neden annemi hatırladığımı?…
“Öldürür herkes diğerini dışında pencerenin”…
Bir insan yalnız el değmemiş sahrada…
“Ne zaman öpeceksin beni?… “Neden bu kadar çok yağıyor?”
“İçimde kalman için.” Tutkudan doğan tutku. Durmayan bir yağmur. Söndürülemeyen bir ateş. Sonsuz bir beden. Kemikleri ve karanlığı aydınlatan bir arzu.
Uyumadık gece…
Sonra havayı serinleten, bizi terleten ter…
Bilmiyorum, bilmek istemiyorum dedim.
Fakat Euripides ve Shakesperae’nin oyunlarını sevdiğimi biliyorum.
Kızarmış balık, haşlanmış patates, Mozart’ın müziği ve Hayfa kentini severim.
Üzümü, seviyeli sohbeti, sonbaharı ve Picasso’nun mavi dönemini severim.
Ve şarap severim ve olgun şiirin belirsizliğini.
Musevilere gelince, bir aşk ya da nefret sorunu değil onlar…
Kahve severim ve kokusunu kahvenin…
Dönemem kendime geri…
Aşk tereddüt ediyorsunuz demektir.
Tutkunun da bir maskesi var.
Yoruldum maskemden, oyunumdan ve yorgunluğumdan…
Utanç verici: aşktan ölmemiz savaş zamanında…
Nasıl da severim yüksek topukları…
Yoktur aşkta eşitlik. İki dünya, sessiz kalındığında,. uyumdan çok çatışma içinde olan, geçmiş anılara geri dönen…
Severim bu anıları, spazmları, sözcüklerden ve görevlerden kurtulmuş olan…
Boşlarım boşu, her şey boş.
Ölüme eşlik etmek öğretti bize, ölümün sesi olmadığını…
Bir parçayız, bir ada değiliz biz… Demiyoruz, kültürel olarak Doğu tümüyle Doğu’dur, Batı tümüyle Batı…
Bu kavşakta, eleştiriden yardım almak için bağırıyoruz…
Büyüyemez kimse sekterlik içinde….
Almayacağız yanımıza hiçbir şey. Al yatağımı, kitaplarımı, ilaçlarımı. Al yokluğumu, hepsini…
Şiir nedir? Şiir bu kozmik sessizliği yazmaktır…
Hangi denizi geçeceğiz? “Akdeniz ve Kızıldeniz”…
Bir güneş var mı orada? Düş görebilir mi kişi, başkalarıyla otururken? İzleyemez kimse bir dalgayı, batarken dalga denize…
Kırktan sonra her yaş eşittir.
Vasiyet edecek yok bir şeyim.
Yok bir sır hayatımda…
Hayatım şiirimin skandalıdır. Şiirim de hayatımın skandalı….
Bu kapıdır, ve arkasında, kalbin cenneti. Bizim şeylerimiz, bize ait olan her şey, silikleşir. Ve kapı, bir kapıdır, metaforun kapısı, masalın kapısı… Kapının kapısı yoktur, fakat gene de kendi dışıma çıkabilirim ve sevebilirim hem gördüğümü ve hem de görmediğimi… Hapishane hücrem, sadece içimi aydınlatanın ötesinde, hiçbir ışık almaz… Severim dam penceresinden sızan gökyüzü parçacıklarını… Ve severim annemin küçük şeylerini, giysisindeki kahve kokusunu… Severim sonbahar ile kış arasındaki tarlaları, hapishane gardiyanının çocuklarını… Benim özgürlüğüm… hapishane hücremi genişletmek ve kapının şarkısını sürdürmektir. Kapı, bir kapıdır, yoktur kapının kapısı. Ve gene de kendi içimde çıkabilirim dışarı.
2. Trende Bir Koltuk
Bize ait olmayan eşarplar. Son dakikanın aşıkları. İstasyonun ışıkları… Platformdaki hain gözyaşları. Bize ait olmayan efsaneler. Buradan çıkarlar yolculuğa… Hiçbir şeyin peşinde değiliz yolculuklarımızda, fakat sevmeyiz trenleri, yeni istasyonlar yeni birer sürgün yerleri olduğunda… Tüm yolcular dönerler ailelerine, fakat biz dönmeyiz her hangi bir yuvaya.. Bizim için değil pencereler, her dilde merhabalaşmak için… Nerede şarkıların masum kızları?… Kendi mesafemle bile mesafeliyim. Ne kadar uzaktadır, öyleyse, Aşk? Hızlı kızlar, soyguncular gibi, avlar bizi. Unuturuz, tren pencerelerinde karalanan adresleri. On dakika için aşka düşen biz, giremeyiz eve ikinci kez. Bir yankı olamayız biz ikinci kez.
3. Hastahanede Bir Yoğun Bakım Odası
Sıkıştırdığında beni toprak, fırıldak gibi döndürür beni rüzgar. Uçmak zorundayım, dizginlemek için rüzgarı. Fakat ben bir insan oğluyum. Kalbimde, bir çok flüt yırtıyor göğsümü. Düşen bir kar gibi terim… Savruldum yatağa… Bir süre için bilincimi kaybettim, ve sonra öldüm. Kısa ölümün kapısında bağırdım: Seni seviyorum, girebilir miyim ölüme senin ayaklarında? Ve öldüm, öldüm tamamen. Senin ağlaman olmadan, …Beni geri getirmek için, ellerinin göğsümü yumruklaması olmadan. Ne sessiz ve barış doludur ölüm? Seni sevdim ölümden önce ve sonra, ve arada görmedim hiçbir şey annemin yüzünden başka. Bu kalp, bir süre yolunu kaybetti, geri dönmeden önce. Sordum sevdiğime: Hangi kalpte vuruldum? Eğildi kalbimin üstüne ve gözyaşlarıyla cevapladı beni… Mektuplar postaladık. Otuz deniz ve altmış sahil geçtik ve hala vaktimiz var dolaşıp durmaya. Ey kalp, nasıl aldatabilirdin rüzgar seven bir atı?…
4. Otelde Bir Oda
Selam olsun aşka, geldiğinde ve göçtüğünde ve otellerde aşıklar değiştirdiğinde. Var mı kaybedecek bir şeyi aşkın? Bahçede akşam kahvesi içeceğiz. Gece boyu sürgün hikayeleri anlatacağız. Ve sonra bir odaya gideceğiz-bir sevecenlik gecesi arayışında iki yabancı… Birkaç sözcük bırakacağız koltuklarımızda. Sigaralarımızı unutacağız, diğerleri sürdürsün diye akşamı ve sigara içmeyi. Uykumuzun birazını yastıklarımızda unutacağız, diğerleri gelip dinlensin diye uykumuzda… Nasıl inandık bedenlerimize bu otellerde? Nasıl güvendik sırlarımıza bu otellerde…? Biz yalnızca ikisiyiz bir kamu yatağında yatanların, herkese ait olan bir yatakta. Bir süre önce gelip geçen aşıkların söylediğini söyleriz sadece. Hoşça kal çabuk gelir. Bu telaşlı karşılaşma başka otellerde bizi sevenleri unutmak için miydi sadece? Bu zevk verici sözcükleri başka birine daha söylemedin mi? Bu zevk verici sözcükleri ben söylemedim mi başka birine, bir başka otelde, ya da bizzat bu yatakta? Aynı adımları izleyeceğiz, diğerleri de gelip aynı adımları izlesin diye…
Düşün ki beni… Yirmi yaşındayım, Delikanlılar gibi oldum, anacığım! Hayatla mücadele ediyorum. Adamlar gibi yük taşıyorum, Çalışıyorum. Bir lokantada… Bulaşık yıkıyorum. Müşterilere kahve pişiriyorum. Yapıştırıyorum tebessümler hüzünlü yüzüme, Sevinsin diye müşteri.
SY: Çok zengin , hareketli ve ilginç bir hayatınız olmasına rağmen-sığınmalar,göçler, sürgünler, hapisler, yoğun seyahatler, sık sık alan değiştirmeler, kapsamlı okumalar, kültürel ve siyasal sorumluluklar, önemli dostluklar, ciddi aşklar, büyük kayıplar, binlerce insana yazı ve dinleti ile seslenmeler v.b- bugüne dek, otobiyografik yazıma sınırlı bir yer ayırmışsınız.
Bu suskunluk neden? Otobiyografik yazımı sevmiyor musunuz? Yoksa bundan çekiniyor ya da sıkılıyor musunuz? Ya da Ibn Arabi gibi “varlığınızı yokluğunuzda mı” arıyorsunuz? Köşede, tenhada mı kalmayı tercih ediyorsunuz?
MD: Bana göre, okuru asıl ilgilendiren şiirde, şiirin kendisinde ne bulduğudur. Sanırım bu diğer yazım biçimlerinde de böyledir.
Bugüne dek, otobiyografi yazmayı düşünmedim. Bunun pek ilginç olacağını da sanmıyorum… Bu konuda herhangi bir korku ya da çekinmem yok. Ben her şeyi ortada olan, şeffaf biriyim. Sırrım yok. Sırsızım. Ne yakınmayı ne de övünmeyi severim.
Otobiyografi; zaman zaman, belki de kaçınılmaz olarak, övüngenliğe, şişinmeye ya da aşırı yergiye dönüşüyor.
Bir Olağan Hüznün Güncesi ve Unutmak İçin Hatırlama adlı eserlerimde hayatımın bazı duraklarına yer verdim.
Ayrıca, kişi olarak ortalıkta, ışık altında, sahnede bulunmayı (görevin getirdiği zorunluluklar dışında) sevmeyen biriyim. Tenhayı, gölgeyi tercih ederim. Orada rahat ederim. Varlığımla yokluğumun iç içe olduğunu düşünüyorum.
SY: Atı Neden Yalnız Bıraktın ve Duvara Ait (Cidariyye) başlıklı şiir kitaplarınız bir tür “şiirsel otobiyografi” olarak değerlendirilebilir mi? Ayrıca sizinle yapılan kapsamlı söyleşilerde hayatınıza dair belirli bilgiler var. Buna katılır mısınız?
MD: Adı geçen şiirlerde otobiyografik öğelerin yer aldığı doğrudur. Ama bu kısmidir ve şiirin yapı ve akışına uygunluk içinde bir yeralmadır.
Otobiyografi; türü, dili, yaklaşımı itibariyle tamamen başka bir yazım biçimidir. Ben, kendimi şiirle ifade etmeye adadım. Varlığımın anlamını da, büyük ölçüde, şiirde arıyorum.
Benimle yapılan söyleşilerde hayatım hakkında bir hayli bilginin benden koparıldığı doğrudur.
Bakalım ikimizin bu macerasında başıma neler gelecek!
Al-Nakba/Büyük Felaketle Başlayan Sürgün
SY: Bir söyleşinizde: “Tüm yazdıklarım yaşanmış tecrübelerden doğdu” diyorsunuz. Bundan cesaret alarak sizden çocukluk, gençlik ve sonraki hayatınız hakkında biraz bilgi alabilir miyim?
Sizin de kökeniniz, bir çoğumuz gibi, “nazik kalpli köylüler”den galiba. Aynı adlı şiiriniz de resmettiklerinizden:
“Biz de ağlarız, düştüğümüzde dünyanın kenarına…” Dikmez rüyalarımız gözünü diğer insanların üzüm bağlarına Bizim de gizemimiz olur battığında güneş… Adlarımız, günlerimiz gibi hep aynıdır, Tatmin eder bizi bir türkü”…
Ve Bu Yolda Bir Başka Yol’da:
“Çok güller atmak zorunda kalacağım Celile’de bir güle ulaşabilmek için” diyorsunuz.
Örneğin, “1948 Filistinliliği”, Al-Nakba (Büyük Felaket) dan başlayabiliriz.
MD: Peki, neden olmasın… Celile’nin Birwa köyünde 13 Mart 1942’de dünyaya geldim. Altı yaşımda (1948) “sığınmacılık” (laayi) ve “sürgün” ile tanıştım.
1948’de topraklarımız İsrail işgaline uğrayınca ilk olarak Lübnan’a sığındık. Küçük sayılabilecek yaşıma rağmen, bu kabusu çok iyi hatırlarım.
Bir süre sonra kendi ülkemize “Sızmacı”(!)(mutasallil) olarak döndük. Köyümüz haritadan silinmişti. Dar al-Assad’a yerleştik.
Bu kez bize “sığınmacı” sözcüğü uygun bulundu. Ülkeye “yasadışı”(!) sızdığımız için bize ilginç bir sıfatla oturma müsaadesi verildi: Artık “mevcut-namevcut” (var-yok) olduk. Yani fiziksel olarak vardık, fakat hukuken yok sayılıyorduk.
Tüm mal ve mülkümüze (pek olmayan) el konuldu ve kendi ülkemizde “mülteci” olduk. Bu durum şimdi bile pek değişmiş sayılmaz…
Hayfa Yılları
SY: Hayfa yıllarınız nasıl geçti? Eserinizde oraya bir hayli göndermeler var. Eğitim, iş, siyasal ve şiirsel hayatınız nasıldı? İlk büyük aşkınızı da Hayfa’da yaşadınız galiba?
Karmil’in İnişi şiirinizde:
“Hayfa Taşlarında yuva yapmış bir tarlakuşunun üstündeki bir damla su denktir tüm denizlere Ve yıkayıp temizleyebilir işleyeceğim Tüm hataları” diyorsunuz
MD: Ailem bir başka köye nakledildi. Ben Hayfa’ya geçtim ve on yıl kadar orada yaşadım. Orada hem okudum, hem çalıştım, hem güzel dostlar edindim, hem de ilk büyük aşkıma düştüm.
Şiirler yazdım.İsrail Komünist Partisi’ne yakın Al-İttihad gazetesinde ve Al-Cedid dergisinde redaktörlük yaptım. Statüm ve etkinliklerim gerekçesiyle “kentten ayrılma yasaklı” sıydım. 1967-70 yılları arasında da “ev hapsinde”ydim. Her yıl belirli süreler içinde, her hangi bir yargı kararı olmadan, hapse atılıyordum.
1970 yılında Hayfa’yı terk etme kararı verdim. Kuşkusuz kolay verilen bir karar değildi. Bir daha dönemeyeceğim bir mekan ve geçmişten kopuyordum.
Moskova Günleri
SY: Sanıyorum ilk yabancı durağınız, Sosyal Bilimler Akademisinde okumak üzere gittiğiniz, Moskova oldu. Neden Moskova? Moskova’yı o dönemde nasıl buldunuz? Beklentilerinizle ne ölçüde örtüştü?
Moskova gerçekten “yoksulların cenneti” miydi? “İdeal kent” miydi?
MD: Bunların tam bir çözümlemesini yapmak kolay değil. Ama, Hayfa’da yaşarken İsrail Komünist Partisi’ndeki etkinliklerde yer almam; sosyalist düşünceye olan yakınlığım; başka bir ülkeye gidebilmenin olanaksızlığı gibi gerçekler, bu seçimi yapmamı etkilemiştir sanırım.
Moskova’daki hayatıma gelince: Orada gerçek bir evim olmadı (Nerede oldu diyeceksin!). Üniversite kampüsünde küçük bir odada kalıyordum. Kentin tarihi ve kültürel zenginliklerini bir ölçüde tattım.
Biraz Rus’ça öğrendim. Zaten toplam bir yıl geçirdim orada. Rusya’da, Moskova’daki halkın hayatını, katlanılması oldukça zor bir hayat olarak gördüm. Moskova’nın “yoksulların cenneti” olduğu iddiası, büyük ölçüde bir yanılsamaydı. “İdeal kent” savını da orada yitirdim.
Bizim hayallerimiz, ideallerimiz, Sovyetik söylem ve Sovyetler gerçeğiyle, bir ölçüde yüzleşebildim orada.
Moskova’da yoksulluğun yanı sıra, beni en çok etkileyen insanların gözlerindeki korku ve yaşadıkları öz-güven eksikliğiydi.
Fakat tüm bu tecrübe beni insani, özgürlükçü, yaratıcı, dayanışmacı bir toplumculuk inancından hiçbir zaman koparmadı.
Kahire ve Nil Durağı
SY: Bir sonraki durağınız olan Kahire hayatınızı ve şiirinizi nasıl etkiledi? Orada kimlerle karşılaştınız? Ne iş yaptınız? Nasıl bir kentti Kahire o günlerde? Nil nehri sizi çok mu etkiledi?
Mısır’da şiirinizde:
“Mısır’da asla aynı değildir saatler… Her dakika bir anıdır Nil kuşlarının yenilediği. Oradaydım… Nil’in oğluyum ben-bu ad yeterli benim için…”
Diyorsunuz.
Ünlü şiiriniz “Sirhan Kahvesini Kafeteryada İçer”i orada mı yazdınız?
Çok sevdiğinizi bildiğimiz, “Doğu’nun Yıldızı”, dostlarının “Thuma”sı, Mısır halkının “La Dame”ı ya da “Dördüncü Piramid”i olan ve “gerçek sanatçı kendi sahihliğiyle, otantikliğiyle gurur duyandır” diyen Ummi Gülsüm ile karşılaştınız mı?
MD: Kahire’ye varışım hayatımın önemli basamaklarından biriydi. Öncelikle, bir daha İsrail’e dönememe, dönmeme kararı veriyordum. Kolay verilebilecek karar değildi kuşkusuz. Başlangıçta oldukça tedirgindim.
Ancak, Kahire’de sabah uyanıp karşımda muhteşem Nil’i görünce ve kısa bir süre sonra kulaklarım, anadilim Arapça ile dolunca birden kendime geldim.
Muhammed Heykel beni Al-Ahram’ın yazarlar kulübü üyeliğine önerdi. Necip Mahfuz ve Yusuf İdris ile aynı büroyu paylaşıyorduk. Onlarla sıcak ve beni bir hayli geliştiren bir dostluk yaşadım. Necip Mahfuz’un çalışma disiplini ve ciddiyeti beni çok etkiledi.
Orada ayrıca diğer birçok yazar, sanatçı ve müzisyenle karşılaştım. Büyük üzüntüm Taha Hüseyin ve “meftun”u olduğum Ummi Gülsüm’le karşılaşamamamdır.
Şiirim de evrilmeye başladı orada.
Evet. “Sirhan Kahvesini Kafeteryada İçer”i orada yazdım. Bu şiir ilk kez Al-Ahram’da yayımlandı.
Kahire bir kent olarak, tüm karmaşasına rağmen, Arap dünyası için hep çekici ve ilginç bir odak oluşturmuştur. Tarihsel, kültürel ve insani zenginlikleri çok bol olan bir kenttir.
Yıkıntıların Geometrisi Beyrut
SY: Büyük bir “özlem” beslediğiniz, hatta “hastası” olduğunuzu söylediğiniz, Beyrut Kasidesi’nde “Mermerden nergis taştan kelebek… İlk kadının tasviri… Feyruz’un sesi… Yıkıntıların geometrisi… Denizin ve ölülerin mantosu… Yıldızlara ve çadırlara çatı…” olarak dillendirdiğiniz Beyrut’ta nasıl bir yaşantınız oldu? “Beyrut bizim çadırımız Beyrut bizim yıldızımız” dediğiniz bu kentin şiirinize etkisi ne oldu? Hangi şiileriinizi orada yazdınız? Eşsiz Beyrut Kasidesi’ni, Beyrut sonrası yazdınız, değil mi? Kimlerle birlikte oldunuz Beyrut’ta?
MD: Beyrut’ta 1972-1982 yılları arasında on yıl geçirdim. Bu kente karşı duyduğum bağlılığın, sevdanın gerçek nedenlerini pek izah edemiyorum…
O dönemde Beyrut, birbiriyle çatışma içinde, ama bir arada yaşayan bir çok edebi, entelektüel ve siyasal akımları içinde barındırıyordu. Bunların bir labaratuarıydı. Çok canlı ve dinamik, renkli bir kentti.
Maalesef, ben oraya yerleştikten bir süre sonra “iç savaş” patladı. Bu durum beni hem kişisel, hem de sanatsal olarak olumsuz etkiledi. Kan, bitmeyen yıkımlar ve gözyaşları, ardı arkası kesilmeyen bombalamalar, bir çok dostun kaybı, sevgisizlik, nefret, kuşku, çaresizlik… şiirimdeki evrimi duraksamaya uğrattı, bloke etti.
Bu dönemde yazabildiğim en kayda değer eser: Böyleydi Onun İmajı ve Böyleydi Aşıkların İntiharı’dır.
Beyrut’ta, Faiz Ahmed Faiz, İbrahim Marzuk, Ahmad Az-Zattar, Ghasson Kanafani, Ikbal Ahmed ve E. Said gibi dostlarımla belirli aralıklarla karşılaşıyordum.
Beyrut Kaside’sini Beyrut’tan sürüldükten sonra yazdım. Bu eser, belirli mesafe ile o dönemdeki kuşatma altında olan Beyrut’u merkez alır kendine.
SY: Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, Al-Karmel dergisini kurdunuz ve yönettiniz. Ayrıca, Filistin Araştırmaları Merkezi’nin Shu’un fılistiniyye’sini yönettiniz değil mi?
Çok tartışılan bir konu olan, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Lübnan’daki varlığını o zaman nasıl değerlendiriyordunuz?
MD: Evet, Al-Karmel ve Shu’un fılistiniyye’yi Beyrut’ta yönettim. Bu girişimler, paradoksal bir biçimde, olumlu olarak sayabileceğim işlerdir.
FKÖ’nün, Filistinlilerin Lübnan’daki varlığına gelince: Kendilerin savunmaktan ve yok edilmeye karşı direnmekten başka amaçları olmamasına rağmen, bu konumu başlangıçtan itibaren hep sorguladım.
Bence Devlet içinde bir tür “Devlet” konumunda bulunmak bizim önemli hatamızdı.
Şam’da Kim Olduğunu Bilmek…
SY: Beyrut’tan nasıl, nereye doğru, hangi rüzgara ve denize doğru yola koyuldunuz ya da savruldunuz?
Bildiğim kadarıyla siz Filistin Yönetimi ve refakatçileri ile birlikte ayrılmadınız. Daha sonra, büyük insanlık ayıbı Sabra ve Şatila katliamlarından sonra, Suriye, Şam üzerinden ayrıldınız. Bu doğru mu?
Şam’da şiirinizde:
“Şam’da biliyorum kim olduğumu kalabalık içinde… Ben kendimim Şam’da,… Ne benzerim, ne de hayaletim gibi”
diyorsunuz.
MD: Evet, doğru. Ben bir süre daha Beyrut’ta saklı kaldım. Karma karışık hisler içindeydim. Ne kalmanın koşulları vardı, ne de bir gemiye sıkıştırılıp kovulmaya gönlüm razıydı. Fakat Sabra ve Şatila kıyımları artık orada sonun geldiğini gösteriyordu. Bazı dostlarımın yardımıyla Şam’a geçtim.Oradan da kısa bir süre sonra ayrılarak Tunus’a doğru açıldım.
Tunus Seferi ve Tunus
SY: Tunus’taki ilk izlenimleriniz neydi? Yüksek Gölge’ye Övgü ve Denizin Övgülerinin Kuşatması şiirlerinizi Tunus seferiniz sırasında mı yazdınız?
Teşekkürler Tunus şiirinizde:
“…Tunus’ta kalışım iki safın arasındaydı:
Buradaki ne evim ev gibi
ne de sürgünüm sürgün gibi”
diyorsunuz.
MD: Tunus yolunda ve Tunus’a varışımda dramatik, hazin bir görüntüyle karşı karşıya kaldım. Tüm Filistin başkaldırısı, devrimi, başta Başkanı Arafat olmak üzere, deniz kenarında bir otele sıkıştırılmıştı. Herkesin gözünde, yüzünde büyük bir acı, kuşku ve belirsizlik. Dudaklar suskunluğa gömülmüş…
Bununla birlikte, Arafat büyük bir hızla FKÖ’yü tekrar toparladı. Bana da: “ Mahmud, Al-Karmel dergisini sürdür, lütfen” dedi. Ben de: “Nerede ve nasıl” diye sorduğumda; cevaben: “Nerede istersen, burada Tunus’ta, Kıbrıs’ta, Londra’da, ya da Paris’te” dedi.
Ben de kendime Paris’i yeni istasyon olarak belirledim. Tunus, Kıbrıs, Paris arasında mekik dokuyarak çabalarımı sürdürmeye yeniden başladım ve şiir yazmaya devam ettim.
Paris’te Sürgün Şairlik
SY: Paris’te on yıla yakın (yoğun seyahatleriniz yüzünden kesintili olan) bir süreyi geçirdiğinizi biliyoruz. Paris sizi nasıl etkiledi? Size ve şiirinize neler kattı, neler götürdü sizden?
Paris’te “sürgün bir şair olmak” nasıl bir “hal” idi?
MD: Anlayabildiğim kadarıyla, Paris benim şair olarak ciddi bir dönüşüm yaşamama, bir tür yeniden-doğumuma önemli katkılarda bulundu. 1980’li yılların ortalarından itibaren Paris’te yazdığım şiire büyük önem veriyorum.
Paris, kent olarak, şiire ve yaratıya dönük çok uygun bir ortam oluşturdu benim için. Hatta, o pek kimsenin sevmediği, iklimi bile iyi geldi bana. Paris, öncelikle, kendime, dünyaya ve eserime biraz daha uzaktan, belirli bir mesafeden bakmak olanağı sağladı bana.
Sonra; Paris, o dönemde, büyük ölçüde göçmen, sığınmacı ve sürgün şair, yazar, sanatçı ve düşünürlerin kentiydi.
Böyle bir ortamın getirdiği olanaklar, yarattığı etkiler yadsınamaz sanırım. Daha genele, evrensele yaklaşabilme şansınız artıyor, doğallıkla.
FKÖ Yürütme Kurulu üyeliğim yanı sıra ( ki bu daha çok sembolik bir konumdu ve oraya, benim yokluğumda ve bana danışılmadan, seçilmiştim) Paris günlerime ait şu eserlerimi sayabilirim:
Azalan Güller, Bu Bir Şarkıdır, Onbir Yıldız, İstediğimi Görürüm, Atı Neden Yalnızlığa Terk Ettin, Yabancının Yatağı (ilk versiyonu), Unutmak İçin Hatırlama…
Direnme ve Direniş Şairliği…
SY: Bu dönemde sizin “direnme” ve “direniş şairi” olma kavramlarında da değişim ve dönüşüm yaşadığınız anlaşılıyor. Bu doğru mu? Bu değişime kısaca değinebilir misiniz?
MD: Evet bu değişimi yaşadım. Bu değişimin özünde şu vardı: direnmek, ille de, bir şeyle sürgit kavgaya tutuşmak değil. Direnmek, paylaşmak, aşk, güzellik, hakçalık, doğanın ve evrenin kutsallığına saygı gibi değer ve duyguların sürekli, yılmadan savunulması ve gündemde tutulmasıdır daha çok.
Şair, özel bir davayı savunuyor olsa bile, son tahlilde, o da diğer varlıklar gibidir: Sever, hastalanır, düş görür, yenilginin, kaybın acısını çeker, ölüm önünde zaferinden zevk alır…
Halkının Yanında, Onun Kaderini Paylaşma: Ramallah ve Koşulları
SY: Şimdilerde Filistin-Ramallah ve Ürdün-Amman’da yaşıyorsunuz. Paris’ten sonra, ve özellikle ciddi sağlık sorunlarınıza rağmen, bu karara varmanız nasıl oldu? Ramallah’ta huzurunuz nasıl? Sürekli baskın, kuşatma ve belirsizlik hali yazarlığınızı nasıl etkiliyor bu kez?
MD:Kolayca anlaşılacağı gibi, ülkemden ayrılırken olduğuna benzer biçimde, oraya dönerken de bu kararı vermek oldukça güçtü. Nereye dönüyordum? Gerçek ülkemin her yanı kuşatılmış, duvarlanmış küçücük bir parçasına. Ve çok ağır yaşam koşullarına ve sürekli istila tehditi ve uygulamalarına…
Kendimi bir süre sorguladıktan sonra, Paris’teki göreceli olarak rahat hayata, malum sağlık durumuma rağmen, halkımın yanını, onun kaderini paylaşmayı seçtim. Bundan hiçbir pişmanlık duymuyorum. Aksine onur duyuyorum.
Ramallah’a gelince: Yaşama ve çalışma koşulları çok ağır ve stresli. Biraz da bu nedenle, oraya yakın Amman’a, zaman zaman, giderek biraz sükunet, mesafe ve yazabilme olanağı sağlamaya çabalıyorum. Aziz İstanbul
SY: İstanbul şehri size ne diyor?
MD: Bizim geldiğimiz gelenek ve kültürde İstanbul’un çok özel bir yeri vardır: Mekke “mükerrem” (saygıdeğer), Medine “münevver” (aydınlatılmış), Kudüs “şerif” (şerefli), İstanbul da “aziz” olarak nitelendirilir.
İstanbul çoğumuzun rüyalarının kentidir. Ve buna da bütünüyle layıktır.
Ayrıca, İstanbul tüm uzun tarihi boyunca büyük düşünür, sanatçı, edebiyatçı ve özellikle şairlere yuvalık yapmış, onları beslemiş ve esin kaynağı olmuştur. Bir çok değişik uygarlık, kültür ve inançlar dünyasına kucak açmış, onlar arasında sağlam bir köprü oluşturmuştur. Ve görebildiğim kadarıyla bu rolünü devam ettirmektedir.
Maalesef bu güzel kenti iyi tanıyabilecek kadar vakit (ya da sürgün!) geçirmedim burada. Ama hep içimde hissettiğim bir kent olmuştur İstanbul.
İstanbul’a duyduğum bu yakınlığa, kuşkusuz:
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Kubbeli, çınarlı mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın”
Diyen büyük usta Nazım Hikmet’in bu kente duyduğu sevda ve hasretin de önemli bir rolü olmuştur.
Bu Dünyada Müslüman Kökenli Olmak?
SY: Bu Dünya’da Müslüman kökenli olmak, özellikle Filistin’li Arap olmak nasıl bir insanlık durumu? Ne tür bir ruh hali? “Çilekeşliğin büyük ustası olarak” siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
MD: bu Dünya’ya bizim dünyamızdan gelmek ve orada varolabilmek, çok yönlü, çok boyutlu ve katmanlı, karmaşık ve zorlu bir durum, kuşkusuz.
Öncelikle, bir bireysiniz ve birey olarak tekil değilsiniz. İçinizde bir çok birey taşıyorsunuz.
Bir yandan, bir toprağa, kültüre ve geleneğe bağlılığınız var ve, eş zamanlı olarak ta, tüm dünya insanlığına ve evrenin tümüne aitsiniz.
Diğer yandan, Müslüman kökenli “Arap”sınız. Her zaman “yabancı” ve “öteki”siniz. Kim olursanız olun, ne yaparsanız yapın, bu hal başkalarının tasavvurunda ve gözünde pek değişmez…
Ayrıca, “Filistinli”siniz: Toprağınız, kimliğiniz, hatta ekmeğiniz elinizden alınmış, onurunuz zedelenmiş, kendi ülkenizde “sürgün”, “sığınmacı” konumundasınız. Sürekli baskı, şiddet, işgal altında, en temel haklarınızdan- özgürlük, adalet, barış içinde yaşama, hiçbir ayrımcılığa hedef olmama v.b. –yoksunsunuz.
Doğal olarak, tüm bunlar insana ve içinde yaşadığı topluma umutsuzluk, belirsizlik, tedirginlik, çaresizlik ve yoksunluktan başka fazla bir şey sunamaz.
Aslında, biz Filistin’liler, bir tür 1948-Al-Nakba (Büyük felaket)sının uzantısını yaşıyoruz, dünyanın aldırmaz gözleri önünde…
Ne yapılabilir bu durum karşısında? Bize kalan iki seçenek var: “Hayat ve gene hayat”. Direnme sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görev, sorumluluk. Direnmenin daha insani ve etken yollarını aramak ve bunu dünya insanlığı ile paylaşmaktan başka çıkış yolu göremiyorum.
Aile…
SY: Biraz da aileniz hakkında konuşabilir miyiz? Eserlerinizde, özellikle şiir (ünlü Anneme ve Huriyye’nin Dersleri vb.) ve söyleşilerinizde anneniz Huriyye hanım ön planda duruyor. Annem’e şiirinizde: “Ekmeğini özledim annemin,/ Kahvesini annemin,/ Okşamalarını annemin” diyorsunuz.
Annenizin o “çok sevdiğiniz kahvesini” en son ne zaman ve nerede içebildiniz?Anneniz : “İnanma hiçbir kadına annenden başka” diyor.
Babam şiirinde: “Yurdu olmayanın mezarı da yoktur” dedirttiğiniz babanız Selim beyle ve dedenizle aranız nasıldı?
MD: Tarih boyunca çok sayıda “babalarımız” oldu, çok babalar gördük. Fakat annemiz tek ve biricik olmuştur. Anne tarihsel ve fiziksel sürekliliğin canlı simgesi; temsilcisidir. Anayurt’a bağlılık ta buna benzer aslında.
Ben kırsal kökenli biriyim. Babam, temelde, bir “toprak insanı”ydı. Tüm emeğini, uğraşını ve endişelerini küçücük bir toprak parçasına, mevsimlere, ve elde edebileceği ürüne odaklamıştı. Sabah çok erken kalkıp evden ayrılır ve gece geç dönerdi.
Babam çok sakin, utangaç, barışçıl, kendi halinde biriydi. Asla söylenmez ve homurdanmazdı.
Anneme gelince: O çok güzel bir kadındı. Zaten adı Huriyye de “su perisi, su kızı” anlamına gelir. Komşu köyün muhtarının kızıydı. Babamla birbirlerini görmeden evlendirilmişlerdi.
Annem güçlü bir karaktere ve keskin bir dile sahipti. Evi o yönetirdi. Babama karşı bir miktar otoriterdi. Bu “despotik”, buyurgan yanını asla sevmedim. Babam ile derin karakter uyuşmazlıkları vardı. Tartışmalar, kırgınlıklar, küsmeler pek eksik olmazdı evimizde.
Çocukluk dönemimde, annemi sert, biraz acımasız ve öfkeli bir kadın olarak algılıyordum. Sanki sebepsiz yere pataklardı beni! Hatta beni sevmediğine, benden nefret ettiğine inanır olmuştum.
Ancak, onaltı yaşımda ilk tutuklanışımda, onu hapishanede, karşımda metin, dimdik, cesaret verici, sevecen ve yaşlı gözlerle gördüğümde, bu konuda yanıldığımı anladım. O andan itibaren ve anneme (gerçekten ona) adadığım “Özlüyorum Annemin Ekmeğini/Kahvesini Annemin”, şiirimle, onunla ömür boyu sürecek bir sevgi, dostluk ve barışa kavuştum.
Annemdeki cesareti, derinliği, sabrı, direnmeyi, çilekeşliği ve hüznü daha sonra keşfettim.
Evet, Paris sonrası ilk “özel müsadeli” ziyaretimde annemin kahvesini, onunla birlikte içtim. Beni kapıda karşıladığında “Mahmud Derviş, Mahmud Derviş” diye heyecanla bağırmıştı. Ama kahveyi kimin yaptığını bilemiyorum. Ben mi, o mu, yoksa dostlarımız mı?
Sanki başka bir zamandaymışım gibi hissettim kendimi… Daha sonra annem beni geride bıraktığım kitaplığıma yönlendirdi. Aynen bıraktığım gibi mükemmel korunmuştu.
“Annem’den başka” kadınlara da “inandım”. Bu konuda annemle aynı düşüncede değilim.
SY: Annenizin “favori” çocuğu olduğunuzu biliyoruz!
MD: Evet, ama bu, benim özel yada değerli oluşumdan değil, hep uzakta, gurbette, sürgünde oluşumdan olsa gerek.
Filistin’li Kadınlar ve Anneler
SY: Uzun yıllardan bu yana “Filistin’li annelerin ve kadınların” bitmez tükenmez kayıplar ve çileler karşısındaki abidevi direnişlerine ve duruşlarına tanık oluyoruz. Hiç bitmez mi bu kadınların sabrı ve gücü?
MD: Bu özellik sadece Filistinli kadınlara yada annelere özgü bir şey değil. Kadınlar, her zaman ve mekanda tarih boyunca ve bugün de bu güç ve direnci, kapsayıcılığı elden bırakmamıştır. Bu onlarda fıtri, doğuştan gelme, dişillikten gelme bir nitelik olsa gerek. Bu özelliği, doğadaki diğer dişil varlıklarda da görüyoruz.
SY: “Aba”sına ve “tütün kokusuna” tutkun olduğunuz dedenizi de çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Sizi daha çok o büyüttü galiba, ne dersiniz?
MD: Evet, doğru. Dedemi çok severdim. Bana çok emeği geçmiştir. Bir çit arkasında hapsedilmiş bir toprağa sabitleyerek bakışın göçtü bu dünyadan. Dedem güneş batışlarını, mevsimleri… sayarak öldü. Düştü, bir dala yaslanması yasaklanmış, olgun bir meyve gibi. Yokettiler kalbini…
Kendini Konumlandırma
SY: Siz kendinizi, hem kişiliğiniz hem de şiiriniz açısından (annenizin güçlü, kararlı, sert ve hüzünlü ve babanızın utangaç, mülayim, çekingen karakterleri karşısında) nerede konumlandırıyorsunuz?
MD: Ben annemin gücü, direnci ve hüznü ile babamın utangaç, çekingen dünyasının bir karışımıyım sanırım: Eş zamanlı olarak, hem çekingen hem güçlü. Bunu hem özel hayatımda hem de işimde, çabalarımda gözlüyorum.
Şiirim, belki de, bir ölçüde annemin hüzünlü ve dilsiz, konuşmayan konuşmasından doğmuştur.
Ev ve Kendini Ev’de Hissetmek
SY: Olağan ve tipik bir “ev” hayatınızın olmadığını biliyoruz. Gene de sormak istiyorum. Şimdilerde “ev” sizin için ne anlama geliyor. Bu çağda “evde olmak”, “kendini evde hissetmek” olanağı var mı sizce?
MD: Ev, benim için kendi kendimle yalnız kalabilmek demek. Aynı zamanda kitaplar, müzik ve beyaz kağıt ve kalem demek. Bir tür dinlenme odası; zamanı daha iyi, derinlemesine ve etkinlikle kullanabileceğim bir mekan.
Belli bir yaşa geldiğinizde, önünüzde pek fazla zaman kalmadığını fark ediyorsunuz aniden. İtiraf etmeliyim ki, daha çok görev nedeniyle çıktığım, seyahatlerde ve sosyal ilişkilerde çok değerli zamanlarımı kaybettim.
Bu günlerde, kendime en yaraşır gördüğüm şeylere: Okumaya, yazmaya, müzik dinlemeye, yakın dostlarımla sohbete odakladım kendimi.
“Kendini evde hissetmek” konusuna gelince: Bu, bir çoğumuzun bildiği gibi, bir tür, “yerine getirilmesi olanaksız bir görev”. Ve asla üstlenilmemesi gerekli bir konum…
Dört Kişisel Adres
SY: Çok bilinen ve beğenilen bir şiirinizde Dört Kişisel Adres’e vurgu yapıyorsunuz: “Benim özgürlüğüm… hapishane hücremi genişletmek ve kapının şarkısını sürdürmektir. Kapı kapıdır, yoktur kapının kapısı ve gene de kendi içimde çıkabilirim dışarı” dediğiniz “Bir Metrekare Hücre”; “Son dakikanın aşıkları.İstasyonun ışıkları… Bize ait olmayan efsaneler. Buradan çıkar yolculuğa . Nerede şarkıların masum kızları” dediğiniz “Trende Bir koltuk”; “ Kalbimde bir çok flüt yırtıyor göğsümü. Düşen kar gibi terim. Ey kalp! Nasıl aldatabilirdin, rüzgar seven bir atı” dediğiniz “ Bir Yoğun Bakım Odas”ı; ve “ Selam olsun aşka, geldiğinde ve göçtüğünde ve otellerde aşıklar değiştirdiğinde” dediğiniz “Bir Otel Odası”;
Neden bu adresler?
MD: Bu mekanlar, hayatımın önemli bir bölümünün geçtiği yerler, yada yaşandığı duraklar. Diğer bir deyişle “kişisel adreslerim”. Bunca yıldır toprağından, evinden, insanından uzakta yaşamak zorunda kalmış, yersiz yurtsuz bireylerin başka hangi kişisel adresleri olabilir ki?
Ayrıca, bu adresler beni ben yapan yerler… Verdikleri türlü cefalara, adlarının yarattığı ilk ürküntüye rağmen; sefa da veren; insana, insanileşmeye çeşitli katkılar sağlayan, onu geliştiren, olgunlaştıran duraklar bunlar aynı zamanda…
Yalnızlık Hissetme, Onunla Dostluk
SY: Bu tür bir hayat içinde, bir çok insanın hissettiği tarzda, sizi tedirginliğe sokacak bir yalnızlık duyuyor musunuz? Yoksa bu yalnızlıktan güç mü alıyorsunuz?
Cidariyat’da “Yalnızım ben bu beyaz ebediyetin dolaylarında”, diyorsunuz.
MD: Biliyorum. Bir çok insan yalnızlıktan, kendisiyle baş başa kalmaktan şikayetçi. Benim böyle bir sorunum yada derdim yok. Yalnızlığa alışkınım. Onu büyük ölçüde ehlileştirdim, ve onunla yakın,içten bir dostluk ve barış kurdum.
Bana göre, yalnızlığımız güçlü, sağlam oluşumuzu ve duruşumuzu ölçebilmemizin temel sınamalarından birisi. Kuşkusuz, insanın can sıkıntısını, iç bunalımını yenebilmesi büyük bir ruhsal güç gerektirir.
Ben, yalnızlığım olmadan, kendimi önemli ölçüde kaybetmiş hissederim. Bu nedenle, hayattan, gerçek olandan, insanlardan kopmadan yalnızlıkla iç içe yaşıyorum. Onu hep yanımda tutuyorum, bir tür “ayrılmaz parçam” olarak…
Ev ve Eve Giden Yol
SY: Burada, biraz da, genel olarak edebiyatın ve özel olarak ta şiirin, tarih boyunca işleye geldiği (Homeros’tan Basho’ya, Holderlin’e…) şu: “Ev” ve “Eve Giden Yol” sorunsalına değinebilir miyiz?
Siz hangisin önde tutuyorsunuz? Evi mi, Yolu mu? Oraya Aitim Ben’de “Tüm sözcükleri öğrendim ve parçalara ayırdım onları, bir tek sözcük çıkarabilmek için aralarından: Ev/Beyt” diyorsunuz.
