I Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;Aşındırarak bütün güzel duyguları.Bir yarım umuttur elimizde kalan,Göğüslemek için karanlık yarınları.Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,Damağımda kösnüyle gezinirken;Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,Dışarda rüzgar acıyla inilderken.Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,Seninle bir döşekte …
‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin. Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’ İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, …
İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağGibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdiSeyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlarBir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzündeHerkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariçHiçbir …
kendimden başkakimseye kızmıyorumkendime yakıştırmadığım her davranışher sözkalbimiiçinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyoryaşamaktansınıfta kaldımoysasınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim ölüm hak, ecel gerçekancak merhametsizlikten deölüyor insanlar omuzlarımda dağlaravuçlarımda ardıç kuşutaşıyorumve kalbimde umudum Allah’ım…her hatamdan sonra merhametinleyeniden …
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun. Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce …
Banazı’dan gelen bir telefon, yüreğim ağzımda beklemekte olduğum acı haberi ulaştırdı: “Arkadaşın Hasan bugün saat 11.00’de vefat etti. Selası okundu”
Mukadder akıbetin pek yakında tecelli edeceğini bilsen de, verilmiş son nefesin haberini almak yüreklerde derin iz bırakıyor.
Hasan Kaygusuz’u, yıllar önce kitap almak için sıkça uğradığım Kiğılı Pasajındaki Fidan Kitabevi’nde çalışırken tanımıştım. Kitap dostuydu. Okurdu. Düşünürdü. Analitik yorumlar yapardı. Entelektüel birikimi vardı. Fikir ve düşünce dünyamıza hakimdi. O gün bugündür dostluğumuz hiç ara vermeden devam etti.
Kitap sevgisiyle başlayan dostluğumuz doğa sevgisiyle artarak devam etti. Banazı’da Beydağı ve Kuzugölü’ne yaptığımız gezilerde bize rehberlik eder, gezdirirdi. En son Kuzugölü Vadisi’ne gitmiştik.
O meşhur sırt çantasını alır her gün Beydağlarına çıkar, çektiği fotoğrafları sosyal medya hesaplarında yayınlardı. Tam bir tabiat sevdalısı, çevre ve hayvan dostu idi…
Dağlarda gezerken, kayaların üstünden atlar, en zorlu geçitlerden bir ceylan gibi geçerdi. Canı bir kuş gibi hafifti. Sigara da içmesine rağmen zorlu parkurlarda hiç nefesi tıkanmazdı. Hatta beni bile geride bırakırdı. Dağların yalnız kurdu idi.
Gezerken, içine attığı (sonradan öğrendiğim) dertlerini asla anlatmaz, hüznünü ve üzüntüsünü asla belli etmezdi. Kuzugölü vadisinde çiçeklerle sohbet ederken, nerden bilecektim, sessizce derdini kuşlara ve kelebeklere anlattığını… Nerden bilecektim bu ceylan koşulu yiğidin, içinde onulmaz bir yara, tükenmez bir hüznün yer ettiğini… Habis tümörün sincice içine yerleşip sessizce Hasan’ımı kuşattığını…
9 Şubat günü, Banazı tarafına yaptığım bahçe yollarındaki gezi sırasında öğrendim, Hasan’ın bu melun hastalığa yakalandığını ve evde son günlerini yaşadığını… Habis tümör o kadar büyümüş ve bütün vücuduna yayılmış ki, doktor yapacak bir şey yok, eve götürün demiş…
Hemen evine gittim. Son kez değerli dostumu göreyim, dedim. Uyuyor dediler. Göremedim Hasan’ı… Anne Kadriye teyze adeta yıkılmıştı, ağlıyor ve “Hasan bizi yaktı” diyordu. “Hasan, ben ölürsem sana kim bakacak” diyormuş sürekli… Ama kim bilebilirdi ki, annesinden önce gidecek.
Eve geldim, telefondan yazdım, “Hasan geldim seni göremedim” dedim. “Gece sancılarım var, ayağına sağlık” diye cevap yazmış. “İnşallah iyileşirsin, tekrar Kuzugölü Vadisi’ne gideriz” dedim. Nasip olmadı.
Bu yazışmamızdan sekiz gün sonra Hasan, fani dünyaya gözlerini yumdu. Cenazesine gittiğimde annesi morgdan çıkarılan tabutun üzerine sarıldı. Feryadı yürekleri dağladı: “Yavrum Hasan, yaran iyileşti mi, sancıların durdu mu, rahata erdin mi? Hasan beni bırakıp nereye gidiyorsun. Ben de seninle geliyorum!”
Atalarımız boşuna söylememiş, “Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar”. Diğer bir atasözümüz de: “Ateş düştüğü yeri yakar” diyor. Ne kadar doğru…
Hasan’ı Banazı mezarlığında, çok sevdiği köyünü ve defalarca adım adım gezdiği, derdini ve hüznünü anlattığı Beydağı’na bakan hakim bir yere defnettik.
Sevgili Hasan;
Kitaplar ve kuşlar öksüz kaldı. Ana yüreğini yakıp da gittin. Bana kim “Hacım” diyecek? Bu dağları, vadileri sensiz nasıl gezeceğim. Bak, bu sene bolca yağmur ve kar yağdı, baharın tabiat şenlenecek, dereler coşacak, her tarafta o çok sevdiğin çiçekler açacak, uçan kelebeklerin peşinde koşacaktın. Ben şimdi sensiz nasıl gezeceğim Beydağı’nı, nasıl koklayacağım çiçekleri, nasıl çekeceğim Kuzu Vadisi’ni…
Ya kitaplar? Sensiz nasıl çevireceğim kitap sayfalarını? Ben kime “dostum” diyeceğim? Kiminle kitap, sanat, felsefe sohbetleri yapacağım? Kiminle tatlı tatlı tartışacağım?
Bırakıp gittin bizi onulmaz bir yara ile… Senin yaran iyileşti, sancın durdu, dünya gailen sona erdi?
Ya sevgili annen Kadriye Teyze, ya biz?
Rabbim annene, yakınlarına sabırlar versin, sana rahmet eylesin, mekânın cennet olsun sevgili dostum Hasan…
Byung-Chul Han: Gözetim Toplumu ve Özgürlük Üzerine
Son dönemlerde Byung-Chul Han’ın adını sıkça sağda solda duymuşsunuzdur. Tabii duymamış olma ihtimaliniz de var, sonuçta hayat bu, bir sürü derdi var, uğraşısı var, işi var, gücü var, sabah yola çıkması, okulda veya işte başarısız olması, eve dönünce yorgun olması, bir şeyler okuyacak ya da izleyecek gücü kendinde bulamaması var. İşte Byung-Chul Han, toplumun içinde eriyen bu bireylerin, başarılı olmakla koşullanmış ve başarısızlık durumunda toplumu değil de kendini suçlayan insanları ele alan, inceleyen, kendisinden önceki düşünürlerin bu meseleler üzerine neler söylediğini bir araya getiren ve bu bağlamda bir kültür eleştirisi öne süren günümüz düşünürlerinden biridir.
Adından da anlaşılacağı üzere Güney Kore asıllı olan düşünürümüz, Kore’de başladığı metalürji eğitimini yarıda bıraktıktan sonra Almanya’ya gelmiş ve felsefe üzerine aldığı eğitimini burada tamamlamış ve şayet yanılmıyorsam kendisine ün kazandıran 2010 tarihli Yorgunluk Toplumu adlı kitabını da Almanca yazmış. Şu anda da Berlin’de yaşamını sürdürmektedir.
Tabii böyle anlattığıma bakmayın, kapsamlı bir Han biyografisi okumuş değilim, ancak geçenlerde “Müdigkeitsgesellschaft: Byung-Chul Han in Seoul/Berlin” adlı 2015 tarihli bir belgesel seyrettim, orada Han kendi ağzından hayatının bir kısmını ve temel görüşlerini parça parça ifade ediyordu. Nedendir bilmem, belgesel epey bir hoşuma gitti ve belgeselden çeşitli parçaları kesip bir kenara koydum. Şayet her şey düşündüğüm giderse ki, genelde gitmez, bunları bir seri olarak 3 veya 4 parça halinde art arda kanalda yayınlayacağım.
Yayınlamayı seçtiğim ilk kısımda, Byung-Chul Han’ın fikirlerinin temel direklerinden biri olan güçlü bir toplumsal eleştiriyi görüyoruz. Han, sosyal mecraların özgürlük fikri arkasında bizleri gönüllü olarak kendimizi ifşa etmeye davet ettiğini, diğer bir deyişle, kendimizi gözleyecek bir sisteme (panoptikon) bilerek ve isteyerek kendimiz hakkında her şeyi sunarak gözlenmeyi ve dolayısıyla da kontrol edilmeyi mümkün hale getirdiğimizi ifade ediyor. Peki, ne demek bu?
Olağan şart ve hal içerisinde, bizlerin anbean ne yaptığını, nerede olduğunu ve ne düşündüğünü bilen bir sistemin içerisinde olmak, bizler için neredeyse bir hapisteymişiz izlenimi verir. Ancak sosyal mecra içerisinde kendimizi ortaya dökme, fikirlerimizi, hislerimizi, ilişkilerimizi, yaşantılarımızı adım adım ve hatta hiç çekinmeden sergileme istekliliğimiz, aslında bizlerin kontrol altında tutulan bir kitleye dönüşmesine yol açıyor. Özgür olduğumuz, her şeyi özgürce paylaştığımız hissiyle beraber, ortalama bir kontrol sistemi içerisindeki halimizden daha fazla bilgi saçıyoruz kendimiz hakkında.
Foucault’nun ifade ettiği disiplin toplumunun bir adım ötesine geçiyor Han. Bu özgürlük yanılsamasıyla birlikte kendi kendimizi sömüren varlıklara dönüştüğümüzü ifade ediyor. Sözde özgürlüğümüzü sürdürme adına içerisinde psikopolitik şiddet içeren bir sistemi inşa ettiğimizi, bu sistem içerisinde hem mağdur hem de fail olduğumuzu iddia ediyor. Burada söz konusu olan şiddetin esas unsurunu da “aşırılık” oluşturuyor. Aşırı iletişimin kurbanı olan bizler, kendi benliğimizden adım adım uzaklaşmaya başlıyoruz ve yaşamdaki gayemizi doğru bir biçimde konumlandıramaz hale geliyoruz.
Byung-Chul Han’ın çevirmeyi planladığım diğer parçalarında, aşırı iletişimin ve başarı odaklı aşırı çalışmanın birey üzerindeki zararlarını daha açık bir biçimde görebileceğimizi umuyorum. Bir nevi girizgâh olması adına bu ilk parça ile Han serimize başlıyoruz.
Sağlıcakla kalmaya çalışın, ama şansınızı da fazla zorlamayın.
Byung-Chul Han: Başarı Odaklı Toplumda Özgür Birey Olma Sorunu Üzerine
Serinin ikinci videosunda Han, günümüzde artık doğrudan emirler ve yasaklar ile yönetilen bir “disiplin toplumunda” yaşamadığımızın altını çizerek başlıyor konuşmasına. Toplumda kabul gören düstur arık “Yapmalısın!” değil, “Yapabilirsin!” haline gelmiş durumda. Peki bu ikisinin farkı ne?
“Yapmalısın!” ifadesi, bireye dışarıdan bir direktif olarak geldiği için belli bir noktadan sonra verimliliğin düşmesine ve dış kaynaklı bu “baskı” sebebiyle toplumsal çark içerisindeki yerini sorgulamasına neden olmaktadır. Diğer bir deyişle, bu dışsal zorunluluk, bireyin başarısızlık durumunda suçu başkasına atmasına olanak sağlamaktadır. Oysa “Yapabilirsin!” düsturu, bireye dışarıdan bir direktif olarak görünmez. Birey, kendi özellikleri dolayısıyla bir şeyleri yapmak ve başarmak zorunda olduğuna inanmaya başlar. Olası bir başarısızlık durumunda kendisine dayatılan bu “Yapabilirsin!” ifadesi ile çatışmak yerine, suçu kendisinde arar ve toplumu bu hesaplaşmanın içerisine katmaz.
Diğer bir deyişle, Han’ın ifadesine göre, “Yapabilirsin!” şeklindeki motivasyon, ilk başta “Yapmalısın!” ifadesine göre daha “özgürlükçü” gibi gelebilir kulağa, ancak uzun vadede bireyin kendine yabancılaşmasına ve kendi potansiyelinin üstünde bir çaba sarf etmesine yol açtığı için oldukça birey namına daha yıpratıcı bir hale gelmektedir. Nitekim, insan kendi kendini sömürmeye başlar bu durumda ve özgür olduğu sanısı sebebiyle her zaman biraz daha fazlasını yapmak için uğraşır. Nihayetinde kendi sınırları dışına taşan insan çöküntü yaşamaya başlar. Bireyin bir şeyleri “yapamayacağını” kabullenmesi bir iç hesaplaşmayı doğurur. Daha en başta bireyin neyin yapıp neyi yapamayacağına karar veren toplumsal mekanizmaya yöneltilen bir suçlama görülmez bu durumda.
Bununla beraber, yine Han’ın ifadesine göre, günümüz toplumlarında birey, özgür olduğu sanısı ile beraber, sürekli kendisini yenileyebilen, daha iyi ve verimli hale getirebilen bir proje/ürün olarak görür. Kendi içerisindeki güce ve motivasyona odaklanan birey, istediği her şeyi yapabileceği varsayımından yola çıkarak toplumsal çarkın olabildiğinde aynı güç ve şiddette dönebilmesi için sürekli bir uğraşı içerisine girer. Bunun neticesinde de birey, değişen ve zorlaşan çevresel ve toplumsal şartlara sürekli bir biçimde uyum sağlamak zorunluluğu hissederek yine içsel bir çöküntüye doğru ilerler.
Bu noktada Han, radikal bir sonuca varır: Batı medeniyetinin temelinde yer alan ve hatta onu şekillendiren “özgürlük ideası”nın günümüzde tam anlamıyla başarısızlığa uğradığını ifade eder. Özgürleşen birey aslında daha da toplumsallaşır ve bu da ona çok çeşitli zorlamalar ve kısıtlamalar doğurur. Neoliberal anlayışın ve genel itibariyle kapitalizmin özgürlük nidasıyla bireyin üzerinde müthiş bir hak ve yetki ilan ettiğini belirtir. Diğer bir deyişle, özgür olmak için kendimizden daha fazla ödün vermemiz gerekir ve bu da temel olarak özgürlük fikri ile çelişmektedir.
Daha önce de belirttiğim gibi, bu seriye devam etme niyetindeyim, ancak kesin konuşmanın insanın başına olmadık dertler açabileceğinin de farkındayım. Dolayısıyla yeni bir Byung-Chul Han çevirisi beklemenizi ama buna o kadar da bel bağlamamanızı tüm samimiyetimle salık veririm.
Byung-Chul Han: Yorgunluk Toplumu Üzerine
Byung-Chul Han serisine son hızla olmasa bile duvarlara tutuna tutuna devam ediyoruz. Daha önceki kesitlerde bizlerin sosyal mecralar içerisinde inşasına yardım ve yataklık ettiğimiz gözetim toplumuna değinen Han, özgürlük anlayışının bir nevi baskı ve kısıtlama getirdiğinin altını çiziyordu. Bu kesitte toplumumuzun bir diğer yüzüne odaklanıyor: Yorgunluk toplumu.
Bir metroya bindiğinizde, diyor Han, uyuklayan insanlar görürsünüz: Alamadıkları uykularının peşindedir bu insanlar. Bu örneği Kore için veriyor aslında, ancak sanırım verdiği emeğin karşılığını bir türlü tam olarak alamayan yurttaşların bulunduğu hemen her ülke için geçerlidir bu. Metroda değilse bile başka bir taşıma aracında, şurada veya burada, başını cama yaslayan, gözlerini kapatan, yorgunluktan olduğu koltuğa çökmüş biçimde çevresi ile olan bağı kesmiş insanlarla dolu toplumumuz. Daha da önemlisi, diyor Han, bu insanların hiçbiri içinde bulundukları başarısızlıktan ötürü kendilerini böylesi bir yaşam sürmeye zorlayan toplumu suçlamamaktadır; hatta tam tersine, kendilerini suçlamakta, kendilerinden utanmakta, yetersizliklerinin kaynağını kendilerinde görmekte ve derin bir mutsuzluk ve hoşnutsuzluğun içine çökmektedirler.
Burada şöyle bir örnek veriyor Han: Köpekbalıkları veya ton balıkları da solungaçlarının yetersizliği yüzünden uyurken bile yüzmek zorundadırlar. Solungaçlarının verimsizliği, onları daha fazla debelenmeye itmektedir. Peki, diyor Han, insanlar da daha verimli olmak uğruna yakın gelecekte uykularından ve hatta rüyalarından feragat edecekler midir? İnsanlar bunu “isteyecekler” midir? Diğer bir deyişle, insanların en temel ihtiyacından vazgeçmesini bile arzulayacak duruma gelmesi söz konusudur Han’a göre ve bu da korkunç bir ihtimaldir.
Tüm bu yabancılaşmanın özünde kapitalist anlayışın yattığını ileri sürüyor Han. İnsanlar kendilerini de birer meta olarak görmeye başladıkları için, aşk dahil tüm duygularını tüketilebilir bir düzen içerisinde değerlendirmeye başlamışlardır. Diğer bir deyişle, her insan somut ölçütlere indirgenebilecek birtakım verimlilik hesabıyla kendi varlığını ve ilişkilerini derecelendirmektedir ve bu yüzden de iki insan arasında gerçek bir dostluk ilişkisi kurulamamaktadır. Bu da daha fazla yabancılaşma ve yalnızlaşma getirmektedir.
Bununla beraber, akıllı telefonların da artık insanların yeni ve hatta en önemli uzvu olduğunu dile getiriyor Han. Metroda şayet uyumayan birilerine rastlarsanız, diyor, onun da elindeki telefona gömüldüğünü görürsünüz. Akıllı telefonlarımız ile neredeyse obsesif bir ilişki içinde bulunduğumuzu ifade eden Han, insanların bu cihazlar aracılığıyla gerçek dünyadan bir kopuş yaşadığını ve sanal dünyanın içerisindeki sahte gerçekliğe kitlenip kaldığını ve böylece köreldiğini belirtiyor.
Peki, bir çözüm yolu sunuyor mu Han? Aslında, felsefenin günümüzde yanlış değerlendirildiğini ifade ederek bir çıkış yolu gösteriyor. Bugün felsefe, bir nevi kılavuz olarak görülüyor. İnsana doğru yolu gösteren bir pusula gibi sunuluyor. Diğer bir anlatımla, ya bir kişisel gelişim nesnesi ya da postmodern ahlaki kriterlerin kitapçığı halini alıyor ve böylece bu anlamıyla felsefeye başvuran insanlar mevcut durumları içerisinde kıpırdanmaktan başka bir şey yapamıyor. Oysa, diyor Han, felsefe insanın yolunu şaşırtmalıdır, onu kafasını karıştırmalıdır. İnsanı yakasından tutmalı, bu duvardan öbürüne çarpmalı, insanın başını kaldırıp da çevresine şöyle bir bakmasını sağlamalı, kaşlarını çatmasını, düşünmeye başlamasını, şüphe ve merak duymasını, içine hapsolduğu panoptikonun farkına varmasını mümkün kılmalıdır.
Byung-Chul Han serisinin üçüncü videosuydu bu ve eğer bir terslik olmazsa ki, her zaman olur, dördüncü ve son bir video daha yayınlayacağım. Orada Han, Oldboy’un yönetmeni Park Chan-Wook ile sohbet ederek akıllı telefonların özgürlük alanı mı sunduğunu yoksa insanı daha da köşeye mi sıkıştırdığını irdeliyor olacak. Böylece bu yılı kapatmış olacağız.
Sağlıcakla kalmanızı dileğimi bildiğinizi umarak aynı şeyleri tekrar etmemeyi arzuluyorum.
Byung-Chul Han: Park Chan-Wook ile Söyleşi
Byung-Chul Han çeviri serimizin sonuna geldik. Bilmeyenler (ve bir zamanlar bilip de şimdi unutanlar) için bir hatırlatma yapmam gerekirse, geçtiğimiz haftalar boyunca 3 adet Byung-Chul Han videosu yayınladım kanalda. Bu videoların temel fikri, insanın toplum içerisinde, toplum tarafından dayatılan “özgürlük” kavramı ile baş edemediğidir. Bunun sebebi ise, özgürlük olarak görünen şeyin aslında bir kısıtlama ve baskı yumağı olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, özgür olduğumuzu sanarak “kendimiz” denilen şeyi sömürüye açık hale getiriyor ve daha da vahimi kendimizi bizzat kendimiz sömürüyoruz. Kendimizi sosyal mecrada sergiliyor, teşhir ediyor, kendimize ait her türlü bilgiyi kendi rızamızla veriyoruz.
Peki, ama bundaki sorun nedir? Han’a göre, bundaki asıl sorun, aşırılıktır. Bizler, aşırı iletişimin kurbanları haline geliyoruz. Aşırı iletişim bizleri özgürleştiriyor gibi görünse de, aslında ufacık kafeslere hapsediyor. Gerçekliğimizi artık bir uzvumuz haline gelen akıllı telefonların içine aktarıyoruz.
Bu noktada, bir önceki videoya gelen bir eleştiriyi de (hiç âdetim olmadığı halde) tartışmaya açmak istiyorum. Söz konusu videoda bireylerin artık akıllı telefonlara gömüldüğü iddia edilmişti ve gelen eleştirel yorumlarda bu gömülme halinin eleştirilmesinin yavan olduğu söylenmişti. Başka bir ifadeyle, insanlar sadece zaman öldürmek veya “ahmakça” şeyler izlemek ve takip etmek için telefon kullanmıyor, bilgi almak için de akıllı telefonlar kullanılıyor, oradan kitaplar, makaleler okunuyor, değerli videolar izleniyor, dendi. Dolayısıyla, diye eklendi, insanların akıllı telefona gömülmesinde sanıldığı kadar büyük bir sakınca yok.
Bu karşı-argüman, aslında Han’ın iddiasını tam olarak karşılamıyor. Han, insanların sosyal mecralarda “boş vakit” harcadığını iddia ederek bireylerin akıllı telefonları “anlamsız şeyler” yapmak için kullandığını ifade etmiyor. Bilakis, anlamlı veya anlamsız nasıl bir aktivite içinde olunursa olunsun, akıllı telefonların bizlerin algılayış biçimimizi bozduğunu ve yaşamlarımızı sömürüye açtığını iddia ediyor. Bu son videoda da “Oldboy” adlı (harika) filmin yönetmeni Park-Chan Wook ile bu meseleye değiniyorlar.
Akıllı telefonlar sayesinde (veya yüzünden) sürekli bir iletişim halindeyiz. Kaldırabileceğimizden daha fazla “veri” ile karşı karşıyayız. Buradaki temel sorun, aldığımız verinin iyi veya kötü anlamda “kalitesi” değil, bizatihi bu denli yoğun bir veriye maruz kalmamızdır. Gerçeğin bu veri akışı içerisinde bir öneminin kalmadığı, daha da vahimi, bizlerin de bu akışa hizmet ettiği ve dolayısıyla suistimale ve sömürüye açık bir sisteme dahil olduğumuz iddiasında Han. Daha açık ifade etme cesaretini kendimde bulacak olursam, gerçek dünya ve gerçek kişilerle kesilen bağımızı akıllı telefonlar vasıtasıyla sosyal mecralarda inşa etmeye çalışıyoruz ve bu sebeple de “kendimiz” denilen şeyin ne idüğü belirsiz kopyalarına ve taklitlerine dönüşmeye başlıyoruz.
Aşırılık, bizleri içinden çıkılmaz bir döngüye itiyor. Kabul görmek ve başarılı görünmek kalabalıklarca belirlenen kıstaslara indirgenmiş durumda ve bu indirgeme hali bizler için çıtayı sürekli yukarılara çıkarıyor. Daimi bir başarısızlık hissine boğuluyoruz, özgürlüklüklerimiz bizleri daha fazlasını yapmaya itiyor, bunun doğurduğu baskı ile başa çıkamıyor ve tüm bu sistemi suçlamak yerine kendimizin yakasına yapışıyoruz. Gece yarısı işten gelen bir mail’i cevaplarken buluyoruz kendimizi, tatil gününde sessiz sakin dinlenirken telefondan çıkan bildirim sesiyle dikiliyoruz, şöyle bir internette gezineyim derken ne düşüneceğimizi belirleyecek veri bombardımanına maruz kalıyoruz.
Artık “ben” ve “toplum” arasındaki bariyerler kalkmış durumda. Birey olmak, birey olarak başka bireylerle hakiki ilişkiler kurmak mümkün değil. Kendimizi bu sınırsız ve doyumsuz sistem içerisinde iyi pazarlayabilmeliyiz, kendimizin doğru düzgün müteşebbisleri olmalıyız. Ortaya koyduğumuz “verim” dışında bizi anlatabilecek bir kıstas kalmadı. Büyük bir curcunanın içinde olmak, onu daha da harlamak durumundayız.
En başta ifade ettiğim, Han’ın akıllı telefonlar ile ilgili eleştirisine getirilen karşı-argüman bu açıdan yalpalayıp duruyor. Sorun, bizlerin akıllı telefonları (veya sosyal mecraları) doğru veya yanlış kullanmamamız değil, bizatihi olarak bunları kullanmamız: Her an her yerden ulaşılabilir olmanın getirdiği özgürlük aslında mesafesi uzamış prangalar olarak bileğimize takılmakta.
Peki, ama son kertede ne yapılabilir, diyecek olursanız, cevabım şudur: Bilmiyorum. Doğrusu, bu yazdıklarım benim fikirlerimden ziyade Han’ın görüşlerinden anladıklarım. Ben çoktan mahvolduğumuzu düşünüyorum, evrenin yok olacak olması başımıza gelecek en iyi şey bana göre. Neyse ki benim ve görüşlerimin bir değeri yok.
Sevgili Kızım, zorlukla yazıyorum. Elim rahatsız, titriyor. Onun için, yazım çarpık-çurpuk oluyor. (Bu küçük defteri de kendim yaptım; sayfalan keserken o da biraz eğri-büğrü oldu.) Kusura bakma.
Yazdıklarımı şimdi okurken, beni iyice anlayabilecek konumda olacaksın — yıllar geçecek; büyüyeceksin. O zaman, bana küçükken beslediğin duygular, belki bir-iki anıya sıkışıp kalmış olacak; belki de, kocaman bir boşluğun incecik çeperleri durumuna gelecek; ama bu cılız anılardan onların anlamını çıkarabilecek yaşa gelmiş olacaksın; yıllar boyunca da, düşüne düşüne, çıkaracaksın. Bunu umuyor değil, biliyorum; çünkü sende, daha o yaşında bile, o anlamı kavrayacak gücü görmüştüm — yani, şimdi, görüyorum…
Anımsıyorsundur: Senin için, “Benim kızım insan olacak” demiştim. Sen, benim bu sözümü o anda beynine kazımış, ama yüzüme de hayretle bakmıştın — o hayretini anımsıyorsun, değil mi? Evet, gururla, biraz da övünçle söylemiştim o sözü (babalar çocuklarından kendilerine pay çıkartırlar ya işte…); ama, yüzümde bir hüzün, bir üzüntü de görmüştün. Şaşırmıştın; pek bir anlam verememiştin buna.
Bugün anlamışsındır — anladığını biliyorum : o gurur ile o hüzün nasıl oluyor da birarada bulunabiliyorlar; biliyorsun.
İnsan olan insan pek az — bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: İnsan insan oldu mu, acı çeker. Bunları anlaman, senin insan olacağını gören Baban’ın gururlu üzüntüsü ile üzüntülü gururunu anlamlı kılmıştır sana.
Ama, bak, sana, şimdi, buradan, yıllar öncesinden, şimdi, sana, orada, yıllar sonrasında, şunu söylüyorum — bunu söylemek için yazıyorum: Ne mutlu sana ki, insan olmanın acısını çekebiliyorsun, bunca yıl da, çektin — ve ben, yıllar öncesindeki Baban, şimdi, orada, yıllar sonrasında bulunsaydım, yüzümde göreceğin, artık, üzüntü değil, yalnızca gurur olurdu.
Bu sözü niye söylediğimi de gayet iyi hatırlıyorsun, biliyorum — şunu da biliyorum ki, senin küçük kalbinde o gün meydana gelen çalkantıları, ben, o gün de, şimdi de, tamamiyle bilecek durumda değilim.
Sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. Yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum; sen de — galiba mutluluktan— koşuşturup duruyordun. Sana, yan şakayla, “Haydi bakalım — bana erik getir” demiştim. Koşup gitmiştin: Bahçede bir erik ağacı olduğunu biliyordun. Epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin : elinde bir külah: Manavdan, harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın erikler…
Ağaçta erik yoktu; ama Baban senden erik istemişti… — Ne yapabilirdin ki…
Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın — işte seni insan yapan da bu
Artık bu yaşa geldiğine göre, öğrenmişsindir; biliyorsun, biliyorum: Öyle ‘insanlar vardır ki, babaları onlardan erik istese, gidip, şöyle bir bakıp, “Ağaçta erik yok” diyebilirler. Böylesi ‘insan’ları tanıdın, biliyorsun.
Ama sen — senin yapabileceğin çünkü yapman gereken tek birşey vardı: Baban’a erik bulmak… Hani masallarda vardı ya — bütün erikler “Kaf Dağı’nın ardında” olsaydı, o zaman sen de bir “Zümrüd-ü Anka kuşu” bulup, sırtına biner, yola koyulurdun…
Buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü sana verene, “sevgi” adının takıldığını işitmişsindir, bol bol — herkes ondan sözeder; o “Erik yok” diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. Ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler pek azdır — sahiden arayanlar daha da az… — Bulabilenler…
Aslında yalın birşeydi bu senin için: Öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbirşey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın birşey:- Baban senden erik istemişti — o kadar…
—Sana şimdi o kadar çok şey söylemek istiyorum ki, hiçbirini doğru-dürüst söyleyemiyorum… Kusuruma bakma — yazım da gittikçe bozuluyor…
(Keşke bugün buraya gelmeyecek olsaydın — ama biliyorum ki geleceksin, ve beni o durumda göreceksin. Bu yazdıklarımı da bunun için yazıyorum: yıllar sonra, sen büyük bir insan olduğunda eline geçecek bu küçük defter — o zaman Baban’la ilgili birer canlı ama anlamı uçuk anı olarak kalmış bazı olayları — gerçi daha ‘iyi’ anlayacak değilsin; onları, zaten, gelişen anlayışınla yerliyerine oturtmuş olacaksın; ama — onları benim gözümden, benim o yıllar önce gördüğüm biçimde görebileceksin. Bir de, umuyorum ki, aynı bakış biçimi olduklarını göreceksin bunların. — Tabiî ben şimdi yazdıklarımı sonuna kadar götürebilirsem; elimin titremesi izin verirse buna…)
(Çok garibime gidiyor, sana büyük bir insana söylenecek sözlerle yazmak; ama kendimi zorluyorum, seni o yaşında görmeğe, sana öyle yazmağa…)
Bu dünya pek fazla şey vermedi bana — hoş, ben de ona pek birşey vermedim ya…
Ama başlangıçta öyle değildi. Gençliğimde ben de coşkuyla, tutkuyla atılmıştım hayata; Annen’i sevmiş, işimde de başarılı olmak istemiştim. Sonra, biliyorsun, işimi de Annen’i de kaybettim — herşeyimi… — Peki nasıl oldu da bu hâle düştüm…
Sana anlatmağa çalışacağım — umarım anlarsın; çünkü bu anlatacağımı anlayabileceğinden pek emin değilim — , çünkü, belki ben de tam olarak anlamamışımdır ve anlatamıyorumdur…
‘Coşku’, ‘tutku’ dedim; bu duygularla, şunu isteyerek giriştim hayata: Tanınmak.
İnsanların, hele, yakınlarımın, beni tanıması, yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları. — Bak, sevmesi, saymaları demiyorum; amacım da, birçoklarının yaptığı gibi, kendisini şöyle şöyle göstermek, şu şu gibi görünmek, haketmediği bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek, değildi. Beni ben olarak tanısınlar, bilsinler istiyordum. Gençtim, dopdoluydum; büyük işlere girişmek, gücümü sınamak, başarıya ulaşmak istiyordum. Bunları yaparken de, nasıl bir kişi olduğum ortaya çıksın, gözüksün istiyordum
— işte, etrafımdakiler de bu kişiyi, bu “ben”i görsünler, kişiliğimi anlasınlar istedim. Sahici olmak; sahiden anlaşılmak, tanınmaktı, istediğim
Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular. — Bak, sakın sen de yanlış anlama: Sızlanıyor değilim, hiçbirşeyden yakınmıyorum. Davacı değilim dünyadan. Bunları yalnız senin için; şimdi, sana, yazıyorum — başka kimseye söyleyecek sözüm yok.
İşte, hep buydu olan: Annen beni gerçekten sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ — onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. Beni, hep, ya yanlış anladı, ya da hiç anlamadı. Beni hiçbirzaman sahiden ben olarak göremedi ki — o zaman kimdi Annen’in ‘sevdiği’?… Bende ben olmayan birini — hatta birşeyleri— ‘sevdi’; sonra, beklediklerini bulamadıkça, duyguları — o sevgi’si— nefrete dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene, ben değildim nefret ettiği kişi… Beni tanıyarak, bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret etseydi, inan, sevinirdim buna.
Öyle olmadı.
Toplum da öyle: Benden hep önceden konmuş kalıpların içine girmemi istediler. Benden, ben olarak, belirli bir görevi üstlenmemi isteselerdi, sorun olmazdı — benim istediğim de zaten buydu. Ama, benim o görevin kendisi durumuna girmemi istediler. Benim bambaşka bir kişi olmamı bile değil; sanki kişiliksiz birşey olmamı — sanki cansız, düşüncesiz birşey, bir alet, bir makina…
Dünya benden ben olmamı istemedi.
Beni ben olarak tanımadı.
Ben de sırtımı döndüm işte, bu dünyaya — gerisini biliyorsun; şimdi, artık, öğrenmiş olacaksın.
Sırtımı dönüp nereye gittiğimi de biliyorsun : toplumun, benim gibi, kıyılarına sürdüğü insanların arasına… Bir kez seni bile o insanların arasına sokma cesaretini göstermiştim. Anımsıyorsundur şimdi: Hani o çok boyalı ‘teyze’ler; o sıra sıra masalarla dolu, gündüz vakti karanlık salon; sana garip gelen, tanımadığın kokular…
Bir de, heyecan içinde, korkudan tiril tiril o genç ‘teyze’yi hatırlıyorsundur. Ve onun için söyleneni: “Dostu gelecek de…”. “Dost”u gelecek diye korkudan titreyen bu insana hayretle, anlayamadan bakmıştın. “Dost” sözcüğünün böyle bir anlamda kullanılmasını yadırgamıştım: İnsan “dost”u gelecek diye korkar mıydı hiç?…
— Bugün, sözcüğün bu yananlamını da biliyorsundur artık; bir de şunu : bu sözcüğün sözümona ‘düz’ kullanıldığı yerlerde nasıl bir sahtelik taşıdığını. İnsanların, “Çok yakın dostumdur” dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini — ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun. — Bu da bir başka erik hikayesi…
Oysa o genç kadının korkusu sahte değildi; sahiciydi. Belki, o zaman, denebilir ki, o korktuğu kişiyle ilgili sahici bir duygu duyduğuna göre, onun ile sahici bir ilişkisi de vardı. Sen, “dost” sözcüğünü kullanan kaç insanda sahici bir duygu gördün, şimdiye kadar? (Umuyorum benim gördüğümden daha fazlasını görmüşsündür…)
İşte, o insanların arasına gittim ben de, toplumdan çıkıp. Sahici tanınmayı orada buldum mu — bilmem : kendimi aldatma eğilimim güçlü olunca, bu soruya “Belki, bazen” diyebiliyorum — ; ama, inan bana, sahici insanlar tanıdım orada, sahici ilişkilerim oldu. Bunlar, toplum indinde ‘geçerli’ ilişkiler değildi, biliyorum — ama, hiçbir ‘geçerli’ ilişkinin olamadığı kadar — hatta olamayacağı kadar— gerçek, sahici idiler. Ben de toplumun geçerli saydığı ölçüler içindeyken hiçbir zaman olmadığım kadar sahici oldum, orada, o insanlar arasında.
— Garip işte: Beni tanımaya en çok o ‘tanınmayan’lar yaklaştı…
Gene de; evet, doğru : bir anlamda kaçtım, kaçıyorum şimdi de — bu da belki güçsüz olduğumu, yetersiz ve korkak olduğumu gösterir. Başarısız oldum. Bugün, yakınlarımın gözünde de, toplum indinde de, yersiz bir ‘düşkün’üm. Biliyorum.
Ama düşün: Nedir ki ‘başarı’ — ne olabilirdi ki benim başarım, ben o koşullara boyuneğip, toplum içinde bana gösterilen yeri alsaydım? Bir ikiyüzlülük, bir sahtelik, bir aldatmaca olurdu bu ‘başarı’ — ‘ben’im, ben olmadan, hatta benliğimi bir kenara atarak, kişiliğimi çiğneyerek elde ettiğim birşey. Karşılığında kim olduğumu verdiğim bir ‘kimlik’…
Bunu kabul etmedim. — Şunu bilmeni istiyorum: Pişman değilim; hiç de pişman olmadım. Ama şunu da bil ki, öyle gururlu falan da değilim — olamadım: Kendimden hiç nefret etmedim; ama bir türlü beğenemedim de kendimi. Çok acı çektim, ama başkalarına da çok acı çektirdim — bu da insanın gururlanabileceği birşey değil pek… Kendimi haklı görüyor değilim; ama kendimi savunuyor da değilim — hele yargılamayı hiç beceremiyorum, kendimi de dünyayı da...
— Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum — uyuşamadık. Hepsi bu.
— Bazen, bütün bunlara geri dönüp baktığımda, birşey düşünürüm : acaba bazı şeyleri başka türlü yapamaz, yaşamımı farklı bir biçimde yaşayamaz mıydım — daha az acı çekip, daha az çektiremez miydim…
Bilmiyorum. Belki. Belki de değil.
— Ama şunu biliyorum: Yaşam tek seferliktir. Bir kişi de, kim ise odur. Ben de ancak öyle, yaşadığım gibi yaşadım; başka türlü yapamazdım. — Başka türlü yapabilmeyi ister miydim… Sanıyorum, Hayır — peki o zaman, bütün bunları yeniden yaşamak durumunda kalsaydım, bunu ister miydim… Sanıyorum, Evet.
Çünkü, işte, başka, olduğumdan farklı bir kişi olmak istemezdim — bütün yoksunluklarımla, kusurlarımla, bozukluklarımla, ben benim… Yaşamım da böyle olacaktı; zaten de, öyle oldu..
Şimdi artık tek bir amacım var; bu da, gerçekleşmesi için benim yaşıyor olmamı gerektiren birşey değil: – Senin beni tanıman.
Biliyorum, aklında kalacak o bir-iki anı, yıllar geçtikçe; sen, Annen’i, toplumu, insanları tanıdıkça, onlarda göreceklerinin çerçevesi içinde anlamlanacak; sana, yavaş yavaş, Baban’ın sahici kişiliğini gösterecek. — Aslında benim bunları şimdi yazmama gerek yoktu; bunu da biliyorum.
Bu yüzden, bu küçük defter sana ‘hayatın ortası’na geldiğinde ulaştırılacak. Sen de, burada yazdıklarımda, zaten çoktandır bildiğin şeyleri bulacaksın. Bu mektup hiç de yeni birşeyler anlatmayacak sana; ama, herhangi birşeyi de doğrulamayacak.
Başka birşey istememiştim ki zaten, yaşamım boyu… — Garip değil mi: şimdi, yaşamım boyu isteyip de elde edemediğim birşeye, şimdi, öldükten yıllar sonra, kavuşmak…
Artık hazırlanmalıyım.
Sen geleceksin biraz sonra buraya, bir tuhaflık, bir karışıklık göreceksin — olup-bitenden de pek birşey anlamayacaksın. Ancak yıllar sonra aydınlanacak bu son anının anlamı; öteki, o daha eski anılarla birlikte.
O zaman, şimdi, sen herşeyi anladıktan sonra eline geçecek bu satırlar: Neyi anladığını anlayacaksın.
İnsan film yapma işine “film yapımcısı” olarak girişmez. Daha çok içten gelen bir mecburiyet duyar. Onu kışkırtır bu, ona dokunur, ona ilham olur. Böylece üzerine düşünmeye başlar. Sakince, yavaşça, dikkatlice bir şeyleri hissetmeye başlar. Fakat bu, oldukça incelikli ve hassas bir şeydir. Bunu bir baltayla gerçekleştiremezsiniz. Ağaç kesme işi değildir yapılan. Aslında bu, hemen her şey için geçerlidir muhtemelen. Yazıda, resimde, dansta, tiyatroda, müzikte, vs.
Bir endüstriden bahsettiğimiz için buradaki temel sorun bir filmin kendisine nasıl baktığımız oluyor. Benim bakış açım filmin hala yedinci sanat olduğu yönünde. Ve böyle de ele alınmalıdır. Yani gösteri dünyasının bir parçası olarak değil.Bugün dünyada geniş ölçüde böyle kabul ediliyor. Ama ben müzede sergilenecek eski kafalı biriyim, yaşım ve otoritem dolayısıyla buna bağlı kalabilirim ama şu an için, bu durum saçmalıktır. Yani insanlarla, ruha sahip oyuncularla hayata dair bir şeyler hakkında konuşurken endüstriden bahsetmenin anlamı yoktur. Endüstriden bahseden salaktır, ahmaktır. Bağışlayın beni, ama sert sözler kullanmaya mecburum.
Bir süreklilik söz konusu burada. Her zaman farklı düşünen insanlar olacaktır. Her zaman başkalarına kıyasla hayatta farklı şeylerin farkına varan insanlar olacaktır. Ve sonra tüm bunlardan bir şeyler ortaya çıkar ama bir karar verme meselesi değildir bu. Dahası, “bağımsız film” denen şey de ahmaklıktır. Tam olarak neyden bağımsızsın? Hiçbir şeyden bağımsız değilsindir. Bir kameraya ihtiyacın vardır. Şu kamerayı Nikon üretiyor ve o da büyük bir kapitalist şirkettir. Eşek yüküyle para istiyorlar bunun için ve hiç utanmadıkları kocaman bir kâr elde ediyorlar. Dolayısıyla bağımsız değilsinizdir, bu boka ihtiyacınız vardır ve bir şeyler yapmak için bunu alacaksınızdır.
Mutlak bir bağımsızlık yoktur, en azından ben olmayacağına inanıyorum. Topluma, insanlara ve alışverişe çıktığınızda dükkanlara bağımlısınızdır. Bir bütünün parçası oldukça bağımsız değilsinizdir. Bu bütüne ister hayat deyin, ister toplum veya bambaşka bir şey. Bununla yaşamayı öğrenmeniz gerek. Tabii doğal olarak tüm bunları nasıl değiştireceğinizi de öğrenmek zorundasınız. En nihayetinde tüm mesele gelip buna dayanır. Bir şeyler yapan veya yaratan birileri dünyayı değiştirmeye girişmiş olur. Dünyanın değişmeye ihtiyacı var. Hepimiz biliyoruz bunu. Eğer biri büyük torununun veya büyük büyük torunun sinemaya gidebilmesini istiyorsa veya yemek bulmasını istiyorsa değişim şart. Çünkü işler bugünkü gibi devam ederse yiyecek bir şey bulunmayacak. Su, yiyecek, hiçbir şey olmayacak. Bu bok küresel bir hal aldı artık. Durum gayet basit: Gözlerimizi açmazsak veya bir şeyler yapmaya başlamazsak yakında her şey bitecek. Bir kıyamet senaryosu değil bu. Basit bir gerçek sadece. Tek yapmanız gereken internete girmek. Durumumuza dair haberler sel gibi akıyor: Korkutucu.
Sert ve şiddetli bir sürecin ardından otokrasi, yönetimi demokrasiden devraldıktan sonra Macar sinemasının üzücü durumunda projektöre yansıtılacak hiçbir şey olmadığını söylemiştim. Bu, Macar sinemasının iki yıl duraklamasının fiilen iki yıl hiçbir şey olmamasının sonucu olarak politik bir beyandı. O zamanlar bu, politik bir beyandı.
Bir kere bile olsa olumsuz bir dünya görüşü çizdiğime inanmıyorum. İnsanların gelip gittiğine, dünyayı gördüklerine ve ne gördüklerini ifade etmeye çalıştıklarına inanıyorum. Gerçeklik vardır, onu görürsünüz, onun bir parçasısınızdır sadece görmekle kalmazsınız, onun içindesinizdir, gerçeği gerçek kılarsınız ve gerçek, içinizde güzelce değişim geçirir ve sonrasında bunu kendi gördüğünüz biçimde insanlarla paylaşırsınız. Bu, ne olumsuzdur ne de olumlu. Bunun bir değer işareti yoktur. Dünyayı nasıl deneyimlediğiniz ve ona nasıl tepki verdiğinizle ilgilidir. Hepsi bu. Bunun olumlu ya da olumsuz olduğunu söyleyemem. Tamamen umutsuz bir yaklaşımdır bu. Ne hissettiğinizi ifade edersiniz ve olaylar gelişir. Görünen o ki başkaları da aynısını yapıyor, sadece ben değil.
Neden teması Nietzche olan filmler yapmayı bıraktınız?
Filmlerin teması Nietzsche değildi. Zerdüşt’ün başını hatırlarsak Nietzsche şöyle der: Tanrı öldü.
Bunu düşünürsek… Kesin bir anti-yaratılış öyküsü işlersek… Bilirsiniz işte, tanrı dünyayı altı günde yarattı, önce karanlığı ışıktan ayırdı, sonra yeryüzünü, gökyüzünü falan yarattı. Altıncı günün sonunda “Bu iş oldu.” diye düşündü. Sırt üstü uzandı ve yedinci günü dinlenme günü oldu. Şimdiyse dünyaya baktığımızda Nietzsche’nin tanrı öldü görüşüne katılmak zorunda kalıyoruz. Bu sebeple her şeyi geri almalıyız ve hepsini bu filmde geri almış olduk.
Doğrusu, film yapmayı bıraktım çünkü… Çünkü söyleyecek başka bir şey kalmadı. Yani demem o ki, ölümden bahsettikten sonra daha neyi anlatabilirsiniz ki? Ölüm ve tüm diğer şeyler kıyamet gibi değildir. Kıyamet, büyük bir TV gösterisidir. Atlılarla falan. Hayır, hayır! Hayat, günler geçtikçe sessizce biter. Günlük rutininizi yaptığınızı sanırsınız, ama öyle değildir. Her gün biraz daha yaşlanırsınız, her gün biraz daha farklılaşırsınız ve bu günlük küçük farklılıklarla o noktaya çok daha fazla yaklaşmış olursunuz. Hiç gürültü çıkmaz, hiçbir şey olmaz. Öylece olup biter. Şimdi, bununla nasıl baş edeceksiniz peki? Bununla nasıl başa çıkacaksınız? Yeni bir film daha mı yapmalıyım? Ne hakkında? Yapamam. Yapmam için bir sebep yok. Sonra ne olacak ki?
Elli unutulmaz aşk kitabını seçtik. Milena’ya Mektuplar’dan Yunus Emre Divanı’na, Huzur’dan Neşideler Neşidesi’ne, Anna Karenina’dan Leylâ ile Mecnun’a kadar, aşka farklı pencerelerden bakan 50 kitap!
“Mutlu aşk yoktur” klişesini (ya da gerçeğini) şöyle rötuşlamıştı Rougemont: “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur.” Yazı tarihinden 50 aşk kitabını seçmeye çalışırken, bir kere daha öğrendiğimiz şey, bu değişmez yargı oldu. Fuzûli’den Thomas Mann’a kadar, mutlu aşkın tarihini yazmamıştır hiç kimse. Böyle de olsa, elli kitabı belirlemek, bizim için kolay bir süreç değildi. Mutsuz aşklar denizinden, aşkın farklı görünümlerini ortaya koyan yapıtları seçmeye çabaladık. Yeterince ‘görülmeyen’ sahih aşk kitaplarıyla eskimez başyapıtları bir araya getirdik. Her seçim -tıpkı aşk gibi- özneldir; bizimki de öyle oldu. Öte taraftan, bu denli zor bir seçime girişmek, beraberinde bir başka soruyu getiriyor: Nedir aşk kitabı? Bir yerde, Necatigil’in Zebra’sı (“bir otel otello”!) ya da Kundera’nın Şaka’sı da aşk kitabı değil midir? Bu düğümü çözmeye çalışmak yerine, ‘ilk anlamıyla’ aşk kitaplarından oluşturduk listemizi.
Bu türden bir liste, dışarıda bıraktıklarıyla da rengini belli eder: Leyla Erbil’den Mektup Aşkları’nı, Pınar Kür’ün Yaz Gecelerinde Keman öyküsünü, Çalıkuşu’nu, Hyperion’u, Binbir Gece Masalları’nı, Dickens’ın Büyük Umutlar’ını, Lady Chatterley’in Sevgilisi’ni, Yerçekimli Karanfil’i vs. vs. çok istediğimiz halde oluşturduğumuz 50 kitaplık ‘kısa’ listeye dahil edemedik, örneğin. Aşk bir yaşam sorunu, estetiğin ve şiirin alanında olduğu için Schopenhauer ve Barthes’ın yapıtları, Ovidius’dan Aşk Sanatı, Stendhal’dan Aşk Üstüne ve Geraldy’den Aşk gibi, konuyu kavramlarla irdeleyen kitaplar -birkaç istisna hariç- dışarıda kaldı. Aşkın 50 farklı durumuna odaklandığını düşündüğümüz 50 kitabın neden listede var olduğunu aşağıda okuyacaksınız. Seçtiklerimiz, aşkın karşı konulamaz bir efendi, bazen bir aldatmaca bazen kurtarıcı olduğunu; bir tür efendi-köle ilişkisi sayılabileceğini, yakıcı bir mutlak tutkuyu taşıdığını ve bazen de yıkım olabileceğini yeterince anlatıyor zaten.
1) Kerem ile Aslı (Yazgı olarak aşk)
Her aşk yanmakla başlar; Kerem ile Aslı’nınki yanarak tükenmekle bitiyor. Atasözlerine bile konu olan, külleri birbirine karışan bu iki âşığın destanından beri artık “Kerem derdi, Aslı derdi, dil derdi” vardır. Kerem, Ermeni keşişin güzel kızının peşinde dağları aşar. Aslı, Kerem’in küllerini toplarken saçları tutuşunca yanar. Halk edebiyatının “Leylâ ile Mecnun”u da sayılabilecek bu hikâye, hem maddî hem mistik aşkın, yeri gelince de ‘din aşkı çatışması’nın göz alıcı bir örneğidir. Kerem’i, aşkı kader olarak gördüğü için severiz. Âşık öznenin derin iç çatışması bir yana, Kerem ile Aslı’dan öğrendiğimiz değişmez bir gerçek daha var: Trajik olan aslında tek taraflı aşk değil; ‘engellenmiş’ karşılıklı aşktır.
2) Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar (Bir İstanbul masalı olarak aşk)
Huzur, edebî niteliğiyle olduğu kadar en güzel İstanbul masalı olduğu için de âşıklar için vazgeçilmez. Mümtaz’ın Nuran’a karşı hissettiği şey, tutkulu bir aşkın ötesinde, bir dönem İstanbul’una, neredeyse ‘Boğaziçi medeniyeti’ne açılan bir penceredir. Mümtaz, ‘bir yığın imkân arasından Nuran’ı’ seçmiş ve bu hikaye Tanpınar’ın üslubuyla ölümsüzleşmiştir. Huzur, defalarca dönülmesi gereken bir başyapıt.
3) Sevgili Milena – Franz Kafka (Kurtarıcı olarak aşk)
Kafka ile Milena’nın soylu aşkı da başka bazı büyük aşklar gibi sadece mektuplarda kaldı. “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” Bu aşkta kurtarıcı Milena’dır: “Karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin, başka hiçbir şeyin yararı yoktur.” İşte aşk, bazen kurtarıcı oluyor. Edebiyat tarihinin bu en sarsıcı aşk mektuplarını, özellikle Adalet Cimcoz’un çevirisinden okumalısınız.
4) Güvercin Gerdanlığı – İbn Hazm (Deneyim olarak aşk)
Aşkı ‘teori’ kitaplarından değil de edebiyat yapıtlarından okumak en doğrusu. Fakat İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nı bu yargıdan ayrı tutmak gerekiyor. “Aşk doğuştandır,” diyen İbn Hazm, yazı tarihinin en soğukkanlı ve aynı zamanda en lirik yapıtlarından birini bıraktı arkasında. Aşkı şöyle anlatıyor: “Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.” İbn Hazm, aşkın belirtilerini şöyle sıralıyor: “İlki, sevgiliyi derinden derine seyre dalmaktır. Sevgilinin bulunduğu yere gitmekte ivedilik etmek, onun yanına oturmanın yollarını aramak, sevgiliden ayrılmayı gerektirecek her türden ciddi durumu hesaba katmamak, sevdiğinin adını kendi kendine tekrarladıkça bundan hoşlanmak… Öyle anlar olur ki, gerçekten birine içtenlikle tutulan kişi büyük bir iştahla yemeğe başlar. Ama sevgilisi hatırına gelirse o anda, artık yiyecekler boğazından ileriye geçmez.(…) Gözyaşları da aşkın belirtisidir.” Şu hadis-i şerifi alıntılamayı da ihmal etmiyor İbn Hazm: “Bir kimse âşık olsa, aşkını namusunu lekelemeden korusa ve ölse, o şehittir.”
Güvercin Gerdanlığı, ölümden güçlü olan şeyin, bize ölümü göze aldıran şey olduğunu öğretiyor. Bu kitabı okumadan, aşk bilgimiz eksik kalacaktır.
5) Genç Werther’in Acıları – Johann Wolfgang von Goethe (Yıkım olarak aşk)
Tutkulu aşkın görkemli klasiği Genç Werther’in Acıları yazıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. (Werther’i okuduktan sonra intihar etmek istemeyen âşık var mı?) Bu yapıtı, sadece platonik bir aşk hikâyesine indirgemek hata olur. Yine de, ortada böylesine bir aşk varsa, sanatsal bütünlüğün ikinci planda kalması kaçınılmaz oluyor. Parmağı dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü olarak kalacak…
6) İlâhi Aşk – İbn Arabî (Yüksek perdeden aşk)
“…Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır…” alıntısıyla başlar İlâhi Aşk. Sevginin, temellerinden yanıltmalarına kadar farklı düzeylerini okuruz. “Varlık bir harftir, sen onun anlamısın” dizesinde anlatılan hâle doğru yol alırız. ‘Yükseklerde yalnız uçan kartal’ İbn Arabî’den yakıcı ve yüksek perdeden bir ilân-ı aşk…
7) Beyaz Geceler – Fyodor Dostoyevski (Teselli olarak aşk)
İyimser aşkın el kitabı… Sonunda kavuşmak olmasa da her aşk kendince bir mutluluk değil mi? Kahramanımızın sevgili Nastenka’ya duyduğu aşkta, topu topu dört gecenin hatırası vardır. Ama bu yeterlidir işte… Dostoyevski’nin romanı bitirirken söylediği gibi, “Bir anlık mutluluk! Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!”
8) Hüsn-ü Aşk – Şeyh Galib (Bir yolculuk olarak aşk)
Güzellik olmadan aşk olmaz. Şeyh Galib, Aşk’ın Hüsn’e (güzellik) yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor. Aşk ile Hüsn’ün doğuşlarından “edeb” mektebinde dinlenmelerine, oradan da çileli aşklarına kadar bir dil ve imge ziyafeti. Bu serüvende Aşk, belâları kabul eder, yolu gam harabelerinden geçer, perişan hallere düşer ve sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân” (sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır, susulur. Her aşk yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere daha anlarız…
9) Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali (Dram olarak aşk)
Edebiyatta genel nitelemelerin yanlışlığına iyi bir örnek: ‘Toplumcu’ Sabahattin Ali, ‘bireysel’ tutkuyu en iyi anlatan romanlardan birini yazmıştır. Kürk Mantolu Madonna’da Raif Efendi’nin bir Alman kadına duyduğu ‘tarifsiz kederler içindeki’ aşk vardır. Romanın son cümlesini okuyunca, yeryüzündeki mutsuz aşkların hayaletlerini üstünüzde hisseder, ağlamak istersiniz. Raif Efendi’nin Maria’ya seslenişi nasıl da ürperticidir: “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar, hep kaybedişlerden geriye kalanlardır.
10) Anna Karenina – Lev Tolstoy (Bedel olarak aşk)
Anna’nın aşkı hangisidir? “Köleleştirici aşk” mı, “adayıcı aşk” mı? Yoksa Anna Karenina, aşkta engel ne kadar büyükse aşkın da o kadar büyük olduğunun apaçık bir kanıtı olarak mı okunmalı? Ne denirse densin, bu büyük klasikte, aşka ilişkin bütün çağrışımlar bir aradadır: Özgürlük, tekdüzeliği kırmak, ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik olmadığı kesindir. Tolstoy’un açıkça gösterdiği şey, Adorno’nun söylediğidir biraz da: “Aşk da toplumsal olarak dolayımlanır.” Anna, aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden gitmek, ancak bedeli ölüm olunca, kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.
11) Sekizinci Mektup (Mektûbat) – Bediüzzaman Said Nursi (Şefkat ve aşk)
Soğukkanlı bir aşk-şefkat karşılaştırması. Bediüzzaman, Sekizinci Mektup’ta şefkatin aşktan ne kertede üstün olduğunu Kur’ân’la temellendiriyor. Hazret-i Yakup’un Hazret-i Yusuf’a karşı duyduğu şeyin aşk değil şefkat; Züleyhâ’nın hissettiklerinin ise aşk olduğunu hatırlatarak bir derecelendirme yapıyor: Kur’ân’a göre Hz. Yakup’un hissiyatı Züleyhâ’nınkinden ne kadar yüksekse, şefkat de aşktan o kadar üstündür. Sekizinci Mektup’u okuduktan sonra bu değişmez gerçeğin iç rahatlığını mı yaşamalı, yoksa burukluğunu mu duymalı?
12) Aylak Adam – Yusuf Atılgan (İhtimal olarak aşk)
‘Aşk romanı’ deyince akla sadece somut bir aşk hikâyesinin anlatıldığı bir metin geliyorsa, Aylak Adam, aşk romanı değildir. Ama ilk cümleleri okuduğumuzda ürpeririz: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” C.’nin peşinden gittiği şey, bir aşktan öte, aşksız olmayan bir dünyadır. Bunun kendince yollarını bile bulur. Ama olmaz. Romanın sonunda dendiği gibi; “Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”Aylak Adam, aşkın -ya da aşksızlığın- yürek burkan hikâyesidir. Peki, aylaklık ile aşk arasında sırlı bir bağ var mıdır? Evet, vardır!
13) Kızıl ile Kara – Stendhal (Tükeniş olarak aşk)
Büyük bir aşk romanı, aslında tam da aşk romanı olmayan yapıttır; tıpkı “Kızıl ile Kara” gibi. Genç Julien Sorel’in ruhundaki çalkantılarla dönemin Fransa’sındaki çalkantıları bir arada okuruz. Stendhal’ın Don Juan’dan bol bol alıntı yaptığı romanına koyduğu epigraf çarpıcıdır: “Gerçek, şu acı gerçek.” Satırlar boyunca Julien’e bazen acır, bazen kızarız. Büyük aşkların sadece hayatta birer kazadan ibaret olduğunu kabul etmediği için severiz de onu. Ancak Madam de Renal’a karşı beslenecek tek duygu, saygıdır. Aşk, iki sevgiliyi de tüketir. Hilmi Yavuz’un bir dizesiydi: “julien ne söyledi madam renal’a”. İşte bu dizenin arkasında çok şey yatıyor.
14) Venedik’te Ölüm – Thomas Mann (Bir ölüm türü olarak aşk)
Yan yana gelmesi tehlikeli, fakat kaçınılmaz üç sözcük: Aşk, sanat, ölüm… Thomas Mann, aşkın yazgısını bu sözcükler üzerinden kurcalıyor. Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk, sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm… “Motus animi cotinuus”u (ruhun daimi hareketi) daha iyi anlamak için bir yol açıcı kitap…
15) Dîvân-ı Kebîr – Mevlâna Celâleddin Rûmî (Âb-ı hayat olarak aşk)
“Ben ol da bil aşkı” demişti Mevlânâ. Nerededir aşk? Bir magma gibi taşıp durduğu Divân-ı Kebîr’dedir: “Âşık dediğin de benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”
Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnû’su, tam da yasak olan bir kıvılcımla yaktığı için belki de, Türk edebiyatının en trajik aşk romanı olma vasfını hâlâ koruyor. Romanın trajik öğesi, trajik sonuna da sebep olan, iç içe geçmiş diğer aşklarla çevrili “yasak olan aşk”tır, yani Bihter’in Behlül’e “yeni, imkânsız ve tehlikeli” olana aşkıdır. Edebiyat tarihi, yasak aşkları hep aynı sona mahkum etti: Nasıl ne Bovary, ne Anna kurtulamadıysa nihayet yasak aşkın pençesinde yanmaktan, Türk edebiyatında kadının keşfedildiği ilk eser sayılabilecek Aşk-ı Memnû’nun Bihter’i de bu trajik sondan kurtulamayacaktır. Ve nasıl tam da bu sebepten Anna Karenina Rus edebiyatının, Madame Bovary Fransız edebiyatının mihenk taşı olmayı sürdürüyorsa, Aşk-ı Memnû da Türk edebiyatı için ateşin bulunduğu nokta olacaktır. Aşkın şöyle tanımlandığı bir roman: “Kalplerimizde bazı illetler vardır ki, vücudun tamamıyla ensicesine hulûl ettikten sonra keşfolunamayan hâfî emrâza mahsus bir nüfuz hıyanetiyle kendisini göstermeden, tahriplerini haber vermeden, derûnî bir yangın dumansızlığıyla yanar, yanar; bu bir ateştir ki mahiyetini bilmeyiz; vücudundan haber almayız; o yavaş yavaş vazifesinden emin, devam eder; nihayet bir gün birdenbire, bir hiç, bir dakikalık bir vukuf bize gösterir ki kalbimizde bir yangın var. Nedir? Nereden tevellüt etmiştir? Bu yangın nasıl bir serseri rüzgârın kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilemeyiz.”
17) Divan – Yunus Emre (Kılavuz olarak aşk)
Yunus Emre’den bu yana biliyoruz: “devletli nesnedir aşk” ama aynı zamanda “firkatli nesnedir”. Aşk gelicek cümle eksikler biter, böyle söyler Yunus. Ona göre, “Aşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur.” Mecazî aşktan gerçek aşka geçişte bir kılavuzdur. Âşık olmayan kişiyi taşa benzeten Yunus Emre’nin en çok da şu dizesi: “Bizim sevdiğimiz Hak’tır bu halka göz ü kaş gelir”. Tek dize bütün bir aşk yolculuğunu anlatmıyor mu?
18) Eylül – Mehmed Rauf (Masumiyet olarak aşk)
Eylül’le anılan bir aşkın gideceği yer tükenişten başka neresidir? Suad ile Necib’in, birbirine ancak alıkonulmuş bir eldiven tekiyle ifşa edebildikleri ‘yasak aşk’ları, masumiyetini belki de ruhların müellifi, kalplerin merhemi musikiye borçluydu. ‘İnsafsız rüzgâr’, ‘muannid yağmur’ yalnız o güzel yazın ertesindeki ayın değil, onların ruhundaki çöküşün de adıydı. O aşk ki belki bir yangında kavrulursa tamama ererdi. İkisi aynı ateşte yandılar, zaten bir kere yanmışlardı!
19) Vadideki Zambak – Honore dé Balzac (Sığınak olarak aşk)
Bir aşk kitapları listesine pekâla Balzac’ın mektupları da alınabilirdi. Ama roman sanatının yüz aklarından Vadideki Zambak’ta adı geçen Félix de Vandenesse, Balzac’tan; Henriette de Mortsauf da Balzac’ın hayatında önemli yeri olan Madame de Berny’den başkası değildir zaten. Romanda anlatılan, yine ikilemler içindeki bir kadınla, bütün yıkımları başını onun dizine koyarak gidermek isteyen âşığın hikayesidir. Bir de Balzac, romanın başında evrensel bir ders verir: “Bizi sevdiğinden çok kendisini sevdiğimiz kadının üstünlüğü, sağduyu kurallarını bize her zaman unutturmasıdır.” Türkçede Cemal Süreya çevirisi olduğunu da düşününce, Vadideki Zambak’ı okumak şart oluyor.
20) Mantık Al-Tayr – Feridüddin-i Attar (Bülbül hastalığı olarak aşk)
Feridüddin-i Attar, otuz kuşun yolculuğunu anlatırken, geride, Allah ve Peygamber aşkına dair, yüzyıllardır tazeliğinden bir şey yitirmeyen metinler bırakmıştır. Mantık Al-Tayr’ın sarsıcı sözcükleri, ‘bülbül hastalığı’ olarak tanımlar aşkı. Sır, hüthütün öteki kuşlara verdiği cevaplarda saklıdır. Hüthütün dudu kuşuna verdiği cevapta örneğin: “Can, sevgiliye verilmek içindir.. ancak bunun için işine yarar. Can verirsin de bir an olsun sevgiliye kavuşursun. Âb-ı hayat istiyorsun, fakat canını da seviyorsun.. yürü be… Canını ne yapacaksın? Ver sevgiliye!”
21) Ağrıdağı Efsanesi – Yaşar Kemal (Ağıt olarak aşk)
“Her yıl Ağrıdağı’nda bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağı’nın güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağı’ nın harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrıdağı’nın öfkesini çalmağa başlarlar. (… Bu arada, tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak küçücük bir kuş dönmeğe başlar. Gölün üstünde bütün hızıyla uçan kuş göle şimşek gibi çakılırcasına iner, bir kanadını suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır, sonra da uçup gider, gözden ırar, yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz, birer ikişer oradan ayrılır, karanlığa karışır çekilir giderler.” Sonra… Yaşar Kemal, Gülbahar ile Ahmed’in büyük destanını anlatmaya başlar.
22) Malina – Ingeborg Bachmann (Dünyaya karşı duruş olarak aşk)
Malina, kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının en yakıcısıdır. “Parola, Ivan.” der Malina, “Ve hep, hep Ivan.” Böyle bir aşkın var olduğu dünya, kötü bir dünya olamaz, dersiniz. Ama kötüdür dünya (“Biz, birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken, kentteki kıyım sürüp gidiyor;”. Malina’da altı çizilecek o kadar cümle var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın yazarı, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını vermiştir zira, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.”
23) Şiirler – Karacaoğlan (Teklifsiz aşk)
Cemal Süreya yazmıştı: Yâr kavramı en somut ve süzme biçimde Karacaoğlan ile şiirimize girmiştir. Halk şiirinde Erzurumlu Emrah da, başka şairler de var ama Karacaoğlan, aşkın ve Türkçenin bir yakasında yüzyıllardır parlıyor. Kimi zaman “Benim çok ömrümü az eylemesin” diyecek kadar umutsuz, kimi zaman “Herkesi sevdiğine verse Yaradan” dizesindeki kadar naif bir âşık. Galiba Karacaoğlan’ın umutla umutsuzluk arasında salınan aşkını en iyi şu dizeler anlatıyor: “Yaylanın karından beyazdır döşün / Uzanıp üstüne ölesim geldi”.
24) Jurnal 2 – Cemil Meriç (Dehâ ve aşk)
İnsanın dörtte üçünün âşık olduğunda ortaya çıktığını söylemişti Cemil Meriç. Jurnal’inde yer alan Lamia Hanım’a mektuplarda da kırgınlıkları ve coşkularıyla, çıplak bir Cemil Meriç vardır. “Kendini rahat hissetmen beni kudurtuyor.” der, bencildir; “Hiçbir kıta kâşifi benim tattığım hazzın bir zerresini tatmamıştır.” der, esriktir! Türkçenin belki de en sert, en dolu ve en sıcak aşk mektupları… Kimi zaman ‘mezar taşı gibi bir sükut’la, kimi zaman da alevden iki ırmağın birbirine karıştığını bilmenin yakıcılığıyla beslenen bir tutku. “Aşk, dehadan çok daha nadir.” diyen Cemil Meriç’ e şu cümleyi kurdurmuştur aşk: “Aşkın verebileceği en büyük saadet sevilen kadının ilk defa elini sıkmak. Musikinin verdiği haz gibi bir şey.”
25) Kalbin Zümrüt Tepeleri – M. Fethullah Gülen (Sahih aşk)
“Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemâl ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbet ki, böylesine, daha ziyade mecâzî aşk denir.. bir de, cemâli kemâl noktasında, kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da hakikî aşk denir.” Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki yolculuğun duraklarından biri aşk; o noktaya ulaşan birinin atacağı bir adım ya kalmıştır ya kalmamıştır. Aşk, Zümrüt Tepeler’deki öteki konularla bütünlüklü bir bakış içinde değerlendirildiği zaman, gerçek yerine de oturmuş oluyor. Aşka ilişkin olanın, sadece ‘Aşk’ başlıklı yazı değil, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki bütün bir seyir olduğunu unutmamak gerekir. Fethullah Gülen’in akıllarda mıh gibi kalan bir cümlesi, işin özüdür aslında: “Dünya, aşkın katilidir.”
26) Swann’ın Aşkı – Marcel Proust (Kayıp zamanın izinde aşk)
“Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır.” Belki Proust’un bütün külliyatı ama ille de Swann’ın Aşkı. “Mutlu olan kişi âşık değil demektir,” diyen Proust bu cümlesiyle meşrebini de belli eder ve o benzersiz üslubuyla olağanüstü bir yapıt kurar. Sosyete çevrelerine girip çıkarak kendini var etmeye çalışan Swann’ın güzel Odette’e duyduğu aşkın hikâyesi temelde basittir ama yazarın doyumsuz tasvirleriyle sıra dışı bir hal alır. Proust, Gide’e yazdığı bir mektupta ironiyi de elden bırakmaz: “Eğer Swann beni tanısaydı ve benden biraz yararlanabilseydi, Odette’in ona geri dönmesini sağlayabilirdim.” Roman kişileriyle yazarın aşka bakışlarındaki farklılıkları çok da önemsememek gerekiyor. Zaten Proust evreninde, aşka en sağlıklı yaklaşım yine bir roman kişisinden, Madam Leroi’dandır: “Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”
27) Neşideler Neşidesi (Coşkunluk olarak aşk)
Aşkın tehlikeli sularında: “Çünkü sevgi ölüm gibi güçlüdür / Kıskançlık ölüler diyarı gibi serttir; / Onun alevleri, ateşin alevleri, / Yakıp bitiren alev. / Sevgiyi büyük sular söndüremez; / Ve ırmaklar onu bastıramaz.”
28) Muhteşem Gatsby – Scott Fitzgerald (Adanış olarak aşk)
Bir başka ‘ömürlük’ aşk hikayesi… 20. yüzyılın ilk yarısında, yapay değerlerin biçimlendirdiği Birleşik Amerika’da geçen roman, ‘Amerikan düşü’ ve ‘yükselme’ gibi temaların ardında, derinden derine bir aşk hikâyesiyle içimizi ısıtır. Gatsby ölür; sonunda onu ne kadar sevmiş olduğunuzun ayırdına varırız -tıpkı Daisy gibi! Romandan bir de unutulmaz cümle, Can Yücel çevirisiyle: “Hani öyle gelir ya insana; o yaz işte, hayat yeniden başlıyor sandımdı.”
29) Serin Mavi – Behçet Necatigil (Evcil aşk)
“Ayşe, Huriye, Selma (yaş sırasına göre küçükten büyüğe) !” diye başlar bir mektuba Necatigil. Eşi Huriye Hanım’a, yaşça iki kızının arasında yer vermesi, nazik bir jest değil sadece; mektupların bütünü okunduğunda Necatigil yalınlığı iyice belirir. Serin Mavi, kuşkusuz, Türk edebiyatında bir ‘aile’ye yazılmış en incelikli aşk mektuplarını içeriyor. Necatigil evreninin tüm sözcükleri; ev, aile, gündelik sıkıntılar sımsıcak kılıyor bu mektupları. Ve Serin Mavi boyunca hep o iki dize çınlıyor: “Seni nasıl alabilirim benim tarafa / Uzaksın”.
30) Çağımızın Bir Kahramanı – Lermontov (Yanılsama olarak aşk)
Bütün kadınları kendine âşık etmekten hoşlanan ama hiçbirini sevmeyen Peçorin’in öyküsü bir ütopya gibi mi görünüyor? Belki öyledir ama “Çağımızın Bir Kahramanı”, sadece basit bir “kaçan kovalanır” öyküsü değil; derinlikli bir portredir. Peçorin adlı ‘kahraman’ cevaplar vermez; sorular sordurur. Sevilmeden sevmek paradoksunu bu kez tersinden okuruz. Peçorin, kimseyi sevemez ve mutsuzdur. Onun, “Kayadan kayaya atlayan suyun şırıltısını duyunca unutamayacağı tek kadın yoktur.” Bu unutulmaz yapıtı okurken insan, Peçorin’in yazgısının ölümcül, kara bir talih mi yoksa çok az kişiye rastlayacak bir şans mı olduğuna bir türlü karar veremiyor.
31) Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri – Nâzım Hikmet (Umut olarak aşk)
30 Eylül 1945… “Seni düşünmek güzel şey / ümitli şey / dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey / Fakat artık ümit yetmiyor bana, / ben artık şarkı dinlemek değil / şarkı söylemek istiyorum”.
32) Mem û Zin – Ehmede Xani (İmkânsız aşk)
Ehmede Xani’den eşsiz bir imkânsız aşk masalı… Mem’in Dicle nehrine unutulmaz seslenişiyle: “Benim gönlümün içinden de geç bir kez / Gözlerimin pınarına bak bir kez.” Bu destanda iki âşık vardır da, bir de, aşklarının ortasında biten diken, kötü adam Beko vardır. Beko’ların biri gider, bir başkası gelir… Ve bu dünyada kavuşmak yoktur.
33) İlk Aşk – Turgenyev (Hatıra olarak aşk)
Bu güzel ve küçük roman, biraz da adından dolayı listeye girmeyi hak ediyor. Kahramanımızın Zinadia’ya duyduğu hızlı ve tutkulu aşkın sıra dışı öyküsü. Hikâyede her ilk aşk deneyiminin izleri var gibidir. Bir yerde şöyle der kahraman: “Artık sıradan bir delikanlı sayılmazdım; çünkü âşıktım.”Kısa serüvenlerin sonunda Zinadia ölür; buruklukla şaşkınlık arası bir duygu eşliğinde kitabı kapatırız. İlk aşktır; incitir, özletir, anısı silinmez.
34) Monna Rosa – Sezai Karakoç (Hıçkırık olarak aşk)
“Esmer delikanlı, hatıra ve kan / Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları / Sızıyor bir kapı aralığından / Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.” Sezai Karakoç’un çok aşkta çok hatıra bırakan anıtsal şiiri. Kendi hikâyesiyle zaman içinde bir efsaneye dönüşen Monna Rosa, her aşk hikâyesiyle yıllardır yeni sayfalara, yeni defterlere yazılıyor. Bir anlamda, “mutlu aşk yoktur”un en güzel Türkçe söylenişi… “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa: / Henüz dinlemedin benden türküler. / Benim aşkım uymaz öyle her saza, / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler… / Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa./ / Yağmurlardan sonra büyürmüş başak, / Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. / Bir gün gözlerimin tâ içine bak: / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış”.
35) Kolera Günlerinde Aşk – Gabriel Garcia Marquez (Ömür boyu aşk)
50 yıl süren bir tutku, aşk mıdır yoksa aşka çok benzeyen bir bağlılık mı? Büyülü gerçekçiliğin ustası Marquez, Kolera Günleri’nde Aşk’ta tam da üslubuna yakışır bir konuyu, yarım yüzyıl süren bir aşkı anlatıyor. Florentino Ariza’nın Fermina Daza’ya olan yenilmez, gözüpek aşkının hikâyesi, aşk yüzünden delirenlerin eksik olmadığı bir coğrafyanın acımtırak kokularını taşıyor. Sonunda ne mi öğreniyoruz? Sadece aşksız değil, aşka rağmen de mutlu olunabileceğini…
36) Elsa’ya Şiirler – Louis Aragon (Poetika olarak aşk)
Aragon öleli 25, Elsa öleli 37 yıl oluyor. Genç kuşaklar ikisini de, siyasi mücadelelerinden, romanlarından değil, şiirlerden ve büyük aşklarından tanıyor bugün. Aragon, kendine “Elsa’nın Mecnunu” sıfatını yakıştırmıştı. Unutulmaz şiirlerini Elsa için yazdı. Edebiyat tarihinin en şanslı kadınlarından Elsa da, hep var olmayı istediği tarihte romanlarıyla değil, daha çok konu olduğu şiirlerle anıldı. Şanslıyız ki, Orhan Veli’den İlhan Berk’e kadar iyi çevirmenler bu şiirleri Türkçeye ‘kazandırdı’. En sarsıcısı, Elsa’nın Gözleri şiirinden: “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orda bütün ümitsizleri bekleyen ölüm / Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”.
37) Alemdağ’da Var Bir Yılan – Sait Faik (İyimserlik olarak aşk)
Türkçenin kuyruklu yıldızı Sait Faik’in kuşkusuz en iyi kitabı. “Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?” diye sorar bir öyküsünde. Onu okurken, hep bir iyimserlik vardır ama yitik bir şeyler olduğu düşüncesi de peşimizi bırakmaz. Kitapla aynı adı taşıyan öykünün şu cümlesi, bir kez okunduğunda unutulmayanlardandır: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”
38) Doktor Jivago – Boris Pasternak (Tutku olarak aşk)
Aşk ve devrim yan yana gelince ortaya unutulmaz hikâyeler çıkıyor. Doktor Jivago, bunların en iyilerindendir; hem dönemini enfes betimlediği hem de hastalıklı bir aşkı ustaca anlattığı için. Yuri Jivago edebiyat tarihindeki ‘büyük âşıklar’ listesindeki yerini çoktan aldı zaten, ama okursanız, Lara’nın nasıl ustaca çizilmiş bir karakter olduğuna da dikkat edin. Romandan uyarlanmış, izlenmeye değer bir filmin olduğunu da hatırlatalım…
39) Gizemli Şiirler – Hilmi Yavuz (Bakış olarak aşk)
Aşkla ‘bakmak’ arasındaki gizemli ilişki nedir? Belki Yakın Aşklar şiirindeki: “yakın aşklar! sizi ve gizi / bir kıyıyla öteki / gibi bağlayan nedir?” Belki Eylül şiirindeki: “eylül! daha çocukluğumdan / beri size bakardım ben / bir yazın azalmakta olan / sözcüklerinden nasıl da / ansızın dökülürdünüz / bahçelerle ve kül / dolardı içim… eylül!” Ama en çok da şu şiirdeki: “size bakmanın tarihi! siz / bir gonca kadar kendiliğinden / yazılmış olmalısınız / derin, korkunç ve ergen / kalbim, sevdalara sığmayan kalbim / bir dağı içeriyor geçerken / siz o dağa sanki kış / ve sanki bıldır yağan karsınız / umarsız sözcüklere bulanmış”…
40) Fransız Teğmenin Kadını – John Fowles (Bekleyiş olarak aşk)
1969 tarihli roman, yüzeydeki esrarlı aşk hikâyesinin altında felsefî ve toplumsal sorgulamalarla çağdaş bir klasik olarak adlandırılmayı hak ediyor. Her aşk hikayesi, içinde kendi döneminin eleştirisini barındırır ama Fransız Teğmenin Kadını’ndaki kadar ustaca iğnelemelere kolay rastlanmıyor. Bir kadının iç dünyasına nasıl bu kadar soğukkanlılıkla yaklaşılabilir? Bu, John Fowles’un ustalığıdır. Yüzyıl öncesinin İngiltere’sinde bir erkeğin toplumun kurbanı oluşu, bugüne de çok şey söylüyor. Romanın başkişisi Sarah, tıpkı Madam Bovary ya da Lady Chatterley gibi, asla unutulmayacak.
41) Aramızdaki Şey – Tomris Uyar (‘Aramızdaki şey’ olarak aşk)
Tomris Uyar’dan aşkın ‘aramızdaki şey’ durumuna nokta atışı! Uyar’ın başka öyküleri, başka kitapları da var elbette, ama edebiyatımızda aşka çok benzeyen bu ‘şey’i daha iyi anlatan bir öykü yok. Şöyle der anlatıcı, Venedik’te Ölüm filmi seyredilirken: “Onu yakalamak için nedense filmden sana kaydı gözüm. Ellerine, uzun, biçimli parmaklarına, nerdeyse saydam tırnaklarına. İncecik bedenine. Bu dünyayla baş edemeyecek kadar kırılgan olduğunu o an kavradım. Artık filmdeki Tadzio’yu seyredebilirdim… İçimin yandığını belli etmemek için bile-isteye soğuk bir şaka yaptım: ‘Yazarın ve romanın baş kişisinin adları T harfi ile başlıyor diye mi çağrıldım yoksa buraya?’” Tomris Uyar’ın ustalıkla anlattığı ‘şey’i yaşarsak bir gün, o soruyu sorarız: “Sen o şeyi çözebilmiş miydin?”
42) Soneler – William Shakespeare (Nimet olarak aşk)
Romeo ve Juliet ya da Othello ile değil de Soneler ile okumalısınız Shakespeare’den aşkı. Entrikalarla, hesap-kitapla kuşatılmış aşkları değil, lirizmle, yalınlıkla beslenen aşkları okumanın tadına böyle varabilirsiniz. Sevgilisine, “Seni bir yaz gününe benzetsem mi” diye seslenen şairdeki aşk çığlığını duyarsınız. Ve kuşkusuz, bulunmaz bir nimettir aşk: “For thy sweet love rememb’red such wealth brings, / That then I scorn to change my state with kings”.
43) Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı – Pablo Neruda (Umutsuz bir şarkı olarak aşk)
20 unutulmaz aşk şiiri… “Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü. / Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen. / Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile. / Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.” Neruda’nın aşk sarkacı da inip çıkar, “sonsuz unutuş kırar” insanı. Son söz ümitsizce söylenir: “Ve ellerimde yalnız gölgenin ürperişi. / Âh, uzağa her şeyden. Âh, uzağa her şeyden. / Ey kimsesiz, yollara düşme saati şimdi!”
44) Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde – Abdülhak Şinasi Hisar (Damıtılmış aşk)
Divan şiiri tepeden tırnağa aşktır. Bu geleneğin en güzel aşk dizelerini okumak içinse benzersiz yapıt var: Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde” adlı seçkisi.Hisar’ın seçkin beğenisinden süzülmüş, neredeyse bir aşk el kitabı. Ne unutulmaz dizeler vardır bu minik seçkide: “Biz âleme bir yâr içün âh itmeğe geldik” (Yenişehirli Avni) ya da “Gel, gel ki cümle savm-ü salâtın kazâsı var / Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazâsı yok” (Nesimî) gibi. Aşkın her türlüsüne birer bölüm ayrılan kitapta, tüm dizelerin şairleri Bâki Efendi’nin tavrındadır: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız / Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız”. Aşkı bir de, Nedim’den ‘son divan şairi’ Yahya Kemal’e kadar, eski şairlerden okumak iyi oluyor. (Divan şiiri denince; Necati Bey’in, bu seçkide yer almayan bir dizesi vardır ki, ciltlerce kitaba değer. Söylemeden geçmemiş olalım: “Ki hüsn sende garib oldu aşk bende garib”
45) Belâ Çiçeği – Attilâ İlhan (İkilem olarak aşk)
Böyle bir listeye Attilâ İlhan’dan kitap seçmek pek kolay değil. Bu kitap ‘Böyle Bir Sevmek’ olabileceği gibi, pekâla ‘Ayrılık Sevdaya Dahil’ de olabilirdi. Ama Bela Çiçeği’ni seçtik -aşkın o mâlum paradoksunu anlatan ‘Aysel Git Başımdan’ şiiri için: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan istemiyorum / benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün / dağıtır gecelerim sarışınlığını / uykularımı uyusan nasıl korkarsın / hiçbir dakikamı yaşayamazsın / aysel git başımdan ben sana göre değilim / benim için kirletme aydınlığını” diye başlayan şiirin sonu yakıcıdır: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan seni seviyorum”.
46) Günlerin Köpüğü – Boris Vian (Gerçeküstü bir durum olarak aşk)
Tutkulu bir caz dinleyicisi olan Colin, bir gün Chloé (Yunancada ‘taze yeşillik’ anlamındadır bu sözcük) ile tanışınca ona şöyle der: “Sizi Duke Ellington mı düzenledi?” Bu naif soru, çağdaş aşk masallarının en güzellerinden olan Günlerin Köpüğü’nde anlatılanın nasıl bir şey olduğu hakkında iyi bir ipucu veriyor. Aslolan iki şey vardır Vian için: Aşk ve New Orleans’ın müziği. Plak, düşsel roman boyunca zihnimizde döner. Mutlu sonla bitmesini delicesine istediğimiz hikâye mutsuzlukla biter. Ama belki de, Colette’in dediği gibi, sonu acı bitse bile her aşk ayrı bir mutluluktur. Ve umulur ki bir gün Boris Vian’ın dediği olur: Sonunda kitleler haksız, bireyler haklı çıkar.
47) Sevda Sözleri – Cemal Süreya (Aşk olarak aşk)
“Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” dizesiyle anlatılabilir Cemal Süreya’nın aşkı: İronik, masum, bazen çaresiz. Sadece adından dolayı değil, Sevda Sözleri, aşkın türlü hallerini şiirin ustalığıyla kesiştirdiği için ayrıcalıklı bir yeri hak ediyor. Gündelik hayatın tam ortasında, Sevda Sözleri’nden iki dize masanıza düşebilir örneğin: “İki çay söylemiştik orda, biri açık / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Şu dizeler, “Kardeşim olan gözlerini unutmadım” ya da “Aşktın sen gidişinden bildim seni” nasıl unutulur? Ancak bir tanesi var ki, manifestodur: “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın”.
48) Düş Kırgınları – Mehmet Eroğlu (Vazgeçiş olarak aşk)
Ne yazık ki göğsümüzün sol tarafında kalb denilen bir et parçası taşırız ve gün gelir, şu derin ikilemden kaçamayız: Aşk mı, sevgi mi? Çağdaş edebiyatımızda bu sorunu en yüreklice tartışan, Düş Kırgınları’nın başkişisi Kuzey Erkil’dir. Sevgi esnek ve dayanıklıyken, aşk kırılgan mı gerçekten? Yoksa bu da mı bir yanılsama? Kuzey Erkil’in Şafak’a duyduğu iç burkucu aşk kadar, tartıştığı ikilemlerle de okuyanın unutamayacağı bir roman Düş Kırgınları. Aşkın niçin mutluluktan daha büyük, daha görkemli bir şey olduğunu kavramayı kolaylaştırıyor. Aşkın olduğu yerde erdemlerin bir hiç olduğunu anlamayı da… Acı son kaçınılmazsa Kuzey’in dediği geçerlidir: “Sevmek bazen de bırakmaktır.”
49) Şiirler – Rabindranath Tagore (Kutsayıcı aşk)
“Yüreğim övünçle taşıyor sanki, şarkı söylememi buyurunca sen; yüzüne bakıyorum, yaşlar doluyor gözlerime. / Yaşamımda aykırı, yırtıcı ne varsa eriyip haklı bir düzene çevriliyor; denizin üstünden uçan mutlu bir kuş gibi kanat açıyor tapınışım. / Şarkı söylememden hoşlanıyorsun, biliyorum. Biliyorum, yapayalnız bir şarkıcı gibi çıkıyorum önüne. / Erişmeyi aklımdan bile geçirmediğim ayaklarına şarkımın kanat uçlarıyla dokunuyorum. / Şarkı söylemenin sarhoşluğuyla unutuyorum kendimi, efendim olan sana dostum diyorum.” “Kendi ayak izlerini bulacaksın benim şarkılarımda” Alabildiğine mistik, alabildiğine lirik…
50) Leyla ile Mecnun – Fuzûli (Destan olarak aşk)
Aşkın sonsözü: Leylâ ile Mecnun. Aşkın ‘saf’ hali, edebiyat tarihinde hiçbir zaman, Fuzûlî’nin 1535 tarihli mesnevîsinde olduğu gibi anlatılamadı. Artık her âşık Mecnun’la kıyaslanır, her sevilen biraz Leylâ’dır. “Ya Rab bana cism ü cân gerekmez / Canânsız cihân gerekmez” diyenlerin aşkıdır bu. Mecâzî aşkı yudumlamak vardır, onu aşmak vardır, vefâ ile dünyayı yok saymak vardır bu hikayede. Mecnun, Leylâ’nın kabrini kucaklayıp öldükten sonra, iki âşık, aşk yoluna girip temiz kaldıkları için, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için (oysa ne zordur bu!) cennette buluşurlar. Söz biter.
İntihar, bilinçli bir tercih sonucu uygulamaya konulduğunda, insanın mutlak anlamda “birey” olması, bireyselliğini mutlaklaştırmasıdır. Bir tür “tanrı”lıktır…
Hüsamettin Arslan
“İzimi süren bir panter var: Bir gün beni öldürecek olan;…
…Adımlarını durdurmak için yüreğimi fırlatıyorum, Susuzluğunu dindirmek için kan saçıyorum; … O yiyor, ama yine de ihtiyacı yüzünden yiyecek arıyor, Mutlak bir adaklığa zorluyor…
…Panter merdivende Yukarı çıkıyor.”
Sylvia Plath
Bize ne başkasının ölümünden demeyiz çünkü başka insanların ölümü en gizli mesleğidir hepimizin başka ölümler çeker bizi ve bazen başkaları ölümü çeker bizim için
İsmet Özel
İntihar diye bir şey Yok bu dünyada. Ölümle biten bir intihar yok. Asıl intihar Gün gün yaşamakta
Ahmet Erhan
dün gece bir kadın doğurdu haliç bir kuş havalandı galata kulesi’nden minareler göğü deldi bir sandal intihar etti izledim dur diyemediğim ölümleri
Derya Önder
Günleri Yaşam süsü verilmiş bir intihar
Erdal Alova
Ölüm iki parsel… hayata kandım
Ben yenildim, böyleyim, tüyübitmedik ölüm Ardımdan konuşur ve bankadaki hesabıma …göz diker Ben yenildim, 60 x 1,72 olarak yere serildim İpim yok, ilacım eski… intiharı erteledim
Ahmet Erhan
bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermiş ayyaşlara bana kerametinizi gösterin keramatenizi gösterin bana! bir dikişte içtim bir şişe geceni yıldız komasına girmek istiyordum, istiyordum dolunay çarpsındı beni kurt adamlarım serbest kalsındı icabında kimim fazladan puştluğu varsa bir sigara sarsındı bana kin kusulsundu, öç alınsın icabında modern kadındım, ne zaman şişmanlasa ruhum hemen yarın yeni bir intihara başladım.
Didem Madak
ve yardan, yarenden yoksun, öylece, birbaşına, sebepli bir intihar sebepli bir koyverip kendini, arkadan geleceklere.. yani anneciğim soğuk olur dizinden uzak her yer
Selim Temo
beşir fuad haklıymış hem sergey yesenin de intihar bir şairi benimseyen tek kundak damarımı terkeden tutsaklığım belki de o ki rüyalarımı süsleyen kanlı dudak
Sefa Kaplan
‘Hiçkimse bana göre yaşamadı benim için sebeb-i intiharım budur” diye yazmıştım bıraktığım pusulaya
Murat Kapkıner
İntihar, rakı sofrasında bir garnitürdür sevgilim.
Mustafa Aksoy
buradan bakıldığında bir “öteye geçiş” sorunu değildir intihar tam tersine bir “burada oluş” sorunudur sartre’ı anımsayalım: “intihar bir başka yoludur dünyada varolmanın.”
Hiç kimse yaşamında bir yanlışlık olmadığı sürece intihar etmez. İntihar, geride kalanlara işlerin ne kadar kötü gittiğini göstermeyi amaçlar.
Ahmet Oktay
Bâdiye yaylasında koklasaydım izini Kefenimi biçseydi Ebvâ’da esen rüzgâr Seninle yıkasaydım acılar dehlizini Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya
Nurullah Genç
Kıskanışım görkemli aşk intiharlarını, son çılgın sarılmanın kanla kaplandığı, göz alıcı, kırmızı ve kana bulandığı yastıklar ve tabancanın ve her şeyin sanki yüceldiği, sarsılıp uğultuyla ve kararsız gözlerin öldüğü gözlerinde o kaygısız yüzün, şimdiden soğumakta olan, ağız umutsuzca o ağzı ararken, hâlâ taptığı.
Cesare Pevese
Ve intihar düşüncesi de, geçmişte bana gülümseyen, kaldıramaz artık o taşı yüreğimden, acı çekerim, korkunç acılar.
Cesare Pevese
Yazık her şey ölecek demek ben ölürsem
Gerard De Nerval
Kendimi sana doğru savuracağım Yenilmeksizin? Ve boyun eğmeden ey ölüm
Virginia Woolf
Aşkın küçük sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi? dayanamayıp parçalandı işte sonunda…
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski
‘Olay kapandı’ derler ya işte bu da öyle, Aşkın kayığı günlük yaşama çarptı. Ödeştim yaşamla. Bütün olup bitenleri acıları mutsuzlukları ve karşılıklı hataları tartışmakta bir fayda yok. Sizler mutlu olun!
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski
Hepinize!.. İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi. Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem), ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı. Lili, beni sev. Hükümet yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir. Yaşamalarını sağlarsan, ne mutlu bana.. Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, ne lazımsa onlar yapar. “Bir varmış bir yokmuş” derler hani: Aşkın küçük sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi? Dayanamayıp parçalandı işte sonunda… Acıları mutsuzlukları karşılıklı haksızlıkları h a t ı r l a m a ğ a b i l e d e ğ m e z: Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle. Ve sizler mutlu olun yeter
(Şairin cesedinin yanında bulunmuştur)
Mayakovski
Ölmek Bir sanattır, her şey gibi. Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi. Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor. Bir çağrım olduğu söylenebilir sanırım.
Sylvia Plath
Ölüm çok güzel olmalı, yumuşak, kahverengi toprakta yatmak, birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması, ve sessizliği dinlemek. Dünün olmaması, ve yarının olmaması. Zamanı unutmak, hayatı affettmek, barışta olmak…
Sylvia Plath
Gözlerimi geleceğe kapayıp; geçmişi unutmak istiyorum.
Sadık Hidayet
Bir intihar mektubu gibi kendine veda
A.Hicri İzgören
Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle Mor bir kabus çöküyor üstümüze Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle
Erdem Bayazıt
Bu şiirin bitmesini istemiyorum bu güz gününün bitmesini istemiyorum sonsuzluğun doğruluğundan emin olmadan. Sevmeye muktediriz sevdiğimizi hayal etmeye muktediriz ertelemeye intiharı -illaki edeceksek- başka bir zamana…
Mahmud Derviş
Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin sabahında uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı.
Tezer Özlü Bir İntiharın İzinde
Ve bütün uykularından uyanmış çocuklar Nasıl bakarsa annelerine Ve nasıl yeşerirse intihara çiçekler
Süleyman Unutmaz
ne intihar ve balkon bir buse versene/
sonra yayılsın olanca buğusuyla özlem bitmeyen zafer haftası; ‘hüzün’ zaten.
Hüseyin Atlansoy
O’na (Rasih Güran’a) kendisinden başka kimse yardım edemezdi. – Biliyorum ama, elimde değil… Yapamıyorum… dedi ve açıkça ölmek istediğini belirtti. Boyalı kalemle yaptığı bir resmi gösterdi; gerçekçi bir resim: “Kendisi çırılçıplak yere uzanmış, sırtını da bir büyük kaktüsün dikenlerine yaslamış… O resmi çok sevmiştim. Belki de o resim ruhsal durumunu yansıtıyordu. (…) Umut vermeye çalışarak, sözde yüreklendirerek evinden ayrıldım.”
Aziz Nesin
Geçip gidiyor günler Evim uzak, yol yakın Ölüme kedere, acıya Cinnet, cehennem, intihar…
Ahmet Erhan
intihar eden şairleri hatırla hatırla bazen yorulur insan kendisi olmaktan
Ümit Aydın
Bu şiir unutulmak için yazıldı son cümlede kendi intiharını yazmak ve bir daha hatırlanmamak unutmayın her şiir kendi kalemiyle vurulur…
Dilek Akın
düzensiz intiharlar çiziyorum kağıda nasıl çizilir deme, bari sen deme bunu bulduğun ilk ipi dola boynuna, bulduğun ilk yarasayı koynuna al, beni hatırla, beni acıt ya!
göğsünden havalanan göçmen bir kuş kadar bari sen kabul et, yakışıyorum aşka!
Altay Öktem
Büyük kalabalıklardaki yalnızlık intihardır Görkemli caddelerin açılması uçuruma Yapma çiçekler götürmek sevdiğimize Yazmamak intihardır duyumsayıp da
Abdülkadir Budak
Bir gün Amansız bir ağrı başlayacak bir yerimden Biliyor musun ey melek? Baş edemeyeceğim inleyen devlerle o zaman Merhametine sığınacağım Yılan dilli bir kurşunun Öylece rahmet kanatları saracak Hayata direnen bedenimi Kabzasından öpeceğim ölüm elçisinin Ve dünyaya gülüp geçeceğim Duyacaksın Ama inanmayacaksın.
Derinlerde çağıldayan bir ırmak gibi Bir ses yankılanır çok çok uzaklardan Ölüm çağıltısıdır bu çağırır beni Bahar muştulu bir çiçek açar badem dalında Döker portakal sarnaşıklarını Ve zamanı gelmiştir ey melek Davete icabet etmenin Derken Her şeye ‘hoşça kal’ demenin zevkini tadacağım göreceksin ama inanmayacaksın
Hasan Ali Kasır
Figân tartıp koparga meyl kıldı Velî her niçe kim koptı yıkıldı
Ecel yağması aldı cismidin zûr Yarug âlemni kördi eyle kim kûr
Katık taş üzre talpınmakka tüşti Süñekler cismide sınmakka tüşti
Urup taş üzre muhkem her zamân baş Ki barıp baş u ansız kalgusı taş
Nizâmî
Ferhad ile Mecnûn rakamın çekdi ki üstâd Yazdı beni ser defter-i uşşâkda sâlis
Nigârî
Kıssa-i Ferhâd u Şîrîn’den usandı ehl-i aşk Añılan şimdi benem ol husrev-i hûbân ile
A.Hâletî
Bîsütûn lâlesin görsen nazar Ferhâd’adır Mürde-i aşkı ölü sanma gözü dünyâdadır
Hayâlî
Beni öldürmeğe Ferhâd’a felek kıyduguna Döğünür tolduruben taş ile taglar etegin
Necâtî
Bir gonca benefşe koparup tâcına sokmış Taglarda külüng atdugı dem başına Ferhâd
Bâkî
Nâdimim geldiğime çâre ne lâkin Âsaf Atılan ok geri dönmez diyerek kıl zârı Bir dâm-ı emeldir bu cihân var olana Tebrîk ederim bundan ucuz kurtulana Düşdümse bu masivâya ben ma’zûrum Deryâya düşenler sarılırmış yılana Ey çarh-ı denî hüsn-i medârın yok mu Bir burç-ı sa’âdetde karârın yok mu Bunlar yoğimiş farz edelim ‘âlemde Ey nefs-i garîb intihârın yok mu
(Ey kötü talih güzelliğe bir sebebin yok mu Bir saadet burcunda dur durağın yok mu Diyelim ki âlemde bunların hiçbiri yokmuş Ey garip nefs, öyleyse intiharın yok mu)
Mahmud Celâleddin Paşa
Turrandan indi gamzene cân-bâz-ı dil yine Çenberden atdı kendüsini hançer üstine
Bâki
Ferhad gibi ‘âşık olan kendin öldürür İtmez keşîde nâm-ı bela-yı mahabbeti
Azmi-zâde Hâletî
1.Kim demiş kim nâ-revadır intihâr Hastaya en son devâdır intihâr
2.İntihâr etmez de n’eyler ehl-i derd Mâhî-i derd ü beladır intihâr
3.Böyle ber-eyyâm çıkmazsa ma‘âş Her fakîre iktizâdır intihâr
4.Çâre-i bî-çâregândır doğrusu Dense layık kîmyâdır intihâr
5.Kalb-i mahzûna teselli-bahş olur Feylesôf-ı bî-riyâdır intihâr
Şuûnâtıdır bu dil-i bî-karârın, O dil-i zâr me’yus bir hastadır ki Teselli arar zulmetinde mezarın.
Ziya Gökalp
Edemediğimiz ve edebileceğimiz tüm intiharlar ateşten gözleriyle bakıyorlar yolun üstündeki bir semender gibi
Ahmet Oktay
intihar eden şairleri hatırla hatırla bazen yorulur insan kendisi olmaktan
Ümit Aydın
Bir soğuk uzay parıltısıyla anılıyorsun artık kuru bir bilgisayar tıkırtısıyla açıyorlar taçyapraklarını ancak bir alkol koması sırasında senin yorgunluklarını hastanelere makbuz yaptılar çekingen duruşunu intihara karşı kullanıyorlar koğuşlarda çünkü çoktan ölüm götürdü seni ölüm ölüm gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba
İsmet Özel
Başları bir baş dönme anaforunda yaşamakla erkekçe kaybediyorlar ölüme ”mahcup”bir rölans damarlarında koşan toprakla süslenip ışığa pas diyorlar intiharla gizlenip hatırlarken çocukların sevinçle ve babalarıyla ilk boy resimlerini
Cahit Zarifoğlu
Bir kadın göğsü, Başlarsa konuşmaya, En güzel deniz olur; En sakin demiyorum. Başın döner dalgasından, Nereye gittiğini unutup, İntihar etmek istersin, Baktıkça bu muhteşem denize. Vapurdan atlayanlara selam…
Cahit Sıtkı Tarancı
O gece vapurlar intihara meyilliydi sevgilim halatları boynuna geçirimiş yağlı urgan gibi bekliyordu Kadıköy iskelesinde iskemlesine vurulacak tekmeyi
Mustafa Aksoy
yalnızlık çoğalan bir yunus gibi etrafını sarınca ne var avucunda: soylu dedenin anısı mı, bir sultan sofrası mı pasaport şubesinde bir sıra numarası mı gökkuşağı, tüberkülin, intihar dalgası mı?
Turgut Uyar
korkularımız intihar dönemlerinde kötü bir alışkanlık peyda olmuştur
Cahit Zarifoğlu
Sonra Bir intihar tasarlıyorum Yeniden yazılıyor Yeniden anlam kazanıyor herşey … Yaşam bitti Gerçekten bitti Uykuya dalabilirsin artık…
Kemal Taştekin
gecenin iz düşümünde sonrası (z)bir yaşamdı doğum sakalım, dünya ve intihar
birdaha tekrarlanmyacak bir şarkı şimdi
hem kuşlar da uçtu bu kentten
Kemal Taştekin
Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için sabahın en serin ucunda bağıran ben intihar edecekmiş gibi sıkıyorum düşük boynuma asılı sonbaharı.
Çekildi yaşanan hıçkırıklara, yaşanmayan düş kı- rıntılarımızla boğulduğumuz odaya. Düştü saat duvardan, telefon diye çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini. Çan sesleri, ezan sesi, martı sesi, çatılarda kaldı gecenin gizi. Unuttum mektu- bun içinde boğulduğumu. Elveda.
Kaan İnce
bilmek _____o tortu… benim tortum yıllardır orada yorgun… yenik ______________________yenik olan
Can İren
Yaşama Sebebi
sıkmışım dişlerimi gözlerim kanayana kadar çeyizimizde hüzün motifleri göçebe bir ağıt göğsümün derinliklerinde
bu aşkın dönüşü yoksa duman kırığı gözlerinde gecenin hıçkırıklar kırık keman sesi ve adağım var moraran hercai düşlerim ateşi delip ıslatır mendilimi kalbime dolar-sonsuz uykuma-korkuya susamış yasadışı bir rüzgar bu aşkın dönüşü yoksa suya düşer kokusu menekşelerin deniz her zamankinden daha köpüklü serçeler bir garip ötüşlüdür martıları mavnalarla başka türlü dans eder hamuruna sevgi katılmış bu dünyanın
küflü yüzler yok hiçlik de hani ne derler gözlerinden öperim çocuk, gamlı sevda, şiir ne’m kalır geriye gülüm seni alırlarsa benden tiksintiler toplamı umutsuzluk sapağında ölüm.
Kaan İnce
2 Mart yine soğuk geçti, uzadı sakallarım Düşman gibi bilinen tarafların ortasında şaşırıp Kaldım (Eski yoldaşlarım, yargısız infaz timleri, ve bir de kirletilen doğanın sayrılık melekleri Üçlü bir ölüm çaprazına aldılar beni…)
Sosyal Ekinci
… korku insanı fazlasıyla irkiten meşum bir duygunun tezahürüdür dost korku insanı fazlasıyla irkiten meşum bir duygunun tezahürüdür dost korku insanı fazlasıyla irkiten meşum bir duygunun tezahürüdür dost kurtar beni.
Âdem Yoksun
Benim katil tarafım her an intiharlarda Benim kâfir tarafım karanın en karası Benim müşrik tarafım atılsa kuyulara Benim mümin tarafım iyi ki Allah var ya
Mehmet Aycı
ip ve intihar
belki bir halıdaki yalancı desendim fayda vermedi ilmeklerdeki çırpınışım kanımın rengine bulaştı göz nurum özürler bileklerime dolandı kan kardeşi oldum canımla
bir örnek ses sağanağıydı evler hangi hayatın imlâsı bozuksa ona sığındım hep aynı tozdu yuttuğum bir soluk için dolanırken sokaklarda işittiğim hep aynı âzâr:
bilmediğin hayatları dokuma asla
Kemal Varol
senin kadar üzgünüm Sylvia ama ben intiharı yağmur gibi hep toprağıma düşürüyorum iyi huylu otlarım yeşersin bakire sözüm yırtılsa iyi olurmuş kurumuş kan kokuyor oysa her yerim içimdeki yırtıkları diktim diye mi hep görünmeyen bir kederi söylemişim
Asuman Susam
peki beni kim intihar etti kim tedavülden kaldırdı böyle erken inlerken görülmem hoşlarına gitmedi mi bir içevurum fazla mı geldi bu sığlıkta nasıl da dijital şimdi yakınlıklar parlak kanatlarıyla gökyüzüne kaybolurken anka kimse tanrıyım demesin, hepimiz sarhoş kaldık varedene duyulan hasret gibi yoksul anda
Orhan Alkaya
Bu şiirin bitmesini istemiyorum bu güz gününün bitmesini istemiyorum sonsuzluğun doğruluğundan emin olmadan. Sevmeye muktediriz sevdiğimizi hayal etmeye muktediriz ertelemeye intiharı -illaki edeceksek- başka bir zamana… Şimdi burada ölmeyeceğiz böylesi düğünsü bir günde
Mahmud Derviş
ömrüm kuşatmalarında beyhude bir intihar acılar yaylım ateş-vurulur bülbül düşer
Sefa Kaplan
senden sonra delirmiş bir acıyı ifade etme çabasına buzlar yağıyor mahsus intiharlar sızıyor ve eli silahlı kara eşkıyalar doluyorsa bunu bilme bunu bilme ki şu an ölmedim
Jan Ender Can
Sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin Ölüm ki tabiatüstü hayatların En yeni buluşu intihardır
Sezai Karakoç
Garip bir intihar gibi arada bir hatırlanan Kan göğü götürür yüreklerde Ve gülümseyerek deler geceyi Kendi zehirinde açan zambak
Metin Cengiz
Galiba şu intiharın kökenindeki soru:
Onaylıyor muyum? Buradan bakıldığında, bir “öteye geçiş“ sorunu değildir intihar. Tam tersine: bir “burada oluş“sorunudur. Sartre’ı anımsayalım:“İntihar bir başka yoludur
Ahmet Oktay
Ve duvar kâğıtları kaplanınca gökyüzüne Tam o zaman Sarı bir şey yapıyorduk herbirimiz Bir ölüm habercisi gibi kendimize Sarı bir iğrentiyle ve sarı Çılgınlığımızla buluşan Bir intihar sonrası gibi ıssız Sapsarı yüreklerimize.)
Edip Cansever
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok bir akrep gibi intihar et…
Nazım Hikmet
Benden bir ruhsuz yaratmayı nasıl başardınız ? Benden bir hissiz yaratmayı nasıl başardınız ? Benden bir uyumsuz yaratmayı nasıl başardınız ? Benden sizden biri yaratmayı nasıl başardınız ? Yaşamak istemem artık aranızda
Yavuz Çetin
Kimse duymadan ölmeliyim Ağzımın kenarında Bir parça kan bulunmalı Beni tanıyanlar ‘Mutlak birini seviyordu’ demeliler Tanıyanlarsa, ‘Zavallı’, demeli, ‘Çok sefalet çekti…’ Fakat hakiki sebep Bunlardan hiçbiri olmamalı.”
Orhan Veli
Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında Canımla besliyorum şu hüzün kuşlarını
Cemal Süreya
Sen tam tabancayı Şakağına dayamışsın Kapı açılıveriyor Ve üstündekileri Bir bir fırlatıp atan Bir leylak sesi…
Cemal Süreya
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
Ah Muhsin Ünlü
Ve şairlerin selaları yükselir meyhanelerden Çünkü otuzlu yaşlar intihar yaşlarıdır Musluklar bozuktur, kadınlar şikayetçi Bir küçük rakının, üç günlere bölündüğünü hatırlatan
Ahmet Erhan
Bir intihar mektubu gibi kendine veda
Belki de boyumdan büyük bir şeydi üç harfli niyet kırk derecede atıyor şimdi bütün nabızlar Yolcusunu bekliyor feriştah Hicr’indan bir yol görünüyor Bir harf daha düşüyor adımdan
ne zaman aklıma bir şey gelmese, içimden bir ses: start tabancasıyla intihar eden adamı düşün
Osman Konuk
kokla şair bu taşı gazzeden getirdim bu görmüş olduğun kurşun filistinlin göğsünden çıktı sen oğuz atayda yüzerken intihar yeyip intihar kusarken bir çocuk adam gibi öldü.
Hakan Albayrak
kim bilir, belki de ölüm ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı belki de yürüyorken, iki taşıt arasında belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı
Edip Cansever
Güldüm, O’na yakın zamanda intihar etmeyi Düşünmediğimi söyledim.
Metin Akdeniz
Kayalıklarda gördüm seni, bir sisli günde, Fırtınadan saçların çözülmüş bir demetti. O kayalıklarda ki bir yıl evvel üstünde Çöllerden aşık dönen bir genç intihar etti…
Faruk Nafiz Çamlıbel
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları mavi asfaltlara çökmüş diz bağlıyor eğer sen yine istanbul’san kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan sirkeci garı’nda tren çığlıklarıyle bıçaklanıp intihar dumanları içindeki haydarpaşa’dan anadolu üstlerine bakıp bakıp ağlayan
Attila İlhan
korkunun bıraktığı yerdeki kız ölümünü o dakika tanıyor bir muamma intihar nedeni oysa genç az bulunur bir ağız teni hiç kullanılmamış elleri yeni
korkunun bıraktığı yerdeki kız yasaklarını mı aşamıyor bir başkası olmak mı isteği yoksa kendine mi ulaşamıyor yok mu bir yürekten seveni
Attila İlhan
çiçeklediği hafıza aklın dünyası dün / ya aklın hafızası
yangını asmış kasırgasında gözlerini ıslatan rüzgâr ağmıyor bir türlü ruhuna
insan küçülür büyüyünce endişe bir mektup öldürülür ilhamın kaleminde
mülkün anlamındaki nakışlar görünmez olur elleri söylemi söylenmez olur
Taha Çağlaroğlu
Çeliğin kalbe temâsı Bir buz gibi dudak vehmi Bir boşalan kan deryâsı Suya boğdu kurak vehmi.
Eşya renkler bulanmada. Bir âlem karardı arkada Avuçları soğusa da Alır belki sıcak vehmi.
Behçet Necatigil
boynumu kırıp baktım boşluğa bir gün geldi aklıma korktum ışıklar gitmez diye erkenden uyudum uyandım erkenden silinmek üzere yazılmış telefonları aradım buldum eski kitap kapaklarında ölüm oniki punto ve rahatlık unutmak intiharında bir kadındı sen sandım gül üstü yağmur ıslaklığını – gül ki dillerce kurutulmuş bir kelime –
İbrahim Soylu
susarsa dağ susar intihar çağrışımlı uçurum – adımlarımızın çevresinde gezindiği korkunun kuyu ağzı -, her kelam sessiz ustura – suskunlukların bilediği –
Murathan Mungan
ve şuramda o eski harf kalp ağrısı ve soruyorum kendime bir intihar cesaretiyle nasıl inmişiz kendimize bir gece yarısı
Murathan Mungan
Geçip gidiyor günler Evim uzak, yol yakın Ölüme kedere, acıya Cennet, cehennem, intihar
Ahmet Erhan
şiirler okurdum hiçbir dilde yazılmamış, âşık olunmamış kadınlar severdim intiharla biten romanlar alırdım, anlardım ölümün sevgili bir sayvan olduğunu
Faris Kuseyri
Dudakları yırtılmış bir şehir duruyor karşımda, Dili kelepçeli bir şiir… Susuyorum, içimde ihtilal korkusu, Konuşuyorum kelimeler intihar ediyor… Senden kaçıyorum, şehir peltek, Sana geliyorum, şiir kekeme…
Bilal Tırnakçı
Şarkı söyleyerek ve sallanarak çıkacağım Zappio’nun karsısına, o gittiğimiz yere. Etrafimda gökyüzü güzel, geniş olacak, Ve şarkım ağlama gibi olacak.
Kostas Karyotakis
Güz erken geldi, sen gelmedin gelecektin, ben sigarayı bırakacaktım nikotin bantları yerine yağmuru akıtacaktım damarlarıma Bir de intiharını ihtiyarlığımın Gençliğimin geçmiş baharlarını bir de…
Refik Durbaş
Sen tam tabancayı Şakağına dayamışsın; Kapı açılıveriyor Ve üstündekileri Bir bir fırlatıp atan Bir leylak sesi…
Cemal Süreya
Kısacık yoğun bir akşam herkesin yüzünün bir anıya karıştığı yoğun bir akşam bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde ve bir intihar üstüne söylenti bütün kıyıları dolaştı durdu kısacık bir akşam
Turgut Uyar
Aşka yumruk sıkan bir intihar Ya da gözü yaşlı bir mektup Hiç dönüşebilir mi sevgiye Sevmek ki bir yürek işidir Nasıl tanıtsam Tanıyamazsın
Bir kez yazıldı bu acının şiiri Yazılıp geçti suların tarihini Gücünüz yetmez artık Nehirleri durduramazsın
Adnan Yücel
güz elim, Nilgün içi baştan başa çığlık Sylvia!
daldırıp elini kalbine sapı gül ağacı bir bıçağı çeker gibi gülümsemesi değil miydi şiir, şairin meydan okuması acıya … tanrının unuttuğu bahçedir intihar bütün ihtilâller yarım kalmış hikâye
zorunlu ek: sonra… bir çiçek, uzatır boynunu bir kuş cıvıldar
Perihan Baykal
Sokakta kediler vardır, yalnızdır Bir kat daha yalnız boştagezer insanlar Bilirsin işte yaramaz intