CEHENNEM EVİMİZ OĞUL

cehennem ateşler içindeymiş
biz ısınmak
yemek pişirmek
ve ütü yapmak için yakarız ateşi
bütün günahkârlar
cehenneme gidecekmiş
yalan
arkadaşım sarkis
uçurtmamı yırttığından beri
uğramaz oldu evimize
cehennem yukarıdaymış
yalan
gökte bir şey yok
bazı bulut ve güneş
bazı ay ve yıldızlar görünür
gecelerde
yalan hepsi
yalan söyler hepsi de
sadece annemin sözüne inanırım ben
hiç yalan konuşmaz annem
ve her gün aynı sözü söyler:
CEHENNEM EVİMİZ OĞUL

Garbis Cancikyan

Toprağa Övgü

sen olmasan
nasıl yaşar insanlar
bütün o
yılanlar böcekler kurtçuklar
arılar kuşlar kelebekler
nebileyim balıklar…
sana teslim ederiz
ölülerimizi
yaşayanlarımızı da
ey insanlara hazine
uluslara vatan
seviyorum seni
toprak
sen verirsin
mobilyalarımızın ağaçlarını
taşı kiremiti
evlerimizi örmek için
tuğlayı harcı
bütün yiyip içtiğimizi
giydiğimiz elbiseler senden
senden ayakkabı şapka
su şarap bira
senin cümle hayırların
sığmaz kitaplara
bir şiir için
bunlardan sadece biri yetecekti oysa
toprak inan ki
senin için düşen
her şehit
sevgimizin kanıtı adeta
senden
ayaklarını kesen kuşlar
ve bütün uçaklar
bir gün nihayet
sana dönecekler tekrar
günün birinde
bedenlerimize
mesken olduğunda sen
büyük şairler
şiirler yazacaklar
senin için
ne mutlu bize
koynunda olacağız senin


Garbis Cancikyan

Badger, 5 Ocak 1945

Sürgün

aynı yerde kalır sokak
otel kapısı aynı
masada kalır hâlâ
kopardığımız ekmeğin kırıntıları
ve sokağa bakan
pencerelerin perdeleri
kapadığımız gibi aynı
biz neden
aynı kalmadık sevgilim
el olduk birbirimize

Garbis Cancikyan

-Şu Ömrümün Şubat’ı-

Rubailer

NİYAZ

Bana ilhamını bahşet ki, İlahi, bir gün
Seni bulsun sana takdime değer incilerim.
Ben, ne sultanlara şair, ne de şairlere şah;
Tanrılar Tanrısı’nın şairi olmak dilerim.

SONSUZ RÜYA

Ezeli varlığa candan vurulan aşıklar,
Ses alır ta ötesinden ebedi dünyanın.
Yerin altında devam etmesidir bence ölüm,
Yerin üstünde görüp geçtiğimiz rüyanın.

GÖNÜL MÜLKÜ

Evler yıkılır, köyler olur hak ile yeksan,
Viran yeri, birkaç yıla varmaz, onarırlar.
Yalnız şu gönül mülkü harap olmaya görsün;
Tamire yetişmez onu dünyada asırlar..

YALNIZ O

Sardı katil gece dünyayı siyah bir kefene,
Bir emel yıldızı göz kırpıyor ancak aradan.
Merdi, namerdi, cüzzamlar gibi terk etti bizi;
Bizi yalnız bırakıp gitmedi, yalnız, Yaradan..

ŞEFKAT

Âdem evladı boğarken baba – bir kardeşini,
Basıyor bağrına hemcinsini müşfik canavar.
Beşerin zıddına, hayvan soyu insanlaşıyor,
Yiğidin şefkati yok, lakin itin şefkati var..

SAYILI

Ellerin derdini dert etmedesin kendine sen;
Güç düşer böyle geçen kırk yıla bir neşe yılı..
Ömrünün zehrini zindanda da zevketmeye bak,
Günler, aylar, seneler nerde? Nefesler sayılı!

GÜÇ

Şanlı yaprakları tarihin açılmış, duruyor,
Canlı bir levha fakat her yiğidin girmesi güç.
Nice destanların ilhamı olan kavmimize,
Ata’dan sonra bir efsane beğendirmesi güç.

ANA DİLİ

Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana,
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime.
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır,
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime..

HAYALE HASRET

Girdi, yollar gibi, yıllar da nihayet araya
Set çeker dağ tepe, feryada değil, yada bile.
Hasretim uykuya ruhum sana hasret kalalı;
Gözlerim görmüyor artık seni rüyada bile.

NEŞE

Neşe, gölgen gibi, ardında yürür elpençe;
sürür pembe topuklarla beyaz terliğini.
görmezse gözüm görmez olur neşeyi de;
Bana göstermesin Allah senin eksikliğini..

POSTACI

Duymamış, belli, hayatında bir eş hasretini,
Yaşamış taş gibi, toprak gibi, mahrum acıdan.
Ne bilir kağıdın canlara can kattığını?
Başımız dertte şu her gün geciken postacıdan!

YARAŞIR

Saçının telleri göğsünde perîşân yaraşır
Öyle sümbüllere bir böyle gülistân yaraşır
Ay’la Güneş alnına her ân yaraşır
Gönlümün tahtına bir sen gibi sultân yaraşır.

Faruk Nafiz Çamlıbel

Küs Değiliz

Kendi gün batımıma doğru seni kutsuyorum yaşam, çünkü sen bana hiçbir zaman boş umutlar, adaletsizlikler, hak edilmemiş üzüntüler yaşatmadın.

Çünkü inişli çıkışlı yolumun sonunda gördüm ki kendi kaderimin mimarı bendim;

Ve şeylerin içindeki tatlılığı ve acılığı ortaya çıkardıysam onlari oraya koymuş olan yine ben olduğum içindi: gül ağacı ektiğimde açan her zaman güller oldu.

Elbette gençliğimin ardından kış gelecek: ama sen zaten mayısın sonsuza dek süreceğini söylememiştin!

Şüphesiz acı dolu uzun gecelerim oldu; ama sen zaten bana sadece mutlu geceler vaat etmemiştin; Ve karşılığında huzur dolu gecelerim de oldu…

Sevdim, sevildim, güneş yüzümü okşadı. Yaşam, bana hiçbir şey borçlu değilsin! Yaşam, küs değiliz!

Amado Nervo

Ev Şiirleri Bercestem

Kapıları ölü, sağ

Bütün akrabaya kapalı

Bir ev bulsak,

O ev yalnız ikimizin olsa

Hep orada otursak.

İç içe bu evler, bıktım,

Birbirine bağlı.

Sözde kalır ayrı evlere çıkmak,

Dağ başlarında bile olsa

Yalan, evlerin yalnızlığı.

Bir duruş tazeler eski bir acıyı

Hortlatır gerilerde bir derdi bir bakış.

Bu ev sizin öyle mi?

Yanlış!

Önceki evlerin üzüntüsü biter mi,

Kapıları kapasanız da eser.

Kesildiğini sandığınız soluklar

Daha da artmışa benzer.

Bir karanlık içinde bu evler,

Aydınlıkları öyle az ki!

İçeriye sevinç, keder, hiçbir haber

Sızdırmayan ev arıyoruz.

Bulunmaz ki!

Behçet Necatigil

Evin yalın hali

İster cüce, ister dev

Camlarında perde yok

Bomboş, ev.

Evin -i hali, sabah,

Geciktiniz haydi!

Uykuların tatlandığı sularda

Bıracaksınız evi.

Evin -e hali, gün boyu,

Ha gayret emektar deve!

Sırtınızda yılların yorgunluğu

Akşam erkenden eve.

Evin -de hali, saadet,

Isınmak ocaktaki alevde

Sönmüş yıldızlara karşı

Işıklar varsa evde.

Evin -den hali, uzaksınız,

Hattâ içinde yaşarken

Aşkların, ölümlerin omzunda

Ayrılmak varken evden.

Behçet Necatigil

İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.

İrili ufaklı, birbirinden farklı,

Ahşap evler, kâgir evler yaptılar.

Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,

Evlerin içi devir devir değişti

Evlerin dışı pencere, duvar.

Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde

Kalbi kara insanlar oturdu.

Gündelik korkuların çökerttiği evlerde

O fıkara insanlar oturdu.

Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi

Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.

Kimi hayata doymuş göründü,

Bazıları zamana uydular.

Evlerin içi oda oda üzüntü,

Evlerin dışı pencere, duvar.

Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü:

Dışardan geldi bir tane, nar gibi,

Arttı, eksilmedi.

Evleri felaketler taunlar gibi süpürdü:

Kaderden eski fırtınalar gibi,

Ardı kesilmedi.

Evlerin çoğunda dirlik düzen

Kalan bir hatıra oldu geçmişte.

Gönül almak, hatır saymak arama.

Evlatlar aileye asi işte,

Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden.

Evlerde nice nice cinayetler işlendi,

Ruhu bile duymadı insanların.

Dört duvar arasında aile sırları,

Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın

Gözyaşlarıyla beslendi.

Küçükler, büyük adam yerine evlerin kiminde:

Çocukları işe koştu kalabalık aileler.

Okul çağlarının kadersiz yavruları

Ufacık avuçlardan akşamları akan ter,

Tuz yerine geçti evlerin yemeğinde.

İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı:

Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar,

Kendi seviyesinde evler kız verdi, kız aldı

Bazıları özlediler daha yüksek hayatı,

Çırpındılar daha üste çıkmaya

Evler bırakmadılar

Yeni yeni tüterken ocakların dumanı

“Kadın en büyük kuvvet erkeğinin işinde”

Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı

Evler dilsiz şikâyet kaçmışların peşinde.

Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı;

Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar

Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı

Ama size hiçbir hisse ayrılmadı

Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,

Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!

Behçet Necatigil

Ben mum alevinde bir pervane gibi hep aynı odakta yazdım şiirlerimi: Ev ve her günki yaşamalar. Rilke’nin Panter’i gibi aynı parmaklıklar içinde. Toplumun ve imkânlarımın bana bağışladığı dar dörtgende gözlerimi açtıkça karşımda büyük şehrin orta-fakir sınıf, ev, aile çevrelerini buldum.

Behçet Necatigil

Körükler cılız olmak

Evlerin hiddetini,

Evlerle savaşımız

Savaşların çetini.

Evler her gün yollar bizi dışarı :

– Git, getir !

Emredilen ekmeği akşamları

Alın terlerimiz getirecektir.

Evler ezer insanları dağ gibi,

Dışarıdan küçücük !

Çeker evler boynumuzdaki ipi :

Taşı develerce yük !

Nedir anlamıyorum

Evlerdeki hırsı :

Cansızlarla birlik

Canlılara karşı.

Tencerenin azgınlığı başta.

Sofralarla beraber : – Getir !

Dünya durdukça

Tencere pişirecek, sofra eritecektir.

Eşyaların azgınlığı tamam

Hepsi evlerden taraf.

Kopar musluk, kırılır cam

Hiç yoktan bir masraf.

Behçet Necatigil

Bir zamanı yeniler, bir gün o da bize benzer

Kalır uzaklarda o dertli anne

Neden bazı şeyleri pek çabuk unuturuz,

çünkü apartımanlar o evlerin yerinde

Behçet Necatigil

Çocukluğumun geçtiği sokakta

Biraz dolaşayım dedim,

Şimdi oturduğum yerden uzakta.

Öyle bir hüzün çöktü ki içime,

Ne bileyim

Ağlıyasım geldi kendi kendime.

İnsanları değişmişti,

Ondan belki de.

Sonra pek çok evlerin yerinde

Yeni binalar belirmişti.

Ahtapotlar gibi apartmanlar

Buraya da salmış kollarını,

Yoksul aileler çekilmişler

Satıp savıp mallarını.

Böyle böyle bizim eski mahalle

Hoyrat servetlerin karşısında

Silinip gitmiş bile.

Eski günler neredesiniz,

Açın kapınızı da evinize gireyim.

Ama nerde o evler,

Ne bileyim.

Şimdi anam ağlıyor

Zenginlik nedir, fakirlik nedir

İnsan zamanla anlıyor.

Behçet Necatigil

Bir Ev Bir Çocuk

Gençten bir adamdı

Hikayesi gayet kısa.

Yıllar yılı tek başına yaşadı

Bir gün rastladı bir kıza

Düşündüler, birlikte yürüseler

Ömür geçiyor nasılsa.

Şimdi içine bir ev, bir de çocuk girer

Aşkları yazılsa.

Behçet Necatigil

Oğullar uzaklaşır, kızlar uzaklaşır

Bir zaman içinde benden,

Oluruna bırak, gençtir, derim,

Hevesini alsın, affederim

Ben evim.

Behçet Necatigil

Aile

Sağ çıkıp günlük savaştan

Evin yolunu tutmuşum

Yemek yedik, çocuklarım uyudu

İniyor üstüme yavaştan

Allah’ın bembeyaz bulutu

Kederlerimi unutmuşum.

Hayatta olduğuma

Seviniyorum şimdi

Kavuştum çoluk çocuğuma

Koltuğuma uzandım, rahatım

Kahvem içime sindi

Başladı gecelik saltanatım.

Behçet Necatigil

Evlidirler evlerinde evsiz

İyidirler

İçlerine girmeyince nerden bileceksiniz.

Behçet Necatigil

Gerekliydi uzaklarda bunalınca

İkinci ev!

Hatırla ilk girmeni

Bir otel, bir park, hatta sokaklarda

İkinci ev!

Yeterdi izbe oysa

İkinci ev!

Behçet Necatigil

Erkekler evlere çekildi çoktan,

Katran gibi camlara yapıştı perde.

Göreyim sıkıntıyı sav başından,

Gel de dolaşma caddelerde.

Bu berbat düşünceler saatinde

Tanrım, başıboş bırakma beni!

Behçet Necatigil

Ev, yani aile, hayatımızdır. Bizi bir biçime sokan ev ve ailedir. İçine doğduğumuz bir mekân ve oradaki insanlar var. Bu insan halkası zamanla genişler, ama merkezden kopamayız. Ne kadar kopmak istesek, içimizde beynimizde bir kıymık gibi sürer gider hatırası. Evler, eşler, çocuklar, yakın akraba. Çok şey evlerde olur. İnsanı saran her hacim, her mekân, her barınak bir evdir. Evsizler ev peşindedir; evliler, evi ayakta tutabilmek çabasında. Tanzimat romanı, Servet-i Fünûn hikâyesi evlerin, konakların dramıdır. Bir insan, şiirlere, evlerden bir şey katmadan nasıl girer şaşıyorum. Delikanlılıkta pek anlaşılmaz evlerin diktası. Rahat evlerde anlaşılmaz. Benim şiirim ya evlere bir övgüdür, ya da bir ağıt. Bu şiir, ortak ev gerçeklerini orta yaşlarda hissettirir. Bütün savaşların, çekişmelerin temelinde evin, ailenin selameti vardır bence.

Behçet Necatigil

Necatigil şiirindeki mekânlar, özellikle ev bağlamında düşünülecek olursa, çoğul anlamlarını şiir boyunca sürdürürler. “İçeride” olmak şiirde,olumlu ve olumsuz yan anlamlarıyla birlikte kullanılır. Ev, şiirde hem bir sıkıntı mekânı, bir engel hem de bir mutluluk mekânı, bir barınak ya da sığınak olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Sığınak, barınak” olarak öne çıkan ev, bir yönüyle sığınağın, “içeride olmayı” çağrıştırması nedeniyle “iç-ev” olarak adlandırılmıştır. İç-ev, evde mutluluğun, güvenin, huzurun yaşandığı bölümdür. Bu evde, Necatigil’in çok iyi bildiği, birlikte kendini güvende hissettiği aile hayatı, çocuklar, onlarla beraber yaşanmış bir “geçmiş” ve bir “gelenek” tasavvuru mevcuttur.

Necatigil’in, sıkıntı alanına dönüşen evlerdeki bireyleri de Simmel’in tarif ettiği gibi “giderek daha çok hesap yapan” dar gelirli kişilerdir. Evdeki hesapları çarşıya bir türlü uymaz ve dış dünya bu evlere (bu tezde dış-evlere) sıkıntı olarak sızar. Ekonomik yoksunluk, en yalın ve açık ifadesini “hiçbir şeyin yolunda gitmediği” bu evlerde bulur.

Bu değiştirilemezlik ve kapana kısılmışlık, Necatigil şiirinde evin, bir “sıkıntı mekanına” dönüşmesinin en önemli nedenlerindendir. Bu tip şiirlerde özellikle aile, iç-evdeki huzur verici, korunaklı yapısından sıyrılarak, kişinin bireyselleşmesinde ve özgürleşmesinde önemli bir engel olarak belirir.

Şehnaz Şişmanoğlu

Türkülere bile varamazken dilimiz

De bana dostum

Evlerde bunca ağıt nasıl yakılıyor

İstersen iş dönüşü bir akşam

Evlere çağıralım sokakları

Otobüs kuyruklarında mecalsiz

Göreceksin zamanın tutsaklığını

Adnan Yücel

terk edilemez babasız evler

kapısı çekilip çıkılsa da

Murathan Mungan

Yıldız Yokuşu’ndaki konak

yıkıldı yıkılacak.

Yenik düşerken evler geçen zamana,

tutunuyor yaşama inatçı bir sarmaşık.

Bir evin ölümünün içinden

yükselirken gökyüzüne yemyeşil yaprakları

cıvıltıyla doluyor saçaktaki serçe yuvası.

Yürüyor bir çocuk, ıslık çalarak

yokuş yukarı…

Gülsüm Cengiz

Vakitsiz evlerin kireç badanalı

duvarları, kırsal beyazlığımız.

eski bir yağmur mu hafiften başlayan

yoksa solgun bir güneş mi damlara

dağılıp güz kokusunda ağaçlara

gündüzden geceye yağdığım.

ey suçüstü yalnızlığı evlerin

Oktay Rifat

Her evde kutsal kitaplar asılıydı

Okuyan kimseyi göremedim

Okusa da anlayanı görmedim

Sezai Karakoç

Evi sokağı çarşıyı onaran Yasin

Paslanan güneşi sığayan sûre

Atalara doğru yürüyen sûre

Eve ve ellere can veren sûre

Geceye zikzaklar çizdiren sûre

Güneşi batıran doğuran sûre

Hamile Meryem’i doğurtan sûre28

Evin taşlığına çiçekler serperek

Yağmuru çatıda döndüren sûre

Gece gündüz bir bekçi gibi

Ebedi bir gözcü nöbetçi gibi

Evin yüreğinde bekleyen sûre

Sezai Karakoç

Namusum üzerine yemin ederim

Bu şehri, bu evleri, bu sokakları sevmiyorum

Tiksiniyorum bu iğrenç kalabalıktan

Yalnızlığı özlüyorum

Ümit Yaşar Oğuzcan

Bu o evler ki kahırdan büyümüş kalpleri

Odaları yoklukla genişler sofaya doğru

Birhan Keskin

Bütün sokaklar kentlerde, kaç yıldır

sokaklarda bütün evler, evlerde bütün çocuklar

çocuklarda bütün yarınlar çağrılı değil mi

yeniden başlamıyor mu hepimiz için

her sabah bu duruşma?

Kemal Özer

Bu şehir hurda demir yığını

Gibi paslandı sen gidince

Kar aydınlığında basıldı evler

Kahreden bir tipiye tutulduk

Kış uzun sürdü diyordu herkes

Kar ayrılık mevsimidir ve yollar

Yolcular için diyordum ben, bunu

Biten bir aşk için söylüyordum

Ahmet Telli

ölümün evlerde unuttuğu kızlar

inzal burcundan acıyla nişanlı

Refik Durbaş

iki zeytin tanesiydi gözlerin

alıp eve getirdim

bir dilim kavun ve beyaz peynirle

oturup bir kadeh rakıya

bir dünya meze…

Mehmet Sadık Kırımlı

Uzak yazlardan gelirseniz evde yokum,

çarşıda olabilir ya da kahvede.

Benim işim unutmak, sizi unutmak,

boynuma dolayıp kesik kollarınızı

başınızın sedirinde uyumak.

Bakın şu elmalara tekmil çürük,

sokaklar limon çekirdeği gibi

ve evler dişsiz bir kedinin ağzında.

Oktay Rifat

Babalar evlerine mahcup döndü her akşam

Harp içinde.

Cahit Külebi

Tomris Uyar, eşi Cemal Süreya’yı anlatıyor:

“Akşamları biraz geç gel yahu, bir erkek dolaşmak istemez mi, dedim. Ben çok yaşlı olan anneannemle meşgulüm. O da, istifa etmek üzere maliye’den. Bağını koparmasın istiyorum. Hiç arkadaşı yok çünkü. ‘Peki’ dedi. İlk gün dönüş saati geldi, altıyı çeyrek geçti, ortada yok. Normalde akşam altıda evde olur. Ertesi gün altıyı yirmi geçiyor, sonra altı buçuk…Bir gün odayı havalandırayım dedim, yaz. Toz aldım, bezi silkelemek için pencereden eğildim ki, kapının önünde oturmuş saatin dolmasını bekliyor.

Feodal değil. Evine bağlı, evinde olmayı, çalışmayı çok seven bir adam. son derece şefkatli. Söz gelimi nezle olayım, aman efendim çaylar yapılır, yatağa getirilir, başımda oturulur, saçım okşanır, ilaçlar… O güne kadar hiç kimsede görmediğim bir şey.

Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikayen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak, dedi ve doğrusu hiç yazmadı.

Tomris Uyar

Üzgünüm, bayrak asılmış evler gibiyim.

Haydar Ergülen

ana yaşadığın şehrin kapılarını aç

Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.

Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar

Adına düğümlendi.

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç,

Başka şehirleri özleyelim orada seninle.

Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar

İkimize yetmez.

Özdemir Asaf

sonra kendi evim, yatağım, yorganım, çorbalar 

Gidiyorum geliyorum dünyayı bu kadarcık belliyorum.

Turgut Uyar

Ben seninle çay içmek istiyorum

Sana şiir okumak istiyorum

Yazmaktan usandım artık

Küçük evde büyük hayaller

Kurmak istiyorum

Özdemir Asaf

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı.

Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk.

Üç güvercin görsek,

Meksika geliyordu aklımıza…

Turgut Uyar

Şimdi bir başına kalan ev gibiyim gibiysem

bir başka yetim olan şiirin suçu yok bunda

ev neyse şiir odur, babadır neyse oğul da!

Haydar Ergülen

Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız.

Dinlememişseniz nice yıl kalbinizi

Ev meslek iş para geçim diyerek

Düşünün şimdi bir de

Şehirlerde kasaba ve köylerde

Başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu

Cahit Zarifoğlu

Öte yakasında gecenin bir ev yaptım kendime.

Ben bu evde çimenlerin ıslak yabancılığına

Ben bahçelerin nefes alışlarını duymaya yakınım.

Ve zulmün sesini işitirim ben, bir yapraktan döküldüğünde

Bir ağaç arkasında nurun öksürdüğünü ben duyarım

Sohrab Sepehri

Dilsizlik, yeniden, rahat bir ev

gel, oturmalısın burada.

Paul Celan

Gerçek kalan,

gerçekleşen satır: … senin

Paris’teki evin – ellerinin

sunağı olan evin.

Paul Celan

yaşlandı babam bulanık sulara benzeyerek

silinmiş el yazmaları,

boynundaki teslim taşı,

her cuma evimizden çıkan yetim yemekleri

kadar ferahtı giderek azalmış öfkesine..

laf körüğü dünya!

yaşlandıkça neden yalvaran kabirler

gibi bakardı babalar.

neden! diye düşünürken

medet oldum ona.

Kemal Varol

Evleri yüksek kurdular

On bin basamak merdiven

Bakışlar uzakta kaldı

Uzakta kaldı dostluklar

Evleri yüksek kurdular

Cama, betona boğdular

Usumuzdaydı unuttuk

Topraktan uzakta kaldı

Toprağa bağlı olanlar

Gülten Akın

Başı yastığa değmemiş bir keder gibi duran

sokağın hal hatır bilir ahşap yaşlı evleri

daha bir sokulur birbirine şimdi

karlı damlara konup karkar sabaha güvercinler.

Oya Uysal

Boyasız evler, çatısız duvarlar

Bir şey söylemeden gidenler

Bir şey söyleyip de unutanlar

Şükrü Erbaş

Sinema dönüşü

Yatağın sıcağına koşuşanlar,

Kolkola geçecekler önünden..

Sıcak,

Evlerinde öpüşecekler.

Yalnızsın kaldırımda

Soğuk.

Yağmur yağıyor,

Kaldır pardesünün yakasını.

Aziz Nesin

Yoksullaşan insanın önce evi küçülüyor giderek o küçük ev de kalmıyor. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu günümüzde evini kaybettiği için yoksulluk ve yoksunluk kıskacına düşüyor. Bugün ev dediğimizde sözcüğün dalga boyunda artık açık biçimde yoksulluk ve yoksunluk yer almakta. Modern Türkçe şiirin henüz evin bu halini algıladığını, bu yönde bir duyarlılık geliştirdiğini söyleyemeyiz. Sözcüğün Türkçede anlam genişlemesi büyük ölçüde seksenlerden sonraki Kürt köylerinin yakılması sonucu yaşanan kitlesel ve zorunlu göçle başladığını söyleyebiliriz. Bugünkü haliyle sözcük aidiyet de belirtecek biçimde yer, yurt,memleket, sıla anlamlarını da kapsayacak biçimde genişlemiş olarak kullanılıyor. Bu bağlamda kısa bir parantez açarak ve de hoşgörünüze sığınarak 2013’te yayımlanan “Aşk Kayıtları” kitabımızı hatırlatmak istiyorum. Kitapta yer alan kırk bir şiirin her biri “beni eve götür sevgilim” dizesiyle biter. Çabamız, çağımızda kazandığı anlam boyutuna, yeni çağrışımlar kazandırarak ev sorunsalına dikkat çekmek, bu konuda duyarlılık geliştirmeye yönelikti. Şu dizeler “Aşk Kayıtları” başlıklı şiirden:

fırtınanın dinmek için aradığı kuytu değil

aşkın mümkün

evin gerçek olduğu tek yer

isyandır

beni eve götür sevgilim

Enver Topaloğlu / Evin Şiir Hali

Evler… demirden aynalar olmalı

yüzlerimiz… bir mağara… bir pazar yeri

durur, az uzağımızda… bir şeylerden saklanır gibidir

çocukluğumuz… dilimizin altındaki kaya

yuvarlanır geceye doğru… ve düşer, hep

yeniden güne.. Ah! döner durur

birbirine yalnızlıklarımız… buğulu… bir ayna

gibi dolaşır elden ele… hayatlarımız, henüz

dudaklarımızı ıslatmadan düşen bir kadeh…

tartılır, zamanın beton terazisinde…

Osman Hakan A.

Evler bir günebakan gibi kapanıyor, bu ılık

Bu gizemli akşam saatlerinde, çiçektozlarının

Arasında üç beş kişi ne yapıyor artık?

Bilmem, görmedim, düşlerin yalancısıyım

Kandilin ışığında oturuyor iki çocuk

Bir kız bir oğlan, bir peri masalının

Kahramanları gibi, öyle saf ve ürkek

Beştaş oynuyorlar döşemesinde odanın

Yün eğiriyor kadın, bıçak bileyliyor erkek

Sevgiyle gülümsüyorlar birbirlerine, dalgın

Dalgın bakıyorlar arasıra önlerindeki işlere

Niye daha erken saat, niye uzak döşek

Bir tek beden olarak akmak varken geceye?

Ahmet Erhan

Ah güzel Ahmet abim benim

İnsan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine

Konyanın beyaz

Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer

Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir

Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları

Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına

Öylesine benzer ki

Edip Cansever

Hüznü bir bohça gibi vurup sırtına

Söyle hangi acısıydın viran evlerin

Kanlı bir mendil kaldı geride

Serin bir su yavru bir kuş gibiydi

Meçhulümüzdür nasıl bir ölüme gelin gittiği

A.Hicri İzgören

Kimin için diyordum

kutu sardalyesi pirinç bezelye

ve hardala sarılı bakkal kâğıtları gibi

yalnızlıkları örten bu evler

bu evler kimin için ki içindeki

insanlar kör ve yatalak

Oktay Rifat

Kiraz ayı geliyor!

Kiraz ayı geliyor çocuklar!

İlk gün onar tanelik kiraz demetleri

Sonra ağzına kadar dolu kiraz sepetleri

Daha sonra pembe bir çift kulağın arkasından bakan

Sarı kirazların bal rengi gözleri

Ve nihayet boşalan sepetler

Boşalan evler kadar boş kiraz ağaçları.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

n’olursun beni de alıp oyuncak

tarlasına bırak / orada kâğıttan gemiler…

ahşaptan evler yapan çocukluğum mahzun

kalmasın / adını unuttuğum nehir

çook uzak sulara taşısın beni sonra

Mehmet Sadık Kırımlı

Yol boyunca ne çok anı

yüzünü gösterip çekti

asılı çamaşırların ve evlerin arasından.

Ne çok yaşamışız dedik

yüreklerin birbirine değdiği günleri

Kemal Özer

Yurdumuzda bir sızı var.

Evlerimizde hiç yoktan bir sessizlik.

Dalgalanıyor kalabalıklar

birbirimizin kanına giriyoruz

kanımıza giriyorlar.

Süreyya Berfe

Hangi eve

Başımızı soktuysak..

Yer yerinden oynadı

Aşkımızdan.

Büyük aşklar

Eve sığmaz diye

Bir şair sözü vardır da,

Ondan.

Özdemir Asaf

Odadır, ev.

Bir ada.

Kendi halinde

Bir içe çağrı.

Kapalılığa, yalnızlığa övgü.

Ama biz bir evi görürüz hep.

Oysa ev seyircidir.

Gezinir, yokmuş gibi yaşar.

Açar kapar kapıları

Evde her şey birbiri için vardır

İlhan Berk

Bizim ev iki oda, bir sofa

Evsahibi ayda yetmiş lira alır.

Kapıda at nalından, sarımsaktan bir nazarlık

Önümüzde kaleler, arkası mezarlık.

Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız

Güzelim vaiz sokağında benim de

Ferah, aydınlık bir evim olur.

Bir büyük radyo da alır, yerleşirim

Geçerim pencereye akşamüstleri.

Boy boy sardunyalar, fesleğenler,

Boy boy bulutlar karşımda.

Saçağımızda bir kırlangıç yuva yapmış.

Ahmet efendi geçer, selam veririm

Bakkal İbrahim selam verir, alırım.

Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır

İstanbul sereserpe önümde geceye karşı

Gemilerden, fabrikalardan düdükler

Şimdi bir tren kalkar Sirkeciden bilirim.

Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler

Sesler gelir yakın sinema bahçesinden

Bir hoş olurum.

Turgut Uyar

Sen evden de benden de gidersin bazen

Yol seni bekler, yola koyulursun üşenmeden.

Susar derinden ev, ıssız halidir.

Ben sana, ev bana, sen eve, ev sana

Kara kara bakar ya bazen

Ah kıyamaz hani kimse kimseye.

Evin içerlek halidir, boynu eğilir.

Mutfakta çayın sesi demlenir

Sabah, benim sesimde sonbahar

Senin sesinde bir çocuk

Ev mutludur halinden, pötikarelenir.

Ben sana, sen bana soyunursun bazı geceler;

sen kendinden sarkarsın, ben kendimden.

Benlerimi saysın sabah Şerife teyze

Evin dağınık halidir.

Birhan Keskin

bu ev bekler bizi bir yere gitmez

seni beklersem evin olurum

dünya bilirim bahçeyi her çiçeği yaz

kiraz çocukluğun senin öylece dursun

mevsimleri dönüşüne biriktiririm

rüzgarın peşinde bir deli yağmur

yağmurun peşinde o bildik yaz

kiraz gençliğin senin öylece dursun

uçursun çatımı güvercin telekleri

kumral bir sözcüğün balkonundan sarkarken

kışa düşer yüreğim şiire düşer gibi

hüznün demi oturur radyoda bir ince saz

kiraz dudakların senin öylece dursun

koynunda öpülmeye telaşlı bir güneşle

umudun bentlerini aşıp gelirsen

bir gece bin bir masala böler kendini

evim olursun beni beklersen…

Nilay Özer

Yeni bir ilkyaz daha geldi. Karşıdaki evin… Benim için her zaman bir “karşıdaki ev” olmuştur; sevdiğini, özlediğim, ama sahibi, hatta konuğu bile olmadığım bir evdir “karşıdaki ev”… Karşıdaki evin balkona gerili ipe asıyor; kadın ve erkek giysileri… Giysileri silkeliyor, silip süpürüyor, havalandırıyor, fırçalıyor. Kışlıkları dolaba kaldıracaktır, yazlıkları da ortaya çıkarıyor. Her ilkyaza giriş günlerinden bir pazar günü aynı işi yapar.

Adam balkondan içeri girdi. Yatak odasının kapısı aralıktı. Karısı yataktaydı.

Sokak kapısından sonra iki kat inilerek girilen o evden taşınmak zorunda kaldılar. Adam, alıştığı bu evi çok sevdiğini söylerken karısı haklı olarak sinirleniyordu:

— Nesi var bu evin sevilecek?

Adam, karşıdaki evin balkonunu seyredebildiği için bu evi sevdiğini söyleyemiyordu. Bütün eşya taşındıktan sonra adam boş evde yalnız kaldı. Balkona çıktı. Karşıdaki evin balkonuna baktı uzun uzun… Dalıp gitti. Balkona çıkan olmadı. Oysa akşamları o saatte çoğun çıkardı kadın balkona. Kocasıyla akşam çaylarını içerlerdi ya da adam onların çay içtiklerini düşünürdü. Karanlık basana dek bekledi. Sinemaya gitmiş olabilirler. Sinemadan çıkmışlar, kol kola yürüyorlardır. Karşıdaki evin ışıkları yandı, ama balkona çıkan olmadı. Ağlamaklı oldu karşıdaki evin ışıklarını seyrederken. Dört yıl karısıyla, çocuklarıyla birlikte yaşadığı evi büyük bir üzünçle terk etti.

Aziz Nesin / Maçinli Kız için Ev

Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar: Bir zaman gelir, onun için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı?

Bu duygunun zamanı, yoğunluğu, katlanılabilirliği evden eve, çocuktan çocuğa değişir kuşkusuz. Tek bir şey dışında: Ömür boyu bize eşlik eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu denediğimiz iç sıkıntımızın da kaynağı, kaynağı değilse bile ilk sahnesi orası. İşte oraya, o mutluluk mekânının arka bahçesine, birçok düşün olduğu gibi birçok şiirin, öykünün, romanın da imgelerini topladığı o arka bahçeye bakmamın nedeni bu…

***

Gitmek ya da kalmak: Evin bize dayattığı –yoksa bağışladığı mı demeliydim bir ikilem bu. Walter Benjamin’in Geri Dön Her Şey Affedildi adlı fragmanından şu satırlar: Tıpkı barfiksde büyük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk er ya da geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız, sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.

O kristale yakından baktığımda, gitmek yönündeki tercihlerimiz, sevdiklerimize zalimce gelebilecek özgürlük arayışımız kadar, bazen kalmak zorunda olduğumuz için çektiğimiz sıkıntının, şu bitmek bilmeyen ev ödevlerinin de payını görüyorum. Çok sonra, işler yolunda gider, şu ödevler biterse eğer, belki bir gün bize de birisi söyler: Geri Dön Her Şey Affedildi.

Bir zamanlar başkalarının onun için kurduğu düzenden kaçan, sonra kendi düzenini kuran kişi, şimdi o düzende rahat edemezse nereye kaçar, kaçamazsa ne yaşar? Eve olan inanç bir kere zedelendikten sonra, geri döndüğünüzde bulduğunuz yabancı, nüfuz edilmez, inatçı kütleyle birlikte yaşamak nasıl bir şey?

Nurdan Gürbilek / Ev Ödevi

“Dağ başını duman almış” gibi bir yürüyüş

yetinmeden, doymadan, bıkmadan, usanmadan

evleri eşya stokuna

hayatı tavşan bokuna çevirmeye doğru

her şeyi hızla magazinleştirmeye

sonra da uzun uzun şikâyet etmeye doğru

açık ve temiz havada bir yürüyüş

Çoğalan apartmanlara, gökdelenlere, azalan ağaçlara

tek katlı villalara, evlere baka baka

Süreyya Berfe

Yıldızların altında,

ıssız yol üzerinde bir an durup

önümde uzanan

ve beşiklerle, yataklarla dolu sayısız evi,

o evlerde

annelerin sevgiyle,

kaygıyla çarpan yüreklerini,

dünya için ifade ettikleri değerden habersiz

hoşnutluk içinde sürüp giden

genç hayatları

ve hepsinin üzerinde

akşamın son ışıklarını

geniş kollarıyla kuşatan

yeryüzünü gördüm.

Rabindranath Tagore

Sen elimden tutunca

Bir mavilik çökerdi gözlerime

Sonra tüm denizler çekilir

Bir orman uğultularla sarsılır

Bir güvercin sürüsü havalanırdı

Kış bürümüş yüreğimden

Sen tutunca ellerimden

Avlunun beyaz taşlarına dökülürdü

Kızıl yaprakları bir çınarın

Ve ben günlerce

O yapraklara gömülüp ölmek isterdim.

Panjurları açık kalmış eski evler gibiydik

Rüzgârda çarpan, başıboş ve ürkek

Sen elimden tutunca

Kayaları delip çıkardı bir çiçek.

Tuğrul Tanyol

yalan hepsi

yalan söyler hepsi de

sadece annemin sözüne inanırım ben

hiç yalan konuşmaz annem

ve her gün aynı sözü söyler:

CEHENNEM EVİMİZ OĞUL

Garbis Cancikyan

Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev.

Her dağ yamacına kurduğum,

Beliren her su kenarında,

Pembe damlı, yeşil pancurlu, balkonlu,

Balkonuna tırmanan sarmaşık.

Gece, pencerelerinden sızacak ışık,

Kışın tütecek bacası.

Hep geçireceğiz içimizden:

Hayat beraber, ölüm beraber…

Şu göklerin altında,

Olacağız o kadar bahtiyar

Ki çıkıp mezarlarından annemiz, babamız da,

Beyaz evimize yerleşecekler,

Uzun kış geceleri onlar da aramızda

Göz göze bakışacak, mangalı eşecekler..

Ziya Osman Saba

İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de sincap, bir gelincik. İnsan parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı.

Marguerite Duras

Evin içi tuzaklarla doludur

Sami Baydar

Eski evlerin anıları düş gibi yeniden yaşandığı içindir ki, geçmişte oturduğumuz evler içimizde sürüp giderler… Bütün bu evler zihnimizde içinde doğduğumuz hakiki, özgün evi canlandırır. O içimizde yaşar, düşlerimizde tazeler kendini. Ve doğduğumuz evden söz etmek, kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden ve atalarımızdan söz etmektir.

Alberto Eiguer, Evin Bilinçdışı

Dönüşen kent değil, evler. Gecekondular yıkılıyor, eski evler ortadan kaldırılıyor yerine koca koca binalar dikiliyor. Büyük umut bağlanan kentsel dönüşümler geleneksel yaşam alanlarını yok ediyor. Dönüşümün gerçekleştiği yerler yaşam kalitesi açısından iddia edildiği gibi yüksek standartlar getirmiyor. Yüksek olan sadece binalar. Beton silolara dönüşen apartmanlarda komşuluk, tanışıklık gibi değerlere rastlanmıyor.

Murat Ergü

Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı.

İbrahim Zeyd Gerçik / İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti

İçi insanlarla dolu büyük evler var karşıda, gene de tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı, daha doğrusu: Kimi zaman yalnız kalabilmek mutluluğun ilk koşulu.

Franz Kafka, Milena’ya Mektuplar

Eve dönmek 

kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? 

orada, arada bir beni yoklar 

intihara ayırdığım zamanlar 

bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır 

düzgün sabuklamalardan bana kalan.

İsmet Özel, Of Not Being A Jew

Birbirine ufunetli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum; ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok… çok seviyorum. Eşiklerinde soluk yüzlü, çıplak ayaklı, ürkek ve sessiz çocukların, ellerinde ekmek kabuğiyle ve çerden çöpden yapılmış oyuncaklarla, ağır ağır, düşünerek ve gülmeden oynadıkları bu evlerin arasında kendi evimi ararım ve âdeta güç bulurum, çünkü bunların hepsi benim evim gibidirler.

Evde kimse yoktu; kapıyı anahtarımla açtım, girdim ve her zamanki âdetimle alt kat sofada epeyce durarak, hareketsiz etrafıma bakındım. Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir: Evimizin bütün ruhu, kederleri ve neş’esi orada görünür, her günün hâdiseleri tavana, duvarlara, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk ve bazan da ancak bizim görebileceğimiz gizli bir işaret ilâve eder. Bu sofa canlıdır: Bizimle beraber kımıldar, değişir, bizimle beraber dağılır, toplanır, bizimle beraber uyur uyanır; bu sofa aramızda sanki üçüncü bir simadır ve güldüğü, ağladığı bile olur. Bu sofa dört köşedir: Ortada sokak kapısı, iki yanında birer pencere. Pencerenin yanında bir ot minderi. Minderin yanında yemek masası. Masanın yanında iki sandalye. Bu sofada oturulur, yemek yenir, misafir kabul edilir. Benim her girişimde, orada, hareketsiz duruşum, beni bana gösteren bu çehreye bakmak içindir.

Ve baktım: Minderde üst üste konmuş iki yastık. (Demek annem biraz rahatsızlanmış ve buraya uzanmış.) Masanın yanında rafın önüne çekilmiş bir sandalye. (Demek annem en üst raftan bir ilâç şişesi almış) . Ha… İşte masanın üstünde bir şişe: Kordiyal. (Demek annem bir fenalık geçirmiş.) Minderin üstünde ıslak, buruşuk bir mendil. (Demek annem ağlamış.)

Benim de bu şişeye, iki yastığa ve bir mendile ihtiyacım var, ben de Kordiyal alacağım, uzanacağım ve ağlayacağım.

Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

Ben Başkasının Evi Olsaydım

Ben başkasının evi olsaydım

sahibim, o yalıçapkını, birine tutulurdu

evinde ziyaret etme kadını, derdim;

evin hem bedeni vardır hem ruhu

Alışkındım daldan dala konmasına da, onu

hiç bağışlamazdım, aldattığı için kadından

başka evi olmayan bir koca-çocuğu;

kadının kocası evdir, bahçeyse dostu

Ben de bir evim, ruhumun penceresi

gözlerimi yalnız bırakın, derdim, nasıl

yalnız bıraktıysanız o evi birlikte;

bakalım açılır mı ikinizden bir bahçe

Ben başkasının evi olsaydım

taşınırdım sizden daha yalnız bir semte

Haydar Ergülen

evimizin içi bir yangın yeri

kapımız açılmıyor son kıştan beri

Haydar Ergülen

İki yabancı kedi miyiz ne

başka sokaklardan aynı evde buluşmuş

Haydar Ergülen

Derin mesâib ü ehvâle karşı mahfûzum,

Dolaşmıyor senin üstünde şimdi ölüm.

Ağaçların gülerek bir bahar-ı diğerle,

Güneş ve kuşları tutmakta taze ellerle;

Rükûd-ı sâyede açtıkça râz-ı çeşm-i kamer

Havuzlarında açar deste deste nilüfer…

Sevimli ev… Bugün altında aşkı bekliyorum,

O penbetıfl-ı melek-çehre nerdedir? diyorum

Ahmet Hâşim

Pencere, en iyisi pencere;

Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;

Dört duvarı göreceğine

Orhan Veli

Evin sözleri

ağırdır evin sözleri

Haydar Ergülen

Babaannem derdi ki: İnsan kısadır oğlum

ve bilmezden gelir kısalığını, bilseydi

yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi

Haydar Ergülen

evimi bir sokakla aldattım, üstümde

ay var bu gümüş semtinde bir sokağın

üçüncü katıyım, deniz bana bakıyor,

ben artık yalnızca denize karşıyım

üstüme gelme ay hanım, Kuzguncuk otelinde

iyilik katına çık, senin konukların ağır,

ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım

ruhumun bir otelde ilk kalışı bu

aynı, oda, aynı yatak, aynı aynada

birbirimizi ilk görüşümüz, başka veda yok,

üstümdeki yabancıyla uyumalıyım

ruh semtinden kayık açma ay

hanım! sana hazır değilim, senden yanayım

kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden

Kuzguncuk otelinde iyiliğin katı çok

yıldızlar gibi çık çık bitmiyor ay hanım,

sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun

ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım

Haydar Ergülen

Ölüler, ölüler her yerdesiniz!

Ne zaman aynaya baksam,

Görünüveriyor babam…

Bahçem, odam, sofam,

Nereye geçsem, nereye çıksam;

Hâtıram!

Ziya Osman Saba

Ne kadar istiyorum, akşamleyin, ezanda,

Eski bir evde olmak, orda, Eyüp Sultan’da;

Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım.

Ziya Osman Saba

Ne zaman o sokağa yolum düşse şimdi,

Ayaklarım geri geri gider.

Evler cansızdır elbet, insanlar vefasız,

Komşumuz başkalarına komşuluk eder.

Yabancı perdeler aşılmış penceresi,

Bir vakitler içinde çocuğumun oturduğu.

-Yeni kiracılar evlatsız besbelli

Şimdi birkaç saksının durduğu.

Söz birliği etmiş şimdi saksılar, perdeler,

Elektrik lambasıyla değiştirilen fener.

O sokağa ne zaman yolum düşse, bir ses:

Günler geçti, geçti, geçti… der.

Ziya Osman Saba

Modern ev yaşamı, gittikçe akıl dışı konuma gelen çıkarcı aklın ufaladığı birey-insanın güçsüzlüğünü, yalıtlanmışlığını, anlamsızlığını duyumsadığı Orta Çağ manastır hücresi niteliğini almıştır.

Serol Teber

Ne derlerse desinler, doğrusu okumak kadar zevkli bir şey olamaz! İnsan kitap dışında her şeyden o kadar çabuk bıkıyor ki! Kendi evim olduğunda şahane bir kitaplığım bulunmazsa çok kötü hissedeceğim.

Jane Austen / Aşk ve Gurur

Eve dönüyorum denilebilir ama döndüğüm yer evim değil. Bunun nedeni belki de bir evimin olmaması. Ya da daha doğrusu, evimde olmadığım zaman kendimi daha fazla evimde, evim gibi bir yerde hissediyor olmam. Öyleyse insan ne zaman evindedir?

Barbara Cassin / Nostalji:  İnsan Ne Zaman Evindedir?

Hani bir sevgilin vardı

Yedi sekiz sene önce,

Dün yolda rasladım

Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü

Konuştuk ordan burdan,

Evlenmiş, çocukları olmuş

Bir kız, bir oğlan.

Seni sordu

Hiç değişmedi, dedim,

Bildiğin gibi..

Anlıyordu.

Mesutmuş, kocasını seviyormuş,

Kendilerininmiş evleri..

Bir suçlu gibi ezik,

Sana selâm söyledi.

Behçet Necatigil

hem tetik bulun ardında biri olmasın 

hanidir ben bu evde saklanıyorum 

adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum 

gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum 

Attila İlhan

Emek çektim bir ev yaptım erenler

Yine bu güzele bildiremedim

Bahar geldi çiçek bitti ot bitti

Toprak güldü taşı güldüremedim

Pir Sultan Abdal

Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı 

Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu 

Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu 

Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım.

Ziya Osman Saba

Eşyalar beni tanırdı yer verirdi bir koltuk

Sandalye benim için yanaşırdı masaya

Ördüğü dantellere benzerdi karım

Çocuklar avcı görmüş ceylanın gözlerine

Bir kez daha ben bu eve benzerdim

Ölmüş anne resminin çerçevesine

Köprüsüz ırmaklar aramızdan geçiyor

Ev odayı ısıtmıyor oda yalnızlığımı

Bir kuyuya düşer gibi düşüyorum şiirlere

Evim büyük istasyona benziyor sanki

Ama yolcu binemiyor bir kez daha trene

Abdülkadir Budak

şairim ben, varlığın evinde oturuyorum,

düzgün ve temiz tutuyorum onu,

her gün silip süpürüyorum,

havalandırıyorum yeni esintilerle.

buna karşılık, Ev Sahibim de

kira almıyor benden.

belki takıp peşime bir turna sürüsünü,

bir sözcük katarını,

bir gün geri getirebilirim diye

onlarla birlikte,

çocukluğunuzu, geçmişinizi,

yaşlandıkça alçalan, daralan,

git git mezara benzeyen evlerinize.

Cahit Koytak

Hüzünleri içerine atarsın,

Kahırları lokma diye yutarsın,

Olanları düşündükçe batarsın,

Ev üstüne yeni bir ev kurulmaz.

Çıkarırlar sığıntıya adını,

Alamazsın yaşantının tadını,

Dökemezsin kimselere derdini,

Ev üstüne yeni bir ev kurulmaz.

Nedim Uçar

Bir ev çizeceğim bölümsüz doğu-batısız

Verin ellerimi

Verin ellerimi

Kişiler çizeceğim

Cengiz Bektaş

Ne ev-durur düzülmiş hûb u dil-ber

Aña beñzer içinde bî-had evler

Ne dürlü nesne varsa ol ulu ivde

Olur bu kici evlerde musavver

Ahmedî

boş ev

sıkıntılı ev

gençliğin baskınına kapalı ev

karanlık ev ve güneşin hayali ev

yalnızlık, fal ve kuşku evi

perde, kitap, dolap ve resimler evi

ah ne denli dingin ve gururla geçiyordu

garip bir su akıntısı gibi

bu terk edilmiş sessiz Cumalarda

bu sıkıntılı evlerde

benim yaşamım

aaah ne denli dingin ve gururla geçiyordu…

Furuğ Ferruhzad

Belli, Allahım, besbelli,

Onu var eden.

Senden gelen her şey o: her sabah doğan güneş,

Her yıl dönen bahar, kuru toprağa yağış.

Senden,

Bu eve bu bağış.

Ziya Osman Saba

Ben daha yokum

“Sizi kendi şehirlerime götürmeliydim”

demişti adam. “Kendi sokaklarıma, 

çıkmazlarıma, durmadan taşındığım, 

hiçbirini unutmadığım evlere”.  

Donmuş gibi dinlemişti. Saydığı şehirlerin 

hepsini su ikiye bölüyordu. Andığı sokaklar 

hiçbir rehberde kayıtlı olamazdı.  Evlere 

gelince: Onları belki unutmamıştı, ama 

bir daha uğramadığı nasıl da belliydi.  

“Ben yokum” demek istemişti birden, “ben 

daha yokum”. “Bu ev, bu sokak, bu şehir

bu şehri ikiye bölen su daha yok.”

Çoktan susmuşlardı oysa.

Enis Batur 

Orda bir ev var, uzakta

O ev bizim evimizdir.

Yatmasak da, kalkmasak da

O ev bizim evimizdir.

Ahmet Kutsi Tecer

Dostlarım ev eşyamdı, bir bir gitti diyorum.

Artık boş odalarda ölümü bekliyorum…

Necip Fazıl Kısakürek

Dolandım dolaştım boşandı yağmur

Saçım ıslak kunduram çamur

Eve döndüm yağmur getirdim

Ev yeşerdi ben yeşerdim.

Necati Cumalı

Şimdi bir başına kalan ev gibiyim gibiysem

bir başka yetim olan şiirin suçu yok bunda

ev neyse şiir odur, babadır neyse oğul da!

Haydar ErgülenEv, bir insanın ve kültürün kimlik kartı gibidir. Bu yönü dikkate alınınca ev, Bachelard’ın dediği gibi, cansız bir dam altı olmaktan çıkar ve içinde oturulan mekân geometrik mekânı aşar. Mekân ile insan arasındaki karşılıklı etkileşimleri araştıran Bachelard’a göre ev bir ruh durumudur. Bunun için Bachelard, özellikle içinde doğulan evlerin salt bir fiziksel nesne olarak görülmemesi gerektiğini söyler. İnsan varlığının ilk evreni olan bu evler hâtıra izleriyle doludur. Evi bir barınak olmanın ötesine taşıyan en önemli unsur insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük birleştirici güçlerden biri olmasıdır. Bachelard’a göre ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi; çünkü ev, insan yaşamında, kazanılmış
şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev insanı doğanın fırtınalarına karşı koruduğu gibi, hayatın fırtınalarına karşı da ayakta tutar. Bu anlamda evin maddî ve manevî olarak iki yönü vardır. Yani ev, aynı zamanda hem beden, hem ruhtur.

H. Elçi / Roman ve Mekân Türk Romanında Ev

Derin mesâib ü ehvâle karşı mahfûzum,

Dolaşmıyor senin üstünde şimdi ölüm.

Ağaçların gülerek bir bahar-ı diğerle,

Güneş ve kuşları tutmakta taze ellerle;

Rükûd-ı sâyede açtıkça râz-ı çeşm-i kamer

Havuzlarında açar deste deste nilüfer…

Sevimli ev… Bugün altında aşkı bekliyorum,

O penbetıfl-ı melek-çehre nerdedir? diyorum

Ahmet Hâşim

git gel altmış adım

odaları katarsan yüz on

eşyalara çarpmadan

dolaş evinin derinliğinde

mutfakta, sevdiğin kadın

sevdiğin kadında geçen yılların

birlikte dolaştığın parkeler ve halılar boyunca

evinde yolculuk

zamana boyun eğiş

Tuğrul Tanyol

Seneler aktı gitti, artık ne kuş, ne anne

Biçare yaşlı asma sarardı ve çürüdü.

Kapıyı, duvarları vahşi otlar bürüdü,

Ve ben, ben ağlıyorum, o günlerin peşinde.

Alphonso de Lamartine

Öğretmen: “İçinde Ev olan bir cümle yap!”

Kara tahtaya yazıyor: “Ev Karadır!”

Furuğ: “Ve sen ey sevginin soluğu seni coşturan nehir… bize doğru ak! Bize doğru ak!”

Furuğ Ferruhzad

Hergün daha da büyüyor yüreğimdeki yırtık

Annemi anılarda bile bulamıyorum artık

Babamın hemen ardından gitmesi gerekmezdi

Evinin badanasını yarım bırakıp erkenden

O gün bugündür bana gülden önce gelir diken

Dedim ya anahtarını yitirmiş bir kilidim

Hayatta ben en çok annemi sevdim

Abdülkadir Budak

ev bomboş : burda yalnızlık bekler :

ışıltı ve gölge; sesin gizlendiği

sinip sığındığı kapı arkası. odada

sessizliğinden korkan sessizlik,

burda bekler : boşlukta tutunan körlüğü.

Hayati Baki

Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; acıyorum ona. Yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu.

—Yarın Fatmahanımlar gelecekmiş seni görmeğe, dedi.

—Yarın evde yokum ben.

—Nereye gideceksin?

—Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben.

—Elalem ne diyor biliyor musun? Eksiği var onun, diyor.

—Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.

Yusuf Atılgan

Evimin en yüksek penceresinden

Beyaz bir mendille veda ediyorum

İnsanlığa armağan şiirlerime.

Ve ne mutluyum ne de üzgün.

Bu alın yazısı şiirlerimin.

Fernando Pessoa

Evler Evlilik 

aşkı ehlileştirir

Kuzu kuzu oturur bir kenarda

kırlent gibi durur

o kısa ömürlü vahşi

Süreyya Berfe

Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti.

Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele,

iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra,

İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.

Birhan Keskin

İlkokul öğretmenin sol elini beğenmedi, bırak dedi,

Solak ne öretmenim diyemeden bıraktın kalemi sağ eline.

Çocuklar travmatik oluyorlarmış boşanınca babayla anne

O ne ki, bizimkiler kaç evi başımıza yıktılar her mahallede.

Birhan Keskin

sen ve ben

dalında eğreti güz yaprakları

aramızda uçurum rengi bıkkınlık

varız zannederek yok oluyoruz

Ayten Mutlu

-Aynı Evde İki Yalnız-

evler tek katlı da olabilir, yüz katlı da

iş bunda değil

yeter ki sokaklarımızı ezmesinler yeter ki

temiz çevik güleryüzlü görsünler hizmetimizi

çıplak duvarlara diyeceğim yok taze ve canlıysalar

dar pencereler giyotini hatırlatır bana

pencere dost sözü gibi rahat ve geniş olacak

Nazım Hikmet

Bir şey demeden ayrıldım ordan.

Bu evdeki insanlar, dedim, kendi kendime,

soru sormaktan vazgeçmeden önce yanıp ölmeyi

hak etmişler.

Doğrusu, dostlarım, bir insan,

bastığı yerin ne denli kızdığının farkında değilse

ve orada durmaktansa, neresi olursa olsun

başka bir yere gitmek zorunluluğunu duymuyorsa

söyleyecek hiçbir sözüm yok o insana.

Bertolt Brecht

O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Kadının hayali minnacık bir evdi,

bahçesinde ebruliii

hanımeli

açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.

Ve elleri öyle büyük işler için

hazırlanmıştı ki devin,

yapamazdı yapısını,

çalamazdı kapısını

bahçesinde ebruliiii

hanımeli

açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Mini minnacıktı kadın.

Rahata acıktı kadın

yoruldu devin büyük yolunda.

Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,

girdi zengin bir cücenin kolunda

bahçesinde ebruliiii

hanımeli

açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,

dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:

bahçesinde ebruliiiii

hanımeli

açan ev..

Nazım Hikmet

mendil satıcıları eve dönmüştür

bakışları, ansızın her şey hüzne dönmüştür

dışarıda kırbaçlayan bi soğuk rüzgâr

nasıl söylesem şu zulüm; geçim derdi

en çok o ıslak yerden hissedilir

kefenler içinde tanrı, her gece o evin konuğu

Tuğrul Keskin

Gözümde tüttüğünüz her akşamüstü aynı resim:

Sayfalarda ellerin, solgun bir güllü desen

-hasret ne vakte kadar –

Kapatırken kitapları metal çağ, beni sizden

Başka hiç anlayan olmadı – evimize gidelim.

Hüseyin Cahit Kerse

kalbim, güzel evim

Çiğdem Sezer

oğlumun gülüşünü duyuyorum hâlâ

evimin eskiyen duvarlarında

kokusunu, geçtiğim tüm denizlerde

saçlarına vuran ışığın gürültüsünü

kalbimin alt güvertesinde

Tuğrul Tanyol

Ol perî teşrîf için gam-hâneme va’deylese

Yarı yolda tâlihim eyler peşîmân döndürür

(O peri kederli evimi onurlandırma sözü verse,

Talihim, onu yarı yolda pişman eyler, geri çevirir.)

Belîğ

Neden yolculuk yapmaya katlanamıyorum artık. Neden hep kaybolmuş bir çocuk gibi “evime dönmek” istiyorum hep? – ama anneciğim orada yok artık. Anneciğimle “konuşma”ya devam etmek (paylaşılan konuşma var olmanın kendisidir) iç konuşmayla yapılamaz (ben hiç onunla böyle konuşmadım), yaşam biçimiyle yapılır: Gündelik hayatta onun değerlerine göre yaşamayı sürdürmeye çalışıyorum: Onun yaptığı yiyeceklere, onları kendim yaparak kavuşmak, onun ev düzenini, onun o eşsiz yaşam biçimi olan, gündelik yaşam biçimi olan etik ile estetiğin o birleşimini korumak. Oysa evdeki ampirik düzenin bu “kişiliği”ni korumak yolculukta olanaklı değil. O ancak benim evimde olanaklı. Yolculuk etmek, benim ondan ayrılmam demek -o şimdi yokken bu fazlasıyla böyle- çünkü o artık gündelik yaşamın en özeli olmasından başka bir şey değil. 

Eugenio Borgna – Ruhun Yalnızlığı

işte evine dışarıdan bakınca görülen

hüznünün kepenkleri

hüznünün kapı zili olduğunu.

Ama çalmıyorsun kapımı.

Ama çalmıyorum kapını.

Mario Benedetti

Gelip çattığında kederin zamanı

Kim hatırlayacak çocuklarımın çocuklarının yaşayacağı evimi?

Keçi patikasından gidecekler, ve tilkinin evine,

Firar edecekler yabancı yüzlerden ve yabancı kılıçlardan.

T.S. Eliot

Gidip geliyorum evimin kapısına,

boşuna diliyorum yağmur ve firtına,

geçmesin istiyorum o kadın eşiği, çıkmasın dışarıya.

Giacomo Leopardi

Ve kim yaşayacak evimizde bizden sonra, baba?

Kalacak olduğu gibi.

Neden terk ettin atı yalnızlığa?

Eve eşlik etsin diye, sevgili oğlum.

Çünkü yok olur evler eğer sakinleri giderse uzağa.

Mahmud Derviş

…Kendi evimde

Hem misafir eden ve hem de misafirdim.

Baktım boş eşyalara,

Bulamadım bir iz kendimden.

Mahmud Derviş

Dedeme en son senin küslüğün ile gitmiştim. Çok ağlamış, anlatmıştım olanları. Sonra rüyamda gördüm. Galiba yanına gitmediğimiz için barıştığımızı anlamamış, hep kızıyordu bana. Başucunda hep birlikte olalım da gözüyle görsün istedim. Dedemin de buna şahit olması gerekirdi, çünkü (kabrini) son ziyaretimde sanki onun da huzurunu bozmuşum gibi hissetmeye başladım. 

*

Evlatlar, eşler, evler, hayatta var olan her şey bakım istiyor.

Ayfer Tunç / Dünya Ağrısı

Evler yıkılır, köyler olur hâk ile yeksan;

Vîran yeri, birkaç yıla varmaz, onarırlar.

Yalnız şu gönül mülkü harâb olmaya görsün

Tâmîre yetişmez onu dünyâda asırlar…

Faruk Nafiz Camlıbel 

Evde bir ölü var, farkında değil misiniz?

Stefan Zweig / Bir Çöküşün Öyküsü

Şimdi artık Pâl Sokağı Çocukları’nın arsasında kocaman çok katlı evler var. Ama ne gam: Dünyanın bütün çocukları Pâl Sokağı’ndandır!

Ferenc Molnar / Pal Sokağı Çocukları

Mesela balkon, o evin bir parçası ama sokakta ve soğukta.

Kendimi sana başka türlü anlatamıyorum.

J. K. Rowling (Robert Galbraith) / Guguk Kuşu

Sen evim ve sürgünümsün..

Mahmud Derviş

Sanki neşeliymişim gibi eve döndüm.

Kapının zilini çaldım birkaç kez ve bekledim…

Belki gecikmiştim. Kimse açmadı kapıyı.

Koridorda hiçbir nefes yok.

Hatırladım evimin anahtarlarına sahip olduğumu.

Ve özür diledim kendi kendimden:

Unuttum seni. Gir içeri!

Girdik içeri. Kendi evimde

Hem misafir eden ve hem de misafirdim.

Baktım boş eşyalara,

Bulamadım bir iz kendimden.

Mahmud Derviş

Dağ başındaki evimde,

güz saltanatını sürerken,

saatlerin en yalnızı.

Döşeğimde uykusuz yatarken,

yürek dağlayan bir geyik çığlığı.

Mibu Tadamine

Ayrılmadan daha

Toplaşır gölgesine annemizin

Fısıldaşırdık aramızda

Tanrım n’olur bağışla

Evimizi bağışla tanrım n’olur

Dokunma sofamıza

Orada gülebiliyoruz ancak

Orada adamakıllı susuyoruz

Orada ağzımız bizim oluyor

Dokunmasak da

Bejan Matur

Bir akşamdı, evimizde ecel kanat germişti,

Anneni – bir cellad gibi – vurup yere sermişti.

Ölüm ile pençeleşen bir hayatın güreşi,

Sekiz yıldan sonra dinmiş; nihayete ermişti.

Rıza Tevfik Bölükbaşı

Evim fakir, dostlarım beni terketti,

Hastayım, ziyafetlere gidemiyorum.

Gözümün önünde canlı bir kimse yok.

Kulübemin içinde yalnız yatıyorum.

Kırık lâmbam zayıf bir ışık veriyor.

Po Chü-i

15 yaşım da orduları takip ettim,

80 yaşım da geri dönebildim.

Yolda köylülere tesadüf ettim.

Acaba evin içinde kimler var?

Uzaktan evimizi görüyorum.

Servi ağaçları mezarlarda sıralanmış.

Çin Şiirleri

Seni dünya üzerinde tek başına yankılanan boş bir ev gibi bırakıp gittiğimi unutmadım.

Kemal Varol / Âşıklar Bayramı

Aliman’ın gidişinden sonra günler geçmez oldu. Daha önceki yalnızlığım yalnızlık değilmiş, gerçek yalnızlığı bilmiyormuşum meğer. Ancak üç gün dayanabildim. Sonra dünyam karardı. Evimin, hatta hayatımın da bir değeri yoktu artık. En dayanılmaz olanı da Aliman’ın akıbetini düşünmekti.

Cengiz Aytmatov

Evim.

Evime gideceğim.

Ve onu geri getirmek

için bir yol düşüneceğim.

Ne de olsa, yarın yepyeni bir gün!

Rüzgâr Gibi Geçti

Ailem beni evlendirip dünyanın öbür ucuna gönderdi

Çok uzaklara, Wu-sun hükümdarının yaban ellerine.

Çadır benim evim, keçe benim duvarlarım

Et yiyorum, kımız içiyorum.

İçimde bitmeyen bir özlem ve kalbimde bir sızı

Keşke sarı bir kuğu olsam da yurduma geri uçabilsem.

Hsi Chun

Eğer ben bir insanın

Düşman olduğunu biliyorsam bana;

Ve açsa doyururum,

Ve susamışsa su,

Çıplaksa giysimi,

Sığınmışsa evimi veririm.

Hastaysa tedavi ederim

Yaralıysa yarasına sararım

Zordaysa yardım ederim.

Hallac-ı Mansur

Gel, evime gidelim,

Bak, solgunsun, hasta…

Çalışır ederim,

Yer, içersin yanımda.

Çocuklara da bakarım,

Ne aç korum, ne açık;

Ama önce seni düşünmeliyim,

Zavallı, talihsiz çocuk!

Seni sevmiş olduğumu

Söylemem hiç sana,

Ancak öldüğün vakit

Ağlarım mezarında.

Heinrich Heine

bana bir ev yaptın

şimdi de yıkıyorsun yaptığın evi

ruhumun her yeri yıldız pencereleri

evim yok evim yok artık

evde bir ölü bekleyenim

çatım yok çatım yok artık

gövdemin çatısı gözlerim

cesedi nereye gömelim

Cevdet Karal

Ama arkadaşlık ağaca benzer,

kurudu mu,

yeşermez artık.

Ben cevap yazmadım.

Neye yarar?

Evime bile gelse şimdi,

söyleyecek lakırdım yok.

Düşmanlığımda yok elbet.

Nazım Hikmet Ran

İstanbul’dunuz evimdiniz ne güzeldiniz

Ayrı düştüğümüzü hiç unutur muyum

Metin Eloğlu

6.

İster ölüm olsun ister ayrılık

İnsan unutur mu var olduğu bedeni.

Dünya sözüm, can evim

Bir gün ağzından uzak gülerse ağzım

Tanrı gökyüzüyle boğsun beni.

12.

Ömür Hanım

Çıkarıp çerçevesinden o hayal zamanları

Silmezsem eğer hayatın harfleriyle

Her gün biraz daha tozlanacak evimiz.

14.

“Evden uzaklaş biraz

Antalya’dan çık

Mezarlığa gitme her gün

Fotoğraflar dünyayı örter

Acı soğusun

Sen Tanrı değilsin

Ölülerden değil

Dirilerden geçer zaman

Git, bir başka insana dokun…”

Ben de öyle yapıyorum

Harflerden binlerce Hatice yaratıp

Tek tek dokunuyorum hepsine

Büyüyorum, büyüyorum

Nasılsa ölüm var değil mi

Binlerce hayatla gülüyorum zamana

Gülüyor benimle birlikte Hatayi de:

Bir dedim var bin dermana değişmem.

Şükrü Erbaş

(Sıffin’den dönerlerken Kûfe dışındaki mezarlığa gelince buyurdular ki:)

Ey yalnızlık diyarının, ıssız yerlerin, karanlık kabirlerin halkı, ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş, yalnızlığa eş olmuş, korkunç ve tenhâ yerlere sığınmış kişiler, siz bizden önce yaşadınız, gittiniz; bizse ardınıza düştük, size ulaşmak üzereyiz. Bıraktığınız evlerde oturanlar var; zevcelerinizi nikâhladılar; mallarınızı paylaştılar. Bu bizim size verdiğimiz haber, sizden ne haber var?

Hz. Ali | Nehcü’l Belağa

Şimdi nerde olmak isterdim

Kadıköy’de Fikirtepesi’nde

Murat Sineması’nın karşısındaki kahvede

Ya da

Sarıyer’de iskeleye çok yakın bir evde

Ama

Burası da iyi

Halim Şefik Güzelson

Umudun en çalışkanı, hayatı incitmeyen adam

bir İstanbul çelebisi, sanki beyaz bir kuş

karanlığı topa tutan adam, mavi bir kâlp

yumuşacık bir deniz, bir geminin güvertesi

onurlu bir ömür, dürüst bir hayat

evinden ekmeğini eksik etmeyen sevgi kokusu

radyo tiyatrosu dinlerken hüzünlenen adam

Engin Turgut

Denize bakan evler gibiydim seninle. 

İlhan Berk

Gece, şi’riyle sararken Koca Mustapaşa’yı

Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.

Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;

Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.

Yahya Kemal Beyatlı

Şimdi Çemberlitaş’ta bir ev

Miniminnacık öyle durur

Penceresinde küçük bir kız

Saadeti yüzünden okunur.

Ali Püsküllüoğlu

Geçim parası için

nice yaşlının

eski İstanbul evlerinden

getirdiği eşyalar

üstüne kar koyulup

satılıyor antik

acılar çarşısında 

Sunay Akın

İstanbul’da olsam İstanbul’da olsam

Çocuklu bir dostum var kalkar onun evine giderdim

Daha olmazsa Metin’i bulurdum.

Can Yücel

Bir yerlere kadar gitmiş, bir yerlerden dönmüş gibiydim. Ölesiye yorgundum. Evim bir çorba güzelliği, ev boyundan uzun soba borusundan poyrazla savrulan bir duman çıkarırken gözümün önüne geldi.

İhtiyarlamışız. İstasyonlar artık gençlik arzuları vermiyor. Evimiz gözümüzde tütmeye başladı; kötü.

Sait Faik

Dünya sofradır insanlar ise misafir

Bugün lale olur yarın ise hazân olur.

Karanlık bir çukur kazarlar, adını da kabir koyarlar

Bana derler ki budur senin evin. 

Baba Tâhir Uryân

Şefkatli Hatice’nin evi ve Allah’ın büyük evi görünüyordu. Şehrin her sokağından acı tatlı hatıralar

ayaklanmış ona doğru geliyorlardı. Muhammed’in arzu ve hasret dolu gözleri çevredeki dağların arasında dolaşıyordu. Mekke’nin evlerinin bulunduğu vadiye bakarken, etrafa sırlar saçan bir suskunlukla hatıralarına dalmıştı. Ansızın yanaklarına dökülen iri gözyaşları bu suskunluğu bozdu ve Muhammed secdeye vardı.

Peygamber’in istirahat etmesi için Hatice ve Ebu Talibin mezarlarının yanında özel bir yer hazırlamışlardı. Sordular:

— Acaba dinlenmek için kendi evinize mi gideceksiniz?

— Hayır, Mekke’de benim için ev bırakmadılar!

Ali Şeriati / Ebuzer-i Gıfarî

yaşlandıkça alçalan, daralan,

git git mezara benzeyen evlerinize.

cahit koytak

Dost

Bu eli sıkı tut

Çarşıda evimizden uzakta

Bir pazu güreşi varsa kaybolmayalım

Geçecektir daha daha

Günler

Bilmeden kavramak nasıl

Zirvesine göz koyduğum dağlara bak

Koşup takıldığım çitlere bak

Cahit Zarifoğlu

Yavaşça in Çobanyıldızı,

Parlak ışıklarından kayarak,

Aydınlat bu yaşamımı.

Evime ve hayalime girerek.

Mihai Eminescu

Ne zaman bir dosta gitsem

Evde yoklar.

Metin AltıokBende hayat bilgisi zayıf albayım. Bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır; birlikte olabilseydik, insanlık çok yararlanacaktı bundan. Yazık oldu. Şimdi yanımda olsaydı, böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirirdi hemen. Ben bunlara çabuk karar veremem albayım: Kararsızlığımla yanımdakilerin canını sıkarım. Hava da çok soğudu albayım, eve dönmek istiyorum. Biliyor musunuz, Bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. Yoksa eve dönmek istemiyorum. Beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. Bilge’den akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba?


Neden herkes benden kaçıyor albayım? Yaşamasını bilmiyorum da ondan mı? Bir dakika albayım, karşıdan birileri geçiyor: Kadını Bilge’ye benzettim; peki erkek kim? Değilmiş. Bu köşede de fazla bekledim galiba: Gelip geçenlerin dikkatini çekiyorum. Başka bir köşeye gitmeli. Biliyor musunuz albayım, bugün Bilge’ye ne diyordum? Diyordum ki köşe başlarında bekliyorum kadınlara bakmak için. Beni kıskandı albayım. Demek ki seviyordu. Ha-ha. Ona öyle şeyler bulup söylüyordum ki, bana hayran oluyordu. Onun için diyorum ki, odama dönmüş beni bekliyordur şimdi. Eve dönmek istemiyorum albayım. Ya gelmemişse. Ne dediniz? Yazacak oyunlarımız mı var? Onlarla mı uğraşırız? Nedense bugün içimden gelmiyor. Ben artık biraz çöktüm albayım: Aklıma yeni bir şey gelmiyor. Oyunlar beni de yordu galiba. Tabii Bilge’ye belli etmedim, ama ben herhalde bu oyunlara artık devam edemeyeceğim.

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay

Uyan yârim, evimize gidelim

Emanet yaşamak çok zor geliyor.

Gerçi evlerin de bir ölçeği var

Biraz eskiyince dap-dar geliyor.

Bahaettin Karakoç

Cigaramı yakar evime dönerim…

-Gidin gemiler, gidin

Vardığınız yerlere selam edin

Gün olur bütün kaygılardan uzak

Ben de gelirim…

Turgut Uyar

Sesi duyacaksın, “yine mutfakta sen varsın” diyeceksin,

Camlar açık olacak, bir karanfil sigarası kokusu olacak evde,

Boğulacaksın!

Çisel Onat

sigara ve kahveyi saymazsak evde yalnızım

günlerdir söylüyorum;

sigara ve kahveyi saysak da evde yalnızım

Seyyidhan Kömürcü

Böylece ev yalnızca günü gününe, bir tarihsel çizgi boyunca, kendi yaşantımızın anlatısında yaşanır olmaktan çıkar. Düşler aracılığıyla yaşamımızda yer alan farklı yuvalar birbirinin içine girer ve geçmiş günlerin hazinelerini korur. Yeni evimizde aklımızda eski evimizin anıları geldiğinde, devinimsiz çocukluğumuzun ülkesine, çok çok eski olan gibi devinimsiz o ülkeye gideriz. Saptamaları yaşarız, mutluluk saptamalarını. Saklanmış anıları yeniden yaşayarak kendimizi avuturuz. Kapalı bir mekânın anıları saklaması, koruması, bu arada bu anıların imge değerlerinin de teslim edilmesi gerekir. Dış dünyaya özgü olanlarla aynı tınıya sahip olmayacaktır. Tabii, ev sayesinde anılarımızın büyük bölümü barındırılmış olur ve ev biraz karmaşıksa, mahzeni ve tavanarası, köşe bucağı ve koridorları varsa, anılarımızın da giderek daha netlikle belirlenen sığınma yerleri vardır. Yaşamımız boyunca düş kurmalarımızda dönüp dönüp geliriz buralara. Dolayısıyla ruhçözümcünün anıların yerlerinin bu basit belirlenmesine dikkat etmesi gerekir. Ruh çözümleme bir anlamda mekân çözümlemedir. Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân, bu işe yarar.

Yalnızca anılarımız değil, unuttuklarımız da içimizde barındırılmıştır. Bilinçsizliğimiz barındırılmıştır. Ruhumuz bir oturma yeridir. Ve evleri, odaları sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı öğreniriz.

Gaston Bachelard / Mekânın Poetikası

Günümüzde çoğunlukla evler ve konutlar artık oturduğumuz için inşa edilmiyor. Daha ziyade inşaat endüstrisi için ticari bir amaç, kullananlar için ise bir meta-gösterge işlevi görmektedir. Bu da özel bir mekân olarak evle kurduğumuz ilişkinin nasıl ters-yüz olduğunu apaçık göstermektedir. “Her şeyleştirme bir unutuştur”diyor Adorno ve Horkheimer, (2014: 306). Genelde mekân özelde de ev daha önce hiç olmadığı kadar hem şeyleşti ve fetişleşti hem de dönüştü. Dolayısıyla günümüzde artık çoğunlukla evlerde değil konutlarda yaşanmakla ve bunların da sürekli değiştirilmesi ile hafıza artık ne mekâna kaydolabilmekte ne de varlık kazanmaktadır. Yani sürekli bir unutuş hali söz konusudur. Farklı kuşakların ömürleri artık bir evde geçmiyor ve dolayısıyla birey ve grup hafızasına dönüşmüyor, aksine bir kuşağın ömrü birden çok evde geçiyor ve böylece mekân-hafıza ilişkisi silikleşiyor. Bu beraberinde  bir “yüzer-gezerlik” hali içinde olmayı ya da bir yere ait olmamayı getirir. Aslında bu tam da tüketim kültürünün/sisteminin arzuladığı bir durumdur. Çünkü bir yere, bir durağa veya bir tarza takılıp kalmak onun yapısına ve işleyişine uymaz. Dolayısıyla mekândan tarza, benlikten kültüre kadar pek çok hususta tüketim sisteminin bireylerde olmasını istediği şey yüzergezer olmak, bir başka deyişle göçebe bir anlayışa sahip olmaktır. Bu da insani ve insana dair duygu, düşünce, anlam ve ilişkilerin mekânsallaşmasını engellemekte ve böylece bellekte yer edinmesinin altını oymaktadır. Sonuç ise artık her geçen gün “hafıza ortamları”nı yitiren insanların sayısının giderek artmakta olduğu bir toplumda yaşamakta olduğumuzdur.

Ferhat Tekin / Hafıza Ortamından Tüketim Nesnesine Dönüşen Ev

Perili evler vardı eskiden

kimse tutmaz onları

sesler gelirdi sabaha dek

sabaha dek düğün dernek

bir mum alevi dolaşırdı camları

fıstıkların arasında beyaz

bakımsız ahşap köşkler

önlerinden korkuyla geçtiğimiz

daha çok ölüme benzer

kapılarını çalıp kaçtığımız

şimdilerde ne gizem ne giz!

Oktay Rifat

Benim de kötü geçmedi çocukluğum

Geçende oturdum da düşündüm.

Her gününde bir başka tad bulduğum,

İstanbul’un bir kenar mahallesinde,

Veya Eskişehir de evimizdeyken.

Şöyle birkaç saat düşteyim sandım

Sanki rahat bir toprakmışım da, içime

Bir cemre düşmüş gibi ısındım.

Turgut Uyar

Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!

Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!

Bir köşende annanem, dalgın Kuran okurdu;

Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.

Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;

Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı…

Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;

Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş…

Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.

Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…

Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;

Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu;

Bir yeni nesil geldi, üstüste binenlerden;

Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…

Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;

Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge…

Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;

Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!..

Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!

Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!

Necip Fazıl

Ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla

Unutmak, belki de unutmak olsun diye mi

Onu da tatmak gibi

Oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek

Ama gitmenin saati geldi

Kirli bir gömleği çıkarıp asmak

Yıkayıp kurutmak ister ellerimi

Su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da

Açınca camları – diyelim camları açtık ya sonra? –

Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim

Bilirim ama çok bilirim kapadığımı

Öyle iş olsun diye mi, hayır

Bilirim içerde kendimi bulacağımı

Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum

Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz

İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü

Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum

Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum

Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı

Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı

Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna

Değişmek

Biri mi öldü, bir mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını

Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana

Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma

Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan

Ve geçilmiyor ki benim

Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız

Ve konuşmalarımız, öyle büyüdüler ki peşi sıra

Hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız

Kahveden, meydandan, sokak içlerinden

Bulup da çıkardığımız

Konuşmalar:

Artık ne uyanmak için bu sabahlar

Ne de bekliyoruz, beklemek için değil

Üstelik ne de bir karanlıkta anlatıyoruz bu düşünceyi

Ne açıp da ağzımızı tek kelime

Yok, hayır, kaskatı durmuşuz sadece

Durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için

Evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize

Tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak

Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım

Artık adını sürdüremiyoruz gizli kalmanın

İçkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler – Hıh sığınmak!

Bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın

Belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak

Diyoruz, belki de

En önce İsa almıştır kendi söylevlerine

Sonra da biz; ya durmak, ya da bir zincirle oynamak bütün gün

Ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe

Korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için

Sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde

Bakınca duvarlara – üstelik böyle de bakmak kendimize

Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım

Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın.

“Ya ne yapmalı “ diyor annem bu geçkin çizgileri

“Yıllardır aynı evdeyiz” bunu ne yapmalı

Babam: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği

İşte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın

Bense ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın

Bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi

Sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar

Ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği

Düşünsek bile şimdiden – düşünemiyoruz ya

Üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamımıza

Hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için

Sanki bir öyküsü bu hayatı süslemenin

Edip Cansever / Umutsuzlar Parkı

Hâtırın şâd eyledin ehl-i vefâ gönlün bozup

Bir imâret yapmağa bin ev yıkan mi’mâr tek

Fuzûlî

Halkı tahrîb eyleyip de kendin âbâd eyleme

Bu cihânda ev yapıp ukbâyı berbâd eyleme

Nef’in için zâlim-i bî-rahme imdâd eyleme

Âlemi tenfîr eden ahvâli mu’tâd eyleme

Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni

Diyarbakırlı Sa’îd Paşa

În cesed hâne-i hasd’âmed bedân

Ez-hased âlûde bâşed hânedân

(Şunu iyi bil ki, bu beden haset evi gibidir. Ev halkı, bedene ait bütün duygular idrak, işitme, görme, takdir etme duyguları, haset yüzünden kirlenirler ve pis hâle gelirler.)

Hz. Mevlânâ

Kimdir bizi men’ eyleyecek bâğ-ı cinândan

Mevrûs-ı pederdir gireriz hâne bizimdir

(Bizi Cennet’e girmekten kim alıkoyabilir şaşarım; o bize (Âdem) babamızdan miras kaldı; gireriz, ev bizim evimizdir.)

Nâbî

Hayâl-i yârsiz dil kalsa vîrânî mukarrerdir

Olur her hâne sâhibsiz harâb âheste âheste

Lebîb

Bir başıma kalsam şeh-i devrana kul olmam

Viran olası hanede evlad ü ıyal var

Bir başıma kalsam zamanın sultanına da eyvallah çekmem. 

Ama gel gör ki şu yıkılası evimde çoluk çocuk var!

Aşık Dertli

Dönelim…Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır…Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 

Şükrü Erbaş

Bir evi ve o evin güzel bir sıcaklıkla ısınan havasını düşündüm;

Sevgi ve özlem dolu canların sıcaklığını,

Bir çocuğun doğumunu bekleyen o eve egemen gülümseyen kaygıyı.

Hugh MacDiarmid

Görüyorum,

gülümsüyor annem, çok uzaktaki bir

evin önünde. Üşüyorum. Kiremitler

ne güzel kokuyor.

Enis Batur

Biberyan evin içini ve aileyi daima bir cehennem olarak tasvir etti. Diğer romanları Yalnızlar ve Meteliksiz Âşıklar ’da da, daha sonra gelen Karıncaların Günbatımı’nda da aile, bütün fertlerinin mutsuzluğuna sebep olan, ama özellikle gençlerin yüreklerini daha en körpe çağlarında tüketen, onları dışa vurulamayan bir öfkeyle kör eden bir gayya kuyusudur. 

Rober Koptaş

Artık evin erkeğisin sen

Erkencisin bu konuda

Seninle büyüyecek bil ki

Uzaktaki şu baba

Ahmet Erhan

Kapı ağzında, âdeta son bir kez daha karar vermek istercesine bir an durup merakla içeriye, evimin upuzun koridoruna baktı. Yorgun ve tükenmiş nefesi ondan önce içeri girdi. Tam hareketlenip eşikten bir adım atmak üzereydi ki birden vazgeçti. Sanki o kapı ağzında çekilmiş bir fotoğraf karesinde donup kalmış gibi öylece kalakaldı yerinde.

Gecenin bir yarısı her şeyi göze alıp kapıma kadar gelmişti ama hâla kararsızdı. Nedenini ikimizin de gayet iyi bildiği eski bir tereddütle yıllarla geçmemiş, hatta daha da artmış derin pişmanlık akıyordu kırışmış yüzünden. Belki de içeride biri olup olmadığını, bu gece yarısı rahatsız edip etmediğini, evin müsait olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Aslına bakılırsa babamın o sarsak, kararsız ve pişman halinden hiçbir farkım yoktu. Ona nasıl davranacağımı, hangi duyguyla karşısına dikileceğimi, yüzüme nasıl bir ifade iliştirmem gerektiğini bulamıyordum. 

Babamın bir derdi, bir sıkıntısı vardı muhakkak. Yıllar sonra, üstelik bir gece vakti çıkıp gelmez, evimde böylesine kıvranmazdı yoksa.

Kemal Varol / Âşıklar Bayramı

Çocuk, kendisini evin emniyetiyle teselli edenlerin aslında onu bir zindana hapsedenler olduğunu fark edecek. Kendisine inandığında, kendisine güvendiğinde yürüyüp gidecek…

Kemal Sayar / Olmak Cesareti

Hayır; ona doğduğu günden beri bağlıydı. Hatta doğuşunun şartları düşünülürse, ona karşı minnettardı da. Pek az çocuk bu kadar zamanda bir eve teselli ve sevinç getirebilirdi.

Ahmet Hamdi Tanpınar / Huzur

Kalbinde bir inziva bulunmazsa, dünyada da bir rahat yüzü göremezsin. İnsanın kendinden kendine sığındığı bir ufacık hane bu; gizli bir kuytu gibi keşmekeşe kapalı ve fakat yalnız Allah’a ayan bir inziva.

Cihan Çetinkaya

Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinden cem’iyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.

Said-i Nursi

Önümde, gecenin ucuna yolculuk eden sabah yıldızı

Arkamda dünya, hane halkı….

Murathan Mungan

bir örnek ses sağanağıydı evler

hangi hayatın imlâsı bozuksa ona sığındım

hep aynı tozdu yuttuğum

bir soluk için dolanırken sokaklarda

işittiğim hep aynı âzâr:

bilmediğin hayatları dokuma asla

Kemal Varol

Öldü, yatak yorgan arasında

Aramızda yaşamış bir kişi

Evlerde, sokaklarda, kahvelerde…

Misafirliği bitti!

Celâl Sılay

Ev bireyin düşsellik alanını ifade eder ve yeni bir evin içinde de, düşler aracılıyla bütünüyle bir geçmiş yaşar. ‘insan, gittiği her yeni eve ocak tanrılarını da birlikte götürür’ ve kurulan düşler derinleştikçe derinleşir, öyle ki, evle ilgili düş kuranın önünde en uzak belleğin ötesinde düşünülemeyecek kadar eskiye uzanan bir alan açılır. Düşler aracılığıyla yaşamımızda yer alan farklı yuvalar birbirlerinin içine girer ve geçmiş günlerin hazinelerini korur. Yeni evimizde aklımıza eski evlerimizin anıları geldiğinde, devinimsiz çocukluğumuzun ülkesine, çok çok eski olan gibi devinimsiz o ülkeye gideriz. Saptamaları yaşarız, mutluluk saptamalarını. Saklanmış anıları yeniden yaşayarak kendimizi avuturuz. Kapalı bir mekânın anıları saklaması, koruması, bu arada bu anıların imge değerlerinin de teslim edilmesi gerekir.

Bachelar

Hep bu ev yüzünden. Taşınalı iki ay, beş gün oldu. Zamanın dirhemle ölçülebilir bir şey olduğunu öğrendim burada. Geçen her günü sayıyorum. Geçen her günü sayıyorum. Bu zaman zarfında çoktan yerleşmiş, iyi kötü bir düzen kurmuş olmalıydım. Oysa bir türlü yerleşemediğim gibi, sanki her an yeniden ayaklanacakmış gibi yaşıyorum. Hâlâ taşındığım günkünden farklı görünmüyor ortalık. Üst üste yığılmış kutular, açılmamış koliler arasında üstünkörü bir yaşam, geçici ve idareten… her an yeniden söküp takılabilir bir lego yuvada, oda parfümleri kadar uçucu, geçici, gidici bir düzen… insan bekârken, bir-ev-içindeki-eşyalar-içinde yaşıyor, mazisi, hikâyesi, kişisel önemi, sembolik değeri olan, kendine ait eşyalar içinde. Evlendiğinde, eşyalar-içindeki-bir-ev-içinde yaşamaya başlıyor; maziden ziyade gelecek, anılardan ziyade beklentiler üzerine kurulu, neyin ne kadarının kendine ait olduğu şaibeli bir ev içinde. Boşanmak ise, giden mi yoksa kalan mı olduğunuza bağlı olarak, ya eşyasız evler, ya da evsiz eşyalar içine konmak, silbaştan konaklamak demek.

Elif Şafak – Bit Palas

Sözcüğün bilenen anlamıyla bir yere yerleşmek artık imkânsızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilmez bir hâle gelmişlerdir: Bunlardaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir.

Ev bitmiştir… Bütün bunlar karşısında en iyi davranış tarzı bağlanmamış, arada kalmış davranıştır hâlâ… Bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur.

Theodor W. Adorno

evlerin odalara buyurgan bakması babaydı da anne kimdi

annem dört harften yapılma ev kışı bir susma şimdi–

Hüseyin Alemdar

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların 

Anneler anneler elleri balkonların demirinde

Sezai Karakoç

Anne gitti evler döndü yazlık otellere

Anne gitti ve sular buruştu testilerde

Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir

Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir 

Sezai Karakoç

-Yoksulluk bir paniktir oğlum evler için

Bir kar suyudur sızar temeline sevgilerin

Gün siyah bir tül, gelecek düş bile değildir

Ve geçmiş ağır bir taştır asılır çantasına

Diyen bir babanın bezgin, bilge sesinden geçerek…

Şükrü Erbaş

Büyük şehirlere bağlanma Mehmedim

Öyle bir şehre yerleş ki

Küçük fakat bizim olsun

Sokaklarında tanımadığın yüz

Ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın

Her ağacına elin

Her karış toprağına terin değsin

Ve kuytu evlerden birinde

Senden habersiz ölenler olmasın.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

kiracıya benziyor aşkın kederi

yerleşmeden çıksa evsiz

yerleşip kalsa yersiz

Haydar Ergülen

Evde oturuyorum, ne hüzünlü ne mutlu

ikisinin ortasında. Umurumda değil

gerçekten kendim olup olmadığım… Bilsem ne yazar!

Mahmud Derviş

o uzak evden hayatın neşesinin kaçmış olduğunu

biliyorum şimdi

bir çocuğun annesinden ayrılık matemine ağlamakta

olduğunu

biliyorum şimdi

ancak ben yorgun ve perişan

arzu dolu yolu bırakıyorum

yarim şiir, arkadaşım şiir

onun huzurlu eline ulaşıncaya değin gideceğim

Furuğ Ferruhzad

İnsan ne zavallıdır!

Kibir örter gözlerini,

Mırıldanır sonsuzluk vehmini

Şatolar, evler kurar sonsuza dek

kalacakmış gibi..

Lale Müldür

Sevgili Kızım,

Bir ölü bir evden ancak bir kez dışarı çıkar. Sen hiç bilmedin ama ben hangi eve varsam oradan her gün ölü çıktım..

Annene selamlar…

Bülent Parlak

Birisinin hüngür hüngür ağlayarak kurduğu bir cümlenin, hiç kimsenin gönlüne değmemesi kadar canım yandı o gece. Sonra, gırtlağımda yüklemi olmayan bir cümle ile eve döndüm. İnsan aptal olduğunu öğrenince eve döner hep.

Yol bitince eve döner insan hep.

İlk yenildiği yerden eve döner insan hep.

Anlaşılmadığını gördüğü yerin kıyısından eve döner insan hep.

Hayat yeterince ince davrandığında, eve döner insan hep.

Canının yandığı ilk yerden, eve döner insan hep.

Umudunu kestiği ilk yerden, eve döner insan hep.

İstenmediği ilk yerden, eve dönmeli insan hep.

Tutacak bir el bulamadığı ilk yerden, eve döner insan hep.

Konuşacak kimse kalmadığında, eve döner insan hep.

Bir acıyı ev bilince, eve döner insan hep.

Kendini suçladığı ilk yerden, eve döner insan hep.

Kimsesiz kalınca eve döner insan hep.

..

Çünkü ev seni göğsüne bastırır.

Gregor Ali Bayram / Eve Döner İnsan Hep

ev gitmemi istiyor, kızın solgun bir çiçek

kristal kül tablasını şuraya koy istersen

elini tez tut anne görücüler gelecek

Abdülkadir Budak

Kısa bir zaman öncesine kadar insanlar doğdukları şehirde yaşar ve ölürlerdi. Modern zaman insanı evini kolay terk edebiliyor. Bellek uçucu ve uçarı. Kök salmıyor, derinlere inmiyor. Bireylerdeki “mekansal” ev algısı, “geçici” ev algısına dönüşüyor. Mekanın değersizleşmesi, meskun olmanın toplumsal ilişkilerinden bizi mahrum bıraktığı için, dikkatimizi harekete, yer değiştirmeye ve küresel hız kültürüne tevdi ediyor. Oysa ev, Bachelard’ın dediği gibi, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biridir. Evin öğüdü, yaşamlarımızda sürekli bir yankıdır.

Bugün mahremiyet adası ve tahayyül mekanı olmaktan çıkararak sığınaklara dönüştürdüğümüz modern ev, artık adeta evdeki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak eğlence merkezleri gibi tasarlanıyor. Bireycilik, ev içindeki yaşama da olanca hızıyla etki etmiş ve evin her odası ayrı bir interaktif yaşam alanı gibi tasarlanmıştır.  Birbirimizden ayrı, yan yana yaşayabildiğimiz bir eğlence merkezi olarak ev. Bir tefekkür, dayanışma, manevi bir çekim merkezi olmak yerine bir oyalanma adacığı. İşte bu evin anlamdan boşalmasıdır. Çocuğun kendisini daha geniş bir bütünün parçası, karı kocanın birbirlerini daha yüksek bir mefkurenin taşıyıcısı olarak algılamadığı bir ev, anlamdan boşalmıştır.

Aileyi bir arada tutan şey yakınlıktır. Menfaatsiz, teklifsiz, hesapsız, maskesiz, sadece kendi olmanın tatlı huzuru. Ev yuva olmaktan çıkarılıp bir eğlence merkezine veya bir pansiyona dönüştüğünde, herkesin başının çaresine bakması gerekecektir.

Kemal Sayar

Bir kadının gittiği, evden belli olur. Kadın giderken düzeni götürür bir kere. Yaşayan ev sarsılır. Ev dediğiniz şey küçük büyük elementlerden oluşur. Kadın olan evde, erkeğin anlayamayacağı bir denge vardır elementler arasında. Erkek her birine vakıf olduğunu düşünse bile, onların nasıl bir uyumla işlediğini bilemez. Kadın gidince evin dokusu bozulur, susuz kalmış çiçeğe benzer, solar. Küçük şeylerin izi silinir. Eşyanın dili tutulur, ev sağırlaşır.

Ayfer Tunç / Suzan Defter

Ev, insanın ailesinin olduğu yerdir.

John Boyne / Çizgili Pijamalı Çocuk

Kör adam yalvarıyordu, Ne olur, biri beni evime götürsün.

Eve girdiklerinde kör adam, Çok teşekkür ederim, size verdiğim rahatsızlık için beni bağışlayın, artık başımın çaresine bakabilirim.

José Saramago / Körlük

Bizler uzaktakilere çok iyiyizdir

Çektirimiz yakınlara

Dalgalarda çünkü

___ Ne kadar kalırız ki?

Paslanmak sıkıntı

Barındığımız koylarda

Sanırız ki

Bir çekişme, bir kavga

Zaman zaman yakınlar

Sonra anlarız ki

Neresi gene sütliman.

Behçet Necatigil

EV ÇÖLÜ 

Alev alev yanıyor temmuz ortası sokak 

Sıcak olanca evde 

Delikli taşlara demin dökülen su 

Tuzlu bir tortu oldu düştüğü yerde 

Kızgın saç mı bastığım tahta 

Camlar akkor mu saydam 

Boşuna açsam kapasam 

Emmiş yakan sıcağı pencere, perde 

Yaprak kımıldamıyor, gevşek, bitkin, 

Dağılırken eşya 

Tıkayan sıcakta bunalıyorum 

Senin kadar ben de. 

Keskin parıltıda kamaşır göz 

Bezgin, içerlek erirken kurşun 

Evlerde kalmanın dehşetini duydum 

Senin kadar ben de.

Akpak gemilerin pır pır eden tenteleri 

Temmuz çölü uzarken süzülür mavilerde, 

Gecenin azıcık serinliğini bulsak 

Daha çok ilerde. 

Behçet Necatigil 

Necatigil’in şiirlerinde ev, dış dünyaya karşı korunaklı bir iç dünya sunsa da insanoğlu, onun “ güvenli” dört duvarıyla sınırlanmaktan çok memnun değildir.İçeriden dışarıya merakla, özlem le,  arzuyla bakan birey, yine de dışarıya çıkmaya cesaret edemez ve ev, giderek daralan bir çembere, kaotik bir yapıya dönüşür. “Kurşun” şiirinde ev içi yaşam -ev dışı yaşam ikilem indeki çizgisiyle değerlendirilir bireyin yaşamı:

KURŞUN

Bitkinim, bitkinsin

Saçlar ağarır ümitlerle beraber

İnsanların evi olması

Büyülenmiş gibisin.

Satırlarda soldu yüzün

Kalabalık evlerde eğreti

Üzgünüm, üzgünsün

Mumlar eridi.

Sokaklar, eğlenceler uzakta

Farkında bile değilsin

Hasadını esirgeyen toprakta

Bitkinim, bitkinsin.

Çökmüş siperlerden kurtulan yorgun

Askerleri düşün

Yer altında saatler

Yılları ömrümüzün

Bilmezden gelsek de

Gün sönmeye başladı

Seneler eriyor cenkte

Yaşamaya vakit kalacak mı?

Diyelim kurtardık hayatı

Ya ansızın yalnızsak

Ya külçeleşir de ayaklar

Yürüyemez olursak

Ya da askeri düşün

Tam çıkmışken siperden, bakıyorsun

Pusudaki tepelerden

Bir kurşun.

(Necatigil 1953: 26-28)

Şiirde, kendine ait bir eve sahip olma, bir aile kurma heyecanıyla o evle birlikte tükenen insanın yaşamı, siperlerdeki askerlerin yaşamıyla paralel bir çizgide verilmiştir. Zorluklar karşısında birey için siper görevi gören ev, bir süre sonra siperlerden çıkmaya cesaret edemez hale getirir  ; siperden çıkılsa bile yaşamın güzelliklerini görebilecek hali ya da zamanı olmayacaktır bireyin. Şiirin son kıtası bu düşüncenin en vurucu olarak aktarıldığı bölümdür; siperden çıktığı anda vurulup düşen asker imgesi, evden ve sorumluluklarından sıyrılmaya cesaret ettiği anda yaşam karşısında yenik düşecek bireyi düşündürmektedir. Böylece başlangıçta istekle sığınılan ev, Necatigil’in şiirinin ilerleyen evrelerinde kimi zaman “dar dörtgen”e kimi zaman “hücre”ye ya da “çöl”e dönüşür:

Dar dörtgeni nasıl kırsın bu gövde

Eşleri mi, evleri mi, çocuklar destan

“Birey” (Necatigil 1958: 22)

“ Bütün yazdıklarım da varımdır. Bana çatmayan bir şey yankımaz bende. Aldığımı vermişimdir” (Necatigil 1983c: 463) diyen Necatigil’in şiirlerinde evin ve evler içinde yaşayan aile bireylerinin yaşamlarını bu denli yalın ve gerçekçi bir üslûpla aktarabilmesi, daha da önemlisi, herkesin yaşadığı sıradan hayati şiirleştirebilmesi, onun sanatının gücünü kanıtlar. Evlenmenin sadece aşkla bir yuva kurmak değil, bir evin ve ailenin sorumluluğunu, bir daha vazgeçememek koşuluyla üstlenmek anlamına geldiğini, bunun da kişinin bireyliğini sınırlayan ve giderek yok eden bir durum olduğunu farkeden Necatigil, onun için eve ve odaya kapanır. Bu kapanış, yaşam dan kaçış değildir; çünkü o, günlük yaşamın vahşi koşullarını yerine getirmekten arta kalan zamanda bireyliğini yaşayabilmek ve huzuru bulabilmek için eve sığınır ama farkeder ki, evin içindeki yaşam da tüketici bir değirmendir. Bu durum da bireye tek seçenek kalır: Odaya kapanmak. Oda, bireyselliğin en güçlü yaşanabildiği, en korunaklı kabuktur ve her ne kadar ev içi yaşamdan ve dış dünyadan izler taşısa da, kişiyi darlığıyla bunaltsa da, özgürlüğün yaşanabileceği tek mekândır.

G. Gonca GÖKALP-ALP ASLAN/ Behçet Necatigil’in Şiirlerinde Mekânın Poetikası 

sonra madem insan kal adında bir beladır

insan dalgın bir belgedir kendisiyle hayat arasında

neden eve dönmekten ibarettir hayat

neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir:

devletin ve Allah’ın en iyi fikridir kış

bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba

Seyyidhan Kömürcü

– Bana gittin diyosun baba ama ben gitmedim, gidemedim, kalamadım evim nerde bilemedim; çünkü aklımın bir tarafında bir köşesinde hep sen vardın, seninle bu… bu olmamışlık, bu küslük… insanın dönebileceği bir evinin olmaması ne demek biliyo musun baba? Elimi neye attıysam kurudu. Karım öldü. Bir zamanlar aynı yola baş koyduğum arkadaşlarım reklam şirketlerinde, iktidar borozanı çalan gazetelerde acıyıp bana iş verdiler. köpeğe kemik atar gibi… kendilerini temizlemek, ruhlarını temize çıkarmak için… dur! konu bu değildi. ben başka bişey diyodum. hah tamam. ev diyodum. baba buraya niye geldim biliyo musun! Deniz’e bir oda ver, onu yanına al, burada büyüsün, bi evi olsun, gidecek başka hiçbir yeri yok.

– Yaa, gördün mü evlat ne demek, zor geldi demi, bakamıyon demi çocuğa, gördün mü evlat ne demek

– Gördüm baba, görmem mi hiç, peki sen hiç bir çocuğun büyüyeceğini görememek ne demek bunu bildin mi? Hiç bilir misin bu duyguyu? Hayat devam edecek, birileri yeni kitaplar yazacak okuyamayacaksın, yeni filmler çekilecek izleyemeyeceksin, sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken dinleyemeyeceksin… Bunlar kolay alışır insan; ama onu büyürken izleyememek, yanında olamamak, ilk kız arkadaşını göremeyecek olmak,

– Baba! yüreğim yangın yeri gibi biliyor musun? gözü arkada kalmak böyle birşey galiba…kaç gündür onu itmek istiyorum bana sarılınca, beni sevmesin diye kaç gündür uğraşıyorum ama yapamıyorum… onun hayatında yutkunamadığı bir yumru olacağım için de kendimden nefret ediyorum! ona bir oda ver baba, bir evi olsun, ama zaman zaman da çıkıp gidebileceği bir ev… ona söylemek istediğim o kadar çok şey var ki… sen söyle ona baba… ona de ki…

Babam ve Oğlum filminden

Ev neresidir? Nereye evimiz diyeceğiz? Şair Robert Frost’un cevabı : ‘Ev, oraya gitmeniz gerektiğinde, sizi içeri almaları gereken yerdir’.*

Günümüz toplumunda ev; giderek bir yuva, bir güvenli sığınak olmaktan çıkıyor ve hayal kırıklığının, iletişimsizliğin adresi oluveriyor.

*

Bir kırılma, bir endişe çağında yaşıyoruz. Yurtsuzluğun maddi ve manevi bütün izlerini üzerimizde taşıyoruz. Sığınacak bir liman, ruhumuzu sükûna erdirecek bir ev arayışındayız.

*

Şu anda her ev bir “uğultu değirmeni”. Televizyon sesi, dışarıdan klakson sesleri. İnsanın içine girip huzur bulabileceği bir kovuk yaratmak çok zor.

*

İnsanın evi anlaşıldığı yerdir.

Kemal Sayar

Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) rivayet ediyor:

“Üç şey saadet alâmeti; üç şey de bedbahtlık alâmetidir. Saadet alâmeti olan üç şey şunlardır: 

Gördüğünde suret ve ahlâkından hoşlandığın. Namus ve malın hususunda kendisine güvendiğin dindar kadın. 

Rahat yürüyen, seni yormayan, sıkıntıya sokmayan, dost ve ahbabına kolayca yetiştiren iyi bir binek. 

İçinde yeterli eş­yası bulunan rahat ve geniş bir ev.

Bedbahtlık alâmeti olan üç şey ise şunlardır: 

Gördüğünde su­ret ve ahlâkından rahatsız olduğun, dili ile sana eziyet veren, sen yokken namusu ve malın konusunda kendisine güvenemediğin ka­dın. 

Yürütmek için vurduğunda seni yoran, kendi haline bıraktı­ğında seni dost ve arkadaşlarına kavuşturmayan, yarı yolda bırakan tembel ve yavaş binek. 

Dar ve yetersiz eşyası bulunan ev.”

*

“Kişi evinde Kur’an okursa ev, ehline karşı genişler ve melekler de orada hazır olur. Şeytanlar kaçar, evin hayır ve bereketi artar. Kur’an okunmayan eve gelince o içindekilere dar gelir, melekler orayı terk eder, şeytanlar istila eder, hayır da azalır.”

*

Peygamber Efendimiz, “Allah bir kavim için hayır murat ederse onlara bir hediye ikram eder.” buyurmuş, sahabeler “Ya Resulüllah nedir bu hediye?” diye sorunca Peygamberimiz “Misafirdir çünkü misafir rızkı ile gelir, giderken de Allah Teâlâ ev halkını bağışlar.”

Hz. Muhammed (sav)

Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız. 

Nur / 27

Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helakini arttır.

Nûh / 28

Evlerinizde oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 

Ahzâb / 33

Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek bir çok güzel yer ve bolluk (imkan) bulur. Kim Allah ve Resûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükafatı Allah’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Nisâ / 100

Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı.

Nahl / 80

Ben artık kalkayım. Kalkıp gitmeye isteksiz bir misafir gibi söylüyorum bunu, ikna edilmeye müsait, biraz daha oturup kalmaya, çene çalmaya gönüllü bir misafir gibi. Ama ev sahibi başını öte yana, pencereye çevirmiş, uzakta bir yerleri izliyor. Yüz çevirip bir yere uzun uzun bakmak, git demektir aslında.Evimden gidiyorum.Gökhan Ergür

Abuzittin Bey

Toriğini çalıştır kaşalot
Gır geçme
Çaparize gelirsin sonra zıngadak

Kasıntından denizler bulanıyor
Bamya tarlası mı sandın dünyayı
Bak atı alan Üsküdar’ı dolanıyor

Her gün ağzın dört köşe
Ama çıngırağı çektiğinin resmidir
Kim dedi sana rüzgâra karşı işe

Asma sakal takma bıyık
Behey ıspanakzade
Bu gidişin sonu karanlık

Tenhalarda bocurgat yaparsın
İşin gücün haminto
Bilirim her taşın altında varsın

Fazla viraj alıyorsun ağır ol
Eşekten düşmüş karpuza dönersin sonra
Aheste çek kürekleri kendine gel

Bu devran böyle kalmaz
İmam kayığı yanaştı mı iskeleye
Gözünün yaşına bakan olmaz

Baba mirası değildir hayat
Söylemesi benden
İşlet toriğini bay kaşalot

Suat Taşer

Geçmiyor gülmekle hüznüm, belki ağlarsam geçer

Zannederdim aşkımı bir şûha bağlarsam geçer
Yâr eliyle yâremi bir kerre dağlarsam geçer
Bitmiyor âh-ü figanım bülbül-i şeydâ gibi
Geçmiyor gülmekle hüznüm, belki ağlarsam geçer

Nurettin Rüştü Bingül

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserinin kaybı gibi bir şeydir 

Eski İstanbul’da mimarînin saltanatına rekabet eden başka güzellik varsa, o da ağaçlardı. Fakat buna rekabet denebilir mi? Doğrusu istenirse, ağaç, mimarîmizin ve bütün hayatımızın en lutufkâr yardımcısıdır. Beyaz mermerle, yontulmuş taşla uyuştuğu kadar, harap çatı ile, süsleri bakımsızlıktan kaybolmuş, yalağı kırılmış çeşme ile de uyuşmasını bilir. O güneşin adına söylenmiş bir kasideye benzer.

İstanbul’a gelen seyyahların hepsi ağaçlarımızın güzelliğinden bahseder. Lamartine’in Theophile Gautier’nin İstanbul’u, Lady Craven’in İstanbulları ağaçla, yeşillikle doludur. Şark’ta Seyahat”i okurken insana çok defa Lamartine’in bir bahçeden bahsettiği duygusu gelir. Eski gravürlerde, estamplarda görüldüğü gibi bazen bütün bir mahalle tek bir ağacı açmak, yahut bir korunun yeşili arasında kırmızı çatının hendesî şeklin farkını koymak için yapılmış zannını verirdi.

Büyük mimarlarımız ise, daima eserlerinin yanı başında birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel terkiplerinden biriydi. Bazıları daha ileriye gider; cami veya medrese avlusunun hendesî cenneti ortasında çınarın, servinin yetişmesi, gülün açması sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı. Zaten eski Türk bahçesi, üslûp -bahçe olarak- bu idi. Mimarlık ile ağacın bu işbirliğinin şimdi İstanbul’da en iyi, galiba biricik örneği, eski saray köşklerinin arasına sıkışmış olanlar bir yana, Süleymaniye müzesinin avlusudur.

Küçük, büyük her çeşmeyi iri gövdeli bir çınar yahut servi beklerdi. İşlenmiş mermerin üstüne aydınlığın nimeti onun fırınında pişmiş taze bir ekmek gibi düştüğü gün, mimarî kendisini bulmuş sanılır. Mimarın veya hayrat sahibinin diktiği ağacın büyüdüğünü görüp görmemesinin ehemmiyeti yoktu. Dikilmiş olduğunu bilmesi yeterdi. Bilirdi ki toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye, semte, hattâ cemiyete ve bütün bir imana emanet edilmiş bir değerdir.

Ağaç sade mimarlık zevkimize ve şehirciliğimize girmez. Eski şiirin mücerret dünyası bir halı desenine
benzeyen servi, çınar, kavaklarla doludur. Fakat asıl büyü masallarda geçer. Çocukluğumda dinlediğim bir masalın şehzadesi, kulaktan aşık olduğu peri kızına, altında akan bir çeşme ve yanı başında Bâkî’nin boyunu poşunu o kadar hayranlıkla övdüğü cinsten bir servi bulunan, yukarıda anlattığımız cinsten bir namazgahta kavuşur. Öğrettikleri gibi çeşmeden abdest alır, ağacın dibinde namaz kılar ve dua ederken, üç defa üst üste: “Mesina, uzat saçının bir telini, al Mustafa’yı yanına…” diye bir ses işitir. Servinin derinliklerinden üç defa: “Alamam, dayıcı-ğım, insan oğludur, çiğ süt emmiştir.” cevabı gelir. Fakat dördüncüsünde serviden bir saç teli uzanır. Masalın sonunda Mesina çiğ sütle beslendiği için unutkan olan aşığına kendisini hatırlatmak için, üzerinde aynı çeşme ile servinin tasvirini -tabiî gözyaşlarıyla- dokuduğu bir seccade gönderir, o da başını bu seccadeye kor koymaz aynı sesi işiterek Mesina’yı hatırlar ve ona döner.

İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: servi ve çınar. Şehrin bilhassa dışarıdan görünen umumî manzarasını daha ziyade Karacaahmet, Edirnekapısı, eski Ayazpaşa ve Tepebaşı gibi servilikler yapardı. Boğaziçi’ndeki o çok uhrevî köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz bu iki ağaçla çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî terbiyemizde onların büyük payı vardır.

En çok sevdiğim ağaç çınardır. Geniş, pençe pençe yapraklan, munis dev gövdeleriyle onlar bana Peçevî’nin anlattığı o sefer meşveretlerinde söz alan, kumandanlara yol gösteren, akıl öğreten serhat gazilerini hatırlatır. Gerçeği de bu ki her çınarda bir dede edası vardır. Onlar toprağımızın hakikî gururudur; belki dedelerimiz o heybetli vakarı, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal’in Itrî’yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.

O dehâ öyle toplamış ki bizi Yedi yüzyıl süren hikâyemizi dinlemiş ihtiyar çınarlardan…
İstanbul gittikçe ağaçsız kalıyor. Bu hâl aramızdan şu veya bu âdetin, geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler arkasından başkaları geldiği için veya kendilerine ihtiyaç kalmadığı için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir. Yerine bir başkası dikilse bile o manzarayı alabilmesi için zaman ister. Alsa da evvelkisi, babalarımızın altında oturdukları zaman kutladığı ağaç olamaz…

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserinin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hattâ biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünde şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul’un her semtinde sütunları devrilmiş, çalısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eserler her gün biraz daha bozuluyor. Âdeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.

Ne olurdu, çocukluğumda tanıdığım o her şeyi bilen, bir kere öğrendiğini bir daha unutmayan meraklı ihtiyarlara benzeseydim!

Burada İstanbul’un ağaçlarından sadece şikâyetle bahsetmez, onları tanıtır, Bentler’den, hattâ Belgrat
ormanından Çamlıca’ya İçerenköyü’nden Çekmeceler’e kadar bütün bahçeleri, koruları, bir uzleti tek başına bekleyen ulu ağaçları, Çamlıca köşklerinin debdebesinden son kalan ve çok yüksekten açılmış şemsiyeleriyle yaz gecelerimizi dolduran o geniş nefesli gazellere benzeyen fıstık ağaçlarını, yumuşak kokulu ıhlamurları, sararmış endamları İstanbul sonbaharlarına sarı kehribardan aynalar biçen kavakları, sade isimleriyle İstanbul semtlerine şahsiyet ve hâtıra veren sakız ağaçlarını, küçük taş basamaklı sur kahvelerinin süsü asmaları teker teker sayardım.

***

İstanbul, büyük mimarî eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hattâ iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hâl ile, yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir. Şüphesiz bunlarda da asıl öz gene mimarlığındır. Fakat bu mimarlık Bayezıt, Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Sultanselim yahut Yeni Cami gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren bir saltanat değildi: Bunlar şehrin mahremiyetinde âdeta eriyip ona karışmış hissini veren küçük camiler, medreseler, büyüklerin yanında en mütevazı nisbetlerine indirilmiş çeşmelerdir; ve zaten kendileriyle değil içlerine girdikleri terkipler güzeldirler. Birdenbire hiç beklemediğimiz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akasya veya asma, küçük ve üslupsuz bir türbe, yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar. İlk bakışta tanzimi büyük bir gayrete muhtaç olmayan bir tiyatro veya opera dekoruna benzeteceğiniz bu köşe, biraz derinlcştirilse, şehrin tarihinden bir parçadır. Türbede fetih günü şehit düşen bir veli yatar. Camii III. Mehmed zamanının bir defterdarı yaptırmıştır, çeşme I. Abdülhamid sarayının kadınlarından birinin hayratıdır. Yanı başındaki mezarlıkta, herkesin malı olan bir Hüvelbâki’nin altında büyük bir hattat veya musiki ustası gömülüdür.

Bu küçük köşeler kadar çekici ve zevkli şey pek azdır. Bunlar bir yığın inanç, gelenek, şevki tabiî hâline gelmiş zevk ve birçok tesadüf ve hattâ asırların ihmaliyle olmuş terkiplerdir. Gülü, serviyi, yahut çınarı yetiştiren her mevsim erguvanı kızartan, salkımların kandillerini asan, tabiatın cömertliğinden başka hiçbir israf ve debdebeleri yoktur. Onlar zaman içinde damla damla teşekkül etmiştir. İstanbul’un Üsküdar ve Boğaziçi’nin hemen her tarafında bu cins köşelere sık sık rastlanır. Bazıları ayaklarının ucuna takılmış deniz parçasıyla bulundukları yokuştan uçmağa hemen hazır görünürler. Bir kısmı fetih yıllarından bir parça gibi asil ve eskilik havasında yaşarlar. Hepsinde ağaç, su, taş, insanla  geniş ilhamlı bir ruh gibi konuşur. Bizim asıl peyzajlarımız bu köşelerdir. İstanbul halkı onları yaşarken yapmıştır. Kâinata ruhlarındaki birlik çerçevesinden bakan insanların eseridir. Pek az yerde sanat ve mimarî gündelik hayata bu kadar yakından karışır. İşte, İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Beş Şehir

Esareti bir kafes içinde olmaktan ibaret sanmayın. İnsan, söylenmesi gereken yerde susuyorsa esirdir.

Hayat bir mizansen gibi türlü kapılar açıyor sana. Ve her kapının ardında, yeni bir kapı daha! Yürüyorsun; belki yoruldun belki henüz erken vazgeçmek için. Vesveseler de bırakmıyor yakanı. Lakin yürüyorsun; çünkü insan yürümekle mükelleftir, kapılar yürüsün diye var.
*
Kalabalıklar arasında herkes yalnız. Bu kanıya varmak zor olmadı. Yaşadığımız devir, maalesef herkesi yalnızlığa sürüklüyor. Kalbini açmak zayıflık, düşünmek taşlanmak demek. Nezaket gereksiz, anlam değersiz, samimiyetin de bir karşılığı kalmadı. Herkes birlikte ve fakat yalnız.
*
Dünyada gurbette olduğumuza kesinkes inandım; buna, tecrübe ederek iman ettim. Çünkü bütün heyecan ve hevesler vakti gelince terk ediyor insanı. Aradıkları arasında, bu dünyaya ait bir arzu kalmıyor. Kaygılar ve hüzünlerse muhkem, hem de kudretli; tıpkı bir mültecide olduğu gibi.
*
Zamanla hiçbir yere ait olamadığını fark ediyorsun; daima muallakta ve asılısın boşlukta. Ortasındasın ve fakat ne uzak ne yakın, içinde veya dışında da değilsin olanların. Bir şahit gibi müşahede ediyorsun her şeyi, hepsi bu.
*
Hayat mutlak değişkendir; daima bir değişimin merkezindeyiz. Koşullar, zaman, varlık, düşünceler ve dahi hisler bile değişir. Bu da insanı her defasında yeni bir tecrübeye itiyor. Kırk kere aynı yoldan geçse, kırkı da başkadır. Tekrar eden hataların sebebi, işte bu değişimdir.
*
Herkes kendi penceresinden, manzaranın daha doğru olduğunu iddia ediyor. Elbette doğrunun ne olduğuna dair kesin bir kanıya varmak mümkün değil. Lakin bir değil bir’den fazla pencereden bakmak, bizi kesinlikten alıkoyar. Doğru, bir yanıyla veya ucundan değil bütününden anlaşılır.
*
Ümidin tükenmesi için büyük hadiseler gerekiyor. Tekrar yeşermesi içinse, küçücük hadiseler bile yetiyor. İnsan daima tutunmak istiyor çünkü, boşlukta kalamaz. Nihayet içindeki bu dürtü, insanın, yaradılışı itibariyle tutulduğuna, serazad ve/veya boşlukta olmadığına delalet eder.
*
Allah kimseye taşıyamayacağından fazla yük yüklemez. Bakıyorsunuz, kiminin sırtında bir dağ var, kiminin sırtında tüy. Fakat her ikisi de aynı ağırlıkta. Zira yükü sırtlayanın gücü ancak o mesabede. Bu sebeple, kimsenin yükü küçümsenecek kadar az değildir.
*
Daha beteri gerçekleşene kadar, bütün dertler büyüktür. Derdin cüssesi büyüdükçe, evvelki dertler ehemmiyetini kaybeder. Allah bizi, büyük imtihanlardan sakınsın; küçücük dertleri büyütelim gözümüzde, razıyım.
*
Etrafında cereyan eden hadiselerin farkında olmasan, bir yükümlülük sahibi de olmazdın. Lakin aksine, farkındasın olan bitenden ve elinden hiçbir şey gelmiyor. İşte bunun adı çaresizlik. İnsanın en büyük elemleri, farkında olmakla başlıyor.
*
Bir toplumda mâkul insanların sayısı azalıyor veya sözlerine itibar edilmiyorsa, belaların da ardı kesilmez. Kurtuluşu dini, siyasi veya ideolojik zeminde arayanlar, asıl noktayı kaçırıyorlar. Kâinat boşluk kabul etmez; mâkuliyetin olmadığı yerde, her zaman bağnazlık zuhur eder.
*
Mâkul insan bulmak ne kadar zor; ezberleri tekrarlamayan, düşünen, yumuşak sözlü, esnek, prensip sahibi ve de yerinde davranan kimseleri bulmak çok zor. Nesli tükenen bir canlı gibi, kalanları korumaya almak gerekiyor.
*
Hassasiyet sahibi kimseler, düzenin çarkları arasında ezilmeye mahkûm. Zarafetle davranıyor, hissediyor ve düşünüyorlar, lakin dünya katı, nobran ve acımasız. Öyleyse nihayeti nedir bu çıkmazın? Hassas kimseler, bu dünyaya ait olmadıklarını bilsinler.
*
Düşünürsen, dünyada ağlanacak şeyler, gülünecek şeylerden daha fazla. Lakin bir define arar gibi arıyoruz saadeti; bir umut, sıcak bir tebessüm veya gönülden bir söz ile mutlu olmaya çabalıyoruz. Çünkü başka türlü tahammül etmek zor.
*
Bazen iki seçenek arasında kalır insan; hangi birini tercih edeceği hususunda kararsız kalır. Sanıyorum burada doğru olan, masumiyeti yitirmeyeceğimiz seçenek olmalıdır. Elimizdeki en kıymetli nesne masumiyettir. Zedelenirse, hiçbir tercihin nihayeti saadet getirmez.
*
Bunca hırsın sonu hüsrandır. Dünya, kendi için savaşanları, mağlup etmekle meşhurdur çünkü; herkesi cezbeder ve fakat kimseye yâr olmaz. Bazen kılıcı kınına koymalı, kadere teslim olmalı. Nihayetsiz hırs, sahibini tüketir.
*
Karanlıktan daha karanlık veya beterden daha beteri de var. Olmaz artık, dediğin ne varsa olabilir. İmkânsız görünen bile imkân dahilindedir. Daha kötü ne olabilir ki, diyerek ahvali küçümsememek gerek; zira kaderi sınamak tehlikelidir. Daha kötüsü de mümkün.

*
Düşen tutunacağı dalı seçemez, der bilge. Haklıdır, lakin bir yalana yahut günaha tutunmaktansa, düşmek, ayakta kalmaktan yeğdir. Haysiyetiyle düşen, yine haysiyeti ile ayağa kalkabilir. Ve fakat sırf ayakta kalmak için aldanan, düşmese bile her şeyini kaybetmiştir.
*
Aleni ahlâksızlıklar, ümidin azalması, devamlı huzursuzluk, yoksunluk, ardından kapıda bekleyen yoksulluk, aklıselim ve de kalbiselim kimselerin azalması. Gökyüzünden taş yağmaz bazen, depremler sarsmaz üzerindekileri. Belaların cismi değişebilir, lakin manası değişmez.
*
Güzel sözler duymaya ihtiyacı var insanın; umuda, birkaç kelimeye tutunmaya ihtiyacı var. Herkese her şeyin çok görüldüğü bir çağda, bunu çok görmeyin. Güzel sözü esirgemeyin, belki de bir kimsenin ekmek ve su kadar ihtiyacı vardır duymaya.
*
Okumaktan maksat nedir? Bana kalırsa okumaktan maksat, devamlı veya çok okumak değil, okuduğundan anlam çıkarmaktır. Bu zaviyeden; kitabı, insanı ve dahi tabiatı okumak, ondan bir mânâ çıkarmayı zaruri kılar. Yoksa mefhumun adı, okumak değil sade bakmaktır.
*
Kalbimizde bir elek var sanki; incelikler geçebiliyor, kaba veya katı olanlar aşamıyor bu seddi. Sözler, sesler, haller ve dahi eylemler, ne kadar incelirse, kalbe tesiri de aynı mesabede kolay olur.
*
Neticesine tesir edemeyeceğimiz hadiseler için kendimizi fazla yıpratıyoruz. Hem fikri hem de kalbi zahmetle yoruyoruz. Umursama, demek kolay. Umursa, lakin neticeler Allah’ın kudretindedir, bunu da asla unutma.
*
Zamanında tahammül etmek zorunda kaldığımız şeylere, bir süre sonra umursamaz oluyoruz. Aslında tahammül sınırını aşan her ne varsa, alâkamızdan ayrılıyor. Bana kalırsa, neticeler arasında en dehşetli olan da budur. Bir cevaba dahi layık görmezsin. Umursamadığın, yok hükmündedir.
*
Bunca kötülüğün veya ahlâksızlığın ortasında, iyi bir insan olarak kalmak için fazla sebebimiz yok. Ama yine de çabalıyoruz değil mi? Kötülükten sakınıyor ve kirlenmeden, temiz kalmaya çalışıyoruz. Son kişi kalana kadar, bu, dünyada hâlâ bir ümidin olduğuna dair delalettir.
*
Bazı kimseler zamanla insanlara küsüyor, kapanıyorlar kendi içlerine ve artık münzevi bir hayatı tercih ediyorlar. Nedenlerini anlıyorum; onlara kızamaz veya bir mânâda bulunamayız. Maruz kaldıkları kötülüklerden kaçıyorlar; bütün yollar tükeniyor ve inzivaya iltica ediyorlar.
*
Maruz kalıyoruz çoğunlukla. Bir tercih hakkımız olmuyor veya kaçamıyoruz olmakta olandan. Kötü haberlere, sözlere veya nefrete istemeden maruz kalıyoruz. Böyle bir işkence altında, sağlıklı kalmak mümkün değil. Daima güzeli ve iyiyi aramaktan başka çıkar yolumuz yok.
*
Herkes haddini bilse daha yaşanır bir dünya kurabilirdik. Fakat, nasıl olsa utanmayacak, diyerek, birçok hususta susmak zorunda kalıyoruz. Kanaatimi soracak olursanız, yine de muhatap olmayın. Nasıl olsa utanmayacak! Beyhude çabanın bir faydası olmadığı gibi sarf edene zararı var.
*
Memnuniyetsizlik bir huy olarak tezahür ettiği zaman, dünyayı ayaklarına serseniz dahi memnun edemezsiniz. Lakin bazı kimseler küçücük şeylerden bile memnun olabiliyor, çevresine zahmet vermiyor. Zahmet vermeyen, iki dünyada berhudar olsun.
*
Dünyadan bir yolcu gibi gitmekteyiz. Sırtımızdaki yük ne kadar hafif olursa, yolun zahmeti de o kadar az olur. Yükleneceksek, muhakkak bir kıymeti olmalı! Zira kimse yanında fazlalık götürmek istemez; öyleyse, faydası olmayan hiçbir şeyi de kendimize yük etmememiz gerek.
*
Kendini fazla önemsersen, beyhude kırılırsın. Önemsemez isen, yanından değil üstüne basarak geçerler. Aslına bakarsanız, bunun bir kararı var; ne büyük ne de küçük, arada bir yerdedir insan. Anlayabilirse yerini, dünyada daha emin bir yer yok.
*
Musibetlerin; ölümlerin, hastalıkların veya belaların ardından, her şey anlamını yitiriyor. Arzuların, gayelerin bir anlamı kalmıyor. Lakin belki de tam tersidir; musibetlerin ardından, bütün anlamlar susuyor ve hakikat diriliyor. İnsan ne için yaratıldığının anlamını kavrıyor.
*
Büyük imtihanlar, kendinden en emin olduğun zamanlarda vuku bulur. Malûmunuz; insan daima iddiasından vurulur. Böylelikle, kesinlik kavramını lügâtimden çıkardım. Beyaz kirlenebilir, siyah da tozundan arınabilir. Emin olmamanın, emin olmaktan daha güvenli olduğuna inanıyorum.
*
Henüz sınanmadığı sürece herkes iyi ve masumdur. Mühim olansa, sınandığı halde iyi kalabilmektir. Bir çıkar, ikbal veya arzu neticesinde, birçok kimsenin yüzündeki iyilik maskesi yırtılır. Asıl imtihan da burada; kaybetmeyi göze alarak iyi ve namuslu kalabiliyorsan, insansın.
*
Her eylemin veya kimsenin, evveli ve de ahiri vardır. Lakin ona ortasından bakarsanız, muhtemelen yanılırsınız. Maalesef, zanda bulunmanın büyük bir sorumluluk olduğunun farkında değiliz. Ortasından baktığımız herkesi yargılarsak, geriye yalnız pişmanlıklar kalır.
*
İbn Arabî’ye göre, kimi zaman ibadette bulamadığın feyzi, bela ve mihnette bulursun. Zira zahirde durumlar başka görünür, batındaysa bambaşka. İnsan bunu idrak etmekten nakıstır. Lakin bir emniyete sığınabilir: Allah dilediğini, dilediği hâl ile kendine yaklaştırır.
*
Bazı belalar, bizi daha büyük belalardan koruyan sedlerdir. Böylelikle, belanın bizzat kendisi, aslında derman olabilir. Lakin insan bunu hemen anlayamıyor. Uzun bir zaman sonra, yürüdüğü uçurum kenarını görüyor; bileği burkulmasaydı, belki de yürümeye devam edecek ve düşecekti.
*
Bütün samimi insanlar, birbirinin yakinidir; merhamet sahibi ve/veya nefret sahibi kimseler de buna dahil. Burada mühim bir irtibat var! Hiç konuşmadığınız ve hatta hiç tanımadığınız bir kimseye yakınlık duymanız bundan. İnsanda belirgin olan hâl, ancak cinsiyle irtibat kurar.
*
Her devirde nezaket sahibi kimseler azınlıktadır; merhamet, zarafet, hakkaniyet veya samimiyet sahibi kimseler azdır. Elbette, cevherin kıymeti de nadir olmasından kaynaklanır. Kişi kendi kıymetini bilsin, çünkü insanlar bilmezler. Tevazu cevheri parlatır, lakin fazlası karartır.
*
Bütün kederler, beklentilerden doğar; eylemin kendisi ve dahi neticenin beklediğimiz gibi olmaması azaptır. Bu nedenle, daima cebimizde bir ihtimâl daha bulundurmamız gerekiyor; vazgeçmek veya başka bir yol mesela. Ucunda ölüm yoksa, muhakkak bir ihtimâl daha vardır.
*
Bazı hakikatleri insan kendine itiraf etmekten çekiniyor; doğrusunu biliyor, lakin cesaret edemiyor. Çünkü itiraf ederse, bütün koşullar değişir; eskisi gibi düşünemez, hissedemez veya konuşamaz. Belki kavga etmesi gerekir ve belki de bulunduğu yeri terk etmesi gerekir.
*
Kalpte yankısını bulamayan bir sesi türlü hikâyelere veya kimselere benzetmeye çalışırız. Lakin beyhude, benzemez. Sonra kaçarız insanlardan. Herkes hayatının bir döneminde yalnız kalıyor; çünkü bu sesi duymak için çevresindeki herkesin susması gerekiyor.
*
Nasıl bir insan olmalıyım, sorusundan ziyade, nasıl bir insan olmamalıyım, sorusu daha mühim sanıyorum. Böylelikle kendinize yakıştıramadığınız hiçbir şey olmak zorunda kalmazsınız. İyiliğin yolu muğlaksa veya kaybolduysa, kötülükten sakınmak iyiliktir.
*
Doğrusu insan hemen olsun istiyor, arzuları, emelleri hemen gerçekleşsin istiyor. Lakin vaktinden evvel hâsıl olan her ne varsa, muhatabına zarar verir; yanlışlara, hatalara, günahlara sebebiyet verir. Bir emel, demini almadan gelirse, insana müjde değil zulümdür.
*
Bazen kendimi dünyadan ayırmam gerekiyor. Beraber yürüyoruz bu yolu elbet. Lakin boğuyor bazen, sıkıyor insanın içini. Bekle, diyorum burada, bekle. Birkaç satır, biraz müzik ve biraz da gökyüzüne iltica ediyorum. Nasıl olsa insan gelir ve gider, dünya yerinde kalır.
*
İnsan kusurlarından kurtulabilir, lakin kusur arayan bakışlardan kolay kolay kurtulamaz. Kendimizi, insanlara ispat etmeye çabalamakla ömür tüketmek, beyhude kürek çekmektir. Zira insan, ancak Allah’a ispat ile yükümlüdür.
*
Hayatımız boyunca, önem sırası durmaksızın değişir. Bir zamanlar kalbimizi hırpalayan meseleler, artık komik gelir. Veya zamanında umrumuzda olmayan meseleler, birden hayatın merkezine yerleşiverir. Değişen dünya değil, baktığımız yerdir.
*
Sakınmak, insan karakterinin en belirgin özelliklerinden bir tanesi. İnsanın kabul ettiklerinden ziyade, nelerden sakındığına bakarak, onunla alâkalı bir kanıya varabiliriz. Çünkü kabul etmek kolay, sakınmak zordur, irade gerektirir.
*
Bir kimseyi veya nesneyi, hayatınızın merkezine aldığınızda, kendiniz bir merkez olmaktan çıkarsınız. Artık onun bir esiri ya da uydusu gibi bağlı yaşamaya mecbur kalırsınız. İnsan hür yaratıldı, kendini mahkûm etmesi akıl kârı değil.
*
Aklımda sayısız soru ve ihtimâl, kaygılanmam gereken hususlar da var, biriken yapılacaklar, okumalar. Lakin kendime bir fincan kahve alarak müzik dinleyeceğim. Kendine zaman ayırmazsan, zaman sana bu ayrıcalığı tanımaz.
*
İnsanları üslubundan tanıyorum. Bu bir meziyet değil elbette. Hakikaten bir kimsenin üslubu, onun kalbini de ayan ediyor. Üslubu temizse, kendi de temizdir; zarifse, kendi de zariftir. İncitmiyorsa kelimeleri, kalbindeki hisleri de yumuşacık ve narindir.
*
Hayatımızdan beyhude tükenen zamanı çıkarsak, elimizde belki de birkaç gün kalır. Sermayesi hızla erimekte olan bu adama merhamet edin, diyen buz taciri gibi, zamanı faydalı kullanmak zorundayız; çünkü tükenen zamanın telafisi olmayacak.
*
Meseleye uzaktan bakarsanız, daha iyi anlarsınız. Bir ilişkide mesafeyi korursanız, daha az incinir ve incitirsiniz. Birini uzaktan tanırsanız onun tehlikelerinden de emin olursunuz. Yakın kalabilmek için, belirli bir uzaklık gerekiyor.
*
Sabretmek gerekiyor; sabrederken sebat etmek. Onu kalpte korumak gerekiyor. Sahih arzulardan bahsediyorum. Dile getirmemek, vazgeçme ihtimâlini elde bulundurmak ve azimle çabalamak, sebat etmek gerekiyor. Tevekkülse dördüncü kapıdır; açılmadan, diğer kapıların hükmü kapalıdır.
*
Elde etmek mi istiyorsun, ısrar etmemelisin, der Cibran. Arzuyu öldürmeden, nasipler dirilmiyor. İstemenin de bir esrarı var çünkü. Arzular inatla değil ondan vazgeçme ihtimalini ve de dirayetini gösterebildiğin ölçüde gerçekleşiyor.
*
İnsanın idraki, ancak ufku kadardır. okuyarak, dinleyerek veya izleyerek, sınırlı, sığ ve yüzeysel nazarı, geniş ve derin bir bakış açısına devşirmemiz gerekiyor. “Göllerinizi, okyanuslarla değiştirmelisiniz” der Byron; çünkü anlam, göle sığmaz, okyanustadır.
*
Tüketmeden bırakmıyoruz. Bir hissi, nesneyi, sözü veya zevki sonuna kadar kullanıyoruz. Yarım kalanlara dair inancım eskiden başkaydı. Lakin sanıyorum, bazı şeyler yarım kalmalı artık; damağımda hoş bir lezzet bırakmalı. Tükenenin yerine yenisi konmuyor.
*
Kavgalar, ayrılıklar, öfkeler veya sevdalar yeni değil; dünya dönüyor ve durmadan kendini tekerrür ediyor. Kendini sanık zannediyorsun, lakin tanıksın. Bu nedenle kendini fazla yargılama, her olan ve bitene müdahil olup sanık sandalyesine oturma.
*
Bazı kimselerin anlamaktan, inanmaktan, samimiyetten veya sevgiden nasibi olmuyor maalesef. Böyle kimselere kızmanın bir mânâsı yok sanıyorum; çünkü içine düştükleri bu mahrumiyetin azabını en çok kendileri çekiyor. Öyleyse onlar adına ancak üzülebiliriz.
*
Sakalımda beyazlar, İsmet Özel’in şiir yazmayı bırakması, hayat pahalılığı, sokaklarda öfkeli insanlar, betonla katledilen İstanbul ve kalabalık yığınlar, ama herkes yalnız! Savaşlar, yokluklar, yalanlar, türlü ahlâksızlıklar ve karşısında savunmasız insan.
*
İnsan hayatında sürekli bir sükûnet arıyor. Düşünürken, otururken, konuşurken veya yanı üzerine yatarken, durmadan arıyor. Bir masal ülkesi kadar uzakta belki, bazen yalnızlıkta bazen de yakınlıkta belki. Nerededir bilinmez, lakin insanı çağırmaktan vazgeçmiyor.
*
Kaygı, bir kavuşamama korkusu, belirsizlik ve dilemmalar örgüsü olarak tezahür ediyor. Fakat artık anlıyorum; Allah’ın vermediklerine de rıza gösteriyor ve memnun olabiliyorsan, kaygıların azalıyor.
*
Katlanmak, alışmak demek değildir. Alışırsan, vaziyeti kabul edersin ve bu alışkanlığın zamanla karakterinin bir parçası olur. Katlanırsan, burada bir kabul yok; zaruret var. Bu nedenle alışmıyorum dünyada cereyan eden yanlışlara veya günaha. Katlanıyorum.
*
Bazen yadırgıyorum yerimi, ahvâlimi. Sanki olmam gereken yerde değilim; yolu mu şaşırdım, geç mi kaldım, bilemiyorum. Aidiyetten yoksun, bir boşlukta kürek çekiyorum sanki. Fakat bileğimde hâlâ kuvvet var; çünkü umman varsa, dokunduğu kıyı da vardır, inanıyorum.
*
Çaresiz kalınca anlıyorsun, arzunun beyhude olduğunu; emeklerine, kaybettiğin zamana, azmine acıyorsun. Arabî, “Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi” der. Neyi arzuladığımız ne kadar mühim! Hakiki gerekçelerin olsaydı, çarelerin de olacaktı.
*
Bu dünyada her şey yarım kalır. Bu nedenle, bir yere varmaktan ziyade yolda olmak daha mühimdir. Neden ve neticeden değil niyetinden sorumlu insan. Kesilse nefesi, yarım kalsa da menzili, niyeti dahilinde yolu tamamlamış sayılır.
*
Kimseden bir beklenti içinde olmaz, ümit etmez veya takdir ummazsanız, söz ve eylemlerinizde özgür olursunuz. Esareti bir kafes içinde olmaktan ibaret sanmayın. İnsan, söylenmesi gereken yerde susuyorsa esirdir.
*
Anlayışlı yahut mutedil bir kimse olmanın, bir tür zayıflık olarak görüldüğünün farkındayım. Çünkü anlayışlı kimse hakkından, kârından, yeri gelir saadetinden bile vazgeçer. Bunlardan vazgeçmek inanın hiç kolay değil. Öyleyse zayıf olan kim, kuvvetli olan kim?
*
Anlayışlı insanları çok seviyorum; kimseye zahmet vermeden, hayatı parmak uçlarında yaşıyorlar gibi. Yokuşa sürmüyorlar ya da yük olmuyorlar. Aksine, yük alıyor ve muhataplarını hafifletiyorlar. Kalabalıklar arasında, nadide bir cevher gibi parıldıyorlar.
*
Okuduğun veya duyduğun bir cümle, birden yağan yağmur, hafif bir esinti ya da sıcak bir tebessüm, her şeyi değiştirebilir. Birkaç harfin yanyana gelmesine lüzum yok; sözün sonsuz lisanı vardır. Kimi kulağa kimi akla kimi de kalbe ayan olur. Duyabilirsen, değişir her şey.
*
Huzurun mekândan münezzeh bir tarafı var. Nerede olursan ol, güzel bir gece, sessizlik ve sıcak bir kahve, hatıra gelen birkaç mısra ve ardından ince bir nağme, seni olduğun yerden başka bir yere doğru sürüklüyor.
*
Kendi dışımızda cereyan eden olaylara bir müdahalede bulunamıyoruz. Nihayet sözün tesiri, sıkıca sıktığımız yumrukların da bir mânâsı olmuyor. Kâinatta her şey, zerreden bütüne doğru hareket eder. Kendi içimizde bir sükûnet sağlamadan, dışarı tezahür etmiyor.
*
Küçücük bir zaaf, kırılmaz sandığımız irademizi yok edebilir. Bu sebeple, insanın ancak zaafı kadar güçlü olabileceğine inanıyorum. Kendini bil; zaafını bil ki kudretini de bil. Dikkat ediniz, pek kuvvetli görünen bir zincir bile en zayıf halkası kadar kuvvetlidir.
*
Herkesin nasibine yetecek kadar hüzünler var; kaygılar, umutlar ve saadetler de var. Maruz kaldığınla veya mükâfatınla, hazineden bir şey eksilmez. Böyle olunca, mahzun ve de mağrur olmanın bir mânâsı kalmıyor. Saadetin ardı uzun bir hüzün, hüznün ardı sonsuz bir saadet olabilir.
*
Kaygısız olmaktan bahsetmiyorum lakin biraz umursamaz olmakta da fayda var. Her olan ve biten bizi ilgilendirmemeli mesela; bazı hususlar veya vak’alar müstesna kalmalı. Kaça bölünebilir bir insan? Kaygıya haiz olanın ne olduğunu bilmeli ve geri kalanı umursamaktan vazgeçmeliyiz.
*
Aklımı ve de kalbimi temiz tutmaya dikkat ediyorum. Lakin ne kadar dikkat ederseniz, saldırılar da aynı şiddette artıyor. Fırtınalar, ayakta kalmaya çabalayan kimseyi hırpalar, geri kalanları süpürür ve atar. Yorulacağız ama gene de ayakta kalacağız; bunca yolu boşuna yürümedin.
*
İbn Rüşd, yazdığım her şeyi yangından kaçar gibi yazdım, der. Epey mânidar gelir bana bu cümle. Çünkü dünyada rahat ve uygun bir zaman bulunmaz. Bir eylemde bulunacaksan, koşullar dahilinde bulunman gerekiyor; kısıtlı zaman içinde, kendine bir zaman bulman gerekiyor.
*
Üzerinde uzun geceler ve gündüzler boyu çalıştığım romanım “Harp Baladı” nasipse yakında yayımlanacak. Heyecanlı mıyım, bilemiyorum. Lakin söyleyecek sözlerim olduğu için memnunum. Öldükten sonra bile, birilerine birkaç kelime dokunacağım için mutluyum; hayata bir akis gibi.
*
Samimiyet, salt sıcaklık yahut yakınlaşma mânâsına gelmez; bütün hislerin riyasız dışavurumudur o. Mesela bir muhabbet esnasında, sevgide, öfkede, sözde veya eylemde samimiyet, muhatabımıza güven verir, onu emin kılar. Daha kıymetli bir haslet tanımıyorum.
*
Hiç yoktan, zor sorulara muhatap olmak zorunda değiliz. Hiçbir yere varamayacağımızı bile bile, koşmak zorunda değiliz. Biraz da insanın elinde, kendi hâkimiyeti. Yorulmak hakkımız, gizlemek zorunda değiliz.
*
Söyleyemediklerim söylediklerimden fazla; sustuklarım konuştuklarımdan. Bir terazi kurulsa, gene de sözlerim ağır basar. Çünkü susulanın şahidi yok, bir cismi, ederi yok. Oysa kısacık bir cümlenin bile yükü var.
*
Çabanın bir nihai noktası olmalı. Elinden geleni yaptıktan sonra, daha fazlası insana zulümdür; artık beyhude çabanın bir faydası olmadığı gibi zararı da vardır. Bahsettiğim noktanın ardındaysa tevekkül durur. Çaba bir yerde nihayete ermeli ki tevekkülün kapıları açılsın.
*
Zaman geçiyor ve insan birçok şeye karşı heyecanını kaybediyor. Nihayet kaybedince de anlıyor; hani kalbi cezbeden heyecanın, hevesin ne kadar da güzel bir his olduğunu. İnsanları yaşlandıran seneler değil sanıyorum, azalan veya tükenen heyecanları.
*
Çoğu zaman karıştırıyoruz bu ikisini; tahammül ile sabır, birbirine benzer ve fakat aynı değildir. Tahammül, hamal gibi derdi yüklenmek, sabır ise yükün sırtımızdan kaldırılacağını bilmektir. Bu nedenle tahammülün yükü durmadan artar, sabrın yükü bu teskin ile zamanla hafifler.
*
Dünyadan bir vefa bekleyen, onun cefasına da hazır olmak durumunda. Elbette gönül, zahmetsiz olanı arzu eder, dert çekmek istemez. Lakin insana karşılıksız lütufta bulunan yalnız Râbbidir. Geri kalan ne varsa, diyetini de muhakkak alır.
*
Zaaflarımı seviyorum diyemem, fakat kabul ediyorum. Çoğu zaman, haddi aşmamı engelleyen bir pranga gibi tutuyor bileğimden. Merhamet, nezaket, samimiyet gibi zaaflar, bazen acıtıyor ya da yoruyor ve fakat zalim olmamı engelliyorlar.
*
Bütün mesele, sanıyorum, emin olmak ile alâkalı. Şüphelerden soyunmak ve Allah’ın kudretinden, mağfiretinden emin olmak. Başımıza gelen hadiselerden haberdar olduğunu bilmek ve hayırlısını nasip edeceğinden emin olmak. En mühimi de, yalnız olmadığından emin olmak.
*
Herkes bir tatmin edilme beklentisi içinde. İnanıyorsun, öyleyse ispat et. Düşüncelerini veya hislerini ispat et. Elbette iddia eden, buna mükelleftir. Lakin eyleminde samimi olan kimsenin ispata ihtiyacı yoktur. Kendine inanıyorsa, başka hiç kimsenin takdirine ihtiyacı yoktur.
*
Bir kimseye, kendinizden, çıkarsız bir parça verdiğiniz zaman eksilmez. Samimiyet, merhamet, nezaket veya ilminizden verdiğiniz zaman eksilmez. Bereket mefhumu, sade azıkla anlaşılmaz çünkü. Veren el alan elden üstündür; gönülden verilen her nesne, misliyle sahibine geri döner.
*
Noksanı ve kusuru ile insan insandır; asla mükemmel bir varlık değildir. Bu nedenle, mükemmel olmaya çabalamak, hem beyhude hem de yıpratıcıdır. Aczini kabul et ve kendini tanı; insan için daha yüce bir makam yok.
*
Hiçbir zaman, benim kalbim temiz, diyemem. Çünkü elimde ne bir terazi var ne de bunu belirleyecek ölçü birimi. Günahlarıma bir perde çeksem de böylelikle, vicdanıma bir bardak su olsun serpemem. Kalbimiz ne kadar temiz, bunu asla bilemeyeceğiz. Ama temiz tutmakla mükellefiz.
*
Karar verdiğinde hafifler insan; doğru veya yanlış, sorumluluğu kabul eder. Böylelikle kalpteki şüphelerden arınır. Kararsızlık hâlindeyse malûmunuz, her an ıstıraptır. Nihayeti arzu ettiğimiz gibi olmasa da, kararsız kalmak yerine bir karar vermeyi tercih etmek gerek.
*
Dünya gelir ve geçer. İzler silinmez; kalıcı olanlar hep bizimledir. Birinin hayatına dokunmak, sevindirmek bir masumu veya tutmak elinden düşeni, bizimledir. Kalıcı olmayan her eylem, beyhude erir zamanın dahlinde. Kalıcı olan, ebeden bizimledir.
*
Artık herkes birbirine benziyor; bu suret benzeşmesi, hislerin de aynı kalıp ile benzeştiği mânâsına geliyor. Müstakil zevkleri terk ettik; düşleri ve hayalleri de. Artık herkes, herkes gibi! İnsan, nev-i şahsına münhasır bir varlıktır; bir sanayi ürünü değildir.
*
Lokman Hekim’e, edebi kimden öğrendin, diye sordular. Edepsizden, dedi. Bir mefhumun, düşüncenin, hasletin veya herhangi bir şeyin zıddını bilmek, onu bilmektir. Doğruyu yalancıya, mazlumu zalime bakarak tanıyabiliriz mesela. Kararsız kaldığınız vakit, zıddına bakınız.
*
Güven duymaya ihtiyacımız var; sevmeye sevilmeye, nezakete, zarafete, merhamete ve samimiyete ihtiyacımız var. Fakat ihtiyacımızın ne olduğunu bilmediğimiz için başka şeylerle tatmin olmaya uğraşıyoruz. Malın mülkün elbet yeri dolar, lakin gönüldeki boşluğun yeri dolmuyor.
*
Bütün sağlam ilişkiler karşılıklı güvene dayanır. İki insan arasında, insan ile Yaratıcı arasında ve dahi insanın kendi ile irtibatı noktasında, en mühim mefhum güvendir. Diğer bütün güzel his ve hasletler, ondan yeşerir.
*
Proust’a göre, “Mesele kaybolmak değil, yolunu bulamamaktır” Çünkü hayatın akışında defalarca yolunu kaybeder insan. Bulabilirse istikametini, kaybolmak da bulmaya dahildir. Lakin bulamazsa, bir süre sonra aramaktan da vazgeçecektir.
*
Sanıyorum insan, ancak gecenin derininde kendini dinlemeye başlıyor; kendinden kendine bir yol buluyor. Gündüzün kargaşası, telaşı, keşmekeşi bu vuslata mani. Gece okunan kitap, dinlenen müzik, şiir ya da kısacık bir cümle bile daha tesirli.
*
Bir gayesi yahut kendi gündemi olmayan kimseler, çevrelerinde cereyan eden, her olan ve bitenden kendilerine paye biçerler. Bu vaziyet, bir kısır döngü içerisinde zihni, kalbi ve de azmi israf etmektir. Zamanla mecal tükenir, bu prangadan sıyrılmak artık mümkün olmaz.
*
Neye meyledersen, ondan bir zerre de sirayet eder kalbine. Müspet veya menfi, artık kaçmak istesen bile beyhudedir; kalbinden zihnine, emeline ve dahi eylemine dek yayılır. Kalpteki arzunun devası yine başka bir arzudur. Nihayet başka bir şeye meyledene kadar deveran eder bu hâl.
*
İnsan, elindekinin kıymetini ancak kaybedince anlıyor. Fakat kaybetmeden anlıyorsa daha vahim. Çünkü bu defa, hep kaybetme korkusuyla yaşıyor.
*
Aynı hisleri paylaşan kimseler, aradan yıllar geçse bile yine aynı hislerle kavuşurlar. Zaman mefhumunun örseleyemediği belki de yegâne vak’a bu! Gönülden gönüle muhabbet, bir defa hâsıl olduğunda, artık süreklidir; her dem taze, her dem yenidir.
*
Nefse en ağır gelen, kabul etmektir. Yanıldığını, kalp kırdığını veya haksızlık ettiğini kabul etmek. Çünkü kabul ederse, nefsine başkaldırmak, benlik tahtından inmek zorunda. Kabul edenler, asıl saltanatın, hükmetmek değil, hükme razı gelmek olduğunu bildiler.
*
Kimsenin kalbini açmadan, içinde ne olduğunu bilemeyiz; orada sakladığı ıstırabı, derdi, inancı veya kaygıları göremeyiz. Bunu kabul edelim; her şeyin farkında falan değiliz. Çoğunlukla sade bir zan ile hareket ediyoruz. Bir vebal bu; aslını bilmeden, nice kimseleri yargılıyoruz.
*
İnsan sade doğduğunda başlamıyor hayata; onun hayatında bir’den çok başlangıçlar var; her musibetin ardından, yenilgilerden ve uçurum kenarlarından sonra yeniden başlıyor. Ve her defasında, yeni biri olarak yeniden doğuyor. Bu nedenle, insana inanıyorum.
*
Muhtemelen dünyanın kaderi ellerimizde değil. Beklenen kişi veya tarihi değiştirecek kimseler de değiliz. Erişilmez gayelerin buhranı da büyük olur. Nitekim insana ait misyonlar aslında çok daha basit; iyiden, doğrudan taraf olmak ve de dürüst bir insan olmak, her şeyin üzerinde.
*
Schopenhauer’a göre, “Her belirsizlik güvensizlik doğurur” Güven ile başlayan her ilişki, nihayet belirsizlik ile zedelenir; iyi düşünceler yerini zamanla şüpheye bırakır. Çünkü belirsizlik, kötü düşüncelerin doğduğu ve de büyüdüğü, en uygun zemindir.
*
Kimse yeni bir şey söylemiyor artık; bütün cümleler ezberden ibaret. Fasit bir daire gibi deveran ediyor aynı kelimeler. Dünya menfaate, zulme, dehşete ram oldu. Lakin muhabbet ile, muhabbetten hâsıl kelimeler ile yeniden kurmak mümkün. Dünyanın yeni sözlere ihtiyacı var.
*
Radyoda Feyruz çaldığı zaman, Beyrut’ta bütün silahlar susardı. Bu hikâyeyi çok seviyorum; ölüm ile yaşam arasındaki incecik çizgide, savaşları durduran sesler, şiirler, türküler var. Bu kısacık sükûnet bile, türlü vahşetin arasında, insana insan olduğunu hatırlatıyor.
*
Hava ısındıkça civardaki sis dağılır. İnsanın kalbi de böyledir; Allah’ın muhabbeti ile ısınınca, kaygıları da birden dağılıverir. Takdir edersiniz, ısınmak için kaynağa yaklaşmak gerekir. Dualar ile yaklaşır insan Râbbine; nihayet bu yakin hâl ile ısınır kalbi.
*
Herkes biliyor aslında; mazlumun kim olduğunu ve de zalimin kim olduğunu. Herkes farkında; kimin günahsız ve kimin günahkâr olduğunu. Maskeler takıyorlar ve fakat biliyor herkes, kendinin ne olduğunu.
*
Bir süredir kitap okuyamıyorum; bu, gemisi karaya oturmuş bir kaptanın hâline benziyor. Keşfedilecek nice sır ve diyarlar seni bekliyor, lakin bir türlü açılamıyorsun denize. Hem mevsim de geçmek üzere; yelkenler açık, rüzgârlar beyhude esiyor.
*
İnsan idrakte çok aceleci. Kimi sevinçler, büyük belaların habercisi. Kimi belalar da daha büyüklerini savurmak için geliyor insanın başına. Neyin neden olduğunu anlamak için sade bir akıl yetmiyor. Zamana ve de kalbî bir bakış açısına ihtiyacımız var.
*
Eski bir Kore masalı var; değirmenci şehirden bir ayna alıyor ve köye getiriyor. Aynayı ilk defa gören köylülerin hepsi de, kendi akislerini tanımıyor ve kavga ediyor. Bu minvalde; insan kendiyle sürekli bir hesaplaşma halindedir; çünkü kendini yeterince tanımıyor.
*
Eskiden biri, kendinden bahset, dediğinde, uzun uzun anlatabilirdim. Şimdilerde biri sorduğunda, ne diyeceğimi bilemiyorum; cevapsız ve şaşkın, öylece kalakalıyorum. Zamanla ayrıntıların bir önemi kalmıyor. Geldik ve gidiyoruz; hepsi bu kadar.
*
Bazı yaralar zamanla iyileşir, bazı yaralarınsa sökülüp atılması gerekir. Kalpteki yaralara da bu zaviyeden bakıyorum. Tabip, insanın kendidir. Yara, zamanla acısını yitiriyorsa dokunulmaz, gitgide acısı artıyorsa, onu kesmek ve de atmak gerekir.
*
Bazı cümleleri insan kendinden bile saklıyor; içinde büyütüyor, lakin bir türlü sarfedemiyor. Sanki söylese, yıkılacak şehirler, kopacak kıyamet gibi susuyor. Susuyor ve içinde, taş taş üzerinde kalmıyor.
*
Beklerken düşünürsün, kendinden kendine bir yol bularak sorular sorar, cevaplar bulursun. Vazgeçecek olduğunda, bir ümidin ipine tutunur ve nedenleri sorgular, dönersin kalbine. Kalbinde hisler cevelan eder ve anlarsın sonra; nihayet, beklemek de aramaya dahildir.
*
Düşünürsen, dünyada ağlanacak şeyler, gülünecek şeylerden daha fazla. Lakin bir define arar gibi arıyoruz saadeti; bir umut, sıcak bir tebessüm veya gönülden bir söz ile mutlu olmaya çabalıyoruz. Çünkü başka türlü tahammül etmek zor.
*
Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız, buyuruluyor. Ne çok zorlaştırıyoruz. Bir başkasının sırtından yük almak varken ekliyoruz. Yolu engebeli yerden tarif ediyoruz. Tatlı dil varken zehri tercih ediyor, samimiyet varken mesafeler örüyoruz. Zahmet verince rahmet tecelli etmiyor.
*
Birkaç ay evvel sahip olduğumuz alelade konfordan feragat etmek zorunda kaldık. Dışarıda bir yemek yemek, kahve içmek veya yeni bir kazak almak lüks mesela. Ev, araba, elektronik cihazlar gibi ihtiyaçların tahayyülü bile zor. Yoksulluk, siyasi bir söylev değildir. Acı hakikattir.
*
Kinden ve nefretten, ateşten kaçar gibi kaçınmamız gerekiyor. Bir vesvese ile başlayan düşünceler, kısa sürede duygulara dönüşür. Kalbe inecek olursa, onu teslim alır; çürütür ve kokutur. Nihayet kalbin sahibine ve ardından çevresindeki herkese zarar vermeye başlar.
*
Dünyaya insanları memnun etmeye gelmedik. Onları kırk kere memnun etsen bile, bir defa hoşnutsuz olsunlar, hemen senden vazgeçerler. İnsanların ne diyeceğine göre yaşamak bir zindandır. Her zaman iyi ve güzel hasletler üzere yaşamamız gerekiyor; kimsenin ne dediğine bakmadan.
*
Fazla önemsiyoruz. Her olan ve biten veya devam eden vak’alara, adeta ölüm kalım meselesi gibi dikkat kesiliyoruz. Nihayet yıpratıyor bizi bunlar. Kaygısız olmaktan bahsetmiyorum. Hayatta, bazı şeyleri önemsememeyi öğrenmek zorundayız.
*
Derman her zaman gözümüz önünde olmaz; merhemin nerede olduğunu bilemeyiz. Çoğu zaman derman zannettiklerimiz, zandan ibarettir. İnsan, kendine neyin iyi geldiğini, kalbi sükûna kavuşana dek idrak edemez. Sabrın simyası da buradadır; insan dermanı değil, derman insanı bulur.
*
İbn Hazm, “Gerçeğe daha iyi yaklaşmak için gönüllerinizi geçici şeylerle eğlendirin” der. Sakinleşin, olayın merkezinden ayrılın ve bir fincan kahve için. Güzel bir şarkı dinleyin veya muhabbet edin. Sonra o ayrıldığınız merkeze bir de dışarıdan bakın; gerçeğe yaklaşacaksınız.
*
İnsana ağır gelen kendisidir. Yoksa türlü sıkıntılar veya belalar, misafir gibi gelir ve giderler. Hayatın bir yükü varsa, insanın kendine bin yükü var. Yaşamak, hürriyet ve saadet, bir köşede sessiz bekliyor. Lakin insan, kendini taşımaktan bir mecal bulamıyor.
*
Kitap okuyanları değil, lakin şiir okuyanları okumayanlardan ayırmak istiyorum. Şiir okumayan kimseler ekseriyetle mecaza, tasvire ve en önemlisi, farklı bakış açılarına yabancı oluyorlar. Şiir, okuyanlara, estetik ve derin bir anlayış bahşeder.
*
Bir nihayeti olmayan ve durmadan devinim eden suni gündemlere itibar etmeyin; beyhude yormayın hem zihninizi hem de yüreğinizi. Asıl meselelerin üzerini örten bir perdedir bu gündemler. Günün sonunda, kavga edenler kolkola girer ve siz yorgunluğunuz ile başbaşa kalırsınız.
*
Kısacık bir ömür için çok fazla düşman var; çok fazla öfke, kaygı, çok fazla buhran var. Kavgalar, hesaplaşmalar çok fazla. Meydan okumalar, intikamlar fazla. Kısacık bir ömür için ne kadar fazlalık var.
*
Olanda olduğu gibi olmayanda da hayır vardır. Hayatın yolları türlü türlüdür; bir yol kapanırsa, başka bir yoldan yürümen gerektiği içindir. Sabrı, sebatı, sükûnu ve vakti gelir, idraki öğretir olmayanlar; hayrı, yalnız olanlarda aramak beyhude.
*
Baudrillard sanıyorum, insanları birbirinden ayıran iki hâlden bahseder. Birinin nedeni uzaklık, diğeri fazla yakınlık. Uzaklık yine hasrete gebe, arada bir bağ kalıyor. Lakin fazla yakınlığın neticesinde, kesin ayrılıklar var.
*
Birkaç sene evvel yazdıklarımı okuyorum, sanki yazan ben değilim. Hislerimi ve düşüncelerimi hatırlıyorum, bir başkası gibi. İnsan durmadan değişiyor; zamanla, kendi geçmişine bile yabancılaşıyor.
*
Bir insanın kendi hayatına kastedecek noktaya kadar gelmesi, sadece onun için değil hepimiz için bir imtihan. Seneler evvel bir haberde okumuştum; Amerikalı bir adam intihar ediyor, ceketinin cebindeki pusulada şu yazıyordu, ‘bugün biri bana gülümserse intihar etmeyeceğim.’
*
Zamanında söylenmeyen sözün veya eylemin hiçbir ehemmiyeti kalmıyor. Her şeyin bir zamanı var; bu, bir istasyonda treni beklemek gibi. Tren gelene kadar hiçbir adımın ehemmiyeti yok, gittikten sonra olduğu gibi. Koşullar, zamana bağlı. İnsanın arzularına değil.
*
Her zaman uçurumun kenarındasın; bazen farkındasın ve bazen farkında değilsin. Hayatta bir düzlük yok esasında; attığın her adım senin sonun ve/veya yeni bir başlangıcın olabiliyor. İncecik bir dengede yürüyorsun; bazen düşer ve bazen çıkarsın. Lakin hep uçurumun kenarındasın.
*
Reddetmeyi bilmemek yahut becerememek adında bir mefhum var, biliyorsunuz. Biri sizden olmadık bir şey istese bile reddedemiyorsunuz. Kırılır mı, gücenir mi, isteyenin bir yüzü kara mı, olmuyor. Zahmetini çekeceksin, bunu biliyorsun; ama reddedemiyorsun.
*
İyi bir insana rastlamak, çölde bir vahaya rastlamak gibi. Tam ümidini kaybedecekken uzanan bir el, sırtındaki yüke omuz veren bir dost gibi. İyi insanlar, iyi ki varlar.
*
Bu çağın en büyük belası nedir biliyor musunuz? İnsanı kaygılarla kuşatıyor! Senin hayallerin, umutların veya düşüncelerin var. Ama çağın geçim dertleri, eşitsizliği, adaletsizliği var. Kaygılar tarafından kuşatılmış insan, başını bile kaldıramıyor yerden.
*
Biraz okumaktan, yazmaktan veya ehil bir sohbet dinlemekten uzaklaş, hemen dilin bozuluyor, düşüncelerin karışıyor. İlmin vefası yoktur; biraz ilgisiz kal, hemen tası tarağı toplar terk eder seni.
*
Halkın %10’unun serveti, geri kalan %90’ının servetinden fazlaysa, orada ne adalet ne refah ne de din vardır. Telaffuzu vardır, lakin kendileri yoktur.
*
Güzel bir müziği, kitabı, şiiri veya meskeni nasıl tanırsınız? Defalarca uğramış olsanız bile, ona her kavuştuğunuzda yeni bir keşif gibi şevk ve heyecan verir. Güzel insan da böyledir; her kavuştuğunuzda yeniden keşfeder gibi mutlu ve memnun olursunuz. Güzelin simyasıdır bu.
*
Hayatı sisli bir yolu yürür gibi yürür insan. Hiç durmaz ve yoluna devam ederse, kaybolması muhtemeldir. Arada durmalı, derin bir nefes almalı ve nerede olduğunu sorgulamalı. Çünkü nerede olduğunu bilmeyen, nereye gideceğini de bilemez.
*
En karanlık gecede bile, sabahın doğacağını biliyorsun, ama gecenin buhranını örtünmekten kendini alıkoyamıyorsun. Bilmek yetmiyor çünkü, hatta hırpalıyor ve yoruyor. Rıza göstermek gerekiyor; bu da, insan için en zorlu imtihan.
*
Tatmin edici bir cevabı olmayan her soru, cevabını bulana dek kemirir insanın aklını ve de kalbini. Bütün bu sıkıntılar, aslında cevapsız soruların sancısı. Bu nedenle insan; cevaplar arar durmaksızın, yalan bile olsa bir cevaba tutunmaya çalışır.
*
Kâinat boşluk kabul etmez; birinin yokluğunda daima zıddı tezahür eder. Doğrusunu tercih etmez iseniz, yanlışa kayar gönlünüz. İyiliği terk ederseniz, kötülük zuhur eder. Güzel bakmaz iseniz mesela, çirkin görünür her şey. Öyleyse bu boşluğa mahal vermemek gerek.
*
Hayattan tecrübe edeceğimiz en muazzam düstur şudur: Şer gibi görünen hadiselerde, birçok hayırlar vardır. Zıddı ile kaim; hayır gibi görünen hadisede de şer olabilir. Her iki ihtimâl de vaki. Hüsrana uğramamak için; her hadisenin nihayetine dek, peşin hükümlü olmamak icabeder.
*
Bir şey alışkanlık hâline geldiğinde, artık tabiatımızın bir parçası olur. Bir günah olabilir bu, malayani bir uğraş veya herhangi bir güzellik de olabilir. Bu nedenle, neye alıştığımıza dikkat etmemiz gerekiyor; çünkü alıştığımız şey, nihayetinde mizacımıza yerleşecek.
*
Duaya, şiire, türküye ve de güzel bir söze ihtiyacı var ruhun; bu tıpkı bedenin yemeye ihtiyaç duyması gibi zaruri. Ruhu besleyen simya; kelimelerle, nağmelerle dolar kalbe. Sonra eritir bütün katı hisleri ve incelir; türlü tahammülün altından, böylelikle çekilir.
*
Ümit etmek, bir kapının eşiğinde beklemeye benzer. Kimi onu kilitli zanneder ve çeker gider, kimi de açılacağını umarak sabırla sebat eder. Kimin haklı olduğundan ziyade, dikkatinizi kapının varlığına çekiyorum; açılmayacak olsaydı, kapı değil duvar örerlerdi.
*
Kalbe yerleşen nice duygular, vakti geldiğinde ayrıldılar. Lakin endişe öyle değil. Bir kalbe endişe yerleşti mi, nihayetini bulana dek terk etmiyor yerini. Yürüyor, konuşuyor, gülüyorsun belki, ama o, kalbe batmaya devam ediyor
*
Uzun bir cümlenin ardından, Kierkegaard’ın şöyle bir ifadesi vardı, “kendisiyle değil, kendinde meşgul” İfade oldukça derin. Çünkü kendiyle meşgul kimse; hırpalar kendini, tarumar eder. Kendinde meşgul kimse ise; imar eder kendini, inşa eder.
*
İbn Hâzm’a göre, “Sevgi, açtığı yaralarla birlikte kendi merhemini de özünde taşır.” Zehrin panzehiri, yine kendisidir. Sevmek, kimi zaman acı verse de devası öfke veya nefret değil yine sevmektir.
*
Suni gündem ve kavgalarla zihni ve kalbi felç edilmiş bir millete dönüştük. Artık düşünmek ya da hissetmek, adeta bir mucize beklemek demek. Zamanın, aklıselimin, vakarın kıymetini bilelim. Bizler birilerinin keyfî için ömrünü harcayacak holiganlar değiliz, insanız!
*
Mazi kesindir; artık değişmez veya müdahale edilemez. Akıbetse bir gizde durur; belki bir müjde, belki de bir bela saklar sadrında. Bizler bu ikisi arasında; geri dönemeyiz, ileride ne olduğunu bilemeyiz. Sadece ân var elimizde, şu ân! Daha mühim bir zaman dilimi yok insan için.
*
Ucunda bucağında kalamıyorsun, bir köşesinden sessizce veya uzaktan öylesine seyredemiyorsun bu hayatı. Ortasındasın! Kavganın, kederin, hasretin veya saadetin tam ortasında. Ne kadar kaçmak istesen de her şeyle yüzleşmek zorundasın.
*
Hakikati bile dile getiriyor olsa, beyhude sözün mânâsı yok. Çünkü söz, ancak dinlemesini bilene sarfedilir. Buradaki dinlemekten kastım; düşünmek, idrak etmek veya anlamaya çalışmaktır. Nihayet bir faydası olmayacaksa, bütün sözler israf kisvesindedir.
*
Her nereye gitsen kendini de yanında götürüyorsun. Kaçmak istiyorsun ve fakat kaçamıyorsun kendinden. Bütün bu hisler, düşünceler, tereddütler veya tahammüller, bizden gayrı değil. Sorunları içte çözmeden, dışarıda hürriyet mümkün değil.
*
Umursamadığımız veya öylesine geçen zamanları, bir muhabbeti ya da birer fincan kahveyi mesela, seneler sonra hasretle anacağız. İnsan, bulunduğu anın farkına varamıyor; sıradan zamanların bile aslında sıradan olmadığını, maalesef çok geç anlıyor.
*
Galibiyetin rehaveti, bize hiçbir şey öğretemez. Asıl öğreten yenilgilerdir. Hayatı, aldığımız yenilgilerden sonra tanımaya başlarız. Dostu düşmanı, eğriyi doğruyu, yalnız yenilgiler öğretir bize. Yeryüzündeki en kudretli mekteptir, yenilgiler.
*
Uzun süredir hiçbir şeye şaşırmıyorum. Kabulleniyor değilim ama şaşırmıyorum. Çünkü tanık olduklarımdan sonra, daha başka ne olabilir ki, sorusunu lügatimden çıkardım. Yaşadığım çağ, her türlü tuhaflığa müsait bir çağ. Farkındayım.
*
Kısacık ömrümüzde, gürültüden yoksun bir mesken arar dururuz. Lakin her nereye gitsek, kalabalığı da yanımızda götürürüz. Çelişki ararsak eğer, içimizde. İnsan, kendi içindeki sükûnu sağlamadan, dışarıda sükûnet bulamıyor.
*
Bir toplumda emanete riayet, haramdan sakınmak, hakkı gözetmek gibi birtakım eylemler yüksek teveccüh ve takdir görüyorsa, o toplumda bu tür faziletlerin artık azaldığına veyahut tükendiğine delâlettir.
*
Her hâlukârda, beni gerçekten neyin ilgilendirdiğinden emin değilim, ama neyin ilgilendirmediğinden kesinlikle eminim, der Camus. Sanıyorum, huzurun mühim bir kısmı da burada; bazı şeylerle kesinkes ilgilenmemekte.
*
Nihayetine yaklaştığında anlıyorsun; daha yolun yarısına bile gelmediğini. Yollar yarım, emeller tam değil. Hayat böyledir; tam kavuşacakken, emelin uzaklaşır senden. Bir koşuşturma hiç bitmez. Kavuştuğunda ise artık önemini yitirmiştir.
*
Haklı olmaktan da yorulur insan. Çünkü bir türlü değişmiyorsa değişmesi gerekenler, haklı olmanın faydadan ziyade zararı var. Uçurumu bilmek ve fakat kimseyi vazgeçmeye ikna edememek gibi. Haklısın ve bu nedenle bütün intiharlara tanık olacaksın.
*
Sözler itibar görmüyor, eylemin bir neticesi yok. Nasihatler muallakta, hiçbir şeyin kıymeti yok. Çünkü masumiyeti zedeledik. Herkes bir günahın gölgesinde, sözü de eylemi de öyle.
*
Arabî’ye göre, “Sabrın asıl tarifi Allah’a değil Allah’tan başkalarına şikâyetten nefsini menetmektir.” Çünkü başkalarına şikayetçi olduğumuz vakit, şikayet ettiğimiz aslında yazgımızdır. Dertli insan ile Allah arasında ise perde yoktur.
*
Yürüdüğümüz yol, değiştirmiyorsa bizi; düşüncelerimizi ve de hislerimizi, bir yere de götürmeyecek demektir. Fasit bir daire gibi kendi adımlarımızı takip ettiğimiz her gün, yoruluyoruz ve fakat menzile de yaklaşamıyoruz.
*
Hayatın akışında yürüyoruz; sisli bir yol yürür gibi tehlike nerededir, menzil neresidir bilemiyoruz. Samimi bir insan bulursanız, bırakmayın. Birlikte yürüyün.
*
Şair, “Kalbim ile muhabbet eden bülbül, uçtu gitti” diyecekken duraksıyor, yârini hatırlıyor. Ve bir kahır hâsıl oluyor, kelimelerden; “eyvah, geri dönmeyecek gidenler, eyvah..”
*
İnsanın gerçek yüzünü iki şekilde anlayabiliriz: Kendini çok güçlü hissettiğinde ve de kendini çok güçsüz hissettiğinde. Her iki durumda da insan, kaybetmekten artık korkmaz. İşte bu onun en yalın hâlidir.
*
Teşhir çağındayız; her bireyin kendinde olanı umuma faş ettiği bir çağ. Bu bir beden olabilir, mülk, bilgi, muhit ya da eğitim seviyesi olabilir. Lakin teşhir özü örter. Böylece insan, özü ile değil teşhiri ile kabul görür. Sahte dostluklara ve de sahte sevdalara maruz kalır.
*
Kalbinde bir inziva bulunmazsa, dünyada da bir rahat yüzü göremezsin. İnsanın kendinden kendine sığındığı bir ufacık hane bu; gizli bir kuytu gibi keşmekeşe kapalı ve fakat yalnız Allah’a ayan bir inziva.
*
Huzur ve selâmet çoğunlukla sükuttadır; çareler ile teselliler şikayette değil sükuttadır. Yalnız sözün bir kıymet görecekse konuş, yoksa mânânın onda dokuzu sükuttadır.
*
Hassas kimseleri, tavırlarından tanıyorum; bir çiçeğe bakışından, tebessümünden, sesinin yumuşaklığından mesela. Öfkelerinden tanıyorum bir de; içinde zarafet olmayan her şeye kızgınlar. Çünkü hassas kimseler, her türlü kabalığın hasmıdır.
*
Ruhunuz daraldığında geniş olana bakın; mesela gökyüzüne veya denize. Çünkü ruh latiftir, gazlar gibi yayılma eğilimi gösterir; bulunduğu yerin cismini alır. Küçücük bir odada, türlü buhranı çekerken insan, semayı seyrinde huzur bulur.
*
Bir insanın düşüncelerini, değiştirebilirsiniz; bakış açısını, fikrini, kavrayış biçimini etkileyebilirsiniz. Fakat bir kalbi değiştirmek, neredeyse imkânsız. Kalpler yalnız Allah’ın kudretindedir, insan yaşadıkça anlıyor.
*
İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler ile ömür heba ediyoruz. Başlangıçta her şey muğlaktır; ölüm uzak ihtimâl. Lakin şu hayatın kıymeti, nihayetine doğru anlaşılır. An gelir, anlarsın; pek çok mesele hoşgörülebilirdi, görmedik.
*

Bir zamanlar kitaplarını okuduğum, düşüncelerine kıymet verdiğim, hakkaniyetli olduğuna inandığım bazı kimselere küstüm. Kırgınım ve bu kırgınlığın telafisi de olmayacak. Çünkü ekmek beş lira! Onlarsa başlarını çeviriyorlar, görmemek için.

Cihan Çetinkaya

“İnsan vazgeçer” dedi sonra. “Bütün koşullar değişir ve insan nihayet vazgeçer. Vazgeçmenin geri dönüşü yoktur.”

Harp Baladı, Cihan Çetinkaya

Timaş Yayınları