MD: Bu konu, istersen bu “ikilik” beni de, hem kişisel hayatım, hem de şiirsel ve metafizik vizyonum açısından, hep meşgul etmiştir.
Benim temel eğilimim “yol”u, güzergahı kutsamaya yöneliktir. Ancak, bu ikiliği durağan olarak görmüyorum. Ben de sürekli değişkenlik içindedir bu. Kendimi “ev”imin uzağında hissettiğimde (ki bende egemen tarz bu olmuştur) ona özlemim artar. Eve dönebildiğimde de derhal “yol”a düşmek ihtiyacı duyarım.
Biliyorsun, ben hala, ne evimi ne de evimin yolunu bulabilmiş biri değilim.
SY: Gerçekten bulmak istiyor musunuz?
MD: Bundan da pek emin değilim.
Dostluk
SY: Şimdi biraz da “Dostluk” tan ve sizin yakın dostlarınızdan bahsedebilir miyiz? Shakespeare’in “Ama bir an sen aklıma gelince/ Sevgili dostum/Tüm kayıplarım giderilir/Tüm üzüntülerim sonlanır…”, dediği; W. Blake’in “Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır” ile kutsadığı; W. Auden’in “Dostluk asla yaşlanmaz” vurgusuyla ebedileştirdiği Dost’luktan ne anlıyorsunuz?
Bu çağda (piyasa-para egemenliğinin, statü ve gösteri düşkünlüğünün, iktidar hırsı ve sevdasının, devingenliğin/kolay yer değiştirmenin, güvensizlik duygusunun, bencilliğin, paylaşma ve dayanışma eksikliğinin yoğun bir biçimde kendini gösterdiği zamanımızda) “dostluğun” pek olanaklı olmadığını, hatta imkansızlığını söyleyen ve onu anakronik bulanlar çok.
Anadolu’nun büyük halk ozanı ve sufi filozofu Yunus Emre: “Dost esriği deliliğim/Aşıklar bilir neliğim” diyor. Siz ne dersiniz?
Görürüm Uzaktan Gelen Hayaletimi şiirinizi
“Bir balkon gibi, diker gözümü bakarım arzuladığıma. Dostlarımı görürüm, akşam pastasını getiren-şarap, ekmek, birkaç roman ve plaklar…”
başlatıyorsunuz.
Dostlar arzularınızın başında mı geliyor?
MD: Bence, dostluğun tam zamanı şimdi. İnsanoğlunun tüm tarihindeki güzel yüzü, yüceltici, onur getirici yanı, bireyler ve toplumlar arasındaki dostluktan başka nedir ki?
Hele günümüzün zalim ve giderek vahşileşen dünyasında bizleri ayakta tutabilecek ne var, dostluk olmazsa?
Ben de Büyük Yunus gibi, dost esriğiyim… Benim fiziksel, düşünsel ve ruhsal hayatıma dostluğun, dostlarımın büyük katkısı olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Hayatımı yaşanılır kılan en önemli öğelerden birini oluşturmuştur dostlarım.
Benim dostluktan anladığım: Hiçbir çıkar gütmeyen, içtenliği, paylaşmayı, dayanışmayı, eşitliği, kendine temel alan, sakin ve taraflara belirli bir mesafe tanıyan bir ilişki biçimidir.
Dostluğun, zaman, mekan ve iktidar takıntısı yoktur. Ölüm de tanımaz. Ayrılık ta.
Asıl olan dostun varlığını bilmenizdir. Ve onu olduğu gibi kabul etmenizdir.
Kuşkusuz, gerçek dostluğu, tanışıklık, iş arkadaşlığı, dava arkadaşlığı gibi bazı benzerlerinden ve diğer bir çok yapay, yapmacık birlikteliklerden dikkatle ayırmak gerekir.
Evet: Dostlarım arzularımın başında yer alanlardır.
Edward Said
SY:Dostlarımızdan konuşmaya, çok yakın dostunuz olduğunu bildiğimiz Edward Said ile başlayabilir miyiz?
Filistin’in, çok haklı olarak, onur abidelerinden biri olan, değerli düşünür, aydın, eleştirmen, bilim insanı, müzisyen, akademisyen, diller ustası, demokratik hümanizmin yılmaz savunucusu E. Said sizin için bir söyleşisinde şöyle diyor: “…Mahmud Derviş,… ’direniş şairleri’ diye adlandırılanların ilklerden biriydi. Diğer bir deyişle, başlangıçta, Filistin kimliğini, ulusal temalarını ve kurtuluşunu dillendirmişti…. ,
Arap’ça ve İbranice’si mükemmeldir. Ayrıca Fransızca, İngilizce ve Rus’ça bilir…
Derviş 1970’de ülkesinden ayrıldı.Moskova, Kahire, Beyrut, Tunus ve Paris’te yaşadı. O bir sürgün şairidir. Derviş Arap dünyasının en büyük şairlerinden biridir. Güney Asya geleneğinin büyük şairi Faiz Ahmed Faiz gibidir. Şiir dinletilerini binlerce insan izler.
Çok okuyan biridir…. Kamusal, resmi statü ve pozisyon almaktan hoşlanmaz. Oldukça içine kapalı bir insandır. Zevklerinde ve görünüşünde kozmopolitandır.
Çok üretken geçen son yirmi yılında farklı içerik ve stili olan bir şiir geliştirmiştir. Meditatif ve lirik diye adlandırabileceğim bir türdür bu…
Bir çok değişik konuda, Endülüs’ten Amerikan Yerlilerine…. varan şiirler yazmıştır. Çok boyutlu bir şairdir. Kuşkusuz bir kamusal şairdir, fakat, aynı zamanda, yoğun biçimde kişisel ve lirik bir şairdir….
Bana göre, o, kesinlikle, bugün dünyanın en iyi şairleri arasında yer almaktdır. Dili kullanma ustalığında, D. Walcott ve S. Heancy gibi Nobelli şairler ile eş düzeydedir…
Klasik Arap şiirinden, Kutsal Kitaptan (Tevrat, İncil) ve Kuran’dan, seküler bir şair olarak, pek çok imaj ve söyleyiş taşır şiirine…”
Ve Sürgün Üstüne Düşünceler adlı ünlü denemesinde, “sürgün şairliğe” en iyi örneklerden biri olarak gördüğü aşağıdaki şiirinizi alıntılıyor:
“….
Fakat ben bir sürgünüm. Mühürle beni gözlerinle. Al beni her neredeysen- Al beni her kimsen… Al beni trajedimdem bir dize gibi; Al beni bir oyuncak gibi, evimizden bir tuğla gibi Böylece hatırlayacaktır çocuklarımız geri dönmeyi…”
Ne dersiniz? Sizin Edward Said’iniz nasıl biriydi?
MD: Edward Said, çok sevip saydığım, düşünceleri, duruşu ve birikiminden çok yararlandığım aziz bir dostumdu. Ve hep öyle kalacaktır.
“Filistin kökenli ve sevdalısı olmak” ortak özelliğimize rağmen, farklı coğrafi, ailevi, inançsal ve eğitimsel kökenlere sahiptik.
Ben kırsal, yoksul, müslüman ve ortalama eğitim kurumlarında, sınırlı eğitimli bir kökenden geliyordum. E. Said ise kentsel, iyi halli, hristiyan ve çok iyi okullarda eğitim almış bir kökenden geliyordu.
Ben daha çok oto-didakt, kendi kendini yetiştirmeye çalışan birisiydim, o ise mükemmel bir akademik geçmişe ve kariyere sahipti.
Ben çok küçük yaşımdan beri değişik ülke ve mekanlarda göçebe-sürgün bir hayat yaşadım, o ise büyük ölçüde ABD’de, New York merkezli yaşadı.
O iyi anlaştığı bir eşe ve çocuklara sahipti, ben ise daha çok eşsiz ve çocuksuzdum.
Tüm bu farklılıklar, çok iyi dost olmamıza engel değil, tam aksine dostluğumuzun pekiştiricisi olmuştur. Çünkü dostluk çapraz keser, ayniyet aramaz, dostu olduğu gibi kabule dayalıdır.
E. Said ile otuz yıl önce, “zamanın daha az vahşi olduğu” bir dönemde, New York’ta (Yeni Sodom) buluştuk. “Tahayyülün içtenliğine ve çimenin mucizesine güvenerek” geleceğe gitmek üzere.
Dünde bir yarın olmadığını tecrübemiz öğretmişti bize. Edward, şafak vakti uyanır, piyanosunda Mozart çalar, üniversitenin tenis kortu etrafında koşar, New York Times’ı okur, sürekli eleştirel düşünür ve yazardı.
Her zaman şık ve özenli giyinirdi. Karizmatik bir kişiliğe sahipti. Bit hayat estetiydi. Çok iyi ve ölçülü konuşurdu. Çok yönlü ve çok boyutlu yaklaşımlar ustasıydı. Duruşu dik, dili keskindi.
“Aristokratik” bir havası vardı. Onu yakından tanımayanlar, ondan biraz soğuk ve mesafeli bir kişi izlenimi alabilirlerdi. Gerçekte çok içten, sıcak, özverili ve paylaşmacı bir karaktere sahipti.
Hem Doğulu hem de Batılıydı. Doğu’nun tam anlamıyla doğu, Batı’nı tam anlamıyla batı olmadığını bilenlerdendi.
Çok dilliydi. Her iki dünyayı içine çok iyi sindirmişti. “Hem oradandı hem buradan. Fakat ne oradaydı ne burada”.
Her iktidara karşı gerçeği söyleme cesareti ve donanımı olan, hiçbir iktidar arayışı peşinde olmayan gerçek bir aydındı.
Tenezzülsüzdü. Bir çoğuldu. İçinde pek çok ‘iç’ olan. Kendini, bir çoğumuz gibi, yersiz-yurtsuz hissederdi. Farklı ve yaratıcı bir “sürgün”dü.
Kimliği, bir kale, duvar yada siper içinde hissetmezdi. Çok kimlikliydi ve bu ona çok yakışıyordu. “İnsani özün peşinde olan” kültürler arasında özgürce seyahat ederdi durmaksızın…
Daha yüksek, daha uzak bir yarına özlem duyardı. “Uçurumun kaçınılmazlığının” değiştirilebileceğine inanırdı.
İmkansızın peşindeydi. Hasretti Kudüs’teki evine ve hasret göçtü bu dünyadan.
Bir umut icatçısıydı. Hep “yaşayacağız” derdi.
Estetik düşkünü ve ustasıydı. “Estetik huzura kavuşmaktır” derdi.
Edward Said bizim bilincimiz ve dünya düzeyindeki elçimizdi. “Vahşi dünya düzenine” karşı, eşitliği insaniliği, uygarlıklar ve kültürler arasında diyalog ve paylaşımı savunmayı son nefesine kadar sürdürdü.
Filistin halkının en büyük gururuydu. Bizim çağdaş tarihimizde eşine rastlamadığımız bir yaratıcılık ve özgünlük örneğiydi.
O ayrıştırılamaz bir bütündü. İçinde, birbiriyle asla karıştırılmadan, güzel insanı, amansız eleştirmeni, düşünürü, müzisyeni ve siyaset kişiliğini birlikte barındırıyordu.
E. Said Filistin’i dünyanın kalbine, dünyayı da Filistin’in kalbine sokan kişiydi.
Edward’ı 2002 yılında en son New York’ta ziyaret ettiğimde “New Sodom”un Babil halkı üstüne açtığı ateşle ve kanserle dövüşüyordu.
Kendi yüksekliğine elveda diyerek, “yükseğe, daha yükseğe doğru süzüldü”, bir kartal misali.
Eqbal Ahmad
SY: Güney Doğu Asya’nın “efsanevi” aydını Eqbal Ahmad ile yakınlığınız ne düzeydeydi?
E.Said onu “tüm dünyanın dostu” olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor: “Eqbal, bir çok insandan çok sınırlar geçtiği ve çok engeller aştığı halde, her yerde, durumda ve bağlamda rahatça kendisi olabilen biriydi”.
Bu özelliği de, E. Ahmad’ın “entelektüel parlaklığı ve cesaretine, üstün doğru analizler yapabilme yeteneğine” ve sürekli tutarlılığını koruyan “insani ve sıcak duruşuna” bağlıyor.
Ayrıca “eşsiz yoldaşlığına, içtenliğine, kendini adama özelliğine, vefakarlığına, dürüstlüğüne, yaratıcılığına, kendine özgü oluşuna, ufuk sahipliğine” vurgu yapıyor.
E. Ahmad’ın sizde bıraktığı izlenim neydi?
MD: Gerçekten E. Said gibi, E. Ahmad “efsanevi” biriydi, bizler için. Hem insani, hem düşünsel, hem de siyasal düzeylerde. E. Said’in çok yakınıydı.
Ben, onunla fiziksel olmaktan çok, sık sık karşılaşma yada birlikte olmaktan çok, ruhsal bir yakınlık, bir tür “ruh dostluğu” yaşadım diyebilirim.
E. Ahmad, Hindistan’ın bir köyünde doğmuş, küçük yaşında babası gözlerinin önünde öldürülmüş, 1947 Hindistan-Pakistan bölünmesinde ilk göçmenliğini yaşamıştı.
ABD-Princeton’dan doktora almış, Kuzey Afrika’da yaşamış, Cezayir kurtuluş cephesine F. Fanon’un yanında katılmış, ABD’de Vietnam ve Kamboçya’ya karşı yürütülen insanlık dışı uygulamalara “ilk ve en etkin karşı çıkışın” sözcülerinden biri olmuştu.
Dünyayı dolaşmış, bir düşünür, aydın bir eylemci olarak, bir çok bağımsızlık, direniş ve demokratikleşme girişimini (Filistin’inki de dahil olmak üzere) desteklemiş, bir çok insanı etkilemiş, onların gelişmelerine katkıda bulunmuş, hiçbir mevki peşinde koşmamış güzel ve örnek bir insandı.
“Guru”ydu. Ömrünün sonuna doğru Pakistan’a geri dönmüş ve kısa bir süre sonra da (1999’da) aramızdan ayrılmıştı.
E. Ahmad, bir alçak gönüllülük, derin duyarlılık ve insani sıcaklık örneğiydi.
Faiz Ahmed Faiz
SY: Urdu dilinin büyük şairi, bitmez hapislerin ve sürgünlerin çilekeşi Faiz Ahmed Faiz ile nasıl bir ilişkiniz vardı? Sanıyorum aynı dönemlerde Beyrut’ta sürgün yaşadınız, ve 1982 Kuşatmasını birlikte geçirdiniz.
Onun 1947’de yazdığı Azadi (özgürlük) şiiri, bir zamanlar dillere destandı.
Şöyle diyordu galiba:
“ Bu donuk ışınlar, bu gece-isli ışık- O Şafak değil bu, özgürlükle esrimiş, mutlak özlem içinde yoluna koyulduğumuz… Dostlar, uzaklaşın bu sahte ışıktan. Gelin, O vaat edilmiş Şafağın peşinde olalım…”
MD: Üstat Faiz Ahmed Faiz ile ortak bir kader, kafa ve ruh yakınlığı yaşadık Beyrut’ta. O benden yaşça büyüktü. Çok büyük bir şairdi: Urduca ve Farsça’yı çok iyi harmanlıyordu. Sarsılmaz bir özgürlükçü ve toplumcu inanca sahipti. Nazım’ın Türkçe’de, Neruda’nın İspanyolca’da gerçekleştirdiğini, o kendi dilinde ve duruşunda başarmıştı.
Cesur ve ilkeli biriydi. Bölgesindeki savaşın ve nefretin ortasında Hindistan-Pakistan Dostluk Derneği’ni kurmuş ve tek başına Lahor’dan gelerek Gandi’nin cenaze törenine katılmıştı.
Özgürlüğüm ne demek olduğunu en iyi bilenlerden biriydi ve bunu hayatında ve eserinde göstermişti.
Pakistan’da General Ziya’nın zalim diktatörlüğü sırasında, acılarla ve sorunlarla dolu Beyrut’a sığınmıştı. Ona dost bir ortam sağlamaya yönelik tüm çabalarımız, onun farklı ve zengin dünyasına ulaşmamıza yetmiyordu bir türlü…
“Sürgün”ün yalnızlaştırıcı, yabancılaştırıcı etkileri, değişik bir kültürde yaşama zorunluluğu ve ortak dil eksikliği, onun için bizden daha ağır seyrediyordu sanki…
Ondan çok şey öğrendik.
Raşid Hüseyin
SY: Bize bir diğer yakın dostunuz olan Filistin’li şair ve çevirmen Raşid Hüseyin’den de biraz bahseder misiniz? Onun için yazdığınız çok etkileyici ağıtta şöyle diyordunuz sanıyorum:
“… Deniz kıyıları ilahileri gibi uzun boylu, hüzünlü, şaraba daldırılmış bir kılıç gibi gelir, ve bir dua bitimi gibi ayrılırdı… Kahvelerin sade ve hoş konuşanı. Neyi ve birayı severdi. Sözcükleri en sade olanlardı. Kolay, su gibi Ve sade, yoksul’un akşam yemeği gibi…”
MD: Raşid Hüseyin, Filistin’in 1948 sonrası döneminin en önemli ve örnek kişiliklerinden biriydi. Çok yakınımdı. İyi bir şair, mükemmel bir çevirmen ve eşiz bir hatipti.
İnsanları ağırlamaya bayılırdı. İbranice’nin önemli modern şairlerinden biri olan Bialik’i Arapça’ya çevirmişti. Tel-Aviv’de İbranice gazetecilik ve başyazarlık yapmıştı.
Musevi ve Arap yazar, sanatçı ve aydınları arasında sağlıklı bir diyalog oluşturabilmek için büyük çabalar göstermişti. Ama kimseyi bütünüyle memnun edememişti. Musevi bir kadınla evlenmişti.
Değişik diyarlarda ve dünyalarda yaşamıştı ama sanki hiç biri ona göre değildi.
“Bu zaman benim zamanım değil” demiyor muydu?
Bir Mültecinin Şarkısı şiirinde:
“50 No’lu çadır, soldaki, yeni dünyamdır benim, Paylaşın benimle anılarımı! Anılarım baharın gözleri kadar yeşil olan Anılarım ağlayan bir kadının gözleri gibi olan, Ve anılar, süt ve aşk renginde olan…”
diyordu.
New York’ta yalnızlık ve acı içinde, bol alkollü ve sigaralı bir odada, dumandan zehirlenerek hayatını sonlandırdı.
Fetva Tukan
SY: Hem ustalarınızdan biri, hem dava arkadaşınız, hem de yakın dostunuz olan Filistin’li büyük kadın şair Fetva Tukan’dan biraz bahsedebilir misiniz?
Ona hitaben:
“…
Kızkardeş, bu yıllar İşimiz şiir yazmak değildi Fakat savaşmaktı… Kızkardeş, yaşlar var boğazımda Ve ateş var gözlerimde…”
diyorsunuz.
MD: Fetva Tukan çağdaş Arap ve Filistin şirinin en önde gelen kadın şairlerinden biriydi. Çağın Al-Khansa’sıydı. O Nablus’luydu.
Uzun soluklu bir direnişçiydi. Yüce gönüllülük, sabır ve üretkenlik örneğiydi. Yanında yada eserinde sürekli huzur duyduğum birisiydi. Bir çoğumuzun ustası, annesi, kızkardeşi ve dostuydu.
Maalesef, pek çoğumuz gibi, o da sürekli cephedeydi. Başka koşullar altında olabilseydi, çok farklı ürünlerine de tanık olacaktık, kuşkusuz. Şiirlerini şarkı gibi söylerdi. Gece gözlerinde başlayanlardandı. Tedirginliğin ve cesaretin sesiydi. “Can çekişme yolunda/Kırbaçlanıyor Kudüs” diyordu.
Az-zattar, Marzuk ve Kanafani
SY: Trajik ölümlerine tanık olduğunuz, ve ağıt şiirlerinizde hala yaşıyor kıldığınız: Mülteci kamplarının sembolü olan ve Lübnan’da falanjistlerce katledilen Ahmad Az-zattar; ressam dostunuz, Lübnan iç savaş kurbanı İbrahim Marzuk; ve bir başka kurban olan yazar ve şair Ghassan Kanafani’den biraz bahseder misiniz?
MD: Ahmad, İbrahim ve Ghassan acılarını bir türlü içimden silemediğim değerli yakın dostlarımdı. Beni “evsiz”, yalnız geride bırakanlardı.
Ahmad denizin sürgünüydü. Her şeyde karşıtını bulandı. Durmadan dolaşıyor ve sorup duruyordu. “Ben Arap Ahmadım” dedi. “Ben kurşunlarım, portakallarım ve ben hafızayım” dedi.
İbrahim bir ressamdı. Suyu resmetti. Hep bir güvertedeydi. Zambakların üstünde büyüyeceği bir güvertede. Bir başkaldırandı İbrahim. “İnsanlarla, meşe ağaçlarıyla, savaşla, Okyanus dalgalarıyla, sokak satıcılarıyla, kırlarla kaynayan bir toprağı” resmetti.
Ghassan “anayurt” nedir diye sorup sorup inliyordu:
“Nedir anayurt? Bu iki sandalye mi? Burada yirmi yıldan beri duran? Bu masa?… Duvardaki Kudüs resmi mi? Rüyalarımız mı? Ebeveynler? Çocuklar? Nedir anayurt?”
Dostun Ölümü
SY: “Dost’un Ölümü, dostların ölümü” nasıl bir olgu, ne tür bir duygu sizin için. Bununla nasıl baş ediyorsunuz?
Bu büyük kaybı kabule nasıl ulaşıyorsunuz? (Burada sormak istediğim, genel olarak ölüm konusundaki yaklaşımız ve onun şiirinizde dillendirilme biçimi değil. Bu konuyu daha sonra açmak istiyorum.)
Mevlana gibi: “Kederlenme, kaybettiğin her şey başka bir biçimde geri döner hep” mi diyorsunuz.
Ibn Arabi gibi: “Sevgi dinine inanırım ben. Karavanları her nereye götürürse götürsün” mü diyorsunuz.
Shelly gibi: Kaybettiklerimizi doğa ile bütünleşmiş olarak algılayıp, onların sesini, varlığını doğanın sesinde mi arıyorsunuz?
G. Mahler gibi: “Dostlarım ihtiyacım var size gitmeyin!” mi diyorsunuz?
T. S. Eliot gibi: “Bunca insanı perişan edeceğini” bilemezdik mi diyorsunuz?
W. H. Auden gibi: “Bütün saatleri durduruyor” musunuz?
D. Thomas gibi: “Işığın kararmasına kızıp” öfkeleniyor musunuz? Yada “ölümün egemenliği olamayacağına, sevginin kaybolmayacağına mı” inanıyorsunuz?
Yoksa, Rene Char gibi: “Fırtınanın en şiddetli anında, bizi yatıştıracak bir kuşun, bir bilimeyen kuşun ortaya çıkması”nı mı beklersiniz?
Ne dersiniz?
Bir mezmur’unuzda:
“Geçiyor önüme dostlarım Ve ölüyorlar aniden”
diye, haklı olarak şikayette bulunuyorsunuz.
MD: Biliyorsun, “ölüm” beni çok meşgul eden bir konu. Nasıl olmasın ki? Şiirimde yeterince yer aldı sanırım. Genel ölüm konusunu daha sonraya bırakacağımıza göre, kısaca “dostun ölümü”ne gelince:
Kabulü en zor olgulardan biri kuşkusuz. Dostun göçüşü, yada dünya değiştirmesi, sizden de çok şey alıp götürüyor. Hatta tüm hayata bakışınızı değiştiriyor. Ben bunu, bir çok adaletsiz ölümlere tanıklık ederek, çok yaşadım maalesef.
Alıntıladığın üstatların deyişleri, diğerlerinin yanı sıra, benim de çok başvurduğum, teselli bulduğum metinler. Ama gene de bir Japon haiku ozanının dediği gibi: “Ölüm ölümdür. Kim ne derse desin yetmez burada şiir”.
Ben, dostlarımın, beni yapa yalnız, sadece anılarla bırakarak, benden önce o bilinmeze gitmelerini pek kabul edemiyorum. Onları sürekli yanı başımda, değişik mekanizmalar yaratarak, hayatta tutmaya çalışıyorum.
Onlara yalvarıyorum: Beni bekleyin diyorum. Zamandan ve sorumluluklardan özgür bir biçimde sokaklarda sohbet edebileceğimizi söylüyorum. Mezar yeri ve ağıt aramaktan başka görevlerimiz olduğunu hatırlatıyorum.
Unutulmasınlar istiyorum. Onlara bellek olmak istiyorum. Ne kadar becerebildiğimi bilmiyorum.
Zaman zaman teselliyi, Kızılderili Şef Seattle’nin şu deyişinde buluyorum:
“Ölüm mü dedin? Ölüm diye bir şey yoktur. Sadece bir dünyalar arası yer değiştirme Söz konusudur.”
Ve durmadan soruyorum Gılgamış’ın Enkidu’ya yönelttiği soruyu:
“Yoruldun mu benden dost? Neden terk ettin beni?”
Şiir ve Şair
SY: Şimdi de, uygun bulursanız, biraz da, genel olarak “Şiir”, “Şair” ve onların halleri üzerinde konuşalım.
Öncelikle, şiir nedir? Nereden gelir? Neyi karşılar? Neden şiir? Ortak bir tanımı olanaklı mı? Gerçekten “sözcüklerin alabileceği en güçlü biçim” midir?
Şair nasıl doğar? Nereden kaynaklanır? Nasıl sürer şiiri? Bir vuruşla mı yoksa aşamalarla mı doğar ya da gelişir şair?
Cidariyyat’ınızda:
“Şiir sanatı nereden doğar? Kalbin meylinden mi, bilinmezin doğuştan gelen (fıtri) anlamından mı, bir çöldeki bir kırmızı gülden mi”
diye soruyorsunuz.
Kuşatma Altında’da da:
“Güvenme şiire Bu yokluğun çocuğuna, Çünkü o ne sezgi Ne de düşüncedir, fakat İçinde bulunduğun Uçurumun anlamıdır” nitelemesini yapıyorsunuz. Ve
Güvercin’in Şam’dan Aldığı Gerdanlığında da:
“Saydamdır şiir Ne duyumsal Ne de zihinsel O yankının söylediğidir Yankıya”
diyorsunuz.
Büyük usta Pushkin’in Eugene Onegin’de dillendirdiği:
“Ararım ahengini sihirli seslerin, duyguların ve düşüncelerin” biçimindeki şiir idealine ne diyorsunuz?
MD: Bana göre, şiir bir gizemdir, bir muamma, bir bilinmez. Ve sonsuzdur. Kesin bir şiir biçimi olmadığı gibi, üzerinde hemfikir olunan bir şiir tanımı da yoktur.
Her şiir, şiir kavramını dönüştürmeye çabaladığı gibi, şiiri de değiştirmeye gayret eder.
Şair, kendi deneyiminden, dünya ile ilişkisinden, var oluşla ilişkisinden, kendi kültüründen, şiirsel bilincinden, kendi bilinçsizliğinden doğar ve gelişir, kendini yeniler.
Şair tek bir dünya değildir. Kendisiyle birlikte, dili ve okuru ile var olur.
Benim için şiir her zaman çoğuldur: Annedir, düştür, dildir, desendir, “uçurumun anlamı”dır. “yankının yankıya söylediğidir”, “yokluğun çocuğudur”, görünmeyeni gösterendir…
Şiir çok şeyi barındırır içinde . Melekler ve şeytanlar da bunların arasındadır.
Ben her zaman, durmadan denemeyi, tekrara düşmemeyi tercih ettim. Bana göre “risk alma” şiirin birinci koşuludur.
Ben aşama aşama kendini ve şiirini geliştirmeye çalışan bir şairim. Tek vuruşta şiiri yakalamak istisnai bir durum. Dünyamızdan kaş tane Rimbaud geçti?
Her şiir, “şiirin ne olduğu” sorusuna bir cevaptır, belki de.
Şiirin tek ölçütle: “şiirin kalitesiyle”, değerlendirilmesinden yanayım.
Şiirin kökeni bence tektir: İnsani varlığın kimliği; geçmişteki sürgününden bugünkü sürgün haline dek. Şiir, insanoğlunun hayat önünde duyduğu ilk şaşkınlıktan, varoluşun gizemlerini sorgulama ihtiyacından doğdu.
Ve şiir hem yerel, hem de evrenseli kapsayarak, ne “metropolün” egemenliğine, ne de “taşranın” darlığına aldırmadan, çeşitli mekanlarda, dil ve kültürlerde var olageldi.
Büyük şair, yazar ve özgürlük abidesi Pushkin’in şiir ideali sanırım tüm yazarların, şairlerin… peşinde oldukları bir şey. Ama bu ideali tümüyle gerçekleştirebilmek Pushkin olmayı gerektiriyor. Bu da pek kolay ulaşılabilecek bir doruk olmasa gerek… Ben alçak gönüllülükten yanayım.
Şairliğin Doğuşu ve Evrimi
SY: Sizde şiir, şairlik nasıl doğdu? Ne tür bir evrimden geçti? Başlangıçta en çok ne etkiledi sizi, şiire yönlendiren ilk kıvılcım neydi? Aileniz yada yakın çevrenizin etkisi oldu mu?
Bir sohbetinizde, “annenizin muhtemel etkisinden” ve ayrıca,” akşam birlikteliklerinden” ve” gezgin halk ozanlarının sözlü şiirine” vurgunluğunuzdan bahsediyorsunuz.
“Başlangıçta söz vardı”, yazı sonra geldi galiba? Bunları biraz açar mısınız?
MD: Bilebildiğim kadarıyla ne ailemde ne de yakın çevremde şiir düşkünlüğü ve şair yoktu. Beni çok küçük yaşımda “ses, müzikalite, sözlü deyiş” şiire çekmiş olmalı.
Gezgin halk ozanlarının önemli bir etkisi oldu bende sanıyorum. Bu ozanlar, karanlık basınca, gizlice köyümüze gelir, sabaha karşı, İsrail askerlerine yakalanmamak için, köylülerin yol göstericiliğinde, ayrılırlardı.
Özellikle, bir gezgin ozan beni çok etkilemişti: Ne söylediğini pek anlamıyordum. Ama nağmeleri, sesi, soluğu, kendini işine verişi, yumuşak ve sevecen tavrı, çevrenin ona gösterdiği sevgi ve saygı hala belleğimdedir.
Şiirin yazılı, yazılabilecek bir şey olduğunu okulda öğrendim.
Annemin, bir çok alanda olduğu gibi, şiirimi de etkilediği kuşkusuz. Ayrıca, ağabeylerimden birinin ve karşılaştığım ilk öğretmenimin (bende bir şeyler görmüş olsa gerek) katkılarını unutamam.
Şiirin Hayatiyet Sağlayıcılığı
SY: Şiiri hep duyduğunuz, yaşadığınızı ve onunda sizi yaşattığını söylemek çok mu “köşeli” bir görüş olur?
Şiirin sizde güçlü bir enerji biriktirici ve dağıtıcı işlev gördüğünü, ruhsal hayatiyet sağladığını söyleyebilir miyiz?
MD: Hayır, olmaz sanırım. Şiir her zaman yanımda olandı ve hala beni ayakta tutandır. Bedenimi ve ruhumu etkileyen, acıtan yada haz veren, yükselten veya alçaltan tüm hallerimde şiir beni hiç yalnız bırakmadı, hep yanımdaydı.
Şiir, belki de, sadece şiir hayatımın özü olmuştur diyebilirim. Şiir dışında pek fazla anlamı yok hayatımın. Her zaman kazandırıcı bir şey olmasa da, hatta kaybettirici olsa da…
Yanılsama da olsa, şiirin hayatın kaynağı, enerjisi olduğunu ileri sürmekte bir mahzur görmüyorum.
“Hayatın güzelliğini” takdir eden bir kişi olarak, “yaşamak” şiirleştiği ölçüde buna değer diye düşünüyorum.
Ayrıca, Maya Angelo’nun çok güzel dile getirdiği gibi:
“Şiir bize insani varlıkların ne olduğunu söyleyebilir. Şiir bize neden tökezlediğimizi ve düştüğümüzü ve nasıl, mucizevi bir biçimde, ayağa kalkabileceğimizi söyleyebilir”
Şiir hayatı açıklamakla yetinmez, hayata duygu ve derinlik katar.
İlk Etkileyen Şiir ve Şairler
SY: Sizi ilk etkileyen şairler-belki de hala etkileyenler kimlerdi? Bu konuyu hem klasik Arap şiir geleneği açısından, hem de Dünya şiiri açısından biraz açar mısınız?
Bir şair ve şiirinin “binlerce şair ve şiirden geldiğini, hiçbir şairin yoktan var olmadığını, sıfırdan başlamadığını” söylüyorsunuz. Ama asıl olanın “şairin kendi dilini, sesini, özgünlüğünü bulmasına” vurgu yapıyorsunuz.
Bu zor iş nasıl gerçekleştirilebilir? Siz nasıl üstesinden geldiniz?
MD: Beni başlangıçta (ve kısmen hala) İslam öncesi ve sonrası Klasik Arap şiiri önemli ölçüde etkiledi.
Bu etki de ortak tarih, gelenek, kültürün yanı sıra Arapça’nın, dil olarak, şiire tanıdığı eşiz olanaklara vurgu yapmak gerek. Bu dilin sözcük ve deyiş zenginliği, sesi, müzikalitesi malum.
Lisan el-Arab benim günlük jimnastiğim olmuştur hep.
Arap şiir geleneği içinde Imru al-Qays ve Al-Mutenebbi’in çok özel yeri vardır bende. Bunlardan sonra Al-Ma’arri’yi sayabilirim.
Kuşkusuz, klasik dünya şiir devlerine olabildiğince eğildim.Sanırım burada isim vermek gerekmez.
Şairin kendi sesini bulması, özgünlüğüne ulaşmasına gelince: Bunu her şair kendi dünyasına, kendi seçmesine göre gerçekleştirir.
Birikimden yararlanma ile “kendin olma” arasındaki ince çizgiyi iyi yakalayabilmek esastır burada.
Bana gelince: Çok deneyerek, risk almaktan korkmayarak ve hep sorup araştırarak yolumu bulmaya çalışıyorum.
Al-Mutenebbi
SY: “Gecenin savaş atları ve tuzak ile ekili çöller bilir beni, Savaş ve darbeler ve kağıt ve kalem bilir beni”
diyen Al-Mutenebbi’yi klasik Arap şiirinin zirvesi olarak görüyorsunuz ve onun için: “Tüm klasik Arap şiirinin özeti” diyorsunuz.
Neden böyle? Al-Mutennebi’nin iktidar hırsı, aşırı kibirli, övgücü/yergici kişiliği, gençliğinde kendini nebi (peygamber) ilan etmesi ve bunu kendine soyadı olarak alması sizde herhangi bir olumsuz etki yarattı mı?
MD: Beni Al-Mutenebbi’de ilgilendiren onun şiiridir. Bu şiir çok etkileyici bir güce sahiptir. Bilgelikle tutkuyu mükemmel biçimde kaynaştırmıştır. Kendisini hemen fark ettiren bir şiirdir. Ezici bir yaratıcılıkla, bir “söz sihirbazlığı” ile donatılmış bu şiir karşısında nötr kalmak olanağı yoktur.
Aşırı yergi ve övgülerini okuduğunuzda bile, bunların bağlamını unutup, çok güçlü ve ustaca bir şiirsel dille karşı karşıya kalırsınız.
Peygamberlik iddiasına gelince: Al-Mutenebbi bu alanda ne ilktir ne de son. Romantizm, özellikle Alman romantik şairleri ve şiiri bu “vizyoner iddialılık” üzerine kuruludur. Bu olgu günümüz şiirine kadar süregelmiştir.
Ben de böyle bir iddia yok. Bir “kahin” değilim ben. Ne de peygamberlik iddiası taşırım. Ve bu tür iddiaları ciddiye almam.
İslam Öncesi Arap Şiiri ve Imru al-Qays
SY: İslam-öncesi Arap şiiri ve şairleri, özellikle de Muallaqat geleneğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu şiirin sözel, dinletisel, müzikal ve bellek temelli oluşu sizin şiirinize de özel bir katkıda bulundu mu?
Özellikle Imru al-Qays’ı,
“İnsanlar arasında duyarsız olanlar yatıştırırlar hemen aşklarını Fakat benimkini, asla unutamaz kalbim”
diyen al-Qays’ı önde tutuyorsunuz.
Neden?
MD: İslam-öncesi Arap şiiri, Arap şiir geleneğinin altın çağlarının başında gelir, öncüsüdür. Değindiğin özellikleriyle ve başkalarıyla da benim şiirimi kuşkusuz etkilemiştir.
“Duymak dilsel yeteneklerin babasıdır” demiyor mu Ibn Haldun?
Imru al-QAys, İslam-öncesi dönemin en büyük şairidir. Al-Muallaqat seçkisinin yazarlarından birisiydi. Yedi Kaside’nin en ünlüsünün şairidir.
Al-Qays’ın oldukça ilginç hayatı olmuştur: Erotik şiirler yazdığı için, genç yaşta ailesinin evinden iki kez kovulmuş, ve dağınık, bohem bir hayat sürdürmüştür.
Babasının asi bir bedevi kabilesi tarafından öldürülmesinden sonra, aniden bir cengavere dönüşmüş, intikam almak üzere, aralarında Bizans İmparator’una başvurmak dahil, bir çok yolu denemiştir.
Risk seven, çok kişilikli büyük bir şairdi.
Arap Kadın Şairleri
SY: Arap şiir geleneği içinde, İslam-öncesi ve sonrasında çok ilginç (hatta şaşırtıcı), özgür ruhlu, duyarlı, yüksek sezgiyle yüklü, Al-Khansa, Rabia, al-Adwiyya, Hafıza gibi usta kadın şairlere rastlıyoruz.
Onları nasıl buluyorsunuz?
MD: Arap edebiyatı ve özellikle şiirinde, sesleri kısılmaya çalışılmış olsa da, çok değerli kadın şairler yer alagelmiştir.
İnsanlığı, dişil duyarlılığı ustaca dillendirmişlerdir. Cesur, açık sözlü bir şiir ortaya koymuşlardır. Tene ve ruha çekinmeden dokunabilmişlerdir.
Umarım, bugüne dek, onlara ayrılan sınırlı “toprak”, ciddi araştırma ve incelemelerle, bir an önce, genişletilir.
Al-Khansa İslam öncesi dönemin, R. Al-Adwiyya İslam sonrasının en büyükleri arasında yer alır. Ayrıca, Leyla al-Akhyakiyya, Hafıza bint al-Haj, Arrakuniyya gibi daha bir çok kadın şaire değinilebilir.
“Sevincimsin Açlığım Sığınağım Dostum Yol azığım Yolumun sonu Nefesimsin Umudumsun Yoldaşımsın Özlemimsin Bol varlığım” diyen R. Al-Adwiyya, ve:
“Sürüp gitmez hiçbir şey gerçekte… Ve görmüyorum hiçbir şey zamanda Sonsuza dek sürecek” diyen al-Khansa örneklerinde olduğu gibi.
Abu-Nuwas
SY: “Bu çağ maymunlar çağı Sen de pekala boyun eğebilirsin onlara” diyen ve
şiirsel beyanı:
“Fakat ben bana geleni söylerim İç düşüncelerimden geleni Reddederek gözlerimi”
Olan Abu-Nuwas benim favorim. Belki de özgürlükçülüğü, put kırıcılığı/tabu karşıtlığı, liberteryan, şehirli, bohem hayatı tercihi, eşsiz ironisi çekiyor beni…
Belki onu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde yaşamış, Anadolu’nun büyük neyzeni ve liberteryan, bohem ve alay üstadı Neyzen Tevfik’e benzetiyorum.
Neyzen: “Geçer: Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,/ Ney susar, mey dökülür, Cem’in şamatası da geçer” diyor.
Siz ne dersiniz? Size ne diyor Abu-Nuwas? Neyzen Tevfik’in ney’ini yada şiirini duyabildiniz mi?
MD: Abu-Nuwas, kuşkusuz, Arap şiirinin devlerinden biridir. Bu şiiri bedevilikten şehirliliğe taşıyan en büyük şairlerden biridir ve bu alanda bir öncüdür.
Şiire yepyeni ve çoğul temalar getirdiği gibi, geleneksel şiir dilinde devrim yapmış ve onu çok güçlendirmiştir.
Abu-Nuwas İran asıllıdır. Ama Arapça’da yazmış ve bu dile büyük katkılar getirmiştir.
Kendisine bir palyaço maskesi takmış ve içmeye koyulmuştur. Böylece dar mantık ve geleneklerin kontrolünden bedenini özgürleştirmek istemiştir.
“Göklerin tiranına” karşı isyanın sözcülüğünü yapmıştır.
Kendi kendinin efendisi olmanın, hayatını da ona uygun olarak yaşayarak, savunucusu olmuştur. Hiç eskimeyen, solmayan bir sestir o.
Neyzen Tevfik’in muhteşem ney’ini çok beğenerek CD de dinledim. Ve bu neyi çok sevdiğim için onu yanımdan pek ayırmıyorum. Hem hüznü, hem huzuru birlikte yaşatıyor bana. Bir tür teskin edici…
Şiirine ise henüz ulaşamadım.
Al-Ma’arri
SY: Luzimmiyat’da:
“Hayatım-can çekişme için bulut Sözüm-ölüm için gökgürültüsü”
diyen Al-Ma’arri’deki hüzün ile bilgeliğin eşsiz anlatımını mı beğeniyorsunuz?
Size fazla kötümser gelmiyor mu, tüm büyüklüğüne rağmen?
MD: Al-Ma’arri, kederi, hüznü, yer yer karabasan varan kötümserliği ve bilgeliği yanı sıra, kuşkuculuğu, derin düşünce ve tahayyülü ve büyük teknik ustalığı ile temayüz etmiş bir başka doruktur.
Çok ses sahibidir, O.
Eskiden Al-Ma’arri’yi çok fazla okumazdım. Bugünlerde ise hiç başucumdan eksik etmiyor, büyük bir zevkle okuyorum.
Onda, ayrıca, bilgeliği ile birlikte, felsefi, estetik ve dilsel bir çok boyut buluyorum.
Al-Ma’arri, başlangıç noktası ölüm olan bir dünya yaratır kendine.
Onda şiir, bir varoluşsal vizyon ve bir ruhsal derin düşünme deneyimidir.
Kutsal Metinler
SY: Bir çok kutsal metin (Tevrat, İncil), Kur’an ve İlahilerden, onların sembollerinden besleniyor şiiriniz. Özellikle “Şarkılar Şarkısı”nın, Mesih’in, Kur’an’ın ve Sufi metinlerinin etkisi açık.
Bu metinleri çok iyi incelediğiniz kolaylıkla anlaşılıyor. Bu ilgi ve bilgi nereden kaynaklanıyor? Geldiğiniz “toprak”tan mı?
Yoksa, İçinde bir çağdan diğerine yürüdüğünüz
“Hiçbir hafıza rehberlik etmeden”
size ve orada “aşk ve barışın kutsal olduğunu” söylediğiniz Kudüs’ten mi geliyor?
Kur’an’ın güçlü metaforik, figüratif, müzikal ve retorik özelliklerinin üzerinizdeki etkisi ne oldu?
MD: Farklı inanç ve dinlerin toprağından gelmiş olmam (Filistin biraz da bu değil midir?), İsrail okullarında eğitim görmüş olmam ve kuşkusuz hep içimizde olan Kudüs beni etkilemiş olmalı.
Filistin’li olarak içimde tüm inançlar mevcut. O toprağın, peyzajın, kültür ve tarihin varisiyim. Çocukluğumda, müslüman, musevi veya hıristiyan ayrımı bilmezdim. Aynı “mahalle”nin çocuklarıydık. Dinsel çatışmaların, temel de, ekonomik-siyasal kökenli olduğuna inanırım.
Ben semboller cennetinde yaşayan biriyim. Bu nedenle, tereddüte düşmeden, her dinsel, inançsal geleneğin birikimlerinden, mal varlığından yararlanıyorum.
Bu kutsal metinleri, tarihsel yada dinsel referans olarak değil, birer “edebi” metin olarak okudum ve hala okuyorum. Bu metinlerdeki güçlü şiirsellik yadsınamaz.
Tevrat’ın üç temel metni, özellikle Yakup ve Şarkılar Şarkısı büyük ölçüde şiirseldir ve derin bir insani deneyimi vurgular.
Şarkılar Şarkısı, dünyanın bir çok büyük şairi tarafından, pastoral şiirin bir başyapıtı olarak görülegelmiştir.
İncil’de, Hıristiyanlıkta ve özellikle Hz. İsa’da, Mesihte bulduğum: Şiirsellikten çok “çilekeşliktir”.
Hz. İsa Filistinde doğmuştur, Filistinlidir. Çileye ve bağışlamaya, sevgi ve hoşgörüye vurgusu derindir.
Ayrıca, benim gibi, bir şarap sevendir.
Şiir açısından, en önemlisi de: Ölüyor ve tekrar diriliyor. Biz şairlerin tüm hayatı, hayatla, yaşamayla ölüm arasında bir “geçit” değil mi? Her şiirde ölür ve sonra diriliriz.
Mesih’i tüm Hıristiyanlıkla (ve özellikle pratikleriyle) özdeşleştirmiyorum kuşkusuz. Mesih bende doğal bir semboldür. Zaman ve mekanda Filistinlidir. Ruhsallıkta da evrenseldir.
Kur’an’a gelince: Kur’an benim geldiğim, içinde doğduğum kültürel ve dinsel ortamın “ayrılmaz”ı. Metin olarak, ruhsal, düşünsel ve evrensel boyutlu.
Ben de hem “Mahmud”luk, hem de “Derviş”lik var. Senin gibi, babasını Hac’a gönderenlerdenim! Ama, benim Kur’an’ı okuma ve anlayış tarzım farklı. Kendime özgü…
Müslüman sembolleri kullanırken tedbiri elden bırakmamak gerekli. Çünkü “resmi” İslam oldukça doğmatiktir. Resmi İslam’da, peygamberle konuşmak hoş görülmez, hatta yasaklanır. Daha kategorik bir yazım söz konusudur. Din ile kültür arasında ayırım pek yapılmaz. Dinin kültürel algılanmasına sıcak bakılmaz.
Burada kapıyı aralayan, hatta yer yer önemli ölçüde açan “sufi gelenek”tir.
Sufi Edebiyatı ve Şiiri
SY: Sufizme, tasavvuf şiiri ve şairlerine nasıl bakıyorsunuz? Siz, galiba sufi dünyasının nesrini daha çok seviyorsunuz? Doğru mu?
Attar, Hafız, Mevlana, Ibn Arabi, Al-Niffari, Bistami ve benzerleri size ne diyor?
Anadolu’lu büyük sufi Yunus Emre’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sizce, tasavvufun, görünmeyenin peşinde olan, söylenmeyene yönelik duran, konuşmasında sessiz, sessizliğinde iyi konuşan, özneli öne alan, iç anlamlara derinlik kazandıran, rasyonel bilgiyi, tek başına yavan, duygusuz bulan ve sezgisele dönük olan duruşu neyi temsil ediyor?
“Canında bir can var, o canı ara; Beden dağında bir mücevher var o mücevheri ara, Ama dışarıda değil, kendinde ara”
“Mani eri bu yolda melul olası değil, Mani duyan gönüller hergiz ölesi değil”
diyen Yunus Emre size ne diyor?
Siz de:
“Çilekeş bir Sufi’ye benzer kalbim” diyorsunuz Cidariyyat’da
MD: Sufi edebiyatı ile, gerek şiir, gerek nesir olarak muhabbetim çok iyidir. Hep okuduğum, hala okuduğum bir alandır. Sufi düzyazıyı (ki şiire çok yakındır), zaman zaman sufi şiirinden daha ilginç buluyorum. Örneğin, Ibn Arabi’nin düzyazısı şiirinden daha üstündür.
Benim için sufizm, felsefi olmaktan çok, şiirsel bir anlam taşır. Bu da: Evrene çok farklı ve derin bir yaklaşım göstermesinden ve çok uçta bir deneyim yaşayabilme cesaretinden kaynaklanır.
Beni sufi metinlerin yakıcı susuzluklarına çeken şey: Bu metinlerin “kutsal olanı” anlam düzeyine taşıyan insanlaştırıcı yönüdür. Onu arzunun halleri içinde sunmaları ve sevilen varlıkla birlik, kaynaşma peşinde olmalarıdır.
Sufi metinler, “yasaklar dilini” özgürleştirmiş, ruhsal ile duyumsalı kaynaştırıcı tahayyülü ortaya koymuştur…
Mevlana tüm insanlığın ortak malı ve ışığı. Yunus Emre’yi Fransızca ve İngilizce çevirilerinden, maalesef, sınırlı olarak tanıyorum Ama kendime çok yakın hissediyorum.
Attar, Ibn Arabi, Hafız ve Al-Niffari hep benimle. Tüm büyük sufi şairler, çok özel yetenek ve duyarlılıkla donanmış, bugün bizlerin bile tahayyül edemeyeceğimiz atılımlara, maceralara girebilmiş kişilerdir.
Beni çeken ve ilgilendiren bu anlamdaki sufizmdir. Yoksa günümüzde “moda” olan büyücü ve şarlatan yaklaşımlar değil.
Salt mistik olan (içten de olsa) benim için tehlikeli bir alandır. Çünkü dinsel alandan tümüyle ayrılması güçtür. Bu alana da pek girmeye eğilimli değilim…
SY: Adonis ilginç ve görece olarak yeni bir eserinde, sufizm ile “surrealizm” (gerçeküstücülük) arasında yakın ilişki görüyor. Siz ne dersiniz?
MD: Adonis’in bu eserinden haberdarım. İlginç, ustaca yazılmış (zaten Adonis usta bir şair ve yazar), aydınlatıcı bir çalışma. Sürrealizm ile sufizm arasında ilişki kurma, zamansal ve bağlamsal açılardan iyi düşünülmesi gerekli bir konu. Benim bu alanda özel bir ustalığım yok.
Ben sürrealizmin şiire katkısından çok, genel olarak sanata ve düşünceye katkısını önemli buluyorum.
Hüthüt ve Mistik İlham
SY: Hüthüt şiiriniz (ki beni çok etkileyen ve “uçuşmalarımı” hızlandıran bir şiirdir) büyük bir vecd, esriklik içinde ve sanki mistik bir ilhamla yazılmış izlenimi veriyor.
Buna ne dersiniz?
Ayrıca, hangi “hüthüt”ten esinlendiğinizi merak ediyorum: Kur’an suresinde geçenden mi?
Aristophanes’in “Kuşlar”ının burada bir rolü var mı?
MD: Hüthüt şiirimi, kendime rağmen, ciddi bir metafizik dolaşım içinde yazdığım doğrudur. O malum, uykusuz gecelerimin birinde Attar’ın Mantık al-Tayr’ına sığındım.
Kur’an’ın ve Hafız’ın Divanının hüthütlerini de anımsayarak bu şiiri şafakta bitirdim.
Ama, temel olarak, o sırada Attar’ın etkisi altında olduğum düşüncesindeyim.
Doğaldır ki, büyük üstatlar Hafız ve Attar’la yarışacak halim yok.
Ayrıca, Aristophanes’in eserleri başucu kitaplarım arasındadır hep.
Hangi Tarihsel Miras
SY: Kendinizi hangi tarihsel, toplumsal, kültürel ve edebi geleneklerin takipçisi olarak görüyorsunuz? Neden?;
Tarihsel mirası nasıl algılıyorsunuz? Sıklıkla bir çok kültür ve uygarlığın mirasçısı olduğunuzu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
MD: Bu toprak benim toprağım. Tüm farklı ve çoğul kültür ve gelenekleriyle benim: Kenani, Musevi, Eski-Yunan, Roma, Fars, Mısır, Arap, Osmanlı ve Batı (İngiliz, Fransız…).
Tüm bu kültürleri, özel hiçbir ayrımcılığa düşmeden, yaşamak istiyorum. Bu topraklar üzerinde yankı bulmuş tüm bu seslerle kendimi özdeşleştirmeyi, hem hak hem de ödev sayıyorum.
Ben ne “davetsiz bir misafir” ne de yoldan bir “gelip geçenim”. Doğu Akdeniz, büyük ve kalıcı insani uygarlıkların beşiğidir.
Belki de, bitmez tükenmez çalkalanmaları, bu beşiklikten, beşiği egemenliği yada tekeline alma saplantılarından kaynaklanıyor.
Bu coğrafya, bir tür, dünya çocukluğunun bahçesidir. Benim ülkem Filistin de bu bahçenin bir parçasıdır. Bu nedenle “Akdeniz kimliği” evrensel bir kimliktir, ve bizler de onun üyesiyiz.
Ben ülkemden, bölgemden gelip geçen tüm kültürlerin bir ürünüyüm. Bu dilime de yansımış durumda.
Her güçlü kültür, kendisinden bir şeyler bırakır geriye. Ben de kendimi tüm bu kültür ve birikimlerin “oğlu” sayıyorum. Fakat yalnız bir tek “annem” var…
Çağdaş Etkiler…
SY: Daha çağdaş yada çağa yakın hangi şairlerden ve şiirden beslendiniz? Onlarda neler buldunuz?
Bir dost ve çevirmeniniz sizin “şairsel kardeşliğinizi” şöyle görüyor: “Lorca’nın Canto Hondo (Derin Şarkı) su; Neruda’nın saz şairi benzeri epik, destansı havası; O. Mandelstam’ın mersiyemsi, matemli keskinliği; Y. Amichai’nin bölgenin coğrafyasına ve çağdaş tarihine karşı gösterdiği duyarlı cevap vericiliğ; Cavafy’nin sürgün şairi dillendirmesi…”
Sizce, bunlara, (en azından) aşağıdaki ustaları da eklemek gerekmez mi?
Rilke’nin büyük ağıtçılığı; T. S. Elliot’un tarih ve gelenek konusundaki düzyazı ve şiiri harmanlama ustalığı; N. Hikmet’in direnme, insanlık onuru, özgürlüğü ve kardeşliği, “memleket hasreti” konularındaki ustalığı ve duyarlılığı; Y. Ritsos’un mitolojik ve metafizik ile günlük hayatı bağdaştırması; N. Kahbani’nin “aşk ustalığı”; Cavafy’nin “Truvalılığı”; R. Char’ın yerel ile evrenseli iç-içeleştirmesi….
Ayrıca bazı söyleşilerinizde, Aragon, Eluard, Montale, Seferis, Elitis, Mayakovski, Blok gibi batılı şairlere ve Sayyab, Bayati, F. Tukan, N. Al-Melaike, Adonis gibi Arap şiiri ustalarına olan yakınlığınıza değiniyorsunuz…
MD: Tüm bu adı geçen (ve geçmeyen) ustalardan, uzak ve yakın tarihin bir çok şairinden yaralandım ve yararlanmaya devam ediyorum.
Bir şair , yüzlerce, binlerce şairin mirasçısıdır. Hiç bir şair “sıfır”dan, boş beyaz kağıttan başlamaz, başlayamaz.
Hiçbir şair, kaçınılmaz (hatta zaman zaman gerekli olan) etiketlenmelerden, diğer şiir ve şairlerle alış-verişten kaçınamaz.
Burada, temel alınması gereken: Her şairin kendi öz tonalitesini, kendi solumasını bulması, bulabilmesi zorunluluğudur. Doğrudan bir biri içine girmelerden kaçınmak gereğidir.
Lorca, N. Hikmet, T. S. Eliot, Neruda, Cavafy, Y. Ritsos, R. Char ve N. Kabbani’ye çok şey borçluyum, kuşkusuz, ve pek ayırmam yanımdan onları.
Lorca
SY: Sizin çok sevdiğiniz, kendinize çok yakın bulduğunuz açıkça anlaşılan Lorca ile başlayalım mı? O, “hep çocukluğuna geri dönmek” isteyen; “dünyada hiçbir düz yolun olmadığına”, “dev bir labirentin varlığına” inanan; “dünya çevresindeki tüm yolculuklarda, bulamazsın bir barınak” diyen Lorca ile…
Siz de Onbir Yıldız Şiirinizde:
“İki cennetin Adem’iyim ben, Her ikisini de kaybettiğim Öyleyse sür beni yavaş yavaş, Öldür beni yavaş yavaş Kendi zeytin ağacımın altında Lorca ile birlikte”
diyorsunuz.
MD: Lorca, duyarlılığının yoğunluğu, eserlerinin kara parlaklığı, şiir, oyun, şarkı, mitoloji gibi değişik sanat türlerindeki ustalığı ve hayat mücadelesi (ve hayatının kahpece sonlanması) ile insanlığa örnek bir yazardır.
Hepimize bulunmaz bir bağıştır Lorca. Ondan etkilenmemek imkansızdır. Ayrıca, onunla, “Akdeniz’li-Endülüs’lü” ortak bir kültürü paylaşıyoruz.
Lorca, bize şiirin, duyunun, anlamın algılanmalarının dönüştürme fonksiyonu ile yüklü olduğunu öğretendir.
Dillere destan, açık, etkileyici, sade ve ışıldayan bir dili vardır.
Müthiş bir duende’ye, bir tür “bu dünya-ötesi” bir sanatsal enerjiye sahiptir.
Boşuna demiyor: “Konuşur bize şeyler ve Kimse durup dinlemez onları”. diye
Bir kez, “Gitarın ağlaması” başlayınca, artık susturulması yararsız ve olanaksızdır. Öyle değil mi?
Nazım Hikmet
SY: “Hayat ve şiir ustam” diye tanımladığınız Büyük Nazım; “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” bir dünya ve hayatın peşindeki Nazım Hikmet size ne ifade ediyor?
Şiirinin üzerinizdeki etkisi aynı yoğunlukta sürüyor mu? Sürüyorsa, nesi ile sürüyor?
Kamel’in İnişi şiirinizde:
“Bırakınız gireyim yasaklanmış cennete ve Nazım Hikmet gibi bağırayım: Ah! Memleketim”
diyorsunuz. Bu toprak, “memleket” hasreti ortak bir paydanız oldu mu yakınlığınıza?
MD: Nazım Hikmet’in, Türkiye ve Dünya şiirine yaptığı eşsiz katkılar malum. Bana da, gençliğimden bu yana, durmadan büyük katkılar sağladı Nazım. Hala sağlıyor.
Onun kişiliği, mücadelesi, mahkumluğu, sürgünü, insanlığın özgürlüğü ve dayanışmasına adadığı hayatı ve şiiri kimi etkisiz, etkilenmeden bırakabilir ki?
“Otuz altısında dört metrekare betonu yarım yılda” geçen;
“Yıkılan putların altında” ezilmeyen;
“Denizde ölümün üstüne” yürüyen;
“Çatlak bir yürekle ölümü” bekleyen;
“Sevdiği kadınları deli gibi” kıskanan;
“Arkadaşlarının arkasından” konuşmayan;
“Hep alnının teriyle ekmeğini” kazanan;
“Yazıları otuz kırk dilde basılıp, Türkçesinde yasak” olan;
“Altmışına yakın sevdalanan”…
Nazımdı.
O, Mayakovski, Pasternak, Simenon, Neruda, Aragon, Nezval gibi devlerin dostuydu. Bir “fani” yada ölümlü daha ne olabilir ki?
Nazım, yirminci yüzyılın en güçlü ve gür seslerinden biriydi ve bu sesin uzun çağlar boyunca kulaklarda kalacağına inanıyorum.
Nazım’ı kalıcı yapan: Şiirinin “direnişçi” boyutu yanı sıra, “estetik” alanda sunduğu büyük ustalık ve derinliktir.
T.S. Eliot
SY: T. S. Eliot ile nasıl bir şiirsel yakınlık içinde oldunuz?
“Hangi kökler kavrar, hangi dallar
yükselir bu taş yığınının içinden”
diyen “keskin” gerçekçiliği mi?
Hem çok usta bir şair olma ile, hem de usta bir şiir kuramcısı ve eleştirmeni olmayı çok iyi bağdaştırması mı? Tarihsel ve evrensel ufku mu? Sizi çekti?
T. S. Eliot’un siyasal ve toplumsal muhafazakarlığını, titiz gelenekçiliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
MD: T. S. Eliot’un son yüzyılın en büyük Anglo-Amerkan şair ve eleştirmenlerinden biri olduğu kuşkusuz. Büyük bir insani birikimi (“Batı” ağırlıklı olsa da) ustaca dile getirir.
Aslında şiiri, başlangıçtan beri, kullandığı dil, karşıtlıklar, ilginç imajlar ve yenilikçiliği açısından radikaldir. (Toplumsal duruşu muhafazakar olsa da.)
Bu nedenle, özellikle, İngiliz muhafazakar edebi çevreleri tarafından “devrimci” bulunmuştur ve sıkı bir direnişle karşılaşmıştır.
Sempatik olmayan bir sosyal ortamda “kimlik sorunu” ile didişir. Bu J. A. Prufrock’un Aşk Şarkısı’nda çok açıkça gözlenebilir.
Modernizmin merkezi metinlerinden biri olan Çorak Ülke’de (Waste Land) aynı nitelikleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası şaşkınlıkları, kentsel hayatın sorunsallarını da içererek taşır.
Quartets’de, zaman ve yeniden varoluş sorunlarını “oda müziği” ritminde dillendirir.
Çok zengin ve mükemmel bir şiir dilini, güçlü eleştirmenliğinde de kullanır.
Toplumsal Muhafazakarlığına gelince:
Bana göre, aslolan, Eliot’un şiirinin ne dediğive geriye ne bıraktığıdır. Siyasal ve toplumsal duruşlar (dönemlerindeki önemlerine rağmen) orta ve uzun dönemde pek kalıcı olmazlar…
Cavafy (Kavafis)
SY: Cavafy’e de tiryakiliğiniz açık. Bunda, onun İskenderiye’liliğinin, kendini yersiz yursuz görmesinin, kimlik ve aidiyeti sorgulamasının, hep aynı yere dönen bitmeyen iç ve dış yolculuklarının etkili olması anlaşılır bir şey.
Ama, galiba sizi onun “Truvalı”, yenilmişlerden yana olma özelliği de çekiyor. Ne dersiniz?
Beyrut Kasidesi’nde:
“Cavafy’i kaybettim. – Neden peki? -Demişti bana: terk etme İskenderiye’yi, bir başkasını arama uğruna”
diyorsunuz.
Bir “yer”e varmak mümkün mü sizce?
Cavafy’i:
“Bizim çabalarımız, felakete uğramaya eğilimli insanların çabalarıdır; Çabalarımız Truvalıların ki gibidirler”
diyor.
Siz ne dersiniz?
MD: Cavafy’nin yalnız İskenderiye’liliği yok, İngiltere’liliği, İstanbul’luğu, da var. Yunanistan ziyaretleri ise çok seyrek ve gördüklerini pek sevmediği deneyimlerdi.
Yunan’canın yanında, İngilizce ve Fransızca da yazıyordu. Çok ülkeli, çok dilliydi.
Olgunlaşmış şiirine ellili yaşlarda ulaşmıştır. Yapmacıksız, güçlü bir ironiye, konularını basiretle sunan bir şiire sahiptir.
Cavafy’de, eş zamanlı olarak dillendirebildiği, mükemmel bir geçmiş ve bugün duygusu vardır. Bir biriyle çelişen görüş ve duruşları, şaşırtıcı bir ustalık ve dramatik bir sunumla ortaya koyar.
Konuları, ağırlıklı olarak, Eski Yunan tarihinden ve çağdaş İskenderiye’nin günlük hayatından seçer.
Şairlik peşinde olmayan, belki de pek fazla bir şeyin ardına düşmeyen, bir kişiliktir, Cavafy.
Ben, Cavafy’i bulur bulur kaybederim, tekrar bulurum. Bir kez terk ettim “İskendire”yi!
Ortak kültür havzasından gelmemiz, sürekli göçmenlik ve sürgünlüğümüz kuşkusuz bizi yaklaştırmıştır.
Çabalarımızda, Truvalı’lar gibi, “felakete uğramaya eğilimli”. Belki de bu daha belirleyici Cavafy ile olan ilişkimde.
Evet, ben kendimi, “Truvalı” bir şair olarak niteliyorum. İstersen bu konuyu tekrar açarız.
Ritsos
SY: Ritsos şiirini ve kendisini sevdiğiniz bir dostunuzdu. Değil mi? Nasıl etkiledi sizi onunla tanışmanız ve ilişkiniz?
Şiir projenizdeki, “lirik-epik uyumunun birlikteliğii” anlayışınıza açıklık getirdiğini söylüyorsunuz…
Edward’a Elveda’da, ona ilişkin olarak E. Said’e şunu söyletiyorsunz:
“… Yaşayacağız Öyleyse gel güzel sözcüklerin ustaları olalım Okurlarını ölümsüz yapan sözcüklerin dostun Ritsos’un dediği gibi”
MD: Ritsos’u tanımak benim için çok sevindirici bir olaydı. Atina’da, benim şiirime ayrılmış bir toplantıda, ilk kez karşılaştık.
Ve gene orada ilk kez, yıllarca peşinde olduğum “şiir projemin” ne olduğunu, nasıl adlandırılabileceğini Ritsos’tan öğrendim: Lirizm epik, yada Epik lirizm.
Diğer bir deyişle benim lirik ile epik arasında hiçbir çelişki bulamadığımı, görmediğimi daha iyi algıladım: Lirizmin, salt halk ozanlarının romantik şarkılarına indirgenemeyeceğini; epik, destansı olanın da, tek bir “homerik anlatı” üstünde, bir seri kahramanımsı çeşitlemelerden, varyasyonlardan ibaret olmadığını…
Ritsos’un “efsanevi” hayatı, hapisleri, sürgünleri, ülke ihraçları ve tüm bunlara rağmen hiç boyun eğmeyen eşsiz direnişi hepimizi etkilemiş ve bir çoğumuza örnek oluşturmuştur.
Müthiş üretken bir şairdir, aynı zamanda. Yüzün üzerinde şiirsel esere can vermiş, düzyazıda ürünler vermiştir.
Ayrıca Blok, Mayakovski, Essenine ve N. Hikmet’i kendi diline büyük bir ustalıkla çevirmiştir.
Ritsos, günlük olanı, bugün yaşananı, içinde güçlü bir mitolojik ve metafizik boyut yaşatarak, katarak ustaca dillendirmiştir.
Neruda
SY: Üstad Neruda’da neler buldunuz?
“Soracaksın: Leylaklar nerede diye… Gel kanı gör, sokaklarda durmadan akan. Gel gör, sokaklarda akan kanı”
diyen gerçekçiliğini mi?
Bitmez lirik akışını mı? Macchu Picch’!nun epik tepelerini mi? Büyük “aşk” ustalığını mı? Yada:
MD: Yirminci yüzyılın en büyük Latin ve evrensel seslerinden biri olan Neruda’yı bir kalıba sığdırmak kolay olmasa gerek.
O çok yanlı, çok dünyalı biriydi. Hem eseri, hem de hayat duruşu, direnişçiliği, estetiği ile temayüz etmişti. Şiiri bir çok aşamadan geçmişti:
1920’lerin denetimli erotizmi, 1930 başlarında ölüm-yüklü monologlara geçer, 30’lu yılların ortalarında İspanyol İç savaşını kalbine sokar.
1940’lı yılların ortalarında, Macchu Picchu tepelerine yol alırken, “yalnızlıktan”, “dayanışmaya” varan, kendi ruhsal yolculuğunu dillendirir. Ezilenin yok sayılanın yanında yer alarak.
1950’lerde bölgesini, tarih öncesinden başlayarak, güne taşıyan epik-lirik destanını yazar.
50’li yılların ortalarında, sadenin; basit şeylerin güzelliklerini Odas’lara döker. Son döneminde, kişisel olana ve eşzamanlı olarak “varoluşsala” yoğun bir biçimde eğilir.
Dostu Allende’nin faşist generallerin askeri darbesi sonucu öldürülmesi, onu da aniden öldürür.
Neruda, neredeyse, bir çağı tüm çalkantıları ile yakından yaşayan ve onu büyük bir ustalıkla, yakın dostları Lorca, Alberti, N. Hikmet, Aragon… vb. gibi, şiirleştiren biridir.
R. Char
SY: Şimdi de, Cidaryye’de:
“Rene Char’ı gördüm, Heidegger ile otururken İki metre uzağımda. İzledim onları şaraplarını içerken ve bahsetmiyorlardı şiirden… Bir ışık şuasıydı diyalogları”,
ile andığınız R. Char’a gelebilir miyiz?
“Şiir senin daha büyük iyinle, onların daha az kötüsü arasında alevlenir” diyor Char. Çok sevip beğendiğinizi bildiğimiz Char’da neler buluyorsunuz?
Kökeninden kopmamak için verdiği amansız mücadele mi? Yerel, ulusal ve evrensel arasında kurduğu sağlam bağ mı? Direnişçiliği mi?
Son söz peşinde olmaması, kendisini sürekli yenilemesi mi?
Yoksa, sürekli “Düşman”ı “muhalife” dönüştürmeye yönelik barışçılığı mı?
Nasıl çıktı karşınıza Cidarriye şiirinizde?
MD: R. Char, Baudlaire, Rimbaud, Mallarme ve onları izleyen Valery, S. P. Perse, Eluard, Aragon, Michaux ve benzerleri arasındaki en son büyük şairdir. Doruktur.
Beni Char’a özellikle çeken: Kökeni, ulusu ve tüm insanlıkla kurduğu ve bizzat yaşadığı dengedir.
Eşsiz bir şiir dili ve düşünce ustalığıdır. Kişisel ve sanatsal cesaretidir. Yalnızlığı, çok boyutu, yönü, ve çoğul kişiliği içinde barındırmasıdır.
O hem şair, hem direnişçi “yüzbaşı”, hem aşık, hem evrensel insan hak ve hukuku ve dayanışması savunucusu ve sözcüsü, hem de doğanın bekçisiydi.
Sürrealizm ile başlayan şiir serüveni değişik aşamalardan geçmiş, fakat o hep kendi özgün sesi olarak kalmıştır.
Kısa bir süre sonra sürrealistlerden kopmuş (Rimbaud’nun üzerindeki etkisini reddetmeden ve Eluard ile yakın işbirliğini sürdürerek), kişisel, özel hayata, doğaya, evrene ve varoluşsal sorgulamalara (belki de Heidegger yakınlığı buradan geliyordu) vurgu yapan mükemmel bir şiir üretmiştir.
Şiir stili canlı, eliptik ve yer yer kapalıdır. Düzyazı şiirin ve aforizmik yazımın büyük ustasıdır. Toprağı’nın, herkesle, barış içinde, güzelliklerini paylaşmaya hazır olduğu toprağının sevdalısı ve güzel ve derin sesiydi.,
Char sık sık çıkar karşıma. Cidariyye’de de öyle oldu. Nasıl olduğunu bir türlü açıklayamadığım bir gerçeklik içinde “gördüm” onu.
H. N. Bialik ve Y. Amichai
SY: Şimdi de İbranice’nin iki büyük modern şairinden, H. N. Bialik ve Y.Amichai’den biraz konuşalım mı?
Bialik’i okulda (İsrail’de) okuduğunuzu biliyoruz. O’nun Musevi ulusal yeniden uyanışı, Musevilerin çarlık dönemi Rusya’sındaki çileleri, doğa üstüne yazdığı liriklerini ve derin yalnızlığını vurgulamasını nasıl buluyorsunuz?
Y. Amichai, sizin daha çağdaşınız. Çok ortak konularınız ve sorunsallarınız olduğu açık. Onun “Büyük İsrail”e ve özellikle Kudüs’e göndermelerini nasıl karşılıyorsunuz? Annesine, dostlarına, aşka ve değişik dünya kentlerine, günlük hayata ve “sıradan olana” vurgularını beğeniyor musunuz?
MD: Bialik’i okulda klasik şairler arasında okuduk. Klasik sayılan şairlerin müfredattaki şiirlerini ezberlemek zorundaydık. Ben İbranice şiire yakın ilgi duyuyordum. Ama, Bialik sevdiklerim arasında değildi. Onun birincil nostaljisi, bana fazla ideolojik gelmiştir. Onda, kapsayıcı, ergin bir estetik proje bulamadım.
Tüm eseri, neredeyse, “Siyonist rüya” üzerine kurulu olduğu izlenimi verir.
Doğa’ya, haksız çileye, yalnızlık ve sevdaya yönelik şiirinin yeri başka tabii ki. Ama bu şiirlerin ağırlığı genel eseri içinde oldukça sınırlıdır.
Y. Amichai İbranice’nin en büyük çağdaş şairlerinden biridir. Şiirinin beni çeken ve sevdiğim, beğendiğim çok yanı vardır.
Aynı topraklar üzerinde, iki farklı meşruiyet, hak talebi söylemlerimiz dışında, şiir konularımız, duyarlılıklarımız da benzerlik olmasını doğal buluyorum. Neyi savunursak savunalım, son tahlilde, şairiz biz. Bu da küçümsenebilecek bir ortak özellik değildir.
Amichai’de değerli bulduğum özellik: Mitik olanın izini tersten sürmesidir.: Kendi estetiğini, “yer”in basit öğeleri ve olağan, normal bir insani hayattan başlayarak, kurmayı hedeflemiştir.
Bildik ve ortalama olanın peşindeliği beni hep tahrik etmiştir. İbranice’nin klasik geleneklerinin dışında yazar: Kafiye, uyak, kesileme tanımaz, onlara karşı çıkar.
Amichai sürekli kendisini yenileyen bir şiir üretmiştir.
Filistin’in her köşesini Eretz Israel sıfatı ile yaftalaması başka bir sorun. Bu, iki duruş (Filistin ve İsrail) arasındaki çatışmanın salt siyasal ve askeri değil, kültürel de olduğuna işaret ediyor sanıyorum.
Beat Kuşağı Şiiri
SY: Biraz da çağdaş Anglo-Sakson dünyasına ve özellikle ABD’ye dönüp, Beat Kuşağı şairlerini nasıl bulduğunuzu konuşalım mı?
“Biz bu dünyaya, kısa bir an için, sevginin başdöndürücü ışınlarına katlanmayı öğrenmeye gelmedik mi?”
diye soran büyük “kahin” William Blake’ten ilham aldıklarını söyleyen bu kuşak ne getirdi şiire?
Bu ”protestocu” ve “düzen-karşıtı” ve farklı hayat tarzı arayışı ne diyor size?
MD: “Beat” Kuşağı şairlerini ilginç buldum ve elimden geldiğince izledim. W. Blake’in dünyası ile onların ki hem zamansal hem de hem de mekansal olarak oldukça farklı. Fakat Blake’in “kahin” yönü karşısında etkilenmemiş kalmak kolay değil…
“Beat” Kuşağı içinde değişik şairlere ve şiirsel anlayışlara rastlıyoruz: J. Keruac’taki hep “yol üstünde”lik ve uçarı hal, A. Gingsberg’de açık sözlü, cesur protestoculuğa; ve L. Ferlingetti’de ise daha sakin ve derin bir sese dönüşür.
Dünya egemenlerinin toprağında, türlü baskı ve yıldırmaları göğüsleyerek, toplum dışına atılmayı baştan kabul ederek yola çıkan bu kuşak şiirinin değeri ve duruşu yadsınamaz sanırım.
D. Walcott
SY: Çağdaş Dünya sahnesindeki hangi şairlere ilgi duyuyorsunuz?
“Toprakta sonlanırız, topraktan başladık…”; “Gece vakti duyduk Orman, yapraklardan bir okyanus, boğuyor çocuklarını, Gene de, biz buraya aitiz. Venus var. Kaybetmedik henüz…”;
“Birileri yazmak zorunda şiirlerini senin…”
diyen, Derek Walcott’ın özel bir yeri var siz de sanırım. Bunu biraz açar mısınız?
Onun şiirinde ağırlıkla yer alan kendi ülkesinin(Karaipler’in), toprağının tarihi, siyaseti, görünümleri mi, ondaki belleğin ve yaratıcı imajinasyonun niteliği mi, zaman ve ölüme yaptığı özel derinlikli vurgular mı, insanlığa yaptığı tanıklık mı çekiyor sizi?
MD: Çağdaş şairler arasında Wıslawa Szymborska, Seamus Hearney ve Derek Walcott severek izlediklerim arasında.
Farklı kültür ve şiir anlayışlarına sahip bu şairler günümüz dünya şiirine önemli katkılar getirdiği düşüncesindeyim.
D. Walcott’a özel bir ilgi duyduğum doğrudur. Walcott’u benim için ilginç ve çekici kılan yönler şunlardır: Bir “evrenler komşuluğunu” dillendirmesi; konuları; dili kullanımı ve ona yaptığı katkılar (İngiliz dilinin doğrudan ürünü olmadığı halde-ana dili İngilizce olmamasına rağmen-bu dile mekanın ve zamanın katkılarını getirerek onu zenginleştirmiştir.)
Ayrıca, dünyanın metaforik temsilinin zengin biçimlerini sunuşu. Tüm bu özellikler, D. Walcott’u bizlere yaklaştırıyor ve aramızda sıcak bir bağın oluşmasını sağlıyor sanırım.
W. Szymborska
SY: Bir Kadının Portresi’nde
“Hoşnut etmeye gönüllü olmak zorundadır. Değişmek zorundadır hiçbir şey değişmesin diye. Kolaydır, imkansızdır, zordur, denemeye değerdir. Gözleri gerektiğinde bir deniz mavisi, gerektiğinde gridir. Siyahtır, oyuncudur, sebepsiz yere yaşla doludur… Ellerinde kırık kanatlı bir serçe tutar… Nereye koşuyor böyle, yorulmadı mı?…”
diyen W. Szymborska’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?
MD: W. Szymborska’nın sürekli yeni temalar ve teknikler ortaya koyuşu , serinkanlı ciddiyeti ve eşzamanlı ironisi; gerçekçiliği ve yaratıcılığı; zengin konuları ve (benim gibi), kendinden bahsetme alanındaki isteksizliği, eserinin onun adına konuşmasını yeğlemesi, şiirlerini yorumlamaması ve şiir teorisyenliği peşine düşmemesinin beni etkilediğini sanıyorum.
Ayrıca, Szymborska, alçak gönüllü, tüm acılar ve güçlükler (İkinci Dünya Savaşı, Nazi İşgali ve zülmü, otoriter rejimler, vb.) karşısında bağışlayıcı, güler yüzlü, ama hep dik duran bir kadının sesidir. Şairin ve şiirin ayrıcalıklı bir konum edinmesine karşı olan biridir. Zamana, hayata ve evrensele odaklıdır.
S. Heaney
SY: S. Heaney’in nesi çekiyor sizi? Yerel’e, kırsal’a, toprağa, kimliğe ve dile karşı duyduğu bağlılık mı? Usta şiir eleştirmenliği mi?
“Şiir yazarım/Kendimi görebilmek için”
demesi mi? Yoksa,
“Gömdüler bizi kefensiz ya da tabutsuz ve Ağustos’ta arpa fışkırır o mezardan”
diyerek halkının acılı tarihini dile getirmesi mi?
MD: Günümüzün en büyük şairlerinden biri olan Heaney pastoral bir dünyada başlattığı şiir deneyimini, daha sonra bu dünyanın şiddet tarafından tehdit edilen halini dillendirerek devam ettirir.
Bunu takiben Kuzey İrlanda’nın yaşadığı siyasal şiddete eğilir. Ancak bunu yaparken, insani çileyi ve kayıpları dile getirirken, “estetik ihtiyacını” hiçbir zaman geri itmez, görmezlikten gelmez.
Bu olguya derin bir tarih tarihi perspektifle, mit, bellek ve antropolojik öğeler kullanarak yaklaşır ve özgün bir karışım yaratır. Yeats’dan sonraki en büyük İrlanda’lı şairdir. Bir şiirsel ruhun ustası. Dil ve toprak aşığı. Yerel ile evrenseli yakınlaştıranlardan. Virtüözlük ile gerçekliği çok iyi harmanlayan bir hüner ehli.
Ayrıca, bu alanda az rastlanan ilklerden biri: İyi şairliği, iyi eleştirmenlikle, kuramcılıkla bağdaştıranlardan.
Genç Kuşak Şairleri
SY: “Genç Kuşak Şairleri”ne nasıl yaklaşıyorsunuz? Onların dünyaları ve şiiri, kişisel bunalıma/açmazlara, “marjinalliğe” yönelik öncelikleri size ne diyor?
MD: Genç kuşak şairlerini ilginç buluyorum. Bu şairlerde özellikle olumlu ve değerli bulduğum şey: Kendi küçük tasalarını, kırılganlıkları, özellerini, marjinalliklerini dillendirme iradeleridir.
Bu yönleri, onları, bizim kuşağımızın deneyim ve duruşundan bir hayli farklı kılıyor. Burada onların “anlam kavrayışlarındaki” farklılıktan söz ediyorum. Bu özelliğin şiire yeni bir zenginlik getirebileceğine inananlardanım.
Sağlam bir marjinal duruşun, bizzat kendisi, şiire önemli katkı getirmeye aday bir hal, bence.
Ancak, bu mantığı uca taşımamak gerekir sanırım.
Diğer bir deyişle, şiirin “anlamsızlığın anlamından başka bir anlamı olmaması” yaklaşımına saplanmamak gerektiği düşüncesindeyim.
Çünkü, anlama karşı, bu tür bir başkaldırı, insanın özgürlüğünü, insanlığın ortak davasını tehlikeye sokabilir.
Şiirin Doğuşu ve İnşası
SY: Sizde “şiir nasıl doğuyor”? Siz şiirinizi nasıl inşa ediyorsunuz?
Hangi mimariyle, ne tür bir altyapı ile, ne tür taşlar, hangi müzik ve resimle, hangi sözcükler, ritim, ahenk ve ses ile, ne tür tema/konu, düşünce, duygu ve sezgilerle, nerelerden gelen bir ilhamla..?
MD: Ben üç tür şiirsel bilme, anlamanın varolduğunu düşünüyorum: Sezgisel, vizyoner ve analitik. Şiir, doğal olarak, ilk iki türden beslenir, ama üçüncüden de, analitik olandan da pekala yararlanır.
Şiirsel süreçlerin temelinde sezgi ve vizyon vardır. Fakat bunlar analitik bilgiden kendilerini tümüyle özgürleştiremezler.
Şiir değişik biçimlerde doğar ve bu da bizzat şairlere bağlı bir şeydir…
Ben de şiir imaja dönüşecek bir sezgi ile başlar. Diğer bir deyişle, buğulu ve düşsel bir “imajlar suit”i biçimini alır. Fakat, bu yetmez. İmajların kendilerini ritimlere dönüştürmesi gerekir. Böylece şiir, diğer farklı edebi türler arasında, kendi öz yolunu bulabilir.
Şiirsel yazımın güçlüğü de burada yatar. Şiir, kendini şiir olarak bulabilmeli, keşfedebilmelidir. Bir şiirsel kimlik edinebilmelidir.
Bende bunu yapan cadance, tonlama, ahenktir. Onsuz, “müzikal notalar” olmaksızın, hiçbir şey yapamam şiirde. Ne kadar düşünce, sezgi ve imaj biriktirmiş olursam olayım.
Kuşkusuz, hiçbir yazım düşünce içermeden var olamaz. Şair ise sadece dil ile başlamaz. Fakat, aynı zamanda tarih ile , kültürle ve gerçekle başlar.
Yazar varlık kendinde tek değildir. Çoğuldur. Şiir yazmak bilinçli bir eylemdir. Fakat, bu eylem şiirsel olandan koparsa, şiir bir tezler yığınına, belki de bir “felsefe el-kitabına” dönüştürebilir kendini.
Ben, şiirimin “inşasında” kilit olarak ritmi görürüm. O beni şiir yazmaya kışkırtır, tahrik eder.
Şiirimi inşa ederken, kısa yada uzun olsun, onu öncelikle mimari de kurarım. Yetersiz yapılandırılmış şiir her yöne kayma riski taşır. Şiirin bir armatüre, temel iskelet ve çatıya sahip olmasını severim.
Böylece, yüzeylerle derinlikler arasındaki ilişkiyi , ritim, imaj ve metafor arasındaki ilişkiyi daha doğru tanımlayabilirim.
Daha önce söylediğim gibi, şiirim ritim ile başlar. İlk satırı yazarım ve gerisi bir çırpıda gelir. Akar gelir. Sonra, değişikliklere başlarım ve şiir başka bir şiir olur, başka bir şiire dönüşür.
İlham’a gelince: İlhamın varlığına inanırım. İlhamın tanımı kolay bir iş değildir. Bana göre ilham, bilinçdışının kendi sözcüklerini bulmasıdır.
Ancak, oturup ilham beklemek yerine, onu kendine çekmek, kışkırtmak gereklidir sanırım. Aynen, tüm gizemli ve bilinmez olanı, daha açık görebilmek umudu peşinde olduğumuz anlarda yaptığımız gibi.
Şiirsel motivasyonun kendi sırrı vardır. Ve bu sır, tehlike taşımayan bir sır değildir.
Tema’ya gelince: Düşünceler temayı belirlemez, fakat ona yaklaşma biçiminin tayin edicisidirler.
Temasız şiir, kendi kendine yeten şiir, yüksek bir dilbilimsel tansiyona sahiptir: Dil, şaire karşı, başkaldırır. Ve şair onu yola getirmeye kalkışır. Şair onunla baş edebileceğini sanır, fakat bu bir yanılsamadır sadece.
Çünkü gerçekte egemen olan dildir. Dilin hafızası uygun bir sistemi ve uzun bir tarihi vardır. Şairin umut edebileceği, dili yeniden canlandırma, onu tekrardan ve sıradanlıktan kurtarma olabilir, ancak.
Heidegger: “Şiir yada şair dir, dili varkılan” demiyor muydu?
Benim için gerçek ve daha güç olan soru şu: “Beyaz sayfa üstünde, nereye, yeni bir şey ekledim?”
Gerçek şiir o kadar çok değil!
Ben bir çok şiir dünyasında dolaşıyor ve yaşıyorum. Yeryüzünden gökyüzüne, günlük olandan metafiziğe, aşka, varoluşa… Tüm bu alanlarda dolaşırken retorikten, lexikografik (sözcüklüğe değgin) olandan, mümkün olduğunca, uzak durmaya çabalıyorum.
Sade ve akışkan bir dille yazmaya çalışıyorum. Şiirimde kafiye, uyak aramam. Onu, kocasıyla zorla evlendirilmiş kadına benzetirim.
Biliyorsun, şiir yazmak hiçte kolay bir uğraş değil. Rilke: “Bir dize yazabilmek için, bir çok kenti dolaşmayı, bir çok şeyi gözlemlemeyi ve pek çok çiçek toplamayı” gerekli görüyor. Haklı olarak!
Büyük şiir, bir dünya vizyonunu güçlü biçimde ortaya koyar. Şairin kendi kaygı ve sıkıntılarını dillendirmesiyle tatmin olmaz, yalnızca.
Bu nasıl gerçekleştirilebilir? Gerçek güçlük burada yatar. Böyle bir vizyondan mahrum olan, tarihsel ve felsefi sorgulamaları içermeyen şiir, zayıf, kırılganlığa mahkum olacaktır.
Fakat, salt tezler formunda, entelektüel referansları içeren bir şiir de, şiir olamayacaktır. Beyinselden, duyumsala aktarılmadıkça…
Şiir ve Nesir İlişkisi
SY: Şiir ile Düzyazı/Nesir ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Özellikle son dönem şiirinizde düzyazı ile ve düzyazınızda (Unutmak İçin Hatırlama örneğinde olduğu gibi) şiir ile iç içelikler, yoğun alışverişler gözleniyor. Bu ne tür bir gelişme sonucu oldu?
Kuşatma Altında şiirinizde Şiir ve Düzyazı’ya: “Uçun birlikte” diyorsunuz.
Uçabiliyorlar mı?
MD: Bana göre, şiir tüm diğer anlatım sanatlarının meşru babasıdır. Şiir tümüyle diyalog içindedir. Kuşkusuz, düzyazı şiirden daha önemsiz değildir. Şiirden daha geniş bir özgürlük alanına sahiptir.
Ben, şiirde müzikaliteyi seven biri olarak, gene de, şiirle düzyazı ayırımını, belirli ölçüde kalmak koşuluyla, savunanlardanım. Belki de, ilk yetiştiğim şiir geleneğpi olan klasik Arap şiirinin sevip beğendiğim ritmidir beni böyle düşündüren.
Kendi şiirsel gelişmemde, özellikle, son dönem şiirimde, düzyazı ve şiirin sürekli diyalog arayışı var. Bilindiği gibi, bu diyalogun öncülerinden biri ve büyük ustası T. S. Eliot’dur.
Benim anlayışıma göre, şiir ve düzyazı ilişkisinde, şiir dişil, düzyazı ise eril rollere sahiptir.
Gerçekte, tüm yazım biçimleri belirli bir ahenk içerir. Bu özellik salt şiire özgü değildir. Gerçek sorun, bu ahengin nasıl duyulur ve görülür kılınabileceğinde yatar.
Ben, “şarkı” gibi söylenebilecek, yazımı sevenlerdenim.
Niye uçamasın şiir ve düzyazı birlikte, “Bir kırlangıcın iki kanadının kutlu ilkbaharı taşıdığı gibi” yapabiliyorlarsa?
Üstad A. H. Al-Tawhidi:
“En güzel söz söyleme biçimi, kendini düzyazıya benzeyen bir şiir ile şiire benzeyen bir düzyazı arasında konumlandırabilmiş olandır,” demiyor mu?
Siyasal Şiir
SY: Siyasal şiir size ne söylüyor?
MD: “Siyasal Şiir”, tek başına, bana hiçbir şey söylemez.
Şair öncelikle, kendi işini, mesleğini yerine getirmelidir. O’nun, şair olarak oynayacağı başka bir siyasal yada sosyal rol yoktur.
Salt siyasal şiir, olağanüstü durumlar dışında, varlık nedeni sınırlı olan bir girişimdir.
Kuşkusuz siyasal olan, tümüyle şiirden koparılamaz, ondan soyutlanamaz. Hepimiz bir siyasal düzen içinde yaşıyoruz, ondan etkileniyor ve onu etkilemeye çalışıyoruz.
Burada gerçek sorun, nasıl, doğrudan siyasal olmadan, siyasal boyutla baş edilebileceğidir.
Şiirin Geçirdiği Aşamalar
SY: Şimdi de şiirinizin evrimi, geçirdiği aşamaları biraz açabilir miyiz? Bir dostunuz, şiirinizin evrimini, şiirsel parkurunuzu şöyle değerlendiriyor:
– 1960’lı yıllardaki “İlk Gençlik Dönemi”, – 1965’li yıllardaki “Devrimci Dönem”, – 1965-70 yıllarındaki “Devrimci-Yurtsever Dönem”, – 1970-80 arası “Estetik Dönem”, – 1980-85 arası “Epik Dönem”, – 1985-90 arası “Lirik Dönem”, – 1990-95 arası “Lirik-Epik dönem” – 1995 sonrası “Bağımsız Temalar Dönemi”
Bir diğeri, özetle: Lirik, Epik, Trajik başlıklar altında veriyor şiirinizin gelişimini.
E. Said, şiirinize 1980’li yıllar öncesi ve sonrası tarzında yaklaşıyor.
Ne dersiniz? Bu tür bir kesin ve keskin aşamalandırma olanaklı mı? Sizce, sanatsal ve düşünsel yaratıda böyle kesin “kopuş”lar olabilir mi? Yoksa süregelen bir gelişim içinde kendini gösteren belirli dönüşümler, aşamalar mı söz konusu olan?
MD: Ben aşama aşama doğan bir şairim. Ve bu uzun, çetrefilli yolda yürüyüşümü sürdürmeye kararlıyım.
Şiirimin gelişiminde niteliksel kopuşlar aradım hep. Ancak bunu kendi şiir tarihimden, birikimimin etkilerinden soyutlamak ne kadar olanaklı? Bunu pek bilemiyorum.
Belki bunu biraz daha uzun bir geleceğe bırakarak değerlendirmek daha doğru. Burada “mesafe sabrı” önemli sanırım.
Kendi tarihimin, kültürümün beşiğinden kopmamaya çalıştım sürekli. Ancak, zamanın getirdiği değişimlere, evrensel şiirin peyzajının ahenklerine de oldukça duyarlıyım.
Biraz fazla basitleştirmeye giderek, şiirimin aşamalarını: 1970 öncesi, kendi ülkemdeki aşama; 1970-82 arası ülke dışındaki aşama ve 1982 sonrası aşama olarak gösterebilirim.
Günümüzde şiir ciddi, kaçınılmaz olan değişimlere uğradı. Çağdaş edebiyatta “kahramanlar” önemli bir değişime uğradı. Çağdaş “kahramanlar” sıradan insanlardır artık. Şair, artık bir “kurtarıcı”, Mesih yada peygamber değil. O da sıradan, normal bir bireye evrildi.
Şiir de kendini yeniledi. Daha mahrem, alçakgönüllü, insanın insaniliğine daha çok vurgu yapan bir nitelik kazandı. Ölümü değil, hayatın sevdasını öne çıkarır oldu. Benim şiirsel gelişmemde bu olgu gözlenebilir sanırım.
Çok Sıfatlı Şairlik
SY: Sizin için, “direnmenin şairi”, “sürgünün şairi”, nitelemeleri yanı sıra, “anlamın şairi”, “filozof şair”, “hümanist şair” gibi nitelemeler yapılıyor. Ne diyorsunuz?
MD: Hoş şeyler söylemişler, sağolsunlar! Ancak ben bu sıfatları ne kadar hak ettiğimi, yada bunlara ne kadar uygun olup olmadığımı bilemiyorum.
Ben kendimi, bir kalıp içinde hapsedebilecek, durağan ve açık uçlu olmayan yazımdan hep uzak tutmaya çalıştım.
Bunu ne ölçüde gerçekleştirebildiğimden emin değilim.
Kendimle tatmin olmayan biriyim.
Şiirimde düşünceye, anlama, insaniliğe sürekli yer vermeye çalıştım. Bunu, daha çok, iyi, kalıcı, estetik değeri gelişmiş bir şiire ulaşmak için yaptım. Hep o nitelikte bir şiire varmayı hedefledim.
Adı geçen öğeler (düşünce, anlam, hümanizm v.b.) iyi bir şiirin oluşumuna katkıda bulunabildiği sürece anlamlıdır bence. Yoksa o işleri kendi alanlarının ustalarına bırakmak gerekir sanırım.
Her şey olmaya çalışmak, hiçbir şey olamamaya varabilir kolaylıkla.
Şiir ve Felsefe/Şair ve Filozof İlişkisi
SY: Burada, biraz, şiir ve felsefe, şair ve filozof ilişkisine eğilebilir miyiz?
Bu konunun tarihinin çok eskilere gittiği malum. Yirminci yüzyılda bu alanda düşünce yürüten; ve felsefe ile dil’i ve düşünce ile genel olarak sanat ve edebiyatı ve özel olarak da şiiri yaklaştıran üç filozoftan bahsetmek mümkün (kuşkusuz başkaları da var).
İspanyol, iç-savaş sürgünü kadın filozof Maria Zambrano’ya göre: Felsefe ve şiir, çok eski zamanlardan bu yana, insani düşüncenin kurucusu olan iki temel maddesidir, birbirleriyle çelişmezler, birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar… Filozof ve şair insanın iki yarım parçalarıdır. Bütünsel insan ne tek başına şiirde, ne felsefede karşılığını bulabilir. Şiirde doğrudan somut insanı, bireyi buluruz; felsefede ise evrensel tarih içinde varoluş iradesi içinde olan insanı buluruz…
Alman Martin Heidegger’e göre: Şiir varlıkta büyür ve onun hakikatine ulaşır… Dil, sahih düşünmenin sözü, doğası nedeniyle şiirseldir. Onun şiir biçimini alma zorunluluğu yoktur… Sonuçta düşünen şair ile şiirsel düşünür arasında herhangi bir temel fark var mıdır?
Şair düşünmek ihtiyacında değildir; düşünür de şiir yaratmak zorunda değildir; fakat birinci sınıf bir şair olabilmek için şairin gerçekleştirmesi gereken, üstesinden gelmesi gereken bir düşünce vardır; ve temelde, birinci sınıf düşünürün de gerçekleştirmesi gereken de aynı tür düşüncedir, öyle bir düşünce ki şiirin tüm saflığına, gücüne ve sağlamlığına sahip olan ve söyleyişi şiir ola düşünce…
Cezayirli-Fransız Jacques Derrida’ya göre: Şiir bir kirpiye benzer. Yan yollarda, patikalarda, otoyollarda dolaşmaktan zevk duyan bir kirpi. Düşünce, bilgi ve kültürle çok sıkı ilişki içinde yaşayan; gözden uzakta olmaktan çekinmeyen/yoğun yalnızlıklardan ürkmeyen bir kirpi. Yere yakın, alçak gönüllü, sırtını dünyaya ve kendisine çevirmiş…
Şiirin başlangıç noktası, kalptir. Ona göre tanımlanabilir ancak. Şiir belleğin tutumluluğu ile de yakından ilişkilidir: Kısa ve eksiltilidir.
Sizin de bu alandaki çabalarınızı ve bunların şiirinize yansımalarını (özellikle son yirmi yılda) biliyoruz.
Ne dersiniz?
MD: Şiir ve felsefe ilişkisi insanoğlunun kadim konularından birisi. Üzerinde çok konuşulup, tartışılmış ve yazılmış bir alan. Eski Yunan’ın (Plato, Aristotoles…) temel uğraş alanlarından biri.
Şiir ile felsefenin, şair ve filozofun, son tahlilde, ortak bir hedefi, ortak bir paydası var: İnsanı, varlığı, varoluşu sorgulama, kavramaya çalışma, dillendirme, onunla yüzleşebilme ve baş edebilme…
Ayrıca, Heidegger’in büyük bir ustalıkla vurguladığı “dil” gibi ortak bir araçları var. Bilgi, anlama, tecrübe ve benzeri ortak donanım ihtiyaçları var. Birbirlerinden yararlanmaları ve beslenmeleri kuşkusuz her ikisine de büyük katkılar getirebilir.
Bütün bunlarla birlikte, felsefe ve şiir kendi ayrı kimlikleri, nitelikleri ve araçları olan iki dal…
Şiirin ne olduğu, nereden geldiği, önemli ölçüde, bir muamma, bir bilinmez olduğu halde; felsefe daha çok bilinir olan, bilinçle, birikimle işe koyulan bir uğraş.
Ayrıca, şiir ve felsefenin kullandığı yöntemler ve araçlar çok farklı.
Şiir daha çok bir “karşılaşma”, bir bağış, bir tür inayetle açığa çıkan bir hal. Çoğul yöntemli ve araçlı bir uğraş. Kuralları, sınırları pek belli değil. Ucu hep açık…
Felsefe ise, büyük ölçüde, bir sorgulama, belirli bir yöntemle yönlendirilmiş, araştırma ağırlıklı bir çaba.
Şiir ile felsefeyi birbirine yaklaştırmanın ( bu bir zorunluluk olmasa da) hiç birine zarar getirici bir girişim değil, aksine her ikisini de daha güçlü kılacak bir durum.
Ancak birbiri içine iyi yedirilmeden, ayrık bir biçimde ve anlayışta durmaları onların niteliğini ve özgünlüğünü bozar. Özellikle şiiri zedeleyebilir. Onu bir elkitabına dönüştürebilir.
Benim1980’li yılların ortalarından itibaren derin düşünceye, varoluşsal sorunlara, soyut sorgulamalara daha yoğun bir ağırlıkla yaklaştığım doğrudur. Ve bundan çok memnunum. Beni ve şiirimi daha anlamlı ve evrensele daha çok yaklaştıran bu yolu geliştirip sürdürme arzusundayım.
Ancak bu oldukça zorlu ve zahmetli bir uğraş. Büyük bir birikimi, özümsemeyi, arınmayı ve sürekli kendini yenilemeyi gerektiriyor.
“Sahih, otantik dilin, sihirsel gücünü kötü kullanımla kaybetmemiş olan dilin”, şiirselliğine inananlardanım. Aynı zamanda, bunu iyi şiire dönüştürebilmenin gerektirdiği yoğun çabanın da farkındayım. Gerçek şiirin de insan oğlunun yaratıcı güçlerinden biri olduğundan da kuşku duymuyorum.
Bizim coğrafyamızın (Orta-Doğu ve Batı-Asya) felsefe geleneğini (başlangıçtaki etkinliğine rağmen ve özellikle Ibn Rüşd sonrası) uzun yüzyıllar boyunca kenara itmesinin, bireye, sorgulamalarına, özgür düşünceye getirdiği sınırlamaların, bizleri önemli ölçüde bu alanda donanımsız bıraktığı bir gerçek.
Bu durum, bir ölçüde, sufizm ve heteredoks akımlarca kırılmış olsa bile, bu alanda önümüzde kat etmemiz gereken uzun bir yol olduğu açık.
Temel Şiir Temaları
SY: Temel şiir ve diğer yazım temalarınız, sözcük ve kavramlarınız arasında sıklıkla şunlarla karşılaşıyoruz: “Toprak”, “tarih”, “kimlik”, “sürgün”, “yabancı”, “dost”, “aşk”, “ölüm”, “Filistin”, “kuşatma”, “direniş”, “hayat”, “kuyu”, “çadır”, “rüya”, “yıldızlar”, “ay”, “yeryüzü”, “gökyüzü”, “dil”, “müzik”, “diyalog”, “estetik”, “evrensel”…
Bunların bazıları üzerine, biraz daha ayrıntılı olarak eğilebilir miyiz?
MD: Memnuniyetle…
Toprak
SY: “Toprak” ile başlayabilir miyiz? Ne diyor size toprak? Size “mecnun-u-turab” (toprak tutkunu) diyorlar. Bu doğru mu?
MD: Toprak benim ilk annem. Ondan doğdum ona döneceğim. Toprak bizim somut gökyüzümüzdür. Ben de “yurt” sembolüdür, aynı zamanda. Toprak tüm özlemlerimiz ve geri dönüş rüyalarımızdır.
Fakat toprak, sadece, sınırlandırılmış bir mekan parçası, “belde” yada “yurt” olarak görülmemelidir. Toprak eş zamanlı olarak büyük “Toprak Anamız” olan dünya toprağıdır. Ve o, benim uğraşımın temelidir.
Toprak bir sentezdir: Şiirin kökeninde vardır. Onun maddesi ve dilidir. Toprak ile dil, zaman zaman, birbirinden ayrılamaz, iç içe girmiştir. Toprak şiirin fiziksel varoluşudur.
Tarih
SY: “Tarih”e nasıl bakıyorsunuz? Unutmak İçin Hatırlama’da: “Kim yazacak dilin tarihini, Yosunların tarihini?” diye soruyorsunuz.
Bu Bir Şarkıdır şiirinizde:
“Tarih galip kralların hikayesinden- başka ne der”
diye soruyorsunuz.
Bir başka şiirde:
“Tarih alay eder hem kurbanları, hem de kahramanlarıyla. Geçerken bir göz atar onlara ve devam eder yoluna”
diyorsunuz.
MD: Tarihe gelince; bir çok farklı tarih görüşü ve onların sorgulanması var. Tarihin bir finalitesi (erekliği) var mı? İlerlemeye doğru bir yol izliyor mu? Özünde ilerlemeci mi? Yoksa, aksine, anlamsıza mı işaret ediyor?
Entelektüel eğitimimiz bizi tarihin spiral bir biçimde ilerlediğine inandırmıştı. Fakat, son atmış yıl içinde büyük ölçüde tarihin anlamsız ve saçma boyutlarına tanık olduk.
Belirli ilerlemelere rağmen, tarih bize, (insanın ancak ironi ile baş edebileceği) korkunç, inanılmaz gerilemeleri de gösteriyor.
Tarihin egemenlerce, efendilerce yazıldığı yada yazdırıldığı ve salt onların gözüyle ortaya konduğu açık bir gerçek.
Bugüne dek, bize “kendi tarihimiz” olarak sunulan tarih, galiplerin kendi dilleriyle yazdıkları tarihtir. Yenilenlerin, kaybedenlerin, unutulmuşların tarihi hala yazılmayı bekliyor.
Öyle değil mi? Tarihin oldukça “alaycı” bir doğası yok mu?
Ayrıca, tarihi şiire dökmeye gelmez diye düşünüyorum. Çünkü “tarihçi”, kurbanlarını isimlendirirken yüksek ateş ürpermeleri geçirmediği gibi, “gitarın ezgisini” de pek dinlemez. Ve ne şevkati ne de sezgisi vardır. Tarih’in derin düşünmeye vakti yoktur. Ne aynaya sahiptir ne de ayrı bir yüze. O: hayali bir gerçekliktir
Kimlik
SY: “Kimlik” bugün size ne diyor? Haklı olarak, 1960’lı yıllarda “Yaz! Ben Arab’ım …” ile çıktığınız kimlik mücadeleniz de nasıl bir evrim oldu?
Huriyye’nin Dersleri şiirinizde anneniz: “Bırak artık dedenin siyah kepine özlem duymayı” diyor; ve son şiirlerinizden birinde: “Kimlik bıraktığınız mirastır, size bırakılan değil” diyorsunuz.
Cidariyye’de: “görmezlikten gel kabilesel bayrakları” diyor size hemşireniz.
Filistin’lilerin uzun yıllardan beri süren, efsanevi ve acı dolu haklı toprak ve kimlik mücadelesini ve benzerlerini ayrık tutarsak, son dönemlerde hemen hemen her alanda ortaya çıkartılan “kimlikçi” duruşlara nasıl bakıyorsunuz?
Bu durumun bizleri “insani ortak paydadan”,”farklı kültürleriyle tek insanlık” idealinden uzaklaştırma riski nedir?
MD: Kimlik tarihin ve günümüzün önemli bir sorunsalıdır kuşkusuz. İnsanoğlunun, bireyin bir “onsuz olmazıdır”.
Özellikle, elinizden adaletsizce alınan kimliğiniz için mücadeleniz sizin kutsal haklarınızdan birdir. Aynı biçimde, size, baskı ile giydirilmeye çalışılan “kimliğe” karşı direnmeniz bir haktır.
Ancak, son zamanlardaki, insanları birbirinden koparıcı, ortak insani özü, birlikte varolabilme olanağını tehlikeye atıcı, abartılı kimlik arayışlarına eleştirel bir yaklaşımla bakmak zorunluluğu vardır düşüncesindeyim.Buradaki hassas çizginin çok iyi çizilmesi gereklidir.
Benim özel durumuma gelince: Ben, henüz, bana geri verilmeyen ve horlanan Arap ve Filistinli kimliğimin, başlangıçta olduğu gibi, şimdi de peşindeyim.
Fakat, kimliğe bakışım zamanla değişime ve evrime uğramıştır. Kendim ve şiirimin uğradığı gibi.
Şimdi aradığım kimlik, insanlık alemi içinde, evrensele yönelik bir kimliktir. Bunun, benim Arap, Filistinli olmamı zayıflatan değil, daha da güçlendiren bir yaklaşım olduğuna inanıyorum.
Salt bizi bırakılan, verili, dar tanımlı bir kimlik artık bize yetmemektedir. Zaten yetmediği açıkça ortada…
Ben “kimliğimizin yazılma süreci içinde olduğu” kanısındayım. Ve bizim icat edebileceğimiz, keşfedilebileceğimizle yerini bulacağına ve zenginleşeceğine inanıyorum.
Geçmişe, taşıyamayacağından daha fazla yük yüklemeyi, haksız buluyorum.
Dil
SY: “Dil”e çok önem veriyorsunuz. Görürüm Uzaktan Gelen Hayaletimi şiiriniz de:
“Anadilime diker gözümü bakarım” ve
başka bir şiiriniz Muallaqat’da:
“Ben kimim? Bu başkalarının sorduğu fakat cevap veremediği soru. Ben kendi dilimim…”
diyorsunuz.
Kendi diliniz olmak nasıl bir şey? Büyük Usta F. Pessoa’da: “Ülkem Portekiz dilidir” demişti.
Siz ne tür bir dil peşindesiniz?
Huriyye’nin Dersleri’nde “iki dillilikten” bahsediyorsunuz: Sözel, konuşulan yada halk dili ve yazı yada edebi dil.
Neden “iki dillilik” ? Bunu biraz açar mısınız?
E. Said: “Filistinlileri temsil edebilecek ifade biçimlerinin, temelde, yerleşik-olmayan, melez ve fragmenter (parçalı) nitelikte olması gerektiğine” inandığını söylüyor.
Bu görüşe katılır mısınız? Unutmak İçin Hatırlama’da “Bir dil arıyorum üstüne yaslanabileceğim ve onun benim üstüme yaslanabileceği” diyorsunuz.
Buldunuz mu bu dili?
MD: Benim, secere, soyağacı, kanbağı yada akrabalık gibi bir takıntım yok. Evet, ben “kendi dilimim”. Ne fazla ne de az.
Kendimi dilimin üstünden tanıyorum.Ve dilimi de komşu diller (Roma-Bizans, Fars, Osmanlı…) bağlamında, onlarla ilişkisi içinde algılıyorum.
“Saf ırk”ların ve “saf kültür”lerin varlığına inanmayan biriyim: Ne kendi coğrafyamda (Orta-Doğu’da), ne de dünyanın herhangi bir yerinde. Tam aksine “melezliğin” beni ve kültürümü zenginleştireceğine inanıyorum.
Arapça konuştuğum için, Arapça anadilim olduğu için Arabım. Arabım, çünkü Arapça benim ana dilim. Benim kültürümde “getto” yok. Aksine, çoğulluk var, onların birlikte varolması var.
Ben kendi ülkemi, hatta Devletimi kendi dilimde kurmaya çalıştım. “Hayatımı tek bir bayrağa adamam”.
“İki dilliliğe” gelince: Arap halk dilini, günlük konuşulan dili çok iyi bilmem. Onu iyi bilmeyi çok isterdim. Çünkü bu dil, kaynağa daha yakın, peysajda yan yana duran, daha sade ve insani bir dildir.
Karışık bir dil konuşurum ben. Burada da “saf”lığım yok: Filistin, Mısır, Lübnan Arapçası karışımı bir dil. Adı geçen şiirde, bir gerçeğimiz olan, halk dili ve edebi dil ayrımına vurgu yapmak istedim: Annem Huriyye’nin sade halk dili yanında, benim karmaşık edebi dilim.
E. Said dostumun, Filistinlilerin kendilerini ifade etmede, konumları, uzak ve yakın tarihleri, göçebe ve sürgün hayatlarına uygun biçimlere (melez, parçalı ve yerleşmemiş) başvurması gereği düşüncesine katılıyorum.
Ve ben bunu, kendi eserimde bir ölçüde örneklediğimi sanıyorum.
Evet: Hep bir dil aradım, karşılıklı birbirimize yaslanıp destek olabileceğimiz. Bu dili bulup bulamadığımı bilemiyorum, henüz. Arayışım sürüyor…
Rüya
SY: “Rüya” ne demek sizin için? “Rüyalar bizim tek sözümüz” diyorsunuz Cidariyye’de.
Rüya, Nedir O şiirinizde:
“Rüya, nedir bu? Nedir bu hiç birşey, bu Zamanın yoldan gelip geçicisi?”
diye soruyorsunuz.
MD: Rüya ve rüyayı kaybetmek, benim şiirimde yaşayan bir mittir. Benim tek rüyam, ondan bir tane daha bulabilmektir.
Rüya, hepimizin içinde bulunan bir gökyüzü parçasıdır. Hiçbir zaman, tümüyle pragmatist, tümüyle realist olamayız. Az da olsa, bir parça gökyüzüne ihtiyaç duyarız: Olan ile düşlenen arasında bir dengeyi bulabilmek için.
Rüya şiirin dinidir…
Zorlukla görürüm onu. Ne gerçekliktir rüya, ne de karşıtı. Ne hissedilebilir ne dokunulabilir. Bana sürekli “bekleme beni, eğer ziyaretimi istiyorsan” der…
Müzik
SY: “Müzik” hem özel hayatınızda hem de şiirinizde önemli bir yer tutuyor. Bu nereden geliyor?
Hangi müzik türleri sizi daha çok çekiyor? Adorno gibi “Her şeyin… bir çeşitleme (varyasyon) olduğuna” inanıyor musunuz?
D. Baronboim’in “maestro” dediği, dostunuz E. Said’in bunda bir katkısı olmuş olabilir mi?
MD: Müziğe çok küçük yaşımdan beri ilgi duydum. Şiir’e de, önemli ölçüde, o çekti beni sanırım. Ben halk müziğinin içine doğdum. Ona ve halk ozanlarına süregelen ilgim normal olsa gerek.
Daha sonra klasik Arap müziğiyle tanıştım ve sevdim. Özellikle güçlü güfteleri, nağmeleri hep dolduragelmiştir kulağımı ve ruhumu.
Kahire günlerimde M. Abd al-WAhhab ve Abd al-Halim Hafız gibi büyük müzisyenlerle karşılaştım, dost oldum.
Müzik üzerine daha derinlemesine eğilmem, daha sonra, klasik batı müziğiyle biraz daha fazla içli dışlı olmamla birlikte başlamıştır. O dönemden itibaren, şiirimde ve düzyazımda müzikaliteye, temel bir öğe olarak, yer vermeye çalışıyorum.
Dostum Edward’ın, bu alanda da, beni etkilediğini sevinerek kabul ediyorum. Üstad Adorno’ya katılmaktan başka elden ne gelir?
Bu arada efsanevi Ummi Gülsüm’ü hiç yanımdan ayırmam. O biraz da ruhumuzdur bizim. Feyruz’da çok sevdiğim sanatçı bir dostumdur.
Ben, ayrıca, bir ney sesi düşkünüyüm. Neyzen Tevfik’e de hayranım. Şairliğini tanımıyorsam da henüz.
Diyalog/Diyalojizm
SY: “Diyaloğa”, diyalojizme çok önem veriyorsunuz. Cidariyye’de “Ben rüya görenlerin diyaloğuyum” diyorsunuz.
Nasıl tanımlıyorsunuz onu? Bakhtin gibi: “Sözün dokunduğu anın” sihri olarak mı? “Varoluşun temel öğesi” olarak mı görüyorsunuz onu?
Sizce, “diyalojik bağlamın bir sınırı”, yada “bir ilk veya bir son söz/sözcük” var mıdır?
Diyalog sizde: “Varoluşu hissetmeye” yada “yoklukla baş etmeye” yarıyor mu?
O. Paz: “Diyalog insanidir. Diyalog kutsaldır” diyor. Siz ne diyorsunuz?
MD: Diyaloğa büyük önem veriyorum. Daha doğrusu hak ettiği önemi veriyorum. Ve onu, varoluşumu duyduğum, yaşadığım temel bir öğe olarak görüyorum.
Ben tek başıma değilim bu evrende: Ne zamanda, ne mekanda ne de şiirimde. İçimde bir çokluk barındırıyorum. Bir çokluk, bir kamu var. Diğeri, öteki de var. Ben de, kendim olarak, bir kamuyum.
Gerçeğin çok boyutu, yönü var. Ben tek başıma onun kralı olamam.İçsel çelişkilerim de, dünyada etrafında dolaşan çelişkilerin de ürünü, aynı zamanda. Ben tek renk, tek tarih, tek ülke değilim. Bu diyarda başkaları da var.Bir dış öteki var, bir iç öteki var, komşular var.
Ben kendimi sözlerin, seslerin farklılığına açık tutarım. Onlarla sürekli söyleşirim. Şiir de böyle bir şey olmak durumundadır: Diğerlerini, ötekiyi ağırlayıcı olmak, misafir etmek, farklı ifade biçimlerine alan yaratmak zorundadır.
Sözde ve şiirde sınır yoktur. Son şiir diye bir şey yoktur, son sözün olmadığı gibi. Ufuk hep açıktır. Açık kalmalıdır.
Şiire doğru giden yol da şiirdir. Bir son istasyon söz konusu değildir burada.
“Diyalog insanidir, diyalog kutsaldır.” Evet. Çok sevip saydığım şair, düşünür ve eleştirmen O. Paz çok haklı çok…
Kuşatma
SY: “Kuşatma”, kuşatma altında olmak ne der size? 1982 Beyrut, 2002 Filistin kuşatmalarını yaşadınız.
Kuşatma Altında şiirinde:
“Tutsakların yaptığını yaparız biz, ve işsizlerin yaptığını: umut ekeriz”
diyorsunuz.
Yetiyor mu, bu “umut ekmek”, ayakta kalmaya?
Kuşatmada nasıl bir “aralıktır” hayat? Zaman ve mekanın anlamlarında nasıl bir değişim gözleniyor.?
MD: Ne olabilir “kuşatma” ? İnsanoğlunun en acımasızca, zalimce, onursuzca sıkılaştırılmasını, boyunduruk altına alınmasını istemekten başka?
“Ben” yoktur kuşatma altında ve hayat bir aralıktır. Sığınılabilecek tek şey: Umuttur.
Her şeyi altıncı hislerinizle ölçebilirsiniz ancak. Boşuna insanların güvenini hissetmeye çalışırsınız.
Kadınlar buluta bağırır orada: “Ört sevdiğimi. Benim giysim kana bulandı çünkü” diye.
“Kuşatma durumunda zaman mekan olur. Kendi sonsuzluğunda sabitlenmiş biçimde. Kuşatma durumunda, mekan zaman olur. Dününü ve yarınını kaybetmiş halde.”
Tek bir amacınız olur kuşatma altında: “Var olmak.”
Hiç kimse unutulmak istemese de, sizi pekala unutabilirler orada. O karanlığın, o çaresizliğin, o dehşetin içinde.
Ve kuşatma altında sorarsınız sürekli: Ey güçlüler! “ne istiyorsunuz bizden?”
Yabancı
SY: “Yabancı” kimdir sizin için? Şiirinizdeki yeri ve niteliği nedir?
Sa’di de Gülistan’ında “Yabancının yabancıdan başka dostu yoktur” diyor.
Siz ne diyorsunuz? Niye siz “Kendi kendine konuşan”sınız?
MD: “Yabancı”nın bende ve şiirimde olumsuz bir çağrışımı yoktur. “Düşman” kesinlikle değildir. İçimizde ve yanımızda yaşadığımız biridir. ,
En güç yabancılık, kendi içinizde taşıdığınızdır. Ve sonra da kendi ülkenizde çektiğiniz yabancılıktır. Aynı toplum, aynı kimlik içindeki…
Daha karmaşık olan yabancı kavramı, “insani duruma” ilişkin olandır: Bu yeryüzünde, hepimiz yabancıyız. İlk yabancımız olan Adem gibi. Kendi kendimize de, iç dünyamıza da, yakınlarımıza da, aşık olduğumuza da yabancıyız.
Halkların karışımı, göçleri, sürgün ve sığınmaları, “yabancıların yol almaları”, birbirine kavuşmalarıdır.
Barış da, (tarihin belirli dönemlerinde sağlanabilmiş kısmi barış da) yabancıların diğer yabancıları kabul etmeleri, tanımaları ile olanaklı olmuştur.
Belirli dönem ve konjonktürlerde kimin gerçek “yabancı” olduğunu kestirmek, belirleyebilmek güçtür.
Kiminle konuşabilir insan sürekli, kendi kendinden başka?
Benim eserimde yabancı, yalnız “öteki” değildir. O aynı zamanda içimdedir. Onun hakkında ötekini reddetmek için konuşmam. O sürekli içimdedir.
Sürgün
SY: “Sürgün”, sürgün birey, “sürgün şair” olmak ne anlama geliyor sizin için?
Siz bir “sürgün şair” misiniz? Sürgün ne zaman bitecek? Bitebilir mi?
Kimim Ben, Sürgünsüz şiirinizde:
“Ne yapacağım? Ne yapacağım sürgün olmaksızın”
diyorsunuz?
Tüm yarattığı yabancılaştırıcı efektlere, yersiz-yurtsuzluklara, yarım-aidiyetlere, marjinal kalışlara, bitmez özlem ve acılara rağmen; sürgünlüğün insan olmanın tarihine, kültürler-arası diyaloğa, yaratıcılığa büyük katkılar getirdiği açık.
Birçok yazar,şair, düşünür, sanatçı ve radikal siyaset insanlarının hayatında, kısa yada uzun süreli, sürgünlük gözlüyoruz.
Modern Batı’nın düşünce, sanat, edebiyat ve biliminin önemli eserleri sürgünlere ve sığınmacılara aittir. Dante, Marx, Adorno, Popper, Alberti, Vallejo, Aurerbcah, Bunuel… örneklerinde olduğu gibi.
Biz de Seyahat Ederiz Herkes Gibi’de:
“Biz de seyahat ederiz herkes gibi, fakat geriye dönemeyiz hiçbir şeye… Bizimkisi sözcükler ülkesidir: Konuş, konuş. Bırak bu seyahatte bir bitiş göreyim”
diyorsunuz.
Görmüyor musunuz bir bitiş “bu seyahatte”, şimdi?
Hüthüt’te:
“Özlemdir sürgünün mekanı… Bir sürgün yeridir, bu kalbin içi” Burada bahsettiğiniz bir iç sürgün mü?
MD: Tarihi, insanoğlunun tarihi ile eşzamanlı olan “sürgün” bitmez hiçbir zaman. İster yurtta, ister yurt dışında, ister içinizde, ister dışınızda, bitmez sürgün.
Sürgün’ün çok hali vardır: İçinizde, dilde, ailede, adalet önünde, dünya önünde…. En zorlu sürgün, kendi içinizde hissettiğinizdir.
Sürgün salt mekansal bir durum değildir. Kendi toprağınızda da sürgün olabilir yada sürgün hissedebilirsiniz kendinizi.
Sürgün’ün yaratıcılığa katkısına gelince: Bu olguya tarih boyunca tanıklık ediyoruz. Kendisi, toplumu, kültürü ve kurulu düzen ile “tam uyum” içinde olan birinden yaratıcılık beklenebilir mi? Sanmıyorum.
Yerleşik düzeni ve kurallarını çiğneyici güçlü bir iç tansiyonun varlığı, tüm yaratıların zorunlu koşuludur bence. Ben, sürgünde pozitivite (olumluluk) bulan biriyim.
Kendi sürgünüme gelince: Yakın zamana kadar yaşadığım zorunlu mekansal sürgünün ötesindedir bugün. Bugünkü sürgünüm daha çok bir iç sürgündür, psişik, ruhsal bir sürgündür. Ve pek biteceğe benzemiyor.
Evet. Beni “sürgün şair” nitelemek yanlış olmaz sanırım. Anadilim dışında. Şair olarak sürgünde doğdum. Ve bir çok halini yaşadım.
Sürgünde çok geliştim. Sürgün bana değişik kültürler, halklar ve insanlar arasında bulunma yaşama, onlarla diyaloğa girme olanağı tanıdı.
Sürgün, evin, yurdun geçiciliğini bilir. Ve bunu asla unutmaz. Güvenli görünen, tanıdık olan toprakların, nasıl bir zindana dönüşebileceğini hisseder.
Sürgün, “sınırları” aşarak, yerleşik katı düşünce ve deneyimlerini engellerini hiçe sayar. Tüm dünyayı sürgün edinilen bir mekan olarak görür. Yerel ve ulusal sınırları aşıp evrensele, varoluşsal’a yönelir.
Bir bitiş yok henüz “bu seyahatte”. O sürüyor.
Hüthüt’de, iç sürgün dahil, çok şeyden bahsetmeye çalıştım…
Truvalı Şair Olmak
SY: Siz kendinizi “Truvalı” bir şair olarak, kaybedenlerin, yenilmişlerin, sessizlerin, unutulmuşların, tarihi yazılmayanların şairi olarak niteliyorsunuz.
Nasıl bir şey “Truvalı” şair olmak?
MD: Belirli bir süreden beri, Truvalı şair olmak istediğimi vurguluyorum. Ben, galibiyetin, “zaferin” şairi değilim. Şairi olunacak bir zaferimiz yok zaten.
Ayrıca, kişisel ve şiirsel olarak, yenilgilere alışığım. Onları iyi bilirim. Onların içinde geçti ömrüm ve şiirim.
Galiplerin, muzafferlerin şairi olunabilir mi? Bundan çok kuşkuluyum. Büyük İskender’in yıkıp yakıcı orduları ne tür bir şair yaratabilir?
Kişisel karakter olarak ta, zaferleri ululayacak, onlara övgü yağdıracak, yada şakşaklayacak bir yanım olduğunu sanmıyorum.
Zafer, birilerini, yenerek, ezerek, yok ederek, onursuz kılarak kazanılabilir mi? Bunu da hiç sanmıyorum. Truvalı olmayı, bilinçli olarak seçen biriyim.
Kesinlikle kaybedenlerin, umutsuzların kampındayım. Onların çadırlarında yaşarım.
“Truvalılık”, benim tüm hayatıma, eğitimime, varlık tarzıma, deneyimlerime sürekli olarak sinmiştir. “Kurban”lardan biri olarak sinmiştir.
Truvalı olmakta hayatiyet, canlılık buluyorum. Söylenmeyeni, dillendirilmeyeni ifade etmek olanağı veriyor bana.
Şair de zaten sürekli “henüz söylenmeyenin” peşinde değil midir?
“Yenilgi”, insanoğlunun kaderinin gözlemlenebilmesi için bir olanaktır.
Bana göre, “umutsuzluğun dili” umut’un dilinden daha güçlüdür.
Teselli Edici Şair
SY: Sizin için “avundurucu”, “teselli edici”, “ağıtçı” şair nitelemeleri yapanlar da var.
“Ölüm”e vurgu siz de bir metafor mu, yoksa bir gerçekliğin dillendirilmesi mi?
Ne dersiniz?
MD: Hayır, ben avutan, ağıt yakan bir şair değilim. Ölüm ile kuşatılmış bir şairim sadece.
İçinde doğduğum ve bugüne dek yaşadığım koşullar getirdi bunu. Filistinin tarihi ve kendi özel tarihim, ölüme karşı sürdürülen uzun bir mücadelenin tarihidir.
Ölüm bende bir metafor değildir. Onu tema olarak seçmedim. O kendini üzerime bir gerçeklik olarak empoze etti. Ölüm ile en çok içli dışlı Cidariyye eserim de, özünde, hayatı ve yaşamayı ve onun güzelliğine yakılmış bir ezgidir.
Çok ve Çoğul Okumalar
SY: Çok ve çok yönlü, çoğul okuma alışkanlığınızla da biliniyorsunuz. E. Said bu yönünüze özel vurgu yapıyor.
Bize biraz okumalarınızdan ve alanlarından bahseder misiniz?
Ne tür tatlar veriyor size okuma?
MD: Evet. Çok ve durmadan okuyan biriyim. Okumalarım şiir ve şiir üstüne yazılanlarla sınırlı değil. Tarih, felsefe, siyaset, sosyoloji temel alanlarım arasında sayılabilir. Bol miktarda ve severek roman okurum.
Okumalarımı çeşitlendirmeyi severim. Coğrafya’ya, denizciliğe ve seyahat edebiyatına tutkuyla bağlıyım. Tiyatro ve sinema da bunlara eşlik eder.
Kitabı, insanın en büyük dostlarından biri olarak algılarım. Sürekli konuşabileceğiniz, istediğiniz zaman birlikte olabileceğiniz ve sizi sabırla bekleyen ve hiç küsmeyen bir dost.
Kuşkusuz tüm okumalar aynı niteliği taşıyamaz. F. Bacon’un dediği gibi: “Bazı kitaplar tadımlıktır, diğerleri yutmak içindir ve az bir kısmı da iyice çiğneyip hazmetmek için.”
Entellektüel/Aydın Olmak…
SY: “Entellektüel” olmak, “aydın” olmak ne demek sizce?
A. Gramsci onların “aklın kötümserliği ile iradenin iyimserliğini” birleştirenler olarak görüyor ve aydınların hatasını, “anlamadan ve özellikle hissetmeden ve tutku sahibi olmadan bilmenin olanaklı olduğuna inanmaları” olarak görüyor. Bu düşünceye katılır mısınız?
Adorno, aydınların “kimseye kendilerini temsil ettirmeme” gereğini vurguluyor.
Ve “aydınlar” konusunda büyük katkılar getiren, dostumuz E. Said, onların fotoğrafını şöyle çiziyor: “Yabancı, sürgün, marjinal, amatör, yalnızlık, durumunun üstlenicisi, evrenselin hedefleyicisi, her tür iktidara gerçeği söyleme dilinin konuşanı…”
Siz ne diyorsunuz?
Sizi de, Gramscian anlamda, başlangıçta daha çok “organik”, “national-popular” bir aydın ve giderek genel’e, evrensele yönelen bir aydın olarak niteleyebilir miyiz?
MD: Gramsci, Adorno ve dostum E. Said’in aydınlar üzerine söyledikleri, beni de uzun yıllardan beri etkileyen düşüncelerine, aynen katılıyorum.
Aydınlar, pragmatizmden ve “günlük siyasal gerçekçilikten” uzak kalarak, ilkelerin, ilkeliliğin koruyucusu olmak işlevlerini sürdürmek durumundadırlar.
Tarihte olduğu gibi ve bu gün de tüm dünya, cesur ve gerçek aydın duruşlarına büyük ihtiyaç duymaktadır.
Dostum Edward da bu duruşun, son dönemlerdeki en seçkin örneklerinden biri olmuştur.
Eleştirel, farklı ve zaman zaman “uçuk” düşünmek ve davranmak aydınların görevidir. Bu bir sapkın huy yada mizaç değildir, asla. Bu, sağlıklı bir toplumun temel ihtiyaçlarından biridir. Birilerince üstlenilmesi gereken…
Çok az sayıda da olsa, entelektüel hayatın acılı tadını, asilleştirici, insanlaştırıcı yönlerini bilenler bu hayattan pek taviz vermezler sanırım.
Aydının beyni, sürekli kendini gözetleme altına alır, aman vermez kendisine.
Aydının ruhu da sadece kendine çalışmaz, çalışamaz, uçuşur diyardan diyara, konudan konuya…
Evet. Aydın bir yabancıdır. Hem kendi içinde hem de kendi toplumunda. Yalnızdır. Köşede kalmayı tercih etmiştir. Ona mesafe gerek. Alan gerek. Görebileceği ufuk gerek.
Güncelden, konjonktürelden, medyatik/gösterisel’den uzak olması gerek.
Ben kendimi aydın, entelektüel olarak nitelendirmiyorum. Bu sıfatı çok sevip saymama rağmen.
Ancak, kendi mütevazi hayatımda, ilkeliliğe, dik durmaya, bildiğim doğruyu söylemeye ve ona uygun davranmaya sürekli gayret ettim. Bunu ne denli başarabildiğimi bilmiyorum.
Aydınlığım bir yana, evrensele yönelikliğim kesinlikle doğru sanırım.
Dik Durmak…
SY:
“Ben neysem oyum… Roma’nın tuz yollarını bekleyen dalkavuklardan biri değilim”
diyorsunuz bir şiirinizde.
Ayrıca, sizin “dik” duruşunuza ilişkin iki alıntıya daha rastladım. Birincisi: Başkan Y. Arafat’ın Filistin halkından şikayette bulunduğunda, o’na: “Öyleyse siz kendinize başka halk bulun” demeniz.
İkincisi de: “Eğer Y. Arafat Tel-Aviv’i kuşatıp, halkını susuz, elektriksiz bırakmaya kalkarsa, buna karşı direnmek üzere sokağa çıkan ilk ben olurum” demeniz.
Doğru mu bunlar?
MD: Evet. Doğru. Ayrıca, daha fazlası var da var. Fakat bunun ne yeri ne de zamanı burası. Her kendisini insan olarak niteleyen varlığın yapması gereken bu değil mi? Bunda yüceltilecek fazla bir şey yok…
Kuramsal Yazım…
SY: Engin kuramsal, eleştirel birikiminize ve güçlü sezgilerinize rağmen, şiir üzerinde kuramsal, eleştirel yazımdan, teorizasyondan kaçınıyorsunuz.
Bu “fazla” alçakgönüllülük neden? Yoksa, şairlikle bağdaşmaz mı buluyorsunuz eleştirmenliği?
MD: Şiir kuramcılarına büyük saygım var. Ama, bilebildiğim kadarıyla, iyi şairlikle iyi şiir kuramcılığını bağdaştırabilenlerin sayısı hayli az.
T. S. Eliot, E. Pound, P. Valery, E. Montale, S. Heaney gibi istisnai örnekler var, kuşkusuz.
Burada başka bir sorun da şu: Şiir kuramı ile içli dışlı şairlerin, genellikle (belki de kaçınılmaz olarak) kendi şiir deneyimlerini savunan ve diğer deneyimlere yabancı bir duruş sergilemeleri.
Ben, şiir kavramlaştırmamı, bizzat şiirimde, onun içinde gerçekleştirmeye çalışıyorum. Kendimi teorik bir halka içine hapsetmek istemiyorum. Önüm açık olsun istiyorum…
Ayrıca, sanırım bende, bir tür, teorik doku eksikliği var. Belki de kendimi yanıltmaktan çekiniyorum. Belki de bu alanda yeterli donanımım yok!
Çeviri ve Şişir Çevirisi
SY: “Çeviri” ve özellikle “Şiir çevirisi” uğraşına nasıl bakıyorsunuz?
Aslında şairliğin de, bir tür çeviri işi olduğu; sezgi, duygu, düşünce, ve benzerinin söze yada yazıya çevrilmesi olduğu söylenemez mi?
Siz çevirmenini de “şair”, bir “paralel şair” olarak görüyorsunuz.
Bunu biraz açar mısınız?
MD: Çevirinin büyük önemini ve “onsuz olmazlığını” kimse inkar edemez.Ancak çeviri çok zor, çileli ve ciddi sorumluluk taşıyan bir iş. (Burada nitelikli, özgün çeviriden bahsediyoruz, kuşkusuz)
Her dilin kendi yapısı, stili, işaretler düzeni vardır. Çevirmen, sadece sözcüklerin anlamının aktarıcısı, dereden geçiricisi değildir.
Fakat onların yeni ilişkilerinin yapısının, örüsünün yazarıdır aynı zamanda.
Ve çevirmen, yalnız anlamın açık, aydınlık bölümünün ressamı değil, fakat aynı zamanda karanlıkta, gölgede kalanın ve onun neyi esinlettiğinin, telkin ettiğinin de nöbetçisi ve gözetleyicisidir.
İki ayrı dil ve deyiş arasındaki bu zorlu diyalog kurma çabası sırasında, yer yer, zaman zaman, her iki dil ve deyişe karşı şu bildik “güzel ve kaçınılmaz ihaneti” işlemek durumunda kalır.
Çeviri şiir, bana göre, sadece yazarının değil, onun “paralel şairi” olan çevirmeninin de malıdır.
Çeviri şiir mümkündür. Ve çok gereklidir: Tüm insanlığın engin şiirsel deneyiminin kapılarını açtığı gibi, farklı dillerin yapı, stil ve benzeri yönlerini geliştirici bir işlev de görür.
Şiir Antolojileri/Seçkileri
SY: “Şiir Antolojileri”ni, Seçkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçki yapmada ne tür sorunlar çıkar karşımıza?
Siz Fransızca’daki seçkinizi hazırlarken ne tür güçlüklerle karşılaştınız?
Daha çok hangi şiirlerinizi bir seçki de görmek istersiniz, bugün?
MD: Bir antoloji, ne kadar iyi yapılırsa yapılsın, bir şairin tüm şiir serüvenini değerlendirebilecek bir olanak sunmaz, sunamaz.
Bir şiir seçkisi, bir şairi “ortalama”, “çok iyi” yada “kötü” olarak gösterebilir.
“Seçme” sözkonusu olduğunda, sübjektiflikten arınmak oldukça güçtür. Ayrıca, zamanla ve kısıtlı “sayfa mekanı” ile de boğuşmak zorundasınız.
Ben de, Fransız Gallimard yayınevine 2000 yılı basımlı seçkimi hazırlarken, bu güçlüklerle karşılaştım.
Ek bir güçlük de, yabancı bir dil ve onun okuru için, çeviri üstünden bir bağ girişimi olma niteliğinden geliyordu.
Bugün, daha çok, son yirmi yılımda ürettiğim şiirime öncelik veriyorum. Bunun nedenini de: Bu dönemdeki şiirimin kalitesinin ve estetik değerinin daha çok gelişmiş niteliğine ve evrensele ve varoluşsala daha fazla yönelik olmasına bağlıyorum.
Bu, daha önceki şiirlerimi reddediyorum anlamında anlaşılmamalıdır. Kesinlikle böyle bir tutum içinde değilim.
Sonuçta hepimiz, hiçbir zaman kaçınamayacağız, kendi tarihleri olan bireyler değil miyiz?
Ödüller
SY: “Ödüller”, edebiyat ve şiir ödülleri size ne ifade ediyor? Bir çok uluslar arası ve ulusal ödül sahibisiniz.
Nobel Edebiyat Ödülü için de adınız çok dillendirildi Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
MD: “Ödül” peşinde olmak, pek sevdiğim ve kendime yakıştırdığım bir şey değili.
Kuşkusuz, takdir edilmek, eğer hakça ve adaletli yapılırsa, insanı onurlandırır. Örneğin: Uluslararası Nazım Hikmet Ödül’üne İstanbul’da layık görülmem bende böyle bir duygu, hoşluk ve sevinç yaratmıştır.
Ancak, “ödülcülük” diye yeni bir işkoluna ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum.
Nobel Edebiyat Ödülünü ne düşündüm ne de rüyasını gördüm. Beni ona layık gören dostlarıma müteşekkirim. Ancak, Borsa’da bir değer olmak benim doğamda olmayan ve şiddetle karşı olduğum bir şey.
Arzu edenler düşebilir bunun peşine. Bu onların bileceği bir iş. Ancak, bir ödülü, ne düzeyde olursa olsun, bir sanatçıyı, yazarı, ya da şairi tek başına iyi yapamaz, kesinlikle.
Bazı insanların, ve biz Arap’ların da bitmez tükenmez bir “imaj” sorunu var.
Bende böyle bir takıntı yok.
Ünlü Olmak ve “Sembol” Şairlik…
SY: Toplu eserleriniz yirmiyi aşkın baskı yapmış, milyonlarca satmış, şiir dinletilerinize binlerce insan katılıyor. Bir çok dünya diline çevrildiniz.
“Ünlü”, sevilen ve sayılan bir şair olmak nasıl bir duygu? Ayrıca bir “sembol” şairsiniz.
Tüm bunlarla nasıl baş ediyorsunuz? Ne tür yükler taşıyorlar kişisel ve yazarlık hayatınızda?
MD: Ben böyle bir “ün”, “şan, şöhret” peşinde asla olmadım. Kuşkusuz, her sanatçı, yazar sesinin daha yaygın duyulmasını ister. Ama bu zorlanacak, peşinde koşulacak bir şey olmamalıdır.
Ben “sembol” olmaktan kurtulma mücadelesi veriyorum, uzun süreden beri. Bu oluşum, yani “direniş”, “dava sembolü” olma, biraz da, benim ve parçası olduğum halkımın yazgısının getirdiği bir şey.
Ben ayrıca, övülmeyi, alkışı ve benzeri abartılardan hiç hoşlanmam.
Şunun da altını çizeyim ki; ben asla kendimden ve yazdıklarımdan tatmin olmayan biriyim. Şiirimi geliştirebilmek için, sürekli yeni bir dil ve ifade biçimi peşindeyim.
Henüz yazmak istediğimi yazmış biri değilim. İçinde yaşadığım tarihsel koşulları aşabilecek, başka bir zamanda da yaşayabilecek bir şiirin ardındayım. Umarım bir gün buna yaklaşırım.
Siyaset
SY: “Siyaset” ne dedi size dün ve bugün ne diyor? Bu alanda, güçlü yeteneğinize rağmen, gönülsüzlüğünüzden, “coşkusuz” oluşunuzdan bahsediyor dostunuz E.Said.
Bu doğru mu? Ne demek istiyor?
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Yönetimi ile ilişkileriniz nasıldı? Şimdi nasıl?
Y. Arafat’ın imajı nedir sizde?
FKÖ ve Y. Arafat’ın bazı temel bildirgelerinin ve konuşmalarının yazarının siz olduğunuzu biliyoruz. Hangilerdir bunlar?
Son dönemdeki Filistin’deki gelişmeleri, radikal bölünmeleri ve eylem biçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son şiirlerinizden birinde: “Düşmek zorunda mıydık bu büyük yükseklikten, ellerimizde kanı görebilmek için, sandığımız gibi, melek olmadığımızı anlayabilmek için? Sergilemek zorunda mıydık dünyanın önünde hatalarımızı?” diyorsunuz üzülerek…
MD: Siyasetin önemi ve bireylerin ve toplumların hayatı açısından belirleyici rolünün bilincindeyim. Belirli bir mesafeden, gerek düşünce ve gerekse eylemini izlerim.
Hiç kimse siyasetle hiçbir ilişki içine girmediğimi iddia edemez. Bu da zaten bir siyaset etme biçimidir, ayrıca.
Siyaset gerçeği algılamanın bir biçimidir de.
Benim hayatımda olduğu gibi, şiirimde de siyasal boyut mevcuttur. Fakat, şiirimdeki siyasal boyut kendini ilan etmez, bağırmaz, imalarla kendini gösterir.
Kültürel yaklaşımdan ve şiirsel hayalden kopuk bir siyaset (ki dünyada egemen olan budur), konjonktürel, anlık ve geçici olanın sınırlandırmalarına mahkumdur.
Ben doğrudan, günlük siyaset yapmayı çekici bulanlardan değilim. Hatta, böyle bir uğraşı, büyük ölçüde, yavan, sıkıcı, zaman alıcı, yabancılaştırıcı bulurum.
Bugün, Filistin Yönetimi de dahil, her hangi bir iktidarla, hiçbir resmi bağım ilişkim yok.
Kuşkusuz, insani, kişisel düzeyde ilişkilere sahibim.
E. Said’in “coşkusuzluk”tan kastettiği, benim içimdeki, vicdanımdaki, hiçbir iktidarın ve yönetimin parçası olmama isteğimdir.
Ben kendi asıl, hayati alanımda, şiir dünyamda, kalmak istiyorum. Bu alanı, şiir yazmamı, şair olmamı sınırlandırabilecek her hangi bir şey (mevki, statü, resmi görev v.b) edinmeye karşıyım.
Ayrıca, ben ne resmi görevler ne de idari sorumluluklar yüklenecek bir doğaya sahip değilim.
Bitmez tükenmez toplantılar, resmi ziyaretler, anlamsız uzun akşamlar, ve organize seyahatlerden hiç hoşlanmam, onları kaldıramam.
Bugünlerde, kendi iç dünyam, mahrem sorunlarım, hayatım, şiirim ve düzensizliğimle meşgul olmak istiyorum, sadece.
Her insani varlık bir çok kişilikler içerir. Ben de içimde “siyasal bir militanlığın” da varlığını inkar etmiyorum. Ama bunun dışlama biçimini doğrudan, günlük siyaset yapma yoluyla değil, eserim, duruşum ve benzeri uğraşımlarımla gerçekleştirmek istiyorum.
Y. Arafat’ı, döneminde, ihtiyacımız olan bir “sembol” olarak görüyorum. Bugün ona nasıl bakılırsa bakılsın, Arafat, Filistin’i ve sorununu evrensel vicdan içine yerleştirme çabasının öncüsü, lideri olmuştur.
Fakat, bugün artık ihtiyaç duyduğumuz yeni “semboller” değil; ama iyi, ehil, akıllı, vicdanlı ve dürüst yöneticilerdir.
Yazarlığını yaptığım belgelere gelince; Bunlar Filistin Devletinin Kurulmasını ilan eden Bildirge; Arafat’ın 1996 UNESCO konuşması; ve Birleşmiş Milletler’deki meşhur söylevidir (bu daha çok kolektif bir üründü.)
Benim en çok beğendiğim ve güzel bulduğum UNESCO konuşmasıydı. Arafat ise Filistin Devleti i lan eden Bildirge’yi çok beğeniyordu.
Filistin’deki son dönem gelişmelerine gelince: Büyük ve uzun süreli sürgünden ve kendini yönetme hakkından mahkum bırakılan çok sınırlı sayıda, çok sınırlı bir toprakta, çok sınırlı yetkilerle “geri-dönüş” macerası yaşayan ve bunu da etrafı duvarlanmış büyük bir hapishanede gerçekleştirmeye çabalayan Filistin halkının, anlamsız ve utandırıcı bir kardeş kavgasına sürüklenmesini çok acı, gayri insani ve saçma buluyorum.
Uzun yıllardır özgürlük, dayanışma ve kurtuluş peşinde mücadele veren ve altyapısı maneviyat olan bir halkın farklı görüş ve anlayışları daha iyi tolere etmesi gerekir.
Ortak insani paydadan, insan hak ve hukukundan, adaletten yoksun bir rekabetin kime dokunacak yararı? Yakışır mı bu hiçbir insani topluma?
Bu kavşakta eleştiriden yardım almak için bağırmamız gerekir. Kimse büyüyemez sekterlik içinde.
“Bir kenti bir bombanın şarapnelinden” koruyamayan bir “bayrak” istemek; yeryüzünü, rüzgarları, doğumu ve ölümü bilmeyen bir “polis”i istemek; “küller üstünde egemenlik” istemek, tek başına yeter mi bizlere?
“Kendi ruhumuzun, sürekli değişen varoluşumuzun efendisi olmadan”, sağlıklı ve sürdürülebilir ne gerçekleştirebiliriz?
Başvurulan eylem biçimlerine gelince: Direnme hakkı, her insanın ve toplumun olduğu gibi Filistinli’lerinde hakkıdır.
Ancak, bir direniş “kendi ahlaki/moral üstünlüğüne” gölge düşürecek hiçbir “terör” ve benzeri girişimde bulunmamalıdır.
“Kurban”ı ayakta tutan, davasının ve onun savunma yöntemlerinin adilliği ve ahlakiliğidir, bence.
Evet: İnsanın “melek” olmadığını anlaması epeyi vakit gerektiriyor.
Dünya Nereye Gidiyor
SY: “Dünya nereye gidiyor” sizce? Pek zalimleşti. Çivisi çıkmışa benziyor. Yoksa hep mi böyleydi? Ne dersiniz?
“… Ve ölümler ve koloniler var, ölümler ve buldozerler, ölüm ve hastaneler, ölümler ve radarlar… Ey Beyazların Efendisi! Nereye götürüyorsun benim halkımı ve seninkini? Yeni Roma, teknolojinin Spartası ve çılgınlığın ideolojisi…”
Sizce, nereye götürüyor bizi bu vahşi efendiler?
Daha başka, daha iyi, daha insani bir dünya mümkün mü sizce? “İhtiyacı nazik bir kalp, bir kurşun olmayan” Beyaz Laleler Düşleyen Askerler ne zaman gelecek?
Bir şiirinizde:
“Nereye gitmek zorundayız, son sınırlardan sonra, Nereye uçmak zorundadır kuşlar, Son gökyüzünden sonra?”
diyorsunuz.
Var mı gidecek bir yer “son sınırlar” ve “son gökyüzünden” sonra?
“Tutunmaya” ve “direnmeye” birinci önem veriyorsunuz hep.
Büyük Nazım: “Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi” diyor.
Siz ne diyorsunuz? Gelecek “belirlenmiş” midir yoksa olumsal mı? Yani bizim kararlarımıza, özgür irademize bağlı bir şey mi?
Edward’a Veda şiirinizde, dostunuz E. Said’e şöyle dedirtiyorsunuz: “Eğer ölürsem senden önce, vasiyetim: İmkansız olandır”.
Sizin vasiyetiniz nedir?
MD: Dünyanın pek sağlıklı ve iç açıcı bir görüntüsü, maalesef yok. “Kurban artık anonim, sıradan. Kurban gerçek gibi, görece”. Uygar(!) dünya da.
Kuşkusuz, daha iyi, daha insani, çok renkli, çok evrenli, özgürlük, barış ve dayanışma içinde bir dünya mümkün. Her zaman olduğu gibi, bugün de mümkün.
Bu insanoğlunun bitmez rüyası ve belki de en haklı, en meşru olanı, rüyalar içindeki. Hele biz şairlerin…
Dünyanın bugünkü “efendileri”, egemenleri, kendi sonlarını da hızlandıracak, bir aymazlık, hırs ve doyumsuzluk içindeler. Bunların tarihte çok örneklerini gördük. Onlardan neyin geriye kaldığı ortada. Garip bir varlıktır (belki de yokluktur) tarih. O’nun galibi. yoktur.
Gelecek elbette bir gün “Beyaz Laleler Düşleyen Askerler” . Bu inanç olmadan nasıl varolabiliriz şu her yanı kan ve gözyaşı dolu dünyada?
“İki sevgilinin, kendilerini yıkayan ay ışığındaki iniltisi olan barış gelecek bir gün!”
Bana göre, bugün bizim için temel olan: Tutunmak ve direnmektir. Tutunmak kendiliğinden bir zaferdir. Yeni yollar ve seçenekler bulup insanlığa sunmaktır.
Bir “başka” dünyanın mücadelesini vermektir. Yenilme, arda düşmekten yılmadan, yorulmadan. Ve “yarını hatırlayarak” ve “yenilginin bir çok babası olduğunun” bilincinde olarak.
“Son sınırlardan sonra” her zaman gidecek yer vardır. Hep olmuştur. Hayat, insani bir hayat, güzeldir. Hayat kutsaldır. Onun uğruna her tür çabaya değerdir.
Hafıza ve bir yol çantası arasında direnmekten, dik durmaktan, mücadeleden başka bir “yol” yoktur.
Ve asıl olan da “yol”dur.
Geleceğin “belirlenmiş” olduğuna inanmayanlardanım. Bir üstadın dediği gibi: “Olasının tüm alanını kavrayabilmek için olanaksızı/imkansızı düşünmek gerekir”.
Ben “imkansıza” inananlardanım. Benim de dostlarıma vasiyetim odur.
Hüthüt’te de:
“Ey kalp-annem, kızkardeşim, eşim Dol dolaş hayatla, kucaklayabilmek için İmkansızı”
diyordum.
Şairler Ne İçin Varlar
SY: “Şiir” ve “şairler”, sizce ne getirebilir bu “düşmüş” dünyaya?
Harmoni, sükunet, teselli, barış, yeni bir ufuk yada soluk mu?
“Neden savaşlar, önüne geçiyor şiirin”? sürekli.
Şiirsel Düzenlemeler’de: “… şiir yukarıdadır ve her ne isterse öğretebilir bana” diyorsunuz?
Doğru mu bu?
Heidegger, Şairler Ne İçin Varlar? da:
“Bu mahrumiyet, yoksunluk zamanında, bu dünyanın gece karanlığına bürünmüş anında;şairin görevi: hakiki bir dünyanın parlak olanaklarını tekrara görmemize yardım etmektir”, diyor.
Bu görev, şair de olsa, bir faninin bir ölümlünün, tek başına üstlenebileceği bir şey mi sizce?
MD: Ben şiirin barbarlığa karşı direnebileceğine ve bunu da ancak, insanın kırılganlığına bağlılığını teyit ederek, yapabileceğine inandım. Hatta şiirin her şeyi, tarih dahil, değiştirebileceğine ve dünyayı insanileştireceğine bağlandım.
Ve belki bir yanılsama olan bu görüşün şairleri “müdahil” olmaya yönlendirebileceğine inandım.
“Nedenler” ne olursa olsun, yazık ki, savaşlar hala şiirin önüne geçmeye devam ediyor.
Şimdilerde şiir ve şairler hakkındaki yerleşik bu görüşlerimi, sürekli sorguluyorum. Ama bir şey kesin: şiir şairi değiştiriyor.
Evet. Doğru: Şiir öğretebilir her ne isterse, ama “ruhumu boşuna harcama” riskini üstlenerek ancak.
Heidegger burada meşru bir idealden bahsediyor. Haklı olarak onu dillendiriyor. Ve önemli uyarıyı da ekliyor: “Şairlerin bunu gerçekleştirebilmeleri için, kendilerini zamanın ya da günün idollerine bağlılıktan bütünüyle özgürleştirmeleri gerekir” diyor.
Şair Nasıl Bir Varlıktır?
SY: “Şair” nasıl bir varlık, ne tür bir ruh hali sahibi, nasıl sürdürür hayatını? Nedir onu diğer insanlardan farklı kılan?
Şair, W. H. Auden’in dediği gibi: “Her şeyden önce, dil’e tutku ile aşık olan” biri mi?
Yoksa R. Char’ın vurguladığı gibi: “Bir şair olabilmek için, sonunda neşe veren, belirli bir huzursuzluk, yürek sıkıntısı iştahına” mı sahip olmak gerekiyor?
Sadece şairlerin bildiği, şiirsel ağrılardan ve acılardan doğan bir keyif mi var?
Tuhaf halleri ve huyları olan birisi midir şair? Yoksa sıcak, dostça biri midir, “kollarına soğuk ve cansız şeyler” alabilen?
Doğuştan mı şair olunur, yoksa sonradan mı?
Görünmeyeni keşfetmek mi görevi? Yoksa var olmayanı icat mı? Dünyanın gizli güzelliğinin perdesini kaldıran mı?
Mutsuzluktan mı hoşlanırlar? Yada mutluluk ilgilendirmez mi onları?
Shelly’nin dediği gibi: “Karanlıkta oturup, tatlı seslerle kendi yalnızlığını neşelendirmek için öten bir bülbül müdür?”
Beyniyle mi, gönlü ile mi iş görür?
Gerçeğe bir yardımı dokunur mu? Nasıl?
O. Wilde’ın dediği gibi: “Gerçekten büyük şair, tüm varlıkların en az şiirsel” olanı mıdır?
Hayatını memnun başlatıp, çılgınlıkla mı bitirir?
Siz, bir şair olarak, nasıl bir ruh haline sahipsiniz şimdilerde?
MD: Şair’in nasıl bir varlık olduğunu ve ruh hallerini tanımlamak oldukça güç, hatta, belki de imkansız bir uğraş.
Değindiğin büyük ustaların işaret ettiği özellikler (dil tutkunluğu, huzursuzluk, yer yer sevimsizlik, mesafeli duruş, tuhaf haller, dost esrikliği..), kesinlikle, var bir şairde.
Bundan kuşkum yok. Ancak, bunların yanında, başka özellikler de var.
Öncelikle, şair, birey olarak tek bir kişilik, tek bir ruh sahibi değildir. O çoğul ve sürekli değişen ve çelişen bir insani varlık. Çok rengi, çok sesi, çok dünyası olan biri.
“Zaman” bağlamında da, şair hem dünü hem bugünü ve hem de yarını kavramaya, dillendirmeye çabalayan bir kişi. Yani çok zamanlı.
Şairin “mekanı” da çok farklı ve değişken. Aidiyeti, kimliği de, hem içinden çıktığı kültür ve yere, hem de dünyaya, evrene açık bir mekan. Diğer bire deyişle çok mekanlı.
Görünene de, görünmeyene de, eş zamanlı olarak, duyarlığı olan biri.
Yalnızlık onun ikametgahı. Büyük kitlelerle yada onların arasında bulunsa da, yalnızlığı ile asla yalnız hissetmez kendisini.
Duyarlılığı da, kırılganlığı da, tereddütü de daha yoğun ve daha etkin. Sezgileri daha dişil ve zengin…
Ayrıca, kendini sürekli yenileme ile yükümlü bir varlık.
Çok kez düzensiz ve dağınık; sıkça neşesiz olan ve neşeli olduğunda da ona inanılmayan biri.
Ve artık günümüzde şair ne “kahin”, ne de “kahraman olmak durumunda.
Bana gelince, henüz kendimi tam anlamış biri değilim. Belki de bundan kaçıyorum.
Anlayabildiğim kadarıyla, şimdilerde, iç dünyama, mahrem sorunlarıma, yalnızlığıma daha çok yönelik bir ruh halim var.
Kendimden ve özellikle yazdıklarımdan tatmin olmuş biri değilim.
Daha sade ve daha sahici, gözden uzak bir varlık olmak ihtiyacı duyuyorum. Ancak beynimi ve ruhumu yatıştırmam pek kolay olmuyor.
Son olarak şuna da değinmekte yarar var sanırım: Üzerinde konuştuğumuz özelliklerine rağmen, şair de, sonuçta, diğer insani varlıklar gibidir: Yaşar, sever, hastalanır, rüya görür, yer içer ve durmadan dolaşır…
Aşk
SY: Şimdi de “aşk”tan, insanoğlunun (belki diğer varlıkların da ) şu sürekli yakıcı, tedirginlik verici, gerilime sokucu halinden konuşalım mı?
“Gönüldendir şikayet, kimseden yoktur feryadımız” diyor şair.
Nedir aşk sizce?
Neden “ne onunla” nede “onsuz” olunmuyor?
Aşk ve kadınların üstünüzdeki etkisi ne oldu? Sizin aşk serüveninizden biraz (arzuladığınız ölçü ve açıklıkta) bahsedebilir misiniz?
Kimdir o efsanevi “Rita”? Neden “Rita ile gözlerim arasında bir tüfek var” diyorsunuz?
Kendi mesafemle bile mesafeliyim demek nereden geliyor?
“Gerçek aşk sahip olunamayacağı sevmek” midir, gerçekten?
Aşk şairliğini hiç düşündünüz mü?
Aşk’a adadığınız Yabancı’nın Yatağı neden bu kadar geç geldi?
Neden “yabancı yabancıda buluyor kendini”?
Başlangıcından bu yana, şiirinizde açıkça gözlenen kadınsılığa, dişilliğe karşı derin duyarlılığınız nereden geliyor?
Bekliyor musunuz kadınınızı “gök mavisi bir fincanla” ve “yaşamıyor hiç kimse ikimizden başka” diyerek?
Platon, “aşk her dokunuşta herkesi şair yapar” diyor. Aşkı “kurucu ontolojik, biyo-politik bir güç olarak görenler var.
“Kadın ve erkek arsındaki aşk eylemi, bir toplumu en gizli ve saklanmış çehrelerine kadar özetler” görüşünü dile getirenler var.
Üstat Cami: “Dünyevi de olsa, aşktan sakın yüz çevirme!” uyarısında bulunuyor.
Sodome’da Bir Güzel’de:
“Hiçbir şey söylemedik aşka dair. Hiçbir şey söylemedik. Fakat ölüyoruz her an…
Neden öyleyse soluyoruz böyle, Her ikimiz de hatıralar gibi”
diyorsunuz.
Ve Rita’nın Kışı şiirinizde:
“Ve aşk ölüm gibidir bir yemin kişinin reddetmediği… ve bilmeyen, soluk vermeyen”
diyorsunuz.
Hüthüt’de :
“Bir sürgün yeridir aşkımız. Bir sürgün yeridir gönüle”
vurgu yapıyorsunuz.
Bir başka yerde de:
“Kadının erkekte sürgünü Erkeğin kadında sürgünü”
olarak niteliyorsunuz aşkı.
Uyuyan Bahçe’de:
“Seni seviyorum Rita… Uyu, ben giderim Nedensiz… giderim”
diyorsunuz.
Siz neden aşkı, sürgün, sığınma, ayrılık ve ölüm ile çok fazla yakın tutuyorsunuz? Mutlu, sürdürülebilir aşk olmayacağından mı? Yoksa, bu esrik, coşkulu, yüksek tansiyonlu halin doğası sürgün ve ölüme yakın olduğu için mi?
Mezmurlar’da:
“Akdeniz’in kıyılarını kucağında tutan… Asya’nın bahçelerini omuzlarında taşıyan… Ve tüm zincirleri kalbinin dibinde saklayan”
biçiminde nitelediğiniz bir “Kadın” peşinde misiniz?
Siz, “aşktan önce” sevenlerdensiniz galiba?
MD: Aşk’a inanan, onu çok ciddiye alan, onda ontolojik bir öğe gören biriyim. Aşkın ve kadınların üzerimde derin etkisi oldu. Hayatımın belirli dönemlerinde aşkı, tüm cefası ve sefası ile, coşkunluğu ve kırılganlıklarıyla yaşadım.
Bakarsın Koca Nazım gibi altmışlı yaşlarımda da yaşarım aşkı tekrar! Kim bilebilir?
“Aşka dair şeyleri daha çok bilenler daha çok şaşkındırlar” bu konuda. Aşkın nasıl doğduğu, nasıl sürdüğü ve tükendiği bir muammadır, bir bilinmezdir: “Sonu yoktur aşkın. Gelip geçen, sürekli bir gelip geçenle evlenen” .
Aşk belki bir rastlantıdır. Belki arzunun işidir. Duygusal çekimdir belki. Tüm bunlar romansı yaratıyor olabilirler.
Aşkın bazı kendi koşulları vardır: Aşık, en azından bir ölçüde, kabullenilmelidir. Aç, susuz bırakılmamalıdır. Aşk’ta tam bir eşitliğin bulunmadığı doğrudur. Ama aşık az çok arzulandığını hissetmelidir.
Aşk belki dostluk gerektirir, “kapsayabilmek için iki ayrı varlığın farklılık ve kendilerine dönüklüklerini”.
Aşk, tereddüt ediyorsunuz demektir. “Aşk çelişkili bir moment” dir: “Mutlağa yönelir, ancak mutlak imkansız”dır.
Aşk görünmezin kuşudur. Çok ağır bir uğraş, baş edilmesi güç haldir.
“Şaşırtır beni, aşkı bilipte onu hala sevenler” zaman, zaman.
Benim aşk serüvenime gelince: İlk ciddi ve büyük aşkımı Hayfa’da Musevi bir genç kadınla yaşadım. Annesi beni kabul etmiş, babası etmemişti.
1967 savaşı aramıza girdi. Bu savaş bir çok Arap ve Musevi erkek-kadın arasındaki duygusal bağları acımasızca kopardı.
“Rita ile gözlerim arasındaki tüfek” deyişim, bu durumu vurgulamayı amaçlıyor.
“Rita” benim şiirimde bir Musevi kadındır ve kesinlikle bir sır değildir.
Rita bir takma addır. Fakat özel bir kadına aittir. “Rita” adı, içinde kuvvetli bir arzu taşır. Güçlülük taşır. Zayıflık, kırılganlık taşır. Ve mesafe taşır.
“Kendi mesafemle bile mesafeliyim” demem belki biraz buradan ve belki de benim karakterimden geliyor. Her nereden geliyorsa; b u beni önemli ölçüde ayakta tutuyor ve üretkenliğimi sürdürmeme yardım ediyor…
“ Gerçek aşk sahip olunamayacağı sevmek” değil midir?
“Aşk şairliği” işine gelince: Maalesef aşk şairi değilim. Keşke olabilseydim. İlk şiirlerim aşk üstüneydi. Bir çok genç şairde olduğu gibi. İçinde yaşadığımız tarihsel koşulların bu olanağı, aşk şairliğini, bir gün bana vereceğini umut ediyorum.
Aşk’a giden yolum şiirdir benim. Aşk şiiri, şiirlerin en güzeli olduğu inancındayım. Asla tükenmez aşk şiiri.
Aşk şiiri, kültürel direnişin kişisel, mahrem bir boyutudur. Aşk üstüne yazabilmek, varoluş, ölüm ve ötesi üzerine yazabilmek gibi kimliğimizi güçlendirir.
Yabancı’nın Yatağı’nın geç geldiği doğrudur. Ancak bu kitap gerçekten aşk üstünedir. Ona adanmıştır. Burada kadın “sembolik değildir. Kadına insani varlık olarak yaklaşılır bu şiirde, herhangi bir şeyin sembolü olarak değil.
Bu eserde, birbirine “yabancı” olan bir kadınla bir erkeğin diyalogları yer alır. “Yabancı” olma duygusu diyaloglara merkez oluşturur.
Şiirimde kadınsılığa, dişilliğe karşı gösterilen duyarlılık, kadına, dişil olana karşı duyduğum derin sevgi, saygı ve yakınlığın bir göstergesi olsa gerek.
Bu belki de kadını şöyle görmemden de kaynaklanıyor:
“Ben bir kadınım, tamı tamamına. Yaşarım hayatımı geldiği gibi…. Ve görürüm gördüğümü olduğu gibi… Ağlarım sebepsiz ve severim seni, olduğun gibi. Ne çıkar için, ne karşılıksız… Ne bir toprağım, ne de bir yolculuk. Ben kadınım. Ve yorar beni, dönüşümü dişil ayın…”
Evet: Bekliyorum ve hep bekleyeceğim kadınımı. “Telaş etmeden… Dağlar için eğitilmiş bir atın sabrıyla”.
Aşkı sürgün ve ölüm ile işlemem konusuna gelince: Bunun nedeni çok açık değil bende. Belki, benim kişisel ve halkımın toplumsal tarihinden gelen yönleri var.
Belki de aşk, ancak bu güçlü bağlamda anlaşılabilecek ve dillendirilebilecek bir şeydir. Tam olarak bilemiyorum…
Nasıl bir “kadın” peşinde olduğuma gelince: 1970’lerde öyle hissediyordum Mezmurlar’da. Artık ufkum biraz daha genişledi, daha evrenselleşti… Akdeniz’i ve Asya’yı merkez’de tutarak, diğer coğrafyalara da açıldı…
SY: “Ölüm” size ne diyor? Şiirinizde ve düzyazınızda önemli bir yer tutuyor ölüm. Kulağa paradoksal gelse de, insana, hayata yazılmış bir requiem havası veren Cidariyyat’ınız da destanlaştırdığınız “ölümle” aranız nasıl?
Size korku, ürperti veriyor mu? Onunla bir barışa varabildiniz mi, sonunda?
Ölümün şiiri yada şairliği olur mu?
Kişisel deneyiminizden kaynaklı ve ilk kez Beyrut’ta 7000 kişinin önünde, güçlü soluğunuzla (ki bu soluğu bazıları Louis Armstrong’un trompetine benzetiyor) okuduğunuz 60-70 sayfalık, uzun şiir formundaki bu, bir tür otobiyografik nitelikli eseriniz Cidariyyat nasıl doğdu? Ne anlatmak istiyor?
R. Char: “Şikayet etme, ölüme ölümlülerden daha yakın yaşıyorsun diye” sesleniyor.
Siz de mi böyle hissediyorsunuz? Ölüm sizin için “ruhlar için biçim ve yer değişimi midir”?
Bu İlahi şiirinizde şöyle diyorsunuz:
“Ne söyler hayat Mahmud Derviş’e? Yaşadın, aşka düştün, öğrendin ve sonunda Seveceklerinin tümü artık ölü. Bu ilahide bir düş kurarız… fakat yaşayakalacağız çünkü hayat hayattır”
MD: Evet. Ölüm… İşte geldik insanoğlunun şu en baş edilmez ve çetrefilli sorununa. Ben eserlerimde, değişik dönem ve bağlamlarda ölüm üstüne eğildim, onun üstüne yazdım.
Ama bu çabalarım, ölüm sorununun kökenine derinlikli olarak ve tümüyle gitmeden gerçekleşmişti. Acaba gidilebilir mi?…
Bu konudaki en kapsamlı girişimim, şiirim Cidariyyat’da oldu.
Ölüm sorununa iki açıdan yaklaşılabilir. Birincisi, “dinsel” açıdan: Burada ölüm, geçici, fani olan bu dünyadan, sürekli, ebedi olan öteki dünyaya bir geçiş olarak algılanır. Yok olmaya mahkum olandan, “sürdürülebilir” olana bir kapı misali.
İkinci yaklaşım “felsefi” olandır: Burada ölüm, bir oluş biçimi, gelişim şekli olarak görülür. Hayat ve ölüm diyalektik bir ilişki içinde algılanır.
Cidariyyat, kişisel bir deneyimimin (kısa süreli ölümü tatmamın!) sonucu; konu üzerinde daha derinlikli düşünmem, ve bu alandaki eski metinleri (Gılgamış Destanı dahil) yeniden gözden geçirmem sonucu doğdu.
Ölümle yaşadığım bu deneyim, bana bir çeşit otobiyografik türe uygun bir olanak sundu. Ölüm anında insanın tüm hayatı, bir film şeridi gibi, gözlerinin önünden gelip geçiyor.
Ben bunu bire bir yaşadım. O şiirde adı geçen kişileri karşımda gördüm. Al-Ma’arri’yi, Heiddeger’i, R. Char’ı…
Bana göre, Cidariyyat, temelde ölümden çok hayata odaklıdır (en azından benim niyetim buydu!) O şiir hayatı yüceltir. “Hayatın bir hazinedir, yaşa onu zengince” der. Hayat’a yakılmış bir tür ezgidir. “Yaşa hayatını, sevilen bir kadın gibi. Hayat senin bedenindir” der.
Ölüm ile mücadele, ölümün kendisinden daha zor, kuşkusuz. Tüm bu deneyimlerden çıkardığım önemli sonuç şudur: Hayatın bize bağışlanan çok güzel ve güçlü bir hediye olduğudur. Ve süresi kısa olduğu için, yoğun, coşku içinde ve paylaşılarak yaşanması gerektiğidir.
Sonsuz, “ebedi hayat” konusunda, çok eski zamanlardan bu yana, elimizde fazla bir şey yok, farklı dinsel inanç ve arayışlar dışında. Bir şair olarak, bu alanlara fazla karışmak, bulaşmak istemem.
Esas olan: Hayat ile ölüm arasındaki mücadelede hayatı seçmektir. Çünkü o buna fazlasıyla değer. “Akışkandır hayat”, damıtmak gerek onu, belki?
Ölüm bana korku yada ürperti vermez. Üstelik “Ben benim değilim”.
Onula barışa varmaya gelince: Bu her babayiğitin becerebileceği bir şey değil sanırım.
Ölümün şiiri ve şairliği tabii ki olur. Üstelik ölüm şiire büyük olanaklar sunar, aşkın sunduğu gibi.
Ruhlara inananlar yada onlara sığınanlar için, “bir biçim ve yer değiştirme”nin ötesinde, ne olabilir, ölüm? Aksi halde nasıl tahammül edebilirler onunla yaşamaya?
Evet, doğru: “Yaşayakalacağız, çünkü hayat hayattır”.
Ölüm ve Sanat İlişkisi
SY: Ölüm ile “sanat” ve “edebiyatı” nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
“Ey ölüm! Yendi seni tüm sanatlar, Tuzağa düşüremezsin ölümsüzü” diyorsunuz.
Buna gerçekten inanıyor musunuz? Kolay mı buna inanmak?
MD: Sanat, bu dünyadaki varlığımızı, bulunmamızı ve “ebedi/sonsuz olma” yanılsamamızı meşrulaştıran bir şeydir.
Evet! “Ebedilik” bir yanılsamadır. Ama, bence insanoğlunun bu yanılsamaya ihtiyacı vardır.
Ölümün sanat tarafından tümüyle “yere serildiğine” inanmıyorum, elbette. Ancak, ölüme takmamak için, onun varlığı ile fazla tasalanmadan birlikte yaşamak için, buna inanmak gerekiyor. Aksi taktirde, yaşamak, ilerlemek çekilmez olur, olanaksızlaşır.
Yeniden Başlamak Olanaklı Olsaydı…
SY: Yeniden Başlamak Elimde Olsaydı şiirinizde:
“Yeniden başlamak elimde olsaydı, aynı seçimi yapardım. Eğer geri dönersem, aynı güle dönerim ve aynı adımları izlerim”
diyorsunuz.
Geçmişe dönüp, hayatınızı yeniden yaşamaya başlasaydınız, neleri ve nasıl daha farklı yaşamak isterdiniz?
MD: Yeniden başlamak olanaklı olsaydı: Daha çok aşk şiiri yazardım. Soyut’a, soyutlamaya daha çok yönelirdim. Hayat ile siyaset ayırımını daha iyi yapardım. Bugün yaptığım gibi, mesafelerimi, aralıklarımı koymaya ve onları korumaya daha çok dikkat ederdim. Kendime daha çok zaman ayırırdım. Sosyal ilişkilerde ve seyahatlerde daha az vakit harcardım. Daha çok müzik, daha çok kendimi ve has dostlarımı dinlerdim. Kendi öz eleştirimi daha iyi yapardım. Sağlığıma daha çok dikkat ederdim. Ve hiç pişmanlık duymadığım, geçmişteki kişisel, sanatsal, toplumsal hayatımı ve mücadelemi aynen sürdürürdüm.
Evet: “Aynı güle döner, aynı adımları” izlerdim.
Ben Kimim?
SY: Kimsiniz siz “yabancının gecesinden sonra”?
“Yeterince dünlerim oldu; bir yarın’a dır ihtiyacım” diyorsunuz.
Nereye doğru, hangi limana doğru yol alıyorsunuz? Nerede “sizin neredeniz”?
“Başlangıçlarım ben/Bitişlerim ben”e devam mı?
Yolculuk başlamadı mı, yoksa “henüz yol bitmedi” mi?
Varoluşsal sorunlara “kültürel çözümler”, kişisel sorunlara “kolektif çözümler” yoktur, diyorsunuz.
Bu deyiş bir kara kötümserliğe işaret olmasa gerek sizin dünyanızda. Sürekli arayışa ve açık uçluluğa mı vurgu yapıyorsunuz?
MD: Hala bilmiyorum… “Cevaplamak istemiyorum henüz”. Araştırmaya ve yola devam ediyorum.
Evet: Devam ediyorum ve kararlıyım: “Ağır ağır ve zahmetle yürüyeceğim bu sonsuz yolu, onun ve benim sonuma kadar”.
Şimdilik, düşünce ve duruşum bu. Ve “Ben kimim? Ben kimim?” sorusunu hiç yanımdan ayırmıyorum.
“Çözümler” konusuna gelince: “İstemiyorum doğru bir cevap, doğru bir soru istediğim kadar.” Benim için asıl olan sorulardır. Cevaplar, çok kez, sınırlandırıcıdır. “Son istasyon” gibidirler. Bence yolumuzun önünü açacak olan iyi sorulmuş sorulardır.
Ben toprağı dayanıksız buldum, ve denizi hafif; dilin ve mecazın yeri bir yere dönüştürmeye yetmediğini öğrendim… Dünya üzerinde yerimi bulamayınca, onu Tarih’te bulmaya giriştim… Tarih’in buna indirgenemeyeceğini anladım…
Cevabın hiçbir önemi yok burada. Benim için önemli olan şey daha büyük bir lirik kapasite bulmamdır. Görece olandan, mutlak olana geçiş, ulusal olanı evrensel olanın içine kaydettirebilmem için bir açılım. Filistin’i Filistin ile sınırlandırmamak, fakat onun estetik meşruiyetini daha büyük bir insani alanda kurmaktır…
Geçen ağustos ayında vefat eden İsrailli ünlü barış aktivisti ve gazeteci Ulvi Avnery, İsrailli bir heyetle Mısır’a yaptıkları ziyarette kendilerini karşılayan Mısırlı generale “1973’te Yom Kippur’da bizi nasıl şaşırttınız, anlamadık” dediğinde, generalin kendilerine “Bizi anlamak istiyorsanız haberleri değil, şiirimizi okuyun” diyerek cevap verdiğini aktarır. Filistin’in millî şairi olarak bilinen Mahmud Derviş’in şiirinde, Filistin’i âdeta yeniden inşa eden dizelerinde de Filistin meselesinin ve bu toprakların ruhunun izini sürmek mümkündür. Derviş’in hayatı ve şiiri Filistin’in kaderiyle iç içe geçmiştir. Öyle ki Mahmud Derviş’in sürgünleri ve mısraları üzerinden Filistin’in kısa bir tarihini yazmak mümkündür. Nitekim bu büyük şair 2018 yılının “Arap Kültür Sembolü” olarak seçilmiştir. İçindekiler Sürgün sürgün büyüyen vatan: Moskova-Kahire-Beyrut-Tunus-Paris İsrailli generalleri korkutan şair Baba figürü ve asi oğul: Arafat’la dostluk Hür Sabahlar ve Yalnız Hayat
Mahmud Derviş’in gençliği
Derviş, evrensel bir şair olmak isterken, direnişle özdeşleştirilen mısralarıyla Filistin’in millî şairi unvanını kazanır. Bu onurlu ancak ağır madalyayı ömrü boyunca belki bir kader gibi ve evet, gururla ama hep mahcup ve isteksizce taşıyacaktır.
Derviş, otel odaları ve havaalanları arasında geçen ömrünü dolduran Moskova’dan Mısır’a, Beyrut’a, Tunus’a ve Paris’e uzanan sürgünlerin ilkini daha 6 yaşında yaşamış ve ailesiyle yürüyerek Lübnan’a geçmişti. Çünkü 1942 yılında doğduğu Birva köyü, 1948 yılında İsrail’in Filistin topraklarında bağımsızlığını ilan etmesiyle dört yüzden fazla köyle birlikte işgal edilmişti. Ünlü şair bu ilk sürgün yolculuğuna çıkarken içinden geçenleri, yıllar sonra yazdığı bir şiirde çocukluğun o naif sesiyle babasına seslenerek dile getirecektir:
Beni nereye götürüyorsun babacığım? Rüzgârın gittiği yöne ey oğulcuğum.
Derviş ve ailesi bir yıl sonra köylerine geri dönerler ancak evleri yerle bir edilmiş, köylerinin ismi değiştirilmiş ve yerlerine Yemen’den getirilen Yahudiler yerleştirilmiştir. Doğup büyüdükleri, ekip biçtikleri yerlerin mültecisi oluvermişlerdir: “Yaşadığımız topraklardaydık ama bu kez mülteci olarak. Bu bizim ortak tecrübemizdi, bu acıyı hiçbir zaman unutmayacağım.”
Sürgün sürgün büyüyen vatan: Moskova-Kahire-Beyrut-Tunus-Paris
Derviş’in ailesiyle yaşadığı köy İngiliz mandasındayken, İsrail’in kuruluşundan sonra İsrail askerî yönetimince idare edilmeye başlandı. İsrail, burada Filistin’e dair tüm izleri siliyor, köy sakinleri ise tarih kitaplarını ve büyük Arap şairlerin şiirlerini elle kayda geçirerek çocuklarına okutmaya, dil ve kültürlerini işgale karşı korumaya çalışıyorlardı.
Küçük yaşından beri şiirle ilgilenen ve 19 yaşında ilk şiir kitabını çıkaran Derviş de, işgal altındaki Filistin topraklarında her gün yaşadıkları aşağılanma ve yok saymaya şiirle direniyordu. Derviş, Filistinlilerin haklarını ve kültürel varlıklarını savunan tek parti olan Komünist Parti’ye üye olmuş ve burada sözün gücüne ve şiirle bir şeyleri değiştirebileceği fikrine iyiden iyiye inanmaya başlamıştı. Arkadaşlarıyla Al-İttihad ve Al-Cedid dergisini çıkartıyorlardı.
“Annemin kahvesini özlüyorum/ Özlüyorum ekmeğini annemin” dizeleriyle başlayan şiiriyle bir anda ünlü olur. Lübnanlı ünlü müzisyen Marcel Khalife tarafından bestelenen bu şiir sonraları bir Arap halk türküsüne dönüşmüştür.
Genç şair, askerî yönetimden izinsiz topluluk önünde şiir okuduğu gerekçesiyle defalarca ceza alır. 16 yaşında hapse atıldığında bir sigara paketi üzerine karaladığı ve “Annemin kahvesini özlüyorum/ Özlüyorum ekmeğini annemin” dizeleriyle başlayan şiiriyle bir anda ünlü olur. Lübnanlı ünlü müzisyen Marcel Khalife tarafından bestelenen bu şiir sonraları bir Arap halk türküsüne dönüşmüştür.
Derviş’in üzerindeki siyasi baskı artmaya başlar ve genç şaire 1967-70 yılları arasında ev hapsi cezası verilir. Bu durum, onu hayatının en zor kararını vermeye zorlar. Filistin’de ağır şartlar altında yaşamak mı yoksa bir şair olarak kanatlarını çırpabileceği yeni bir gökyüzü bulmak mı? “Doğru kararı vermek için çok gençtim” diyen Derviş, ikinci yolu seçer. Bu kararı nedeniyle sıkça eleştirilse de şair, “Sürgünde ne yaptım? Filistin kültürüne daha çok şey kazandırdım mı? Eleştirmenlerin dediğine göre vaktimi boşa harcadığım söylenemez” diyerek yıllar sonra vatanı terk edişiyle hesaplaşacaktır.
İlk kez 1970’de Filistin’i terk eden Mahmud Derviş, Komünist Parti aracılığıyla Moskova’ya gider. “Her genç komünist için Moskova’ya gitmek bir hayaldi ancak buranın da cennet olmadığını anladım” diyen Derviş, tam bir yıl sonra Al-Ahram dergisinde yazılar yazmak üzere Kahire’ye gider.
Necip Mahfuz
İlk kez çoğunlukla Arapların yaşadığı ve sadece Arapça konuşulan bir ülkededir. Burada Necip Mahfuz ve diğer büyük yazarlarla birlikte çalışır. Derviş’in Kahire’den sonraki durağı ise Beyrut’tur. Kısa bir süre önce burada kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün merkezinde Kültür Şefi olarak görev yapar, Al-Karmel isimli edebiyat dergisini çıkartır. Derviş, Beyrut’un zengin kültür ortamında şiirini geliştirme imkânı bulur.
Beyrut iç savaşının patlak vermesinin ardından savaşı bütün şiddetiyle yeniden yaşar. Savaş ortamının getirdiği kargaşadan bunalan Derviş, tüm Filistinlilerin Lübnan’dan çıkarılmaları sonucunda FKÖ heyetiyle birlikte artık savaş ve mücadeleden yorgun bir şekilde Tunus’a geçer.
Âşıkların birbirine teşekkür ettiği görülmemiştir Ama ben sana teşekkür edeceğim ey Tunus! Sana sen olduğun için teşekkür edeceğim! Kendini koru ey Tunus Gün gelecek kardeş Filistin toprağında buluşacağız yeniden
mısralarıyla Tunus’a veda eden şair Tunus’a teşekkür ederken, 1986 yılında kaleme aldığı “Benim, Yusuf’un” şiiriyle Filistin’e sahip çıkmayan Arap ülkelerine sitem etmektedir:
Benim, Yusuf’un Ey babacığım Kardeşlerim beni sevmiyorlar Sert taşlarla Ve acı kelimelerle kalbimi incitiyorlar Öleyim istiyorlar Öleyim ki beni övebilsinler Biricik kardeşimiz diyebilsinler İçlerinde istemiyorlar beni Dipsiz bir kuyuya attılar Ve dönüp kurdu suçladılar Ah babacığım! Kurt, kardeşlerim gibi değildi Onlardan daha merhametliydi
Tunus’tan sonra Al-Karmel dergisini yayınlamayı sürdürmek için Paris’e geçen Derviş, burada kendisini daha özgür hissediyor, bu ülkenin dilini bilmemek ona toplum ve insanların arasına karışmadan, fark edilmeden dilediği gibi yaşama hürriyetini veriyordu. Zira şaire göre unutulmak en büyük hürriyetti.
Derviş şiirinin Paris’te renklendiği, siyasetten yorulan kaleminin daha çok evrensel konulara ve tüm insanları kuşatan imgelere yöneldiği görülür.
İsrailli generalleri korkutan şair
Derviş okul yıllarında izinsiz şiir okuduğu gerekçesiyle kendisini sorguya çağıran generalin, Filistinli bir öğrencinin şiirinden bu denli korkmasına hayret ederken bir yandan da şiirin gücünü keşfeder.
Derviş okul yıllarında izinsiz şiir okuduğu gerekçesiyle kendisini sorguya çağıran generalin, Filistinli bir öğrencinin şiirinden bu denli korkmasına hayret ederken bir yandan da şiirin gücünü keşfeder: “O güçlü koca İsrail devletinin benim şiirimden korktuğunu görünce, şiirin çok önemli ve ciddi bir iş olduğunu anladım.”
2000 yılında Derviş’in şiirlerinin İsrail okul kitaplarına alınması gündeme geldiğindeyse İsrail parlamento üyesi bir milletvekili şu sözleriyle Derviş’in şiirinden hâlâ korkulduğunu gösterir. Şairin mısraları tehlikelidir: “Derviş’in şiirlerini okul kitaplarına almak bu ülke için intihar etmek demektir.”
Mahmud Derviş, 22 yaşında kendisine “Direniş Şairi” unvanını kazandıran ve tüm Arap dünyasında tanınmasını sağlayan “Kimlik Belgesi” isimli şiiri yazar. Bu şiiri, geçiş kartını göstermediği için kendisini durduran İsrailli bir polise hitaben yazsa da şiir kısa sürede tüm Arap dünyasında yayılır. Şair bu şiirle kendi topraklarında mülteci muamelesi görerek aşağılanan tüm Araplara âdeta yeni bir kimlik kartı uzatmakta ve onlara çalınan onurlarını geri vermektedir:
Kaydet! Arap’ım Taş ocağında çalışıyorum emekçi yoldaşlarımla Çocuklarımın sayısı sekiz Ekmeklerini Taştan çıkarıyorum Giysilerini ve defterlerini! Sadaka dilenecek değilim kapında Konağının girişi önünde Küçük düşürecek değilim kendimi! Kızıyor musun? Kaydet! Kaydet ilk sayfanın ta en başına Nefret etmem insanlardan Hiç kimseye saldırmam! Ama aç kalınca Toprağımı gasbedeni çiğ çiğ yerim! Kolla kendini, kork benim açlığımdan Kork benim öfkemden! Kolla kendini!
Şairin Beyrut’ta binlerce dinleyiciye hitaben okuduğu şu mısraları da pek çok tartışmaya neden olmuş, Derviş şiirlerinin okul kitaplarına girmesine karşı yürütülen kampanyada aleyhinde kullanılmıştır.
Füze sizden, taş bizden Kılıç sizden, kan bizden Ateş sizden, can bizden Saatlerinizi de alın vaktimizden Ve defolun! Nerede yaşayacaksanız yaşayın Ama durmayın artık aramızda! Nereden çağıracaksanız çağırın ecelinizi Kirletmeyin güvercin ellerimizi Çekin elinizi ekmeğimizden ve tuzumuzdan Yaramızdan, suyumuzdan ve toprağımızdan Alın hissenize düşeni de kanımızdan Haydi defolun! Ey kelimelerin ardı sıra gidenler! Yüklenin sırtınıza isimlerinizi Silin hatıralarımızdan tüm resimlerinizi Ve defolun!
Yasar Arafat’ın tüm ısrarlarına rağmen kendisini gündelik siyasetin kargaşasından uzak tutmaya çalışan Derviş, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Yürütme Kurulu’na da gıyaben seçilmişti.
Baba figürü ve asi oğul: Arafat’la dostluk
Yasar Arafat’ın tüm ısrarlarına rağmen kendisini gündelik siyasetin kargaşasından uzak tutmaya çalışan Derviş, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Yürütme Kurulu’na da gıyaben seçilmişti. Derviş’in siyasetle alakası, bir yandan babası yerine koyduğu Arafat’la dostluğu diğer yandan Filistin davasına ruh veren şiirleriyle yakından irtibatlıydı.
“Bana Fransız André Malraux’yu örnek veriyorlar. Filistin’in Fransa kadar büyük bir devlet ve Arafat’ın da De Gaulle olduğu dönemlere gelsek bile, ben Malraux değil, Jean Paul Sartre olmayı tercih ederim”
Arafat’ın Kültür Bakanlığı teklifini reddeden Derviş, “Bana Fransız André Malraux’yu örnek veriyorlar. Filistin’in Fransa kadar büyük bir devlet ve Arafat’ın da De Gaulle olduğu dönemlere gelsek bile, ben Malraux değil, Jean Paul Sartre olmayı tercih ederim” diyerek kültürü, edebiyatı ve felsefeyi siyasetin üzerinde gördüğünü ifade etmiştir. Ancak siyaseti sevmese de Filistin davasının lisanını ve üslubunu Derviş’in kalemi belirlemiştir. Şair, sadece Arafat’ın BM’de yaptığı konuşma metnini yazmakla kalmamış, Filistin Bağımsızlık Bildirisi’ni de bizzat kaleme almıştır.
Zamanla Derviş ve Arafat arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkar. Arafat’ın Filistinlilerin nankör olduğu yönündeki serzenişlerine “Kendine başka bir halk bul o zaman!” diye cevap verir.
1993’te Oslo Anlaşması’nın imzalanmasından sadece bir gün sonra Filistin Kurtuluş Örgütü Yürütme Kurulu’ndan istifa eden Derviş, Oslo mutabakatına razı olması nedeniyle yakın dostu Arafat’a sitem eder:
Kim indirecek duvarlardan bayrağımızı / Sen mi yoksa onlar mı?
Mahmud Derviş, kendisinin de sonradan Ramallah’a geri dönüşünü sağlayan bu mutabakatı hiçbir zaman tasvip etmez. Zaman şairi haklı çıkarır. Oslo’dan sonra Filistin toprakları kontrol noktalarıyla kuşatılmış ve yerleşimcilerin sayısı hızla artmıştır.
Derviş seküler bir hayat sürse de ait olduğu toprakların maneviyatı onu da şiirini de kuşatıyordu. “Ben seküler bir insan olmama rağmen yine de Allah’ın burada, bu topraklarda insanla konuştuğu ve mucizeler gösterdiği hissinden kendimi kurtaramıyorum.”
Onun şiiri eleştirmenlere göre Gazze’deki bir Hamas üyesinin duygularını da aynı şekilde aksettiriyordu. İntihar saldırılarını ve sivillere yönelik şiddet eylemlerini doğru bulmuyor ancak ölüme giden insanların bu eylemlerinin Batı’da anlatıldığı gibi, cennetteki huriler için yapılmadığını, işgal ve İsrail’in baskı politikası sonucu ne yapacağını bilemeyenlerin umutsuzluk ve çaresizlik hislerinin bir ifadesi olduğunu söylüyordu: “Siyasi çözüm bulunduğu zaman intihar eylemlerinin de sona erdiğini görecekler.”
Derviş, Hamas ve Fetih arasındaki çatışmayı da tasvip etmiyor ve “Aslında kendi illüzyonlarıyla savaşıyorlar” diyordu. “Olmayan bir Filistin devletini kontrol için birbirleriyle mücadele ediyorlar. Gazze açık hapishaneye çevrildiği için, iş, ilaç ve yiyecek bulamayanlar kiminle savaşacaklarını bilmediklerinden çaresizlikten birbirleriyle savaşıyorlar.”
Binbir yüzlü hayalet: İsrail ve Yahudiler
Şairin İsrail ve Yahudilerle ilişkisi çok veçhelidir. Derviş defaatle Yahudileri tek bir millet olarak görmediğini söyler; şaire göre sorun kültürel değil, siyasidir. Ona yazdığı bir şiirden dolayı hapis cezası veren hâkim bir Yahudi’dir.
Derviş’e İbranice ve dünya edebiyatını öğreten de yine Yahudi bir öğretmendir. Filistin’deki ilk aşkı da daha sonra İsrail ordusuna katılan ve şu an Berlin’de yaşayan bir Yahudi kızı Tamar Bin Ami’dir. Derviş’in şiirlerinde Ritta diye seslendiği ilk aşkıyla ilişkisi iki yıl sonra sona erer. Tamar Bin Ami, İsrail ordusuna katılmış, iki sevgili ayrılmıştır. Derviş’in bu ilk aşkına yazdığı şiir, sonraları Lübnanlı ünlü besteci Marcel Khalife’nin bestesiyle bir halk türküsüne dönüşür.
Ritta’yla gözlerim arasında bir tüfek Ritta’yla aramda milyonlarca serçe Milyonlarca resim var Ve ah nice buluşmalar
Ramallah’ta bulunan Mahmud Derviş Kültür Merkezi Başkanı şu sözleriyle Derviş’in Yahudi bir kıza âşık olmasının sürekli olarak vurgulanmasına sitem ederek Yahudilerin tüm hikâyelerin öznesi olmasından şikâyet eder: “Neden ‘Filistinli şair Yahudi bir kıza âşık olmuş’ diye anlatılır da mesela ‘Yahudi bir kız, Filistinli bir şaire âşıkmış ama sonra sevdiği adamın halkına karşı savaşmak için orduya girmiş’ denmez?”
Filistin’deki tüm meselelerde Yahudilerin ilgi odağında yani özne olması Derviş’i de rahatsız etmektedir. “Biz Filistinliler ünümüzü düşmanımıza borçluyuz” der. “Düşmanımız Yahudiler olduğu için herkes buraya bakıyor yoksa kimse ilgilenmezdi.” Düşmanla tanımlanmaktan yorulmuştur.
O yüzden Derviş, Yahudilerle ve İsrail’le ilişkilerine göre kendilerine olumlu ya da olumsuz getirilen tüm tanımları reddeder: “Ne terörist ne de barış savaşçısı, sadece insan olmak istiyoruz. Düşmandan bağımsız, kendimize ait sorularımız var. Rahat ve hercai olmak hakkımız.”
Derviş şiiri: Güle bakıp gülü görmek arzusu
İlk şiir kitabını 18 yaşlarındayken çıkartan Derviş, ilk şiirlerini sonradan beğenmez ve şiirlerini bu kadar erken yayımladığı için pişman olduğunu söyler. Klasik Arap şiirinin temsilcisi Al-Mutenebbi ve diyasporadaki Halil Cibran gibi şairlerin yanı sıra Kabbani ve Al-Sayyab gibi modern kalemler ve Pablo Neruda, Lorca, Nazım Hikmet ve Derek Walcott gibi modern yabancı şairlerden de etkilendiğini söyler.
Derviş’e göre ilhamla yazsa bile hiçbir şair şiirini boş bir sayfada yazmaya başlamaz. Her şair şiirini kendinden öncekilerin yazdıklarının üzerine bina etmektedir.
Eleştirmenlere göre Derviş, klasik ve geleneksel Arap şiirine oldukça hâkimdir ancak kendi şiiri için yeni bir biçim arayışına girer. Zira ona göre devrimci şiir ancak devrimci ve yeni bir biçimde söylenebilir.
Derviş, filmlerde anlatılan ve o bildik şair tiplemesinden uzaktır. Disiplinlidir, sabahları 10-12 arasında yazı masasına oturmayı âdet hâline getirmiştir. Öğleden sonralarını ise okumaya ve kitaplara ayırır.
Dikkatini dağıtmaması için evin en küçük odasında yazar. Arkadaşları normalde soğukkanlı olan Derviş’in şiir söz konusu olunca heyecanlandığını ve şiir akşamlarına iki gün önceden hazırlanmaya başladığını anlatırlar. “Şair bohemdir ve normal insanların kaygılarına sahip değildir” diye düşünenlerin haksız olduğunu söyleyen Derviş, buna kendi hayatını şahit gösterir. “Kafelerde oturmayı sevmem, evcilimdir; çoğunlukla evde yalnız vakit geçiririm. Kalabalık yerlerde olmayı sevmiyorum.”
Mahmud Derviş’in çalışma masası
Derviş, özellikle Beyrut sürgünü sonrası şiirlerinde direnişle bağını koparmasa da şiirini “işgalin belirlediği çerçeve ve şartlardan” özgürleştirmek ister. “Ramallah’ta benden beklendiği gibi vatana geri dönüşüm hakkında değil, aşka dair yazdım. Kendimi tüm beklentilerden özgürleştirmek istedim.” Mahmud Derviş aşk ve ölüm hakkında yazarak insan tarafını İsrail işgalinin ve savaşın elinden kurtarmak istemektedir. Şiirini hem kendi ruhu hem de tüm insanların yaraları için manevi bir şifa olarak görmektedir. “İnsanlar şiirime tutunarak hayatta kalıyorlar, zaferde de yenilgi anlarında da hayata bağlanıyorlar.”
Derviş’in şiirleri ve kullandığı imgeler Filistin davası için sembol kabul edilir ancak Derviş aslında bir aşk şairi olmak istemektedir. Direniş şairi olmaktan zaman zaman yorulduğunu, bunun istemeden boynunda taşıdığı ağır bir madalya olduğunu sık sık dile getirir: “Kendimden başka kimse için, kimseyi temsil etmek için yazmıyorum ama zaten benim benliğim ve hayatım da halkın ve toplumun hatıra ve hafızasıyla dolu. Kendimi yazarken aslında onların tarihini de yazmış oluyorum.”
“Şiirimizin normalleşmesi ve insanileşmesi lazım. Bizim ihtiyacımız olan şey bu. Benim görevim Filistin’in doğasını, manzarasını da efsanelerden ve tarihin yükünden kurtarmak. Gül hakkında yazarken gerçekten gül hakkında yazmak. Gülü gül olarak okumak ve öyle anlamak. Adonis’in kanı olarak değil.”
Kelimelerden bir vatan
Derviş İsrail’in kuruluşuyla birlikte her yerden silinen Filistin ismini şiirleriyle hayatta tutmak ister. İşgal edilerek haritadan silinen vatanını kelimelerle yeniden inşa ederek topraklarından çıkarılan tüm Filistinlilere “şiirlerinde sığınacakları bir ev ve bir vatan” resmeder. Bir söyleşisinde Arap şiirinin beyitlerle yazıldığına şu cümlelerle işaret eder: “Bundan daha büyük bir saadet olamaz; insanlar mısralarımı hakiki ev belleyip içinde oturuyorlar, zira şiirdeki beyit ev demektir. Vatanı elinden alınmış Filistinliler de şiirlerimin beyitlerine sığındılar.”Derviş, kelimelerden yeni bir vatan, yeni bir Filistin yaratmaktadır ve onunla işgale direnir. Haritadan ev ev, toprak toprak silinen Filistin’i harf harf, kelime kelime işgalcilerden geri alır ve yeniden inşa eder.
Çocukluğu, gençliği ve tüm hayatı, zamanı işgal edilmiştir ve geri gelmeyecektir ama şair döneceğinden umut kesmediği vatanını kelimelerle geri çağırmaktan vazgeçmeyecektir:
Kemanlar kaybolan bir zamana ağlıyor Ah o hiç gelmeyecek Kemanlar kayıp bir vatana ağlıyor Kim bilir belki de dönecek
Hür Sabahlar ve Yalnız Hayat
Hayatının büyük kısmını yalnız yaşayan Derviş ilk olarak 1973’te Nizar Kabbani’nin yeğeni Rana Kabbani’yle evlenir
Hayatının büyük kısmını yalnız yaşayan Derviş ilk olarak 1973’te Nizar Kabbani’nin yeğeni Rana Kabbani’yle evlenir. İkinci eşi Mısırlı çevirmen Hayat Heeni’yle ise bir arkadaşının evinde karşılaşır. Bu ilk karşılaşmanın ardından şair ortak arkadaşlarını defalarca evine davet etmesine rağmen, bu denemeler başarısız olur. Onu görebilmek umuduyla çağırdığı misafirler arasında Hayat yoktur.
Ancak Derviş’in bu içten sevgisine kader karşılık verir ve bir yıl sonra tesadüfen yeniden karşılaşırlar. Şairin bir aile ve düzenli bir hayat sahibi olmasını isteyen arkadaşları 1984 yılında Hayat’la evlenme kararını desteklerler. Derviş’in kendisi için “Güvercinler gökyüzüne havalanıyor, yeryüzüne konuyor güvercinler” diye başlayan ünlü aşk şiirini yazdığı Haneen “Tanıştığımızda da ayrıldığımızda da birbirimizi seviyorduk. Ben ve Mahmud ayrıldık ama sevgimiz hep baki kaldı” diyordu. Üçüncü kez evlenmeyi hiç düşünmeyen Derviş, geleneksel anlamda evlilik müessesesine hiç inanmıyordu.
Doğmamış çocukları için “en iyisinin hiç doğmamak” olduğuna emindi. “Arkadaşlarım bazen bana iki kez evlendiğimi hatırlatıyorlar. Bunlara dair derin hatıralarım yok, gerçekten hatırlamıyorum. Çocuğum olmamasından pişman değilim. Neden bilmiyorum ama bu konuda hiçbir pişmanlığım yok. Belki de sorumluluktan korkuyorum.” Yakın bir arkadaşının ısrarı üzerine ise “Neden çocuk sahibi olayım? Vatansız bir çocuk, mülteci bir çocuk daha mı gelsin dünyaya!” diyerek cevap verir.
Odasında yalnız şiir yazarken bile müsveddelerini kimse görmesin diye kâğıdın ucunu kapatır Derviş. Şiir şairin yokluktan dahi sakındığı sırrıdır. Ona ayırdığı “hür sabahlara” kimseyi ve başka hiçbir sözü ve sohbeti ortak etmek istemez. Âdeta bağımlısı hâline geldiği uzleti, şiirlerini ve kişiliğini besleyen yalnızlığını bozacak her şey ona ağır gelir: “Şiirim için ne iyiyse onu yaptım, zarar verebilecek her şeyiyse teker teker yıktım.”
Kadına arzu duyduğunu ve kendini bir kadında bulmak istediğini söylese de yalnızlığın vadettiği hürriyet ve sakin sabahların sükûtu, kalbin sesine ve bedenin iştiyakına galebe çalar. “İçimdeki özlemin ve kanımdaki ateşin sesi başkasına sesleniyor, özlemle onu çağırıyor. İnkâr edecek değilim.”
Derviş aşka âşıktır ancak ona göre aşk geçip giden bir şey değildir. Yaşanandır. “Âşık olmayı seviyorum. Ama bittiği zaman anlıyorum ki aşk değilmiş o. Hatırlanan bir şey değildir ki aşk, o yaşanandır.”
Ölümle anlaşma
Mahmud Derviş 1984 ve 1998 yıllarında iki kez ağır kalp krizi geçirir. Bunların ilkinde ölümün acısız geldiğini, ikincisinde ise işkence ederek kendisiyle cedelleştiğini söyler. Sert ve ciddi görünümüne rağmen nüktedan üslubuyla bilinen şair yaşamı sevmektedir. Ancak ölümden de korkmadığını ve onu karşılamaya hazır olduğunu söyler. “Mural” isimli eserinde ölümle söyleşip halleşir.
Mahmud Derviş’in not defterlerinden biri
Arkadaşları ve akrabalarına göre Derviş, hayatının son döneminde zamanının azaldığını sezmişçesine daha çok üretmeye ve yazmaya başlamıştır. Akrabalarıyla kayıp zamanları telafi edercesine yoğun vakit geçirmeye özen gösterir. Son döneminde daha mutlu ve rahat bir halet-i ruhiyeye sahiptir. Kardeşinin ifadelerine göre ailesine yaptığı son ziyarette herkesin bildiği ancak açıklayamadığı sebepsiz bir korku hâkimdir evde, ancak Derviş duygularını belli etmez ve gülümsemeye devam eder. Ramallah’a döneceği son gün veda ederken arkasına bakmaz. Akrabaları bunu son veda olarak yorumlayacaklardır.
Mahmud Derviş’in kalemleri
Mahmud Derviş, bir konuşmasında ölüm gibi kendisinin de beklemeyi sevmediğini söyler. Şair ölümle bir anlaşma yapmıştır. “Daha yazacak şiirlerim var, yapılacak işlerim… Ancak hayattan büyük beklentilerim ve hayallerim de yok. Çünkü bana verilmiş ödünç bir zamanı yaşıyorum. Ölümü karşılamaya hazırım ancak tıpkı ölüm gibi ben de beklemeyi sevmiyorum. Onunla bir anlaşma yaptım. Kanser ya da AIDS gibi hastalıklarla bir hırsız gibi değil, birden gelmeli ve bir vuruşta teslim almalı beni.”
Derviş bu ameliyatın sonucunun ölüm olacağını biliyor gibidir. Bir kâğıtta şunlar yazılıdır: “Bu sefer ölümle olan kavgayı ölümün kazanacağını biliyorum.” 9 Ağustos 2008 yılında Amerika’da ölüm onu kalbinden yakalar ve teslim alır. Geriye tüm mülteciler, evsizler ve “dünya gurbetçileri” için harf harf, kelime kelime kurduğu bir vatan bırakır: kelimelerden bir vatanla, içli ve zamana şahitlik etmiş haklı şiirler.
Not: Tercümesi Lütfullah Gökdaş’a ait olan “Kimlik Kartı” şiiri dışında yazıda kullanılan tüm şiir ve alıntılar benim tarafımdan tercüme edilmiştir.
Leylâ iyice ihtiyarlamış olduğu bir sırada Haccâc’tan, kendisini Horasan valisi Kuteybe b. Muslim’in yanına göndermesini rica etmiştir. Bir rivayete göre, bu Horasan seyahati sırasında, h. 86 ile 96 (m. 705/714) yılları arasında Sava’da vefat etmiştir. Leyla’nın vefat şekli hakkında da şöyle garip bir hikaye anlatılır: Leyla aralarında kocasının da bulunduğu bir grupla birlikte bir seferden dönerlerken yolları Tevbe’nin defnedilmiş olduğu mahalle tesadüf eder. Leyla “Gideyim şuna bir selam vereyim.” der. Kocası izin vermek istemese de ısrarı üzerine kabul eder. Tevbe’nin kabrinin yanına gelince “Selam sana ey Tevbe!” diye nida eder. Kabirden cevap gelmeyince Leyla kendi yanında bulunanlara, “Ben bu zamana kadar Tevbe’nin yalan söylediğini duymadım. Şu beyitleri söyleyen:
Yani “Leyla el-Ahyeliyye üzerimde küçük ve büyük mezar taşları olduğu (ölü olduğum) zaman bile bana selam verse, yine gülümseyerek onun selamını alırım. Yahud kabrim tarafından bir baykuş kendisine ses verir” diyen o değil midir?” şeklinde söylenmekte olduğu bir sırada Tevbe’nin kabri tarafında saklı olan bir baykuş, devesinin yüzüne doğru uçunca, deve ürküp Leyla’yı üzerinden atmış, bunun üzerine Leylâ o anda vefat etmiş ve oraya defnolunmuştur. el-Isfehânî, bu rivayetin doğru olduğunu kaydetmektedir.
Leylâ’nın vefatı ile ilgili bu bilgilerden sonra şiirlerine değinmek uygun olacaktır. Anlaşılan kendisine âşık olan Tevbe b. el-Humeyyir’in öldürülmesi onu derinden etkilemiş ve Tevbe’ye olan duygularını ifade eden mersiyeler söylemiştir. Bu mersiyelerinde Leylâ’nın göre Tevbe’nin şiir diline dökülen duyguları aktarılmaktadır. Son derece samimi ve içten olduğu anlaşılan bu duygular, Leylâ’nın kendi zihninde tasavvur ettiği Tevbe portresini yansıtmaktadır. Leylâ’nın, Tevbe hayattayken söylediği şiir bulunmamaktadır. Bütün şiirleri vefatından sonra kaybedilen sevgiliye yönelik ağıtlar, onu diğer insanlardan farklı ve kavminin önde gelen bir siması haline getiren kahramanlığı, cesareti, cömertliği gibi seçkin özelliklerini tasvirler üzerine kuruludur. Bu portrenin daha iyi anlaşılabilmesi için Leylâ’nın Tevbe’ye mersiye olarak söylediği şiirleri incelemek uygun görünmektedir.
1 Yemin ettim, Tevbe’den başka birine ağıt yakmayacağım, felaketlerin kuşattığı başka bir kişiyi umursamayacağım.
2 Vallahi, ölüm yiğit için ayıp değildir, yaşarken utanacak bir şey yapmadıysa.
3 Rahat yaşasa bile, kimse kabirlerin gizlediklerinden daha fazla yaşayamaz.
4 Kim, felaketler karşısında sabırsızlık gösterirse, kuşkusuz bir gün o, sabırlı olarak görülecektir.
5 Ne yaşayan biri için ölümden kurtuluş, ne de zaman akıp giderken zamanın felaketlerinden kaçış vardır.
6 Ne diri zamanın başına açtıklarından dolayı kınanır, ne de diri sabretmedi diye ölü dirilir.
7 Her yeni ve her genç eskimeye (mahkumdur) ve herkes bir gün Allah’a kavuşacaktır.
8 Birbirlerine çok yakın da olsalar, uzun süre bir arada yaşasalar da, birbirini seven her ikili, nihayet ayrılacaklardır.
9 Başına bir takım felaketler gelirse, ey büyük savaşçı! Allah seni bu dünyada ve ahirette rahmetinden uzak tutmasın.
10 Yemin ettim, bir dal üzerinde bir güvercin öttükçe, ya da bir kuş uçtukça sana devamlı ağlayacağım.
11 Avf oğullarının öldürdüğü kişiye yazık oldu, Ben onların Tevbe’ye bir şey yapacaklarından çekinmiyordum.
12 Ama Bizans yollarında gidip gelirken (Ğassân gibi) bir kabilenin ona zarar vermesinden korkardım.
bu karanlıktan ve suskunluktan yorgun dedim ki ey uyku, başparmağın yeşil bahçelerin anahtarı gözlerin, dinginliğin balıklarının karanlık havuzu ağlayan çocuğumun yarattığı yükü çekip al ve beni unutmanın peri suretli ülkesine götür
Furuğ Ferruhzad
Dağ başındaki evimde, güz saltanatını sürerken, saatlerin en yalnızı. Döşeğimde uykusuz yatarken, yürek dağlayan bir geyik çığlığı.
Mibu Tadamine
Sen uykudayken dün gece Seyrettim seni sevdayla Yeniden Tanrı’ya el verdim Yeniden duaları öğrendim Yeniden yakardım umutla Yeniden gün doğumlarına sevda büyüttüm. … Sen uyurken dün gece, ‘Seni seviyorum’ları tekrarladım durmaksızın, Bir dua gibi, Tanrıya yakarır gibi …
Gassan Satar
Uyuyordu Boaz, Yakub’un, Yahuda’nın Uyuduğu gibi, dalla örtülü üstü; Birdenbire başı üzerinde, semanın Aralanan kapısından, bir rüya gördü. Bu rüyada Boaz’ın karnından bir meşe Çıkıp ta mavi göklere yükseliyordu.
Victor Hugo
Bana çiçek gönderme Bir kuş ağacı gönder Dallarında gezinsin Kül rengi güvercinler
Konsunlar yastığıma Uyutmak için beni Sırtlarında kuş tüyü Gagalarında ninni
Bana çiçek gönderme Bir kuş ağacı gönder Alnıma dokunanlar İyileşmiş desinler
Ülkü Tamer
Uyandırmasın kimse uyuyan bu çocuğu. Bir zamanlar karnımda böyle derin uyurdu.
O duru dinlenişten açtırdım gözlerini, yaslanıp göğsüme yine uyuyakaldı şimdi.
Gabriela Mistral
Güneş uykuya yatmış bu akşam bulutlarda. Yarın fırtına var, sonra karanlık ve gece, Tan ağaracak sisin içinden sızan ışıkla, Derken günler ve geceler, ardı arkasınca!
Ya ben! her geçen gün başımı daha bir eğerek, Tatlı ışıkları altında güneşin, titrek, Şamatanın ortasında çekip gideceğim, Sonsuz yeryüzünden hiçbir şey eksilmeyecek.
Victor Hugo
Kaygısızca uykuya dalıyoruz aşkın kollarında; Açık pencereden , nefeslerimizdeki huzuru dinliyor Ve mehtaplı geceye taşıyor yaz rüzgarı. Bahçeden , gönül yordamıyla bularak yolunu , Aşk yatağımıza kadar geliyor güllerin kokusu; Harika düşler getiriyor bize , Arzularla yüklü , sarhoşluk düşleri.
Otto Erich Hartleben
A benim Oğulotu bitmeyen topraklarda Şaşırıp kalan kalbim Senin Türkçen yok mu, anlatıyorum işte Bir kuş kalbi misin ki ürkmek için bahane Arayıp duruyorsun. Bize dönecek oysa o güzel ölüm Yatacağız beraber güzellik uykusuna Her gün bahar olacak ve onun temizliği Yeni yıkanmış tül perde ne ki Benzetecek bizi dağların doruğuna.
İbrahim Tenekeci
Uyku yavaş yavaş gelir ve sarar bizi.
Yorgo Temelis
Onu konuşurken duymuş kimileri geçerken yapayalnız yıllarca önce kırılan aynalardan söz ediyormuş artık kimsenin onarıp diriltemeyeceği aynaların içindeki kırık yüzlerden. Uykudan söz ettiğini duymuş kimileri uykunun eşiğindeki korkunç hayallerden sevecenlik yüzünden dayanılmazlaşan yüzlerden.
Yorgo Temelis
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya: Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı; Fark etmez anne – toprak ölüm maceramızı.
Yahya Kemal Beyatlı
Uykusunda, uyanık, seyredilen bir çocuk Gülümser masum. Yıllar sonra bileceği yakınlığı o yaşta, Anne baba arasında adlandıramadığı Bakışları, ilgiyi şimdiden anlar da Gülümser Bilirim.
Behçet Necatigil
Sen, bir gölün uykusundan çaldığım ayna, gitme kal. Dayanamam ıssızlığım çok ince. Aşk, aşk, âh, sen küçük anne!
Vural Bahadır Bayrıl
Anneler göl uykusundayken çocuklar derin alınganlıklardır.
Vural Bahadır Bayrıl
Çocukluğumla aramda ölüm var. Ölümle hayat arasına sıkışmış, uykulu, kadim bir tepedeyim. Annem yoldan gelmiş yol olmuş kardeşime, Ölümleri gösteriyor. Birlikte ağlıyorlar. Ben güneşe ağlayacağım. Issızlığına bu tepelerin.
Bejan Matur
Allah’a sarılıp ağlamak istiyorum bazen Sûr üç gece önce üflenmiş Üç gece önce korkunç aydınlanmıştır gökyüzü Anne, “oğlum” diyerek uykusundan Ve korkuyla pencereye: “hayrolur inşallah”
Dilek Kartal
Bana, geceleri sıkıntıyla ve uykusuzlukla nasıl baş ettiğimi soruyorsun. Bir mum gibi: Öyle ki, sabah olduğunda söndürüyor, ihtiyaç duyduğumda yeniden yakıyorum. Tersine, dün gece iyi uyudum. Ama ben uykuyu uykusuzluk için seviyorum. Yeniden hazırım. Öyle gözüküyor ki ben, uyumak denen bu rahatı, dışarıdan bir rahatsızlık gibi gözüken o şeye tercih etmeyeceğim. O rahatlık seninle benim ellerimizde ve o rahatlık… bu karanlık gecede, hayaletlerle ve umutsuzlukla uzayıp giden zamanda, ah, şeytan bile telkinini esirgiyor şairden.
Nima Yusiç
Ben hasta bir çocuğum Sancım büyüktür değmeyin Yitirdiğim bir düştür, bin bir gece uykulara sığmayan Dokunsan uyanır Tutmak istersen, kül olur kanatları Avuçlarında bir kelebeğin
Sancılar hep geceleri başlar Hasta çocuklar uyumaz hiç Yanar sabaha kadar pencereleri Ey dünyanın her dilden ninni söyleyen anneleri Dönün rüyalarıma
Ahmet Uluçay
İkimiz birden sevinemiyoruz, gök, kızılken sen maviyken bulutlar. Ahşap çiçekler ekiyorum, hırsımız kurusun telaşımı gömüyorum uykuya ömrümün ikindisi. Ama şöyle düşün ikimiz birden üzülebiliyoruz. buna da şükür.
İkimiz birden düşünemiyoruz, düşümüz ayrı. Sen uykudayken ben uyanıyorum ellerimde peynir kokusu ceketimde kağıt mendil unutulmuş, çamaşırlar dilsiz, makinalar ruhsuz. Turum tırak -Nazım’ı okuyan anlasın- İki pencere karşı karşıya iki ayrı kıtada. hiç karşılaşamıyoruz.
Adige Batur
Sen rüyama gelmeyince sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne.
Ayla Aydemir
annem yüz yaşını birkaç yıl geçti; bir buçuk yıldır da, upuzun bir rüyada kanatlarını deniyor, katılmak için tanrıya dönen göçmen kuşlara. yalnızca sütünü içmek, ilaçlarını almak, bazen de kısa repliklerini fısıldamak için girip çıkıyor oyunlara.
Cahit Koytak
annem bir rüya oluyor, benimle konuşuyor.
Mehmet Aycı
Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin sabahında uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı.
Tezer Özlü
“Kaygılanma,” dedim, “bak bağlaman köşede duruyor.” “Sağ ol,” dercesine yorgun ama birden ışıldayan gözlerini birkaç kez minnettarlıkla açıp kapadı ve ardından yeniden tıpkı akşamki gibi derin bir uykuya daldı. Morfin hem ağrılarını azaltmış hem de uyumasına yardım etmişti.
O, eksik gedik de olsa yeniden nefes almaya başlamıştı ama bu kez ben nefessiz kalmıştım.
Kemal Varol
Çocuk uykusunda gülüyor Yılların acı çığlığından habersiz Elleriyle oynuyor karanlıklar Sessiz sessiz.
Alaeddin Özdenören
Uyku, katillerin bile çeşmesi; Yorgan, Allahsıza kadar sığınak. Teselli pınarı, sabır memesi; Ele şerbet, bana kum dolu çanak.
Necip Fazıl
Teselli kelimesinin unutturma, akıldan çıkarma, gönül alma anlamlarına geldiğini görüyoruz. Bu üçüncü anlam bana göre daha etkin. Teselli etmek, bizde de gönül almak anlamında kullanılır daha çok. Ancak kastım zihni, düşünceler yoluyla uyuşturmak değil uyandırmaktı. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecek. Benim aradığım teselli, çekilen acıya bir başka açıdan bakabilmeyi içeren ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getiren bir kavram.
Mecit Öztürk
Sor ona: “ey uykulara dalan, bu gece yarısı kim Hatırlayarak seni kapatmış uykunun yollarını yaşlı gözlerle”?
Pervin-i Bamdad
Hüzünlü bir musiki onu hatırlatmıyorsa, Uykudan uyandığın zaman Yaşamakta olduğundan önce Onu hatırlamıyorsan,
Ümit Yaşar Oğuzcan
bu adam benim oğlumdu. küçücüktü bir zaman, kucağıma alır ninniler söylerdim ona, uyu oğlum, uyu oğlum, ninni. bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.
6 haziran 1973
Ümit Yaşar
Ben işte miraç gecelerinde Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım, Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım, Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin Bir şiir aradım.
Didem Madak
Annemi ölmüş gördüm rüyamda. Ağlayarak uyanışım Hatırlattı bana, bir bayram sabahı Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakıp Ağlayışımı.
Orhan Veli
Daha geçen gece rüyamda gördüm. Babamı rüyamda gördüğüm zaman çok seviniyorum, iki üç gün sürüyor o mutluluk. O zaman babam sanki tam olarak ölmemiş gibi geliyor bana. Çünkü rüyalarımda çok canlı, çok kendisi. Ve daha geçenlerde kendimi “Bu konuyu babamla konuşayım” derken yakaladım. Ölümünü hâlâ tam olarak kabullenmiş olduğumu söyleyemem. Ama galiba bir oğul, babası öldükten sonra gerçek anlamda büyüyor.
Ali Nesin
Bütün çektiklerim Tek söze dökülseydi, Şen rüzgâr güle oynaya Alıp götürseydi. Acı dolu o sözü İletseydi rüzgâr sana; Duysaydın her saat, Duysaydın her yerde. Yumunca uykulara Geceleyin gözlerini; En derin düşlerine, Sözüm peşinden gelirdi.
Heinrich Heine
Azabın bilinmeyen perdeleri altında uçan hiçliği başkalarından daha iyi tanıyan senin ancak kara yalanlardan sonra tadabildiğin düşsüz ağır uykuyu istiyorum yatağından;
Stephan Mallarme
Esirinin başından kaçamazsın. Sen onun başında esir kalırsın. Kaçacak diye nöbet tutarsın, Uyku bile uyuyamazsın. Gitmesin istersin, gitsin istersin. Ne yapacağını bilemezsin, Esir olursun beklemeye, seni salsın istersin.
Sahir Üzümcü
Ey toprak, ağır bas gözlerinin üstüne; Gözlemekten bıkmış tatlı gözlerini mühürle, toprak; Sıkı sıkı sar her bir yanını, Uyuyor sonunda, dert, kargaşa bitti; Uyuyor sonunda, savaş, dehşet geçti; Uyuyor sonunda, düşsüz bir uykunun içine kilitli.
Christina Rossetti
O derin uykuyu seviyorum, bir gün artık olmadığımda ve köy yollarında hızla bisiklet sürmeyi, açık gökyüzündeki bulutlar gibi silikleşirken kavaklar ve evler yanımsıra.
Adam Zagajewski
35 yaşımdan bakıyorum da ardıma yok sanki, olamaz bir ömrü dönüştürecek hüner neyse odur hayat, başladığı gibi biter soğuk koridorları yatakhanenin iyileşmez bir gurbet olarak uykularına girer tek sırrı şu ki hayatın insan Tanrı’yı özler
Kemal Sayar
Gerçekte, bu, başından beri mesut olmayan bir evlenme idi. İkisi de birbirini çok sevmişler; fakat vücutça hiç tanımamışlar, Fahir sinirli ve bezgin, Nuran sadece sabırlı, yan yana, birbirlerine kapalı, fakat gündelik işlerde açık, iki tesadüf mahkumu gibi yaşamışlardı. Fatma’nın dünyaya gelişi, bu kapalı ve hemen hemen neşesiz hayatı başlangıcında biraz değiştirir gibi olmuştu. Fakat çocuğunu çok sevmesine rağmen ev, Fahir’i daima sıkmış, karısının sessiz, yumuşak ve kendi alemine gömülmüş hayatını daima yadırgamıştı. Fahir’e göre Nuran ruhen tembeldi. Hakikatte ise kadın yedi sene bu yarı uyku hayatından onun kendisini uyandırmasını beklemişti.
Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar
Gecenin üçüdür en uygun zaman, bahse girerim düşünün: sabah çok yakın oysa ışıltı yok ortalıkta nerdeyse gece bitmiş ama sürmekte karanlık henüz uyanmış bazıları henüz uyumamış bazıları bazıları uyanmış uykusuna doymadan bazıları uykusuna varmadan doymuş
İsmet Özel
Ey okur; bu dörtlükler uykusuz gecelerde, Contası bozuk bir musluktan damladı. Kâh ben oldu, kâh siz oldu dizelerde, Eksik gedik ne varsa bir bütüne tamladı.
Metin Altıok
Sevgimde açılmış bilinmedik bir yara, Uykusuz geceler de için için kanıyor. Dönüşüp bir pişmanlık armasına, Bu sevdadan vazgeçerim sanıyor.
Metin Altıok
Hayatdan çok uyumak istiyorum uyumak! Kuşkulu bir uykuda, tatlı ölüm misali,
Charles Baudelaire
Eritir, bitirir delikanlıları uykusuz geceler, Bundan anlaşılır çekilen acıların derinliği,
Ovidius
Bir ölüm düşlüyorum, başımda Başımda o mavi erkeğim Bir ölüm…geniş odalarda pembe Devinirken mutluluk Uykulara varır gibi usul usul Usul usul susuyor yüreğim.
Şükrü Erbaş
Uykusuz, uyanık yatakta Kaygı, keder geceleri; Dolaşırım orda burda gün boyu Düşlerde, yarı uykuda gibi.
Heinrich Heine
Ah, Yaşlılık günleri yorgun, bezgin günler,Uykusuz geceler geçiyor acılarla:Ey gençlik günlerimin altın zamanları,Neden dönüp gelmiyorsunuz yeniden bana!
Rüyalarına geleceğim bazen Beklenmedik bir konuk gibi uzaktan. Sokakta bırakma beni Kapıyı sürgüleme üstümden Usulca geleceğim Oturacağım ses çıkarmadan Gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta … Bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim
Nikola Vaptsarov
Subha dek eyleyelim şevk ile zevk-i meh-tâb Mestdir çeşm-i siyeh-meste yeter bu uyku
Esrâr Dede
Ağır ağır açılıp gıcırdayan kapılar Sorular sorular sorularla bölünür uykularım Ben şimdi hangi çağın aynası, Deşilmiş hangi yaranın ağrısıyım?
Ahmet Erhan
Uykular, ilk gençliğin gündüz gibi uykusu, Vücudun balık olup içinde yüzdüğü su.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Eğer yatışsa ölüm, sonu uzun bir kalkış olan, Neden sürekli değil, güzel kalkışımız bu yatıştan? Neden bilmez kişi, acep göç ne zaman? Ne zaman anlaşılacak bu sır, ne gün bilecek insan? BİLMİYORUM!
Bir uykuysa eğer ölüm, ruha rahatlık veren, Tutsaklık değil, özgürlük, son değil, başlangıç iken, Niye severim uykuyu, hoşlanmazken ölümden? Neden korkar ruhlar ecelden? BİLMİYORUM!
İliyyâ Ebû Mâdî
dün gece bir rüya gördüm başımda dönüp duruyor! hayallerim vardı, çıktı ancak tahammül kalmadı şikâyet etmiyorum bunu isyanda sayma, yokluğundandır günahsızlık davası zaten bize yakışmıyor çok merhametlidir, uykusuz kalsam da hayalimden uyandırmasınlar beni
İsmail Hakkı Altuntaş
ayrılık ki anlatamam tekinsiz bir uykudur o şüpheli bir yalnızlıktır bir yankıdır kendine doğru
Emin Akdamar
İstanbul’da yaşayan halk ölülerin uykuda olduklarına, yeniden hayata gelinceye kadar uyuyup sonra dirileceklerine kâildir. Halkın felsefesinin de ölmekle artık ebediyen yok olmak telakkisi yer bulmamıştır.Halkın bu düşüncesi bugünkü felsefe cereyanlarının bazen menfi yollar takip etmesine güzel bir cevaptır. Halkça ruh vardır ve ebedîdir. İnsanlar mutlaka ölüm geçidinden geçecektir. Lâkin ademe, yok olmağa değil, ruh âlemine.
Karaca Ahmednâme Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver
bir yalnızlık uykusuz gecelerde eski şaraplardan bana gelen dağlardan ovalara inen bir ırmak gibi hangi güneş bu kendini öldüren ne kadar çok yeniledim kendimi kaç kez yorgundum kentler kadar bir sevgi diyorum bir sevgi gözlerin bittiği yerde başlar durup saçlarımı yeniliyorum gözlerim üşüyor apaçık olmaktan
Ercüment Uçarı
Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim. Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim.
İsmet Özel
sevişme sonrası içilen sigaralar gibi yorgun ve uykuludur yüreğim
Pelin Onay
Çekildi derin bir uykuya Artık kalmadı yorgunluğu.
Uyumak istiyorum, çok yorgunum, yorgun ve mutluluğum yaralı. Çok yalnızım – en sevdiğim şarkı bile yitti gitti ve geri de gelmiyor.
Selma Meerbaum-Eisinger
Dilediğim en güzel hayat Çöplerin içinde rüya aradım Düştümse eğer sana bakarken düştüm
Cahit Zarifoğlu
Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum Ben Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup Uyumak istiyorum.
Edip Cansever
Dün akşam gün batmadan Yaşlı ölülerin arasına Bir küçük misafir geldi. Çocuk bahçesinde kovası kalmış Kumların üstünde küçük küreği. Besbelli çok yorgun hemen uyudu.
Bir gün İcadiyede veya Sultantepede, Bir beste kanatlanır, birden olduğun yerde Bir kainat açılır, geniş, sonsuz, büyülü, Bu günün rüzgarında yıkanan mazi gülü Dağılır yaprak yaprak hayalindeki suya Bir başka gözle bakarsın ömür denen uykuya.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni: Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç’ten. Vapur düdükleri ötmededir. Etraf alacakaranlık, Köprü açıktır henüz. Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam…
Turgut Uyar
kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
İsmet Özel
Hayat bir boş rüyaymış Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harflerinde kimliğim Bağışlanmamı dilerim
Cahit Zarifoğlu
Mazim günahlarla dolu, hatalarla dolu. Ama yoluma ışık tutan olmadı. Olsa ne değişecekti bilmem. Ne var ki çocuklarıma karşı bilerek hiçbir kusur işlemedim. Hatâlarım cehaletimden…. Gemisini kurtaran kaptandır. Hangi gemi, hangi kaptan? İnsanlar cam parçalarını gerçek hazineye tercih ediyorlar. Ve sonra Ödip kompleksi. Hayyam, efsane söylediler ve uykuya daldılar diyor. Benim efsanelerimi dinleyecek kimsem yok. Ve uyuyamıyorum da. Keşke ıstıraplarım sevdiklerimin işine yarasa.
Cemil Meriç
Ah, sen ey, ölüm kadar sonsuz olan Ve dar bir tabut gibi rahat uyku! Islak geceyi örtün kalbim, uyu! Artık uykuyla tek başına kalan
Ruhum gemiler uğramaz bir liman
Ahmet Muhip Dıranas
Artık elveda. Ruhlarımız ve bedenlerimiz ayrılıyorlar sonsuza dek birbirlerinden. Benim için sen yoksun ve artık olmayacaksın; bozdu aramızdaki bağlılık yeminini yazgı.” Hicranla bağırmak istedim o zaman kıvranarak acıdan; gözlerim kan çanağına dönmüştü ağlamaktan; uyandım uykumdan. Duruyordu gözlerimin önünde; gördüğümü sanıyordum onu kararsız gün ışığında.
Giacomo Leopardi
geçtiğimiz yollardan onca yaprak düşer birkaç şiir kalır yalnızca o derin ağaçlardan
kendi sesimize uyandığımız rüyalarda
Murathan Mungan
Vakit geçti, Kokla ve git, Ve artık güzel bir yüzü başka uykularda ara.
Sohrab Sepehri
ölüm düşüncesi izliyor beni. gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. bunun … belli bir nedeni yok. yaşansa da olur, yaşanmasa da. bir kaygı yalnız. beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. herkes her geceki uykusunu uyuyor.
Tezer Özlü
Orada olsaydım uyuturdum seni Diyorsun. Birlikte yağmuru dinlerdik. Ve bitmeyen konuşmasını akasyanın. Burada olsaydın Uyku olmazdı.
Saçlarım uzamış Rüyada sarmaşıklar gibi Senin duvarlarına uzanıyor. Yan yana Ve yokuz.
Bejan Matur
Pars, usulca götürecek ben yoksulu, … bir ağaç altı mı olur, deniz kıyısı mı, bir odada tüy gibi uykuda mı, kim bilir ne zaman gelecek dağınık masamın başına?
Ahmet Ada
beni sen çağırdın öyle içtendi bu davet, öyle yürekten ve öylesine susamış, öylesine tertemiz sana sevgi, sana selam, sana kurtuluş getiriyordum asrı saadet’den farzet ben ashab-ı kehf’den biri üç yüz yıllık uykunun mağaralarından çıkıp geldim geçmedi elimizdeki akçelerimiz
Ahmet Uluçay
Bir çocuğu uykuya geçerken izlemek… Göz kapaklarının yavaş yavaş kapanmasını, uyumamak için direnirken yenilmesini ve yüzündeki tüm o güzel minik kasların gevşemesini… İşte bir süredir o geçiş anını dikkatlice seyrederek kendimi tedavi ediyorum. Çocukları uyurken seyretmek, üzerlerini açtılar mı diye kontrol edip yorganlarını örtmek, her defasında onları koklamak hep yaptığım şeyler… Fakat o anın, yani o bir anlık melek dalgınlığının iyileştirici etkisini yeni farkediyorum. Ömerin yüzünde rengarenk bir masal okuyorum, Alinin gözleri şifalı bir ninni söylüyor.
Zehra Betül
Ölümden daha tatlı bir uykuya varsam ! Uyuyuversem ! benim neyime yaşamak
Charles Baudelaire
Ve uykusundan çığlık çığlığa uyanan bir çocuk Yanında anasının olmadığına inandırıyor kendini Birdenbire yalnızlığının bilincine varıyor.
Ahmet Erhan
Katlan kalbim, boyun eğ; hayvanca uykuna yat.
Charles Baudelaire
Sen çıkdın karşıma, sen ki benim için yaratılmıştın, sen ki sevmemiştin, sevilmemiştin, sen ki uykuda dolaşan bir hayaldin, tanımıyordun kendini ve hâlâ zaman zaman düşman bir dünyanın kırık aynasına kayıyor gözlerin, sen orada değilsin, gönlüme, gözlerime, mektuplarıma bak.
Cemil Meriç
Derin uykudaki talihimden biraz borç uyku alsam Ama korkum şudur ki Galib, geri nasıl öderim.
Mirza Asadullah Han Galib
şairlerin ölüm çiçeğidir zambaklar (zambaklar) çocukların karbeyaz uykusudur senin -mutrıplar mutrıbı- gönlün bunları çalmaz
zambaklar gün gelir şairlerin başucuna sokulur
Adnan Özer
Uyumayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o sen değilsin Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın
Melih Cevdet Anday
Muhakkak benimkidir, uykunda zaman zaman Uzaktan bir hıçkırık duyarsa kulakların.
hayatın kutlu olsun sevgilim ki sana değişe değişe aktım kimi zaman bir japon gibi uykusuz kaldım -uykusuz kalır mı onlar bilmem aslındasevgilim sevgilim bir orman gibi çoğal aramızda sen çoğal aramızda şehirden bir çocuk olarak şurda burda bir sabuntozu markasında köpürerek çınarın tutsaklığını ve menekşenin sevincini yaşa sevgilim sevgilim hüzne yer var hayatımızda
Turgut Uyar
Sonra batı rüzgarı girdi uykumuza, Güvercinler girdi, kuğu kuşları, turnalar, Uyuyup uykuya kanamaz oldum, Uyandım ağladım, Sarhoştum daha.
Melih Cevdet Anday
İki yıldız arası göğe asılı hamak… Uyku, uyku… Zamansız ve mekansız, uyumak. Uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı; Harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradanı. İlgisizlik, herşeyden kesilmiş ilgisizlik; Bilmeyiş ki, en büyük ilme denk bilgisizlik. Usandım boş yere hep gitmeler, gelmelerden; Bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden!
Necip Fazıl
Benim yârimin yâr olmaya niyeti yoktur Benim derdimin hafifleyeceği yoktur Bana diyorlar ki sevgilin uykudadır Öyle bir uykuda ki onun uyanması yoktur
Geceleri çiçek yanında uyuttu ve Çiçeğin kopardı, uykumu ziyan etti. Bahçıvan çiçeği sevdiğimi görünce Binlerce dikeni çiçeğime bekçi yaptı
Baba Tâhir Uryân
Çekilmez bir adam oldum yine : uykusuz, aksi, nâlet. Yine her seferki gibi haksızım. Sebep yok, olması da imkânsız.
Nazım Hikmet
Yüzümü bahara dönüyorum olmuyor Bu öfke hep ondan mı yoksa Biliyorum sanıyorum her seferinde Çaresiz bir hastalığın uykusu gibi Hiç fatiha bilenin olmadığı bir yerde ölmek gibi bir şeyler Hayat komiktir belki de ama ben yaşayınca hüzünlü oluyor Slogan atsam ferahlar mıyım acaba? Bazen hiç akla gelmeyen ihtimaller gibi en yakın Herkes birbirine sırlar veriyor Ama herkes birbirine Bir sırtı, bir omzu çok görüyor
Murat Özel
Mutluluk, beşikte uyuyan ilk çocuğuna bakmasıdır bir annenin Duyarak memelerine dolan sütün çılgınlığını.
Ahmet Erhan
Seni seviyorum Rita, seni seviyorum Sen uyu, ben gidiyorum Taş yürekli bir kuş gibi nedensizce gidiyorum Cılız bir rüzgar gibi nedensizce gidiyorum Seni seviyorum Rita, seni seviyorum Sen uyu ben gidiyorum Sen uyu Soracağım tam onüç kış sonra Soracağım: Uyuyor musun hala? Yoksa uyandın mı Rita’m! Rita! Seni seviyorum Rita’m! Seni seviyorum!!!
Mahmut Derviş
Çok soğuktu, ama aynı odada uyuyorduk, rahattı içimiz.
Matsuo Başo
İhtiyarladığım için pek az uyuyorum. Gece yarısı uyanıyor, yatağım da oturuyorum. Eğer oturmak ve unutmak sanatını öğrenmemiş olsaydım. Bu sonsuz yalnızlığa nasıl dayanabilirdim?
Po Chü-i
Görünüşte uyuyordu Ve sevinçli, suskun kırlardan geçiyordu Akşamüstü yavaşça O, canımın ümidi, o hayal gölgesi Kendi hayalinin sıcak alevinde yanıyordu Mehtabın parlayan alnından okuyordu Benim kederli efsanemi ve kendi sıkıntı şerhini.
Ferîdûn-i Tevellelî
Böyle sürüp gitse keşke hayat. Ama gemi aşırı yüklü ve tehlike her an her yerde bu yüzden uyumalıyım her uyuyabildiğimde.
Ursula K. Le Guin
Güneş doğdu dağların ardından, Kuzu çıngırakları, uzakta; Sevgilim, kuzucuğum, güneşim, mutluluğum Görseydim seni bir daha! Umarak, aranarak bakıyorum yukarıya — Buralardan gidiyorum, hoşça kal, yavrum! Boşuna! Kımıldamıyor perdeler; Uyuyor — görür mü ki beni rüyasında?
Heinrich Heine
şiirler yazan, uçurumun kıyısında uyuyan ve uyanan gider mi gider gitme desen de
Tuğrul Asi Balkar
Ey toprak, ağır bas gözlerinin üstüne; Gözlemekten bıkmış tatlı gözlerini mühürle, toprak; Sıkı sıkı sar her bir yanını, Uyuyor sonunda, dert, kargaşa bitti; Uyuyor sonunda, savaş, dehşet geçti; Uyuyor sonunda, düşsüz bir uykunun içine kilitli.
Christina Rossetti
Uyuyor haste-yi sitem kalbim, Rahm et ey yâdigâr uyandırma; Uyusun iştiyâk-ı rmıztaribim Ey tahassür, dokunma hâtırıma!
Cenap Şahabettin
Nihayet uyuyacak olsam rüya görürüm, ve rüyalar harikadır. En acı kaderin üzerine bile büyüleyici bir tebessüm üfleyiverirler.
Rüyalar beraberinde unutmayı getirir ve yanar döner rengârenk süsleri. Kim bilir – belki de beni daimi olarak tutarlar kendi diyarlarında.
Selma Meerbaum-Eisinger
Yorgun gelmiş bir kedidir insan hayatı yinelemekten. Kalbine koy, uyuyakalır Tırnakları gevşer, mırıltısı damlar damardan
Mahmut Temizyürek
Vasiyetinde, bir ağaç gölgesinin altında huzur ve karanlık içinde uyuyarak dinlenmek istemişti. Ne bir mezar taşı istiyordu ne de herhangi bir yazı.
Eduardo Galeano / Aynalar
Ümmîd-i hâb `âşıka olmaz hayâl imiş. Bî-çâre yâri düşde de görmek muhâl imiş
(Uyku umudu âşık için olmaz bir hayalmiş, çaresiz (âşık için) sevgiliyi rüyada görmek imkânsızmış.)
Şeyhülislam Yahya
Çeşmümde hayâlün geleli hâb mı kaldı Ya hicrün ile aglamadan âb mı kaldı
(Gözüme hayalin geleli uykum, hicranla ağlamaktan dolayı da gözyaşım kalmadı)
Şeyhülislam Yahya
Hayâl-i çeşm-i fettânı uyandı gözün aç miskîn Necâtî âşıka bu yolda büyük düşman uykudur
(Ey miskin Necâtî, sevgilinin fettan gözünün hayali uyandı, (sen de) gözünü aç, çünkü uyku âşık için bu yolda büyük düşmandır)
Necâtî
Ol gözü mestâneye uydun Necâtî yürü var Geceler tâ subha dek olsun harâm uyhu sana
(Ey Necâtî, mademki o mahmur gözlü sevgiliye uydun (bağlandın), yürü var, geceler sabaha kadar uyku sana haram olsun.)
Necâtî
Seni düşümde görem derdi Necâtî lîkin Düş de gözünde uçar şimdi anun hâb gibi
(Necâtî, seni düşünde görmek isterdi, fakat uykusu kaçtığı için düş de göremez.)
Necâtî
Katı korkardım cemâlin göreler düşde diye Şükr kim uyku uyutmaz âh u efgân kimseye
(İnsanlar uyuyup da senin güzel yüzünü düşlerinde görür diye çok korkardım, şükürler olsun ki ağlayıp inlemelerim kimseye uyku uyutmaz.)
Necâtî
Gözü yaşlıların hâlin ne bilsin merdüm-i gâfil Kevâkib seyrini şeb tâ sehere bîdâr olandan sor,
(Gözü yaşlıların hâlini gaflet uykusunda olanlar ne bilsin. Gece sabaha kadar uyumayanlar yıldızlan temâşa eder ve onların nasıl seyrettiklerini görür.)
Fuzûlî
Aşkın haberlerinden nakl eyle cân çıkınca Uyku gelince yâre gel bir hikâye başla
(Âşık canını teslim edinceye kadar uykusu gelen sevgiliye bir hikâye anlatmaya başla ve aşkın haberlerini naklet.)
Necâtî
Hargûş gibi gözü açık uykuya varmış Ermezse ne ta’n devlet-i bidâra benefşe
(Tavşan gibi gözü açık bir şekilde uyuyan menekşe, uyanık (uyumayan) kimselerin saadetine erişemezse nasıl kınanabilir.)
Necâtî
Şöyle oldum kim ecel yastığına baş koyanı Sanıram uykusu gelmiş memleket sultânıdır
(Ecel yastığına baş koyan kimseyi, uykusu gelmiş memleket sultanı sanırım.)
Necâtî
Dil kesilmez aşk-ı dilberden ko nâsıh sözü kes Veh ki bu hâb-ı eceldir olamaz mâni mekes
(Nâsıh, nasihati bırak ki gönül, dilberin aşkından vazgeçmez, yazık ki bu ecel uykusudur ve (buna) kimse engel olamaz.)
Necâtî
Uyusun tek râhat ile nergîs-i bîmâr-ı yâr Yüzüm üzre gözlerim yaşını bârân eylemek
(Sevgilinin hasta gözleri rahat bir şekilde uyusun diye yüzüm üzerine gözyaşlarımı yağmur yaparım)
Necâtî
Klasik edebiyatta âşık daima bahtsızdır, hiçbir işi istediği gibi gitmez, sevgiliyi görmek için sürekli onun mahallesinde dolaşır, fakat bahtı sürekli uykuda olduğu için onu görmesi mümkün değildir. Aşağıdaki beyitte şair, tecahül-i arif yoluyla bahtının uyanıp uyanmayacağını sorar ki aslın da bu sorunun cevabı âşık tarafından gayet iyi bilinir. Sevgili de âşığın bu sözlerini (bahtının uyanıp uyanmayacağı sözünü) işitince alaylı bir şekilde gülerek bunun bir hayal olduğunu söyler.
Bahtımın gözleri uykudan uyanmaz mı dedim Gülüp ol gamze-i sermest dedi hâbındır
(Ben, bahtımın gözlerinin uykudan uyanıp uyanmayacağını sorunca o baygın bakışlı (sevgili), bunun bir rüya olduğunu söyledi.)
Necâtî
Doğar, kim bilir belki bir tatlı rü’yâ, Olur, kim bilir belki sihrinle peydâ O girdâp-ı âteşte bir menba-ı nur!
Tevfik Fikret
Evet, her şey uyur, ey leyl-i mes’ûd; Fakat ben bir ziyâ-yı ra’şe-dârın Enîs-i hüznü, bî-ârâm ü bî-sûd, Mü’ebbed beklerim bir subh-ı târın Tulû-ı nahsini ümmîd içinde… İçim bir medefen-i âmâl-i zinde!
Tevfik Fikret
Gitmiş kaybolmuşuz uzakta, Rü’yâ sona ermeden şafakta
Yahya Kemal
Gözlerden uzaklaşınca dünyâ Bin bir geceden birinde gûyâ Başlar rü’yâ içinde rü’yâ.
Yahya Kemal
Bir uykuyu cânanla berâber uyuyanlar, Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar, Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamânı, Görmezler ufuklarda şafak söktüğü ânı. Gördükleri rü’yâ, ezeli bahçedir aşka.
Yahya Kemal
Ezeli varlığa candan vurulan âşıklar, Ses alır tâ ötesinden ebedî dünyânın. Yerin altında devam etmesidir bence ölüm Yerin üstünde görüp geçtiğimiz rüyanın.
Faruk Nafiz Çamlıbel
Çekilen son dalganın eteğinden O masal mağarası açılır birden, Yarım aydınlıkta tutuşur, parlar Uyku sularında yüzen balıklar.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde, Bir parça uzaklaş kederlerinden
Ahmet Hamdi Tanpınar
Biliyorum gölgede senin uyuduğunu Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin Hazların âleminde yumulmuş kirpiklerin Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Uyurdum Gecelerini büyütürdüm dedi ki daha Gözlerini ört daha.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Ninniler biter bitmez Son söz mermerin uyurlar Sana benzerler bir daha Ölü gözlerin uyurlar
Fazıl Hüsnü Dağlarca
vakitsiz uykulardan uyandır beni kara üstüne kara gök üstüne gök
Turgut Uyar
Rıhtımda uyuyan gemi Hatırladın mı engini? Sert dalgaları, yosunu Suların uğultusunu?
N’olur bir sabah vakti Çağırsa bizi sonsuzluk Birden demir alsa gemi Başlasa güzel yolculuk.
Yırtılan yelkenler gibi Enginle başbaşa kalsak. Ve bir şafak serinliği İçinde, uykuya dalsak.
Rıhtımda uyuyan gemi Hatırladın mı engini? Gidip de gelmeyenleri Beyhude bekleyenleri?
Ahmet Hamdi Tanpınar
Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak, Rüyalarım kadar sade, güzeldin, Başbaşa uzandık günlerce ıslak Çimenlerine yaz bahçelerinin. Ömrün gecesinde sükun, aydınlık Boşanan bir seldi avuçlarından, Bir masal meyvası gibi paylaştık Mehtabı kırılmış dal uçlarından.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Uyanık hayat güneşin adına söylenmiş bir kasidedir; hareket, ihsasların verimleri, düşünce, mantıklı tedai, devam, ibda, değişme hep ordadır.
Uyku ve rüya, gecenin yani kendisini ilgadan hoşlanan bir tamamlılığın çocuklarıdır; unutmalar, ani hatırlamalar, sükûn ve eşyaya temessül, maddenin mutavaatkâr hayatına iştirak, onun tılsımlı mıntakasında kabildir. Güneş kanımızda dolaştığı için yaşar ve hareket ederiz. Geceyi ve onun nizamım kendimizde bulduğumuz için uyuruz. Gece bizde konuştuğu için rüya görürüz.
Geniş ve ıssız gece! Sana bir anne yüzüne bakar gibi bakıyorum. Yıldızlar, hayatın mucizesi fışkırsın diye parçalanmasına razı olduğun için rüyan; aydınlık ise yaratıcı düşüncendir; sen, düşüncen tahakkuk etsin diye mutlak ve hudutsuz varlığını bulandırdın!
Hiç uyuyan insana dikkat ettiniz mi? Yanı başımızda olmasına rağmen bizden ne kadar uzakta, ne kadar derinliktedir. Bir yokluğun katılaştırdığı bu vücudun, bu donmuş çizgilerin, temelleri ölümde yüzen bu garip mimarînin daha demin etrafında dönüp dolaşan mahlûkla ne alâkası olabilir?
Gece, her zerresini ayrı ayrı tanıdığımız bu vücudu zaptetmiştir. Onda her şey bir kehaneti, yani zamanla gayri şahsî ve bizimkinden çok ayrı bir alâkayı ifşa ediyor. Benliği, kökü ve yaprağı birbirinin aynı bir ağaç, kozmik bir sarmaşık olmuş zamanın üç buudunda yüzüyor. Onun için mazi, hâl, istikbal bir hâtıradır. Bizzat kendisi, binlerce varlığın, sayısız varlıkların terkibini nabzıyle idare ediyor.
Kapısız duvarlardan geçiyor; yüksekliklerden atlıyor, imkânsız satıhları kaplıyor, adım işitmediği dinlerin ayinine iştirak ediyor, tasavvurun derhal bir hâtıra olduğu bir âlemde tanımadığı ölülere ağlıyor, bilmediği lezzetlerin hasretini çekiyor, cam bir kavanozda ağlayan bir yüz, bir mercan dalında haşin ve kudretli bir Tanrı buluyor. Ağaçla kardeş, yaprak ve su ile hemhâldir.
Bildiği her şeyi unuttuğu için her şeyi kendisinde hazır buluyor.
Hakikatin büyük sırrı ve pınarı gece, benliğindeki gizli bir noktadan fışkırmış, elele, beraberce yepyeni dünyalar yaratıyorlar. Biraz evvel uyanıkken kâinata yalnız kendi gözleriyle bakan bu adamın belkemiğinde sayısız irsiyetler uyanmışlar, ona hareket diye, kendi geçmiş hayatlarının karışık hâtıralarını telkin ediyorlar.
Yaşadığı âlemde had ve adet fikirleri yoktur. Onun için benliği sayısızdır. Her kımıldanışında ölümün derinliğinden yeni bir şey çekiyor ve her nefes alışında ona bir çok şey ifade ediyor. Kulağıyle görüyor, nabzıyle işitiyor, şuur ve muhakeme melekeleri ilga edildiği için, bütün sonsuzlukla perdesiz olarak konuşuyor.
Zaman mefhumu artık onun için yoktur. Saniyeler bu gölgeler âleminde ebediyet kadar uzundur yahut daha iyisi, mahbus ve münfail yaratıcısı olduğu bu dünyada her tasavvur kendi başına bir andır.
Mücerredin terkibini yaşıyor.
Uyurken konuşan adamın sesi ne kadar uzaklardan gelir. Belli ki artık kendisi olmayan bu ağızdan Üstüste yığılmış çağlar konuşmaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar Şiir ve Rüya makalesinden
Büyüleyen uyku, matem gecesinin çocuğu Kardeşi ölümün, sessizlikte doğan, Defet kederimi ve rahatlat, ve onar aydınlığı Geri gelen azaplarımın karanlık unutkanlığını, Gündüze bırak ki yetsin senin matemine Maceracı gençliğimin deniz kazalarına; Uyanan gözlerim artık hayıflanmasın istihfaflardan İşkenceden kurtulayım, gece loşluğunda, azaplardan Fasıllar, rüyalar, gündüz hülyalarının imajları Daha fazla belki ama ertesi günün yangıları, Beklemeyin tasvibini doğan güneşin ey yalancılar Ki çoğaltan sancılarımı, acılarımı arttıran. Bırakın beni uyuyayım, kucaklasın beni mağrur bulutlar Asla uyanmadan, görmeden gündüzün amansız kibrini.
Samuel Daniel
Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde
Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret Bul sâni’ini ol ana hayrân gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil Koy gafleti dildârdan utan gecelerde
bir biz uyumuyorduk bütün kompartımanda öbürleri her biri bir başka dilden uyumuştu doktor lariviere elbette fransızca uyumuştu dachau kampı’nın komünistler barakasında nasıl kar yağıyordu uykusu buz tutmuştu karnına saplı paslı bir mızraktı açlık uzakta duman içindeki nöbetçi kuleleri miss higgins beygir dişleriyle ingilizce uyumuştu bir genç kız soyuyordu harıl harıl uykusunda durmadan göğüslerine kocaman erkek elleri ne dilden uyuduklarını bir türlü anlayamadık iki zenci öğrenci ağızları kalabalık düşlerinde nazlı muz ağaçları hurmalıklar gözlerinde patrice lumumba’nın gözlükleri var
Attila İlhan
Yani bilirdim bir kamyon şoförünün Göğsündeki motor sesini, Uykuda bile dinlediğini. Yüzünde hasret belirtileri bulunan biri, Koynunda taşırdı bir aşk hikâyesini Kabuk bağlamış muska gibi.
Metin Altıok
Tipi var dışında penceremin Sobaya karşı elimde kadehim Balıkçı sandalım yağmurda ne yapıyor Uykusunda güz nehrinde sürükleniyor.
Du Mu
Ancak sen tazelikte gül yaraşır pencereme; Uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum.
Cahit Sıtkı Tarancı
Uyandırma o düşler içinde gideni, Dalgalandırma o gerçekleşmeyeni, Çok erken bir bitkinliği ve yitimi Çekmek beklermiş yaşamda beni.
Sergey Yesenin
gözlerim karanlık hollere dönecek soğuk mermerlere benzeyecek yanaklarım ansızın bir uyku alıp götürecek beni acının çığlığından boşalacağım
Furuğ Ferruhzad
Hiç bilmedim, konuştuklarımdan ne anladın, ormanın korkunçluğunu söyledim, ovanın serinliğini sustum, sen uzun bir uykuyu uyudun, ben düş gördüm
Birhan Keskin
Ve işte Emniyet Müdürü bey uçaktan iniyorlar Amerika’dan dönüyorlar mesleki tetkikattan.
incelediler uyku uyutmamak usullerini ve memnun kaldılar pek hayalara bağlanan elektrottan ve bizdeki tabutlukların üstüne bir de konferans vererek açıkladılar faydalarını koltuk altlarına kaynar yumurta koymanın, boyun derisini kibritle ince ince yakıp soymanın.
Nazım Hikmet
Gitmek özlemektir doya doya Karnaval misali bir uykuya Karışıp kaybolmaktır Gitmek dönmektir güya Kaçı döner gidenlerin Dönenlerin kaçı gitmiştir ya da
Gitmek hazırlanmaktır Mihr ü mah arasında Çıkacağın son yolculuğa.
Kemal Sayar
ve kalbin uyanacak yeniden o derin uykusundan;
Gustavo Adolfo Becquer
Ben rüyâların dokumacısıyım Rüyâ bekçisiyim ben. Yavaşça uykunda yürürüm Ve kalbine görüntüler yerleştiririm.
İnuit (Eskimo) Şiiri
Bir çiçeği uyandırmak için mi Söner bu ateşgahlar Kaldırmak için mi yeraltını O derin uykusundan Kurur bu göl Ne var ve ne oluyor Neden türkü söylüyor fesleğenler Uzakta biri mi göründü Biri İncil okurken düşüp bayıldı mı Bir rüya mı gördü yalnız keşişler Ne oldu?
Kemal Sayar
Valizin içinde saklanan solgun fotoğraflar vardır Cumbalı evlerden kalan, rüyalardan arta kalan Sahici kimse kalmış mıdır, garda bir başına yürüyen Ama uykusuzum beni bir annenin kalbine bırakacaklar
Engin Turgut
Yorgun düşürüp onu, kırlara gittiğinde, Uyumak gölgesinde yatıp göğüslerinin, Huzurlu bir köy gibi bir dağın eteğinde.
Charles Baudelaire
Aradım ben aşk içre bir uyku, unutturan; Ne ki aşk benim için iğneli bir yatakmış
Charles Baudelaire
Dev bir çukurmuş gibi korkutur beni uyku, Belirsiz bir dehşetle dolu meçhul bir yol bu; Bütün pencerelerde sadece sonsuzluk var, Ve ruhum ki her zaman dertli baş dönmesinden, Hiçliğin o duyarsız tavrına haset duyar.
Ah! keşke bu dünyaya gelmemiş olsaydım ben!
Charles Baudelaire
Elini kalbine koyar koymaz gelsin uyku sığınağı
Cihan Oğuz
Ölmek, uyumak? Hepsi bu? ve bir uykuyla Yürek sızısına ve bedeni bekleyen Binlerce doğal darbeye son verdik diyebilmek? Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi! Ölmek, uyumak? uyumak, belki rüya görmek. Ha! İş burada. Çünkü o ölüm uykusunda, Şu fani bedenden sıyrılıp çıktığımızda, Göreceğimiz rüyalar bizi duraksatır ister istemez. İşte felaketi onca uzun ömürlü kılan da bu Kim katlanırdı yoksa zamanın kırbaçlarına, küfürlerine, Zorbanın haksızlığına, kibirli adamın hakaretine, Hor görülen aşkın acılarına, adaletin gecikmesine, Devlet görevlisinin kendini bilmezliğine; Sabırla bekleyen erdemli kişinin, Değersiz insanlardan gördüğü muameleye, İnsan yalın bir hançer darbesiyle hesabı kesebilecekken?
William Shakespeare
Denizin dibinde demirden mezar Onu sor Uykular buz mavi, buz ayna Salınan kıyısız bir okyanus üstümüzde
Mahmut Temizyürek
vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink, bu yaşlı şakağımdan, benim de, o güvey uykusunun tadından, o gençlik, güzellik uykusunun tadından adını, kimliğini unutan cesedimi bir ‘karambol’ eseri Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim; üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret’in, Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın iyi cins bir vatan toprağı gibi demli ve bir rast semai gibi ağır, kederli ‘Ermeni’ toprağıyla örtsünler! evet, evet örtsünler, ne fark eder?
Cahit Koytak
bizim olmayan bir toprakta ölmek, bizim olmayanların ağladıklarını işitmek, ve bizimkinden başka bir bayrağı görmek, bizim olmayan bir tahtayı kaplamak, bizim olmayan bir tabutla örtmek, ve bizim olmayan çiçeklerle ve haçlarla, bizim olmayan bir mezarda uyumak, bizim olmayan kemiklere karışmak, sonunda vatansız bir adam olmak, isimsiz bir adam, insansız bir adam…
Miguel Angel Asturias
Böğürtlensiz mezarlığa vardığımızda, Bir melek lale sümbül dikiyordu, Lalelerden birini aldı adam, Girdi kızının mezarına, Sarıldı, öptü, bıraktı laleyi sonra, Kefenin üstüne, uykusuz. Yedi çocuğu gömülüymüş, söylediler,
Melih Cevdet Anday
mezartaşı yontan bir adamın gözleri miras pay edilirken uykusu gelen bir çocuk gibi bomboş bakar dünyaya.
İbrahim Tenekeci
Ne çok sevinirim bilseniz bir yılan mezarıma girer de göğüs kafesimin kemikleri içinde kış uykusuna yatarsa
Sunay Akın
Buna karşılık, gaz lambasının ışığından uzak, küçük yatağa uzanmış olan Drogo, yaşamı üzerine düş kurarken uyuyakalmıştı. Halbuki, tam da o gece -ah, bunu bilseydi, canı uyumak istemezdi- onun için zamanın önlenemez akışının başlangıcı olacaktı. … İşte o sırada uykunun pençesine yenik düştü. Ayakta, taraçanın korkuluğuna yaslanmış bir durumdayken Drogo iki kez başının devrildiğini hissetti, tam iki kez, sıçrayarak başını dikleştirdi ama sonuçta başı düştü ve göz kapakları uykunun ağırlığına pes etti.
Dino Buzzati Tatar Çölü
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım
Turgut Uyar
Sen uykudayken Sana dokundum dün gece Her dokunuşumda bin güneş doğdu Kuşlar döndü göçlerinden Yağmurlar yağdı durmaksızın
Gassan Satar
Dağılıyor uyku kokusu gövdenin dilim meme uçlarına dokunduğu zaman; ateşten sapı üzerinde dönüyor ayçiçeği, bir güneş doğuyor bacaklarının arasında.
Özdemir İnce
Güneşin batımını, ve uykuda görebilmek ölümü Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı, Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı Sürgit yinelenen ha güneşin batımı ha şafağın sökümü.
Jorge Luis Borges
Artık güneş görünmez olur, gök bulutludur, Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur.
Yahya Kemal Beyatlı
Sabah olmuştu, ve penceremin kepenkleri arasından Gönderiyordu ilk ışıklarını güneş Kör karanlık odama; Uykum daha hafiflemişken Ve daha da tatlılıkla gözlerimi gölgelerken, Beliriverdi yanıbaşımda ve baktı yüzüme o kadının hayâli
Giacomo Leopardi
uzun geceler bazen böyle gövdeme vura vura içerden uyandırıyorum ya kendimi Necati! rüyada bana görünenler olmasa beni uykuya götürenler olmasa tekrar nasıl dönerim ben kendime Necati!
Yücel Kayıran
Sen benim hiçbir şeyimsin Yabancı bir şarkı gibi yarım Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak Hiç kimse misin bilmem ki nesin Uykumun arasında çağırdığım Çocukluk sesimle ağlayarak
Atilla İlhan
Canı yok kişinin uykusu kanmaz, Ki canlı parmağın uykuya banmaz.
Gözün açılmadı meğer canın yok, Bütün damarların uyku ile tok.
Üç yüz altmış damarı uyku aldı, Kervan gitti, yükün yabanda kaldı.
Ömür geçip gitti, uyandığın yok, Kin ve gıybet suyuna kandığın yok.
Yunus Emre
Mezarımda uyuyorum avuç avuç ihanet atıyorsun üzerime bekliyorum o an gelsin ve herşey değişsin diye kolların beni sarsın ve herşey bir oyun işte Bağışla sevgilim bağışla
Neşe Yaşın
Merak etmeden duramıyorum Geceleri nasıl uyuyorsun Beni boşver kendine cevap ver
Şebnem Ferah
Sıcak bir mezar gerek benim için uyumaya.
Furuğ Ferruhzad
İnsanlar Gelir ve giderler Ama özlemlerimizde Şiirlerimizde Ve gecemizin ıslak rüyalarında Hep kalırlar… Bırakmayınız Bir gün getirdiğiniz bütün her şeyi Götürünüz Gittiğinizde Asla insanın uyku ve hatıralarına geri Dönmeyiniz…
Herta Müller
İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı, Uykudan bile mahşer gününde uyanmalı.
Ahmet Muhip Dıranas
Mum yanar, çekili perdenin yanında, Gözüne bir damla uyku girmemiş bu kadının daha; Üzerine eğilir beşiğin (bir başına), O biçare biri, O biçare biri. Yuvayı koruyan eşinin perdesidir Birkaç paçavradan oluşan.
imdi çocukların üzerini açtığı vakitdir parmak uçlarıma basarak uyandırmadan örtsem onları uyku, hiçbir göze çocuk gözüne yakıştığı kadar yakışmaz uyku bana da yakışır mı?
A. Ali Ural
bir el uzanışıyla gelecek çağlara çağdaş olacağız uykumuzu en ulu ders olarak okutacaklar çocuklara uykumuz korkunun ötesinde yeni bir kımıltı demek uygarlıklara
Sezai Karakoç
Gösterdi hevâ çü sîne-i bâz Kimdir vere murg-ı hâba pervâz
(Hava, göğsünü açıp gösterince, uyku kuşunu kim uçurabilir?)
Şeyh Galip
evren dolusu yükü omuzlayan biz, bir çocuk kadar da uysalız. ama neden sevdiğimiz adamlar, hiç okşamaz başımızı? bir masal örtmezler üstümüze uyku öncesi, neden gerçek bir şefkatle sevmezler ki? kadınlığımızı geçtim lakin, içimizdeki küçük kız çocuğuna yazık değil mi?
Mavi Tuğba Karademir
gece rampalarında yalnız bir devin soluğu uyku bastırmıştır cıgaralar söndürülmüştür sessiz bir öfkeyle büyür dışarda simsiyah doğu
Attila İlhan
Üzerinde beni uyutan minder Yavaş yavaş girer ılık bir suya, Hind’e doğru yelken açar gemiler, Bir uyku âleminden doğar dünya. Sırça tastan sihirli su içilir, Keskin Sırat koç üstünde geçilir, Açılmayan susam artık açılır Başlar yolu cennete giden rüya.
Orhan Veli
Paramparçayım sen onar beni Topla aynalardan eski gölgemi Göçebe ömrümü bağla zamana Dağılsın içimin karıncaları Bir uyku bölmezse anılarımı Korkarım çıldırtır bu hayâl beni
Mehmet Akif İnan
Uykunun içinde bir rüya, Rüyamda bir gece, Gecede ben… Bir yere gidiyorum, Delice… aklımda sen.
Özdemir Asaf
Bu gece, bu gece, Uykusuzum, kederliyim, deliyim. Yüzümde uzak sevgilerin serin aydınlığı, Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta, Bu gece ölmemeliyim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Kırkı dolsa düzelir uykuları Kaderine razı Uyuşuk, bitkin başlarsa kırk Yüksek ateşlerde anlar bazı.
Behçet Necatigil
Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar Hep de tenha saatleri seçerler Sonra yavaş bir sesle Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor Biraz et biraz meyva isterler.
Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona Kaşıklarla beraber büyür bir üzüntü Yağların şekerlerin çayların Uykularda bile bitiyorsa Annelere düşündürdüğü.
İnsanlara tezgâhlara kâğıtlara kolaydı Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.
Behçet Necatigil
Çıkmaz sokak, bir küçük kız Daldığı tatlı oyunda Yerde seni görse ve bunu da Oyun sansa, hiç korkmasa. Yirmi yedi daire apartman Yatmış sanki ölüm uykusuna Çıt yok Bekler gibi pusuda.
Behçet Necatigil
İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına… Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına, Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer! Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer. Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim, Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim. Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede; Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde! O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî: Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!
Mehmet Akif Ersoy
Eve dönmeyi, yemek yemeyi, uykuya dalmaları Bana sorarsanız ters çevirin uykuları Alın şu adını “ben” koyduğunuz geceyi Bakınca göreceksiniz, daha bakınca bir ötekini Geceler, işte gündüzler Beyaza siyah penguen sürüleri gibi.
Edip Cansever
Akşamın tek bir ağaç gibi Dal budak saldığı sular Çocukluk rüyalarının bahçesi! Sakın kimse el sürmesin dallara, Yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın Benim uykum boyunca!
Ahmet Hamdi Tanpınar
Sabahların uykulu sessizliğinde Yeniden dünya’ya gelmişçesine Bu cennet kıyıları dolaştım; Tüm üzüntülerden arındım.
Necdet Evliyagil
Korkudan uykusuz Sarı yapraklar- Fırtına esecek diye.
Kadir Aydemir
Bir öğle uykusu gibi, bir yaprak gibi, bir masal gibi dinleneceksin
Haydar Ergülen
Uykusunda üzerine kirazlar dökülen kristal bir bahçenin gülümsemesi olmalı bakışlarındaki…
Engin Turgut
Sonra uykuya dalıp unutuyorlardı.
Yannis Ritsos
Karınca gölgesi olsan bir öğle üstü, uyusam uykuların en derininde, mermer yontular görsem düşümde, kılıfından çıkarsam ölümü rasgele öpsem ağustos gibi yanan göğsünden, uyandığımda sen yoksan haykırsam, haykırsam, haykırsam…
A. Kadir Bilgin
Ağır olur kara gözlü kömürlerin uykusu Çeker kucağına Ereğli’den, Devrek’ten Nice uykusuz garipleri bir anda uyutur Çaylar Kuyusu derler bir derin kuyudur.
Ceyhun Atuf Kansu
Tütünsüz, uykusuz kaldım, Terketmedi sevdan beni…
Ahmed Arif
Unutma! Sabahlar artık gecikir. İster sağa dön ister sola gözüne uyku değil gidenin hayali gelir. Kendini şiirlere verirsin. Elin sigaraya gider her on dakika da bir fena zehirlenirsin.
?
her uyku, her düş, her uyanış – yer etmişse – aynı çiviyi isteyen bir delikte tıpatıp zonkluyor. “Zaman da değil”, diyor adam, kimse yokken, yüksek sesle. Yeni bir iz kalıyor orada, o an.
Enis Batur
güz gelse yağmur yağsa yorgun olsak özlesek uykuları yatakları yalnızca bir anne gibi bizi oralara götürsen hiç bir şey düşünmeden uyusak
Eray Canberk
uyurdum, dokunduğum camlar kırılırdı derinliğinde uykumun. Nil, gözlerimden geçsin diye güne kirpiklerim kırılırdı.
Zafer Ekin Karabay
Yine gittin o karanlık odaya Karanlık uykularına. Sen hep gülerdin oysa, gülüverirdin Bir bakardım eğilmiş su içiyor Gamzelerinden kuşlar. Bir bakardım gözlerinde Güneşli ve sıcak iki hurma. Bir bakardım hayata dikleniyor Diktiğin horoz ibikleri saksılarda. Biriciğim, kardeşim ne oldu sana?
Didem Madak
Başını menekşeye koydu, uyudu Bir güvercin çalılığın orada
Edip Cansever
Bir gün sabah sabah kapıyı vursam, -Kim o dersin uykulu sesinle içerden. Saçların dağınıktır, mahmursundur. Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim, Bir sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni, Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç ten. Fabrika düdükleri ötmektedir
Turgut Uyar
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar, Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar, Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda, -Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da- Bir an uyanırlarsa leziz uykularından, Baştan başa,her yer kesilir kapkara zindan. Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak, Günden güne hicranla bunalmış gibi yanmak. Ey talih! Ölümden de beterdir bu karanlık; Ey aşk! O gönüller sana mal oldular artık; Ey vuslat! O aşıkları efsununa ram et! Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!
Yahya Kemal Beyatlı
Uykularım bölünüyor, artık şu konağı bekliyorum. Söyle ey muhabbet kuşunun tüyü, söyle, ölüm ne zaman?
Turgut Uyar
düşünceyi kaptan köşküne koyuyorum hayâlgücünü güverteye uykuyu yelkenlere ve ölümü dümene
Biliyorduk boşluğa bölündüğümüzü Biliyorduk tozlu ağaçların Ve çocukların uykuda olduğunu Annelerinse kırgınlıklardan hüzne döndüğünü Hüzün varsa yerleşen bir şey olduğunu
Ahmet Ada
Bir kök olacağım bu denize kalın bir kök Öylece akıp gidecek avuçlarımdan günler Öylece yatacağım suların ağırlığı altında Çocukların derin uykularına karışacağım
Ahmet Ada
O gecelerden birinde Yağmur girmişti uykusuna. Saçlarını bana bırak Saçlarını bana bırak Diyen yağmur, Büyülemişti oğlumu uykuda.
Bejan Matur
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır, ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir, öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak, sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim : Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz, biri sis içinde kirpiklerine kadar açık, bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum konuşkan gözlerinde tek sözcük bile, gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye ?
Haydar Ergülen
Sesimiz açılırdı. Uyurken korkardık. Sıçrardık uyku arasında ya da birinin elini tutardık Gecenin koyu kibrinde gölgelense de erden masumiyetimiz gelip geçerdik her şeyin yanı başından derinleşmekti en büyük tehlike Bağışlanırdık. Gençtik. Gençlik kaba cephane. hiçbir şeyin içimize fazla işlemesine izin vermezdik kahkahayla baş etmeye çalışırdık gözümüzle göremediğimiz her şeyle, ölesiye korkardık kendi içimizden tanımadığımız biri çıkacak diye günün birinde
Murathan Mungan
Aynalardan beni çağıran kız bir daha göründü işaret ediyor bitir rüyalarını da gel diyor en son gördüğün yüz benim olsun en son benim uykumda uyu
Rüyaların sonu geliyor galiba uyanılmaz uykulara dalmak istiyorum
Asaf Halet Çelebi
Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim; Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim! Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü… Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir… Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir? Beş altı sineyi hicran içinde inleterek, Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek? Demir nikaabını kaldır mezâr-ı pâkinden; Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden! Nedir o meş’ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!…
Mehmet Akif Ersoy
Rahat bir uyku her şeyi düzeltir diyordum. Fakat rüyaları hesaba katmamışım.
Ahmet Hamdi Tanpınar Suat’ın Mektubu
İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor Sabaha karşı Uyku kabul etmiyor beni Dışardan bir yerden uzuuuuunnnnuzun Bir inilti kopuyor. İçimde zulümün duvarları. Uykuuuuuuuu alsana beni koynuna.
Birhan Keskin
Uyku tutmuyor gözüm, anılar sıraya girdi Gel anne süt içir bana
Ersin Ergün
Şuh kahkaha kadınları dizleri günah kokan Başım bin yıllık uykusunu arıyor onlarda Örtündükçe daha mı çok üşüyoruz Metin?
Süleyman Unutmaz
Gece ile gündüz, Acıdan kaskatı kesilmiş yüz, Uykusuzluktan harap göz, Öpüşen dudaklar, Çözülmeye razı olmayan eller var mı? Ayrılık var mı gurbet var mı? Biz beyhude yere gecikenler, Çoktan bitmiş bir yolun ucunda Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede Ne yapar ne eder, Gidip de gelmeyenler, Beyhude bekleyenler!
Ahmet Hamdi Tanpınar
döşeğimize girerken dünya işleri, uykusuz bir geceyi sökerek düşündüm değişen beraberliğimizi.
Metin Altıok
Gökyüzü maviydi babam öldüğünde, Annem habersizce uykudan fırladı, kız kardeşim ansızın güzelleşiverdi Öldüğünde babam, bütün bekçiler şairdiler.
Sohrab Sepehri
Sor ona: “ey uykulara dalan, bu gece yarısı kim Hatırlayarak seni kapatmış uykunun yollarını yaşlı gözlerle”?
Sor: “Ey uykulara dalan, öldürdü beni gam, anla Allah aşkına Yok senin aşkından başka benim bir günahım”
Pervin-i Bamdad
Kim kime, dum duma bir tufandayız; günlerin ağzında kara bir gül dikenleri tenimize dayanmış; ürkütülmüş, sarılmış, acıyla sınanmışız.. İnim inim uykunda nasıl da yalnız yanıyor yüzün yavrum, yüreciğin kaşlarında tütüyor, ellerin avcumda iki ateş damlası, tutuşmuş rüyaların, sesin duyulmaz, kendi kollarımızdan başka saranımız yok bizim..
Nihat Behram
Bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi? Biz atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan? Biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
Uykuya dalmadan düşünürüm de bazen Ben de onlar gibiyim aslında – Düşüncelerim bulanır sonra. Uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana. Sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda. Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım: O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin
Sylvia Plath
Bekliyorum kaç zamandır; Uykusuzum, sabırsızım. Başımı acıtıyor Geceleri yastığım. Dilim kurumuş Bir su yatağı Katı sözcüklerle Dolu tozlu ağzım.
Metin Altıok
Gecesiz sabahlara -Uykular öksüzü- Bir çocuk uyanıyor Bu da bir acıdır.
Şükrü Erbaş
Elini kalbine koyar koymaz gelsin uyku sığınağı
Yoksa fırtına mı demeli uykuya? Öyle aniden Üzerini örter gibi yıldızların, geceyle didişerek
Cihan Oğuz
Ağızdan kaçan bir fısıltı uykuda söylenen sözler
Louis Aragon
uyanıkken insanların hepsi aynı dünyada yaşarlar, ama uykuda herkesin ayrı bir dünyası vardır diyor efesli büyük herakles.
Cahit Koytak
Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik keşke Gene de titreyerek gidiyor tenimiz ölüler ülkesine Ve uyku çağırır onları hangisi gelecek birazdan hangisi gece.
Jorge Luis Borges
İkimiz de gidebiliriz Sonra dönüp Derin uykulara dalabiliriz Acı çekebiliriz uyanınca İhtiyarlayabiliriz Sonra tekrar dalabiliriz uykuya Ölümü düşleyebiliriz Oysa Başucumuzda Gülerek bakıyor bize Durmadan tazelenen bu sevda
Jacques Prevert
Sinmiş her şarkıya, her uyanı’ya, uykuya, Ölümün yaşayan kardeşidir. Hep sezer, sezdikçe duyguluya Yengiler de hüzün gelir.
Özdemir Asaf
tekrar başa dönmek istiyorum, yat, unutmak istiyorsan, yat, öyleyse, unut, yanında, bilen, bilebilen var mı senin, uyuyorsun sen, beni, artık unut.
Ahmet Güntan
Gündüz hızlı akıyor, geceler ağır Geceler uykusuz da gündüzler sağır Biten bir aşkın en büyük belirtisi Ölüme diyorum az daha yaklaşılır
Abdülkadir Budak
Uyku kadar derin bir suda boğulurken İlkbahar kekeleyerek geldi Kırık çocuk gülüşlerinden
Ataol Behramoğlu
Bu dünya fanidir sakın aldanma. Mağrur olup tac-u tahta dayanma. Yedi iklim benim deyu güvenme. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Benim, Murad kulun, suçumu affet. Suçum bağışlayub günahım ref’ et. Rasûl’ün sancağı dibinde haşret. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Muradî (III. Murat)
ben onu beklerken gece, o uykunun derinliğinde küçük bir çocuk gülümsedi masal düşleriyle
İlhami Atmaca
Uyku beladır göç içinizedir Sabır ve zaman içinizdedir Kadın ve çocuk içiçedir Güneş vurmuyor- öyle söyleyin – üzerine döşeklerimizin – Sokuluyoruz besmele ile kadının toprağına … -Uykum geliyor kaderim yorula geliyor buz gibi eller Bu yaz hayatı beğenemedin aklımda kandan gökdelenler Ey aşk /.. ve ey aşk mı dedin../ Onlar küçücük küçücük gördü sana seslenenleri Gücendirilmiş gibi kayboldun
Cahit Zarifoğlu
Kimi zaman ağladığ’mı hissediyorum uykumda.
Mehmet Yaşın
O şimdi uykuda uzun uzadıya sessiz kalışını dinliyorum Sarmışım kollarımla onu ama bununla birlikte O yok orada yine ve ben iyice tek başıma Daha yakın durduğum için onun esrarına Bir satranç oyuncusuyum sanki taşlara bakınca kaybedeceğimi anlıyorum
Louis Aragon
Çıkıp geliyorsun Kor gibisin, bir kar gibisin Soruyorsun: Zarifoğlu bana dargın mısın Yoksa uyardılar mı seni sevdamızdan ‘Yaşamak’ bir perde gibi kalkıyor aramızdan Zamansız mekansız bir tünel başındayız şimdi O mavi gözleri görmüş olmalıyım Bir ikindi vakti kaskatı ellerimin altında Uçuşlu saçlar bukleler Üstünde uyuyan eller Sevgim uzanıyor Soluk soluğa uyandırıyor menekşeleri Görüyorum kıpırdanışlarını Uykunda gül açan yanaklarını
Cahit Zarifoğlu
boş bardaktaki izimdir, küçük dudakla emdiğim kalmadı içtiklerim, uykular bitti kuş tüyü yastıkta geçmişi okuyorum; halı dükkânında uyuyor, serin taşlıklarda uyanıyorum, ölüyorum iyi mi? o yıkasın beni! akkor haline gelmiş serinliklerden
Hüseyin Peker
Sokak köpeği gibi uykuluyum. Gerçekten uykum var. Yarın size her şeyi söyleyeceğim, ya da öbür gün… Evet, belki de yalnızca öbür gün.. Adım adım… Evet, adım adım..
Fernando Pessoa
ya uykuda giderse söylemeden son sözünü ölmek var mı farkına varmadan öldüğünü yılan gibi çöreklenmiş bu soğuk kördüğümü çözmeye uğraşırlar çözememekten üzgün
Attila İlhan
ne zaman geldik bu iklime aramızdaki siste kaybolmuş buzkıran gemiler kaybolmuş kelimeler sen yoksun ben de yokum kutuplar kadar yalnızız ikimiz de rüyamızı emanet etmedik hiç uyumadık sığda ölümün uykusuna güvenir gibi bırakırdık kendimizi birbirimizin düşlerinin yastığına aşktı bu, beraberlikti yol arkadaşlığıydı ve daha binlerce kelime
Murathan Mungan
Sonunda acısız, Tatlı bir ölümün kollarında; Al bizi yanına! Yanına vardığımızdaysa, Yerimiz cennet olsun; Sen ki, efendimiz ve Tanrımız değil misin?
O halde yatın kardeşler; Tanrı aşkına, yatın haydi! Esirge bizi Tanrım, Huzur içinde uyuyalım; Hasta yatağındaki komşumuz da öyle!
Matthias Claudius
Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma!
Yahya Kemal Beyatlı
“unutmak bir uyku hâli” diyor rüya, kâbusa etken ve etkem! “hayır uyku hâli bir unutmaktır asıl” diye sayıklıyor kâbus
Reha Yünlüel
Uykuya dalamaz bir daha düşünce Ruhumda ne bir yakınma ne taviz Acılar, tutkular ayaklansa bile Tek bildiğim şey boşunaydı aşkımız İçimdeki tek söz: – Elveda! – Elveda!
Lord Byron
Unutmak ve uyumak istiyorum! Ama benim uyumak istediğim O soğuk uykusu değil ölümün.. Yaşam da uykuya dalsın içimde, Usul usul inip kalkarken göğsüm;
Gündüz gece,tatlı ezgileriyle Bir ses türküsünü söylesin aşkın.. Yeşil dallarıyla ulu bir meşe Eğilsin üstüme ve hışırdasın..
Mihail Yuryevich Lermontov
bir ses çiçeğine konarsa çocukluk defterimin toz meleğim gelir uyku meleğim kanadını silkeler döner ve dua eder uykuyla doluncaya kadar yüzüklerim.
Bejan Matur
Bir kutsal emanet gibi sır gibi Ve bir ayıp gibi saklarım seni Başımda kavganın kıyameti var Okşadım ismini kitap içinde Her akşam bir düşle kundaklanırım Sözümün bittiği yerde başlarsın Yılların alnıma çektiği çizgi Kocalttı başımı bir ehram gibi Yaslasam gövdemi karlı dağlara Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün
Mehmet Akif İnan
Uykudan uyandığın zaman Yaşamakta olduğundan önce Onu hatırlamıyorsan,
Ümit Yaşar Oğuzcan
Ve bütün uykularından uyanmış çocuklar Nasıl bakarsa annelerine Ve nasıl yeşerirse intihara çiçekler
Süleyman Unutmaz
İzaha lüzum kalmaz, musibet en iyi öğretmendir. Kendini bildirir, uyandırır uykusuz gecelerinden Ve bir gece gönül, tüm suretleri çıkarır hevesinden Asla rûcu eder.
Adige Batur
Çekildi derin bir uykuya Artık kalmadı yorgunluğu.
Emily Dickinson
Anam su döküyor ellerime Bedenim hızla kaçıyor Gözlerime toprak atan uykudan Suyu çarptıkça yüzüme ve gözlerim yalnız Yanıyorlar
Cahit Zarifoğlu
uykuluydular sinerken bedenime kıraç dağlar bitek vadilerle beraber ben tenimi yumarken uykularına tutundular…
İsmet Özel
ne söylenebilir! tam çağıydı. belli aldandık. otlarla yeşerdik, güllerle sarardık. bir uykudan doyarak uyanılmadan. toplandılar orada biz de vardık.
Turgut Uyar
Bütün gece seviştiler Yeni taşınılmış bir şehirde Uyunan ilk uyku gibi
Erdal Alova
Uyumuşum; rüyamda akıllı bir insan Dedi: Sevinç gülü açmaz uykuda, uyan; Ne işin var bu ölüme benzer ülkede? Kalk, şarap iç, sonsuz uykulara dalmadan.
Ömer Hayyam
Bir geldi mi derin ölüm uykusu, Biter bu dünyanın dedi-kodusu. Ölenden bir haber bekler insanlar: Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!
Ömer Hayyam
Kim beni çağırdı: sohrab! Tanıdık bir sesti, havanın yaprağı tanıdığı gibi. Annem uykuda, Menuçehr, pervane; belki de tüm şehir uykuda. Haziran gecesi, bir ağıt gibi, usulca ve soğuk bir esinti battaniyenin yeşil kenarından uykumu yıkmakta.
Ayrılık kokusu var havada; yastığım sığırcık kanatlarının şarkısıyla dolu.
Sohrab Sepehri
sana misafir geliyorum biraz daha uykuya yakın biraz daha dalgın biraz daha başka şeylerden uzak
Asaf Halet Çelebi
Masaya biranın dökülüşünü koydu Uykusunu koydu uyanıklığını koydu Tokluğunu açlığını koydu. Masa da masaymış ha Bana mısın demedi bu kadar yüke Bir iki sallandı durdu Adam ha babam koyuyordu.
Edip Cansever
bu karanlıkta daha iyi görüyorum seni aynı tünelden geçiyorsun gelişte ve gidişte kavuşmaya, ayrılığa aynı yolu kullanıyorsun, beni büyüten aşktan söz ediyorum, yolculuğa övgü, zaman yok ki aşktan başka, uykusuzluğa övgü,
bir sır- çocuksun, baştan çıkarır gibi açığa çıkardın beni, ayrılık mı; beni aşka terkettiğin için seviyorum seni!
Haydar Ergülen
Sen benimdin: rüyanın görkemleriyle doldum. Ben uykuda sultandım, uyanınca hiç oldum
Shakespeare
Bu uykunun ölümün yaklaştığına işaret olduğunu biliyordum. Etrafıma bir kez daha baktım. Hareket eden hiçbir canlıyı fark etmedim. Ölümle gerçek bir yüzleşme anına doğru ağırlığını artıran uyku ile birlikte giriyordum
A.Vahap Kaya Bir İntiharın Önsözleri
kundağımı özlüyorum bu aralar serçeler nasıl da acımasız yer bütün ağırlığıyla sırtımda bulutlar hâlâ öğürmekte ayağımda sallasam diyorum kendimi ninnisiz, sadece sallasam ve derin derin dalsam annemin İsrafil olduğu uykuya
Sormuyorsun ama iyi değilim ben
Dilek Kartal
Anneler derin bir yara taşırlar içlerinde, onlar uykusuz aynalardır Sessiz rüya kapısıdırlar, kalbinden öperseniz ruhunuzdaki sis dağılır Uzun bir üşümek kalır, çünkü masum bir avludur şairin kül ağzı Anneler üzgün şairdirler, oğulları, kızları bozguna uğramış bir şiir.
Bu öpücük senin alnına kondu Ayrılıyoruz şimdi Bazı şeyleri söylememe izin ver.. Sen hatalı değilsin..Sanıyorum Günlerim hep hayal içinde geçti. Yine de eğer umut bitmişse Bir gün veya bir gecede Gelecekte ve hiçlikte Bu yüzden mi her şey biter? Gördüğümüz yada göreceğimiz Rüya içinde bir rüyaya döner..
Edgar Allan Poe
Çölde, kumlar arasında bir kumdum. Taş oldum. Kendimin rüyası… Bir güle döndüm. Kırıldım.
Seyhan Erözçelik
Rüyada bir düğün gördüm Ve sanırım gelin sendin. Sen gelin, ben dilenci Verandada – o gerçekleşebilir belki!
İzin ver gördüğüm gibi olsun rüyada! Yalnız söz ver bana, dururken ayakta Verandada, insaniyet hatırına – Sadaka koymayacağına benim avcuma!
Konstantin M. Simonov
aradığım hiçbir şeyi bulamadım rüyada elbet günü gelir â gülüm çeker gider de ruhum gölgem kalır dünyada
Nazir Akalın
kuşlar vardır yuvalarını terk eden başka yere giden ve yuvalarının rüyasını gören
onlar baharları kışa giderler ve baharda olduklarına dair rüya görürler
kuşlar vardır gece gündüz bizi yalnız bırakıp gece gündüz bizimle olduklarına dair rüya gören
sen o kuşları gördün ve seninle olduklarına dair rüya görüyorsun
Ziyâ Muvahhid
Dün gece rüyamda bir ihtiyar, aşk mahallesinde, “Bizim tarafa gel.” diye işaret ediyordu bana eliyle.
Mevlânâ
Her sabah uyandığın aynı kötü rüyadır Kaç kurtar kendini benden Güzel günlerimizi ben oyalarım.
Gökhan Ergür
Düşümde gördüm Cahit’i: Banka gibi bir yer, Aynı servise verilmişiz, Yolumu gözler.
Baktım ki, toplamış memurlarını Nutuk çekmede şefimiz. El edip geçecektim yerime Sessiz.
Cahit bu, dayanamadı, boynuma atıldı. Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara. O, düşümde ağladı. Bense uyandıktan sonra.
Ziya Osman Saba
zamanı gelen aşkın çağırdığı rüyalar açık deniz korkular kara parçası
yıldızımın sahibi kalbime saldığın çapa birlikte yaşlanmayacağımızı bilmenin yaş farkı
Murathan Mungan
Dilediğim en güzel hayat Çöplerin içinde rüya aradım Düştümse eğer sana bakarken düştüm
Cahit Zarifoğlu
En güzel rüyaların bile bir sonu vardır: Bir bahar rüzgârından alarak bir sabah hız Mevsimlerin ömrünü yaşamıştı aşkımız. Onu şimdi kaybettim ve şimdi sonbahardır.
Yaşar Nabi Nayır
Ey anneciğim, sevgili Fâize‟m! Elli yıldır beni korumakla görevlendirdiğin meleklere de ki: Beni yalnız bırakmasınlar … Tek başıma uyumaktan korkuyorum çünkü …
Nizâr Kabbânî
– Bir ikindi vakti, başımı omzuna dayayıp uyumak isterdim, dedi kadın. – Ya bir daha uyanmazsan, dedi adam. – İşte mutluluk bu olsa gerek, dedi kadın.
Ferit Edgü
onun için savaşmak isterim, öyle ki bana bir hayat ürpertisi kalsın; sonra düşmek isterim, sokakta, en dipsiz gecede, ay ve kayın ağaçlarıyla yaldızlı nemli bir göğün altında; kıvrılıvermek bağrıma bastığım bu hayata onu uyutmak-ve kendim de uyumak isterim, en nihayet… Yok: Yalnızım. Yalnız büzülüveriyorum zayıf bedenimin üzerine. Fark etmiyorum, sızlayan bir alın yerine, bir deli misali dizlerimin gergin tenini öpmekte olduğumu.
Antonia Pozzi
Ben, tek bir özlem düşünebiliyorum, mucizeler yaratarak dünyayı bir uçtan bir uca dolaşan. Tüm nesneler, bizim çokluk yolunu şaşırmış düşünce ve isteklerimizi kısa bir süre için ağırlamaya işte öylesine hazır. Gündüz ortaya koyduğum etkinlikle nesneler içinden yürüyüp gitmişsem, her nesnenin koynunda bir gece dinlenmek isterim. her nesnenin yanı başında uyumak bir kez, her nesnenin sıcaklığıyla yorgun düşmek, düşlere onun nefes alıp verişleriyle inip çıkmak, onun tatlı, gerilimlerden uzak ve çıplak yakınlığını organlarımda duyumsamak ve uykusunun burcu burcu kokusuyla güçlenmek, sabah olunca da o daha uyanmadan, veda etmeksizin yoluma koyulmak, yoluma koyulmak isterim.
Rainer Maria Rilke
Misal şimdi yan yana uyumak var Uyumamakta hayır var da Uyumakta ne mahsur var
Ali Lidar
Çok sevdiğim gelincik tarlalarında uyumak, bir daha uyanmamak geçiyordu içimden. Buluttan seleler zeytinlerle dolduğunda acı çeken yel gibi geçiyordum dünyadan. Bir ağaçla konuşmak, bir kuşla uçmak hafifletmiyordu acımı, varoluşun ezik çarıklarıydım.
Ahmet Ada
Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum. Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun. Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn, Bir cami eşiğine yatıversem diyorum -Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum! Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun; Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum. Sonsuz sessizliğini dinlemek istiyorum. Bilirim ki taşlığın bir döşek kadar ılık, Sana az daha yakın yaşamak için artık,
Ziya Osman Saba
Ama öylesine bir ses gelir ki dağlardan acıdır uyumak, anmak ölümdür seni.
Efrain Huerta
biraz kafam karıştı ve arabama atlayıp kuzey’e sürdüm; uykusuz, akşamdan kalma, yeni boşanmış, işsiz, yaşlanmış, yorgun, beş on yıldır çoğunlukla uyumak ister bir halde, sonunda moteli buldum
Charles Bukowski
Yalnız başıma, ıssız yerlerde ağlamak istiyorum ırmaklarca, söndürülmek istiyorum, uyumak istiyorum, uyumak senin hayli yaşlı mineralsi gecen gibi.
Pablo Neruda
Hep uyumak istedim. Doğal sakinleştirici…
Emrah Serbes
Beklediğim hiçbir şey yok yaşamdan, Geçmişten de pişmanlık duymuyorum; Özgürlük ve huzurdur aradığım! Unutmak ve uyumak istiyorum!
Mihail Yuryevich Lermontov
uyumak için. uyanıyorum.
Zeynep Didem
Göñlüm nereden düşdü saña ey meh-rū Teng oldu bu sevdālı başıma her sū Bir yerde ḳarār eyleyemem ṣubḥa degin Zehr oldu iki dıd ̇̄ eme ṭatlı uyḳu
Esrâr Dede
Yağmurlu bir kış gününün kurşun gibi lanet olası sabahı çoktan esneyerek camlar arasından içeri uzanmıştı ki, sonunda gidip yattım. Verdiğim karar da benimle yatağa girdi. Ama tam uç noktaya varmıştım, uykuya dalmak üzere bilincin son sınırında bulunuyordum ki, Bozkırkurdu kitapçığındaki, “ölümsüzlerden” söz açılan o tuhaf yer saniyelik bir hızla çakıp belirdi gözlerimin önünde, belleğimde bir anı canlandı; zaman zaman, son olarak kısa süre önce, kendimi ölümsüzlere yeterince yakın hissetmiş, eski müziğin bir mezüründe ölümsüzlerin bütün o serinkanlı, aydınlık, çatık kaşlı gülümseyen bilgeliğini yaşamak istemiştim. Bu anı birden aklıma geldi, parıldayıp söndü, derken uyku dağ gibi ağırlığıyla üzerime abandı.
Öğleye doğru uyandığımda, geceki kararımı hemen yine içimde buldum; küçük broşür komodinin üzerinde duruyordu, şiirim de orada duruyor ve son zamanlardaki yaşamımın karmaşası içinden geceki kararım güler yüzlü bir serinkanlılıkla bana bakıyordu; geceleyin uykuda kesinleşip güçlenmişti. Acele gereksizdi, ölmek için verdiğim karar belli bir saatte yaşanmış bir kapristen kaynaklanmıyordu; zaman içinde olgunlaşmış, elle tutulur bir meyveydi, yavaş yavaş gelişip büyümüş, bir ağırlık kazanmıştı, yazgının rüzgârında hafifçe sallanıyordu, rüzgârın bir sonraki darbesinde düşecekti ağaçtan.
Herman Hesse Bozkırkurdu
Herkes bilir ki oralarda gece oldu mu, bilhassa yaz gecelerinde, insanlar, -güneş altındaki hayatları ve bu hayatın saadet ve ıztırapları, imkân ve nasipsizlikleri ne olursa olsun- yıldızların sofrasına otururlar, orada birleşirler, onların şarkısını dinlerler ve onların parıltısını içerek, aynı gecenin başka bir devamı olan uykularına sızarlar.
Ahmet Hamdi Tanpınar Yaşadığım Gibi
Ah, iyi kalpli çocuk, uykumun nasıl olduğunu bir bilsen, bir gelincikten daha ürkektir o!
Herman Hesse Bozkırkurdu
Bütün uzviyetinde senelerdir uyku uyumamış bir insanın yorgunluğu vardı.
Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur
(Uzun, çok uzun bir uykudan uyanmış gibi etrafına bakıyordu. Tanımadığı bir saadet duygusu ve çok keskin bir hasretle Nuran’ı hatırladı. Gözleri hep o ağacın tepesindeki aydınlıkta, sanki bu ıslak ışık Nuran’a sımsıkı bağlanmış, onun yaşadığı ülkelerden geliyormuş gibi ona baka baka sevgilisini özlüyordu. Hayatında Nuran da vardı ve o mevcut olduğu için öbürleri hayat madalyasının öbür yüzünü dolduran bütün karışık çehreler silinmişti.
Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur
Buraya bıraktı seni, ama gitmeden önce açık kapıyı gösterdi güzel gözleriyle; sonra gitti, uykun da gitti onunla birlikte.
Dante İlahi Komedya
Uyku kardeşim ver elini Beraber kopartalım karanlık gülünü Uyku kardeşim ver elini Usul usul damla damla Beraber eriyelim eriyelim Sonra bembeyaz Fıkara bir bacanın üstünde İnce ince mavi mavi tütelim
Bedri Rahmi Eyüboğlu
“Uyku ölümün kardeşidir!”
“Vallahi uyur gibi öleceksiniz, uykudan uyanır gibi dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz…”
“Dünya ile ne ilgim olabilir ki! Benim dünyadaki durumum ağaç altında bir süre uyuduktan sonra yoluna devam eden yolcunun durumuna benzer”
“Yatacağın zaman namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ yanın üzerine yat ve şu duayı oku. Allah’ım kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım. Sırtımı sana dayadım. Ümit bağladığım sen, korktuğum yine sensin. İndirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. Eğer o gece ölecek olursan fıtrat üzere olursun. Bu sözleri son sözlerin yap.”
Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma (zamanı) yapan, O’dur.”
Furkan Suresi, 47. ayet
“Demişlerdir ki: “Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın va’dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş”.”
Yasin Suresi, 52. ayet
“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.”
Zümer Suresi, 42. ayet
“Gece olsun gündüz olsun, uyumanız ve Allah’ın lütfundan nasibinizi aramanız da O’nun varlığının delillerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için ibretler vardır.”
Rûm Suresi 23. Ayet
“Uykunuzu bir dinlenme (sübât) yaptık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de bir geçim zamanı yaptık.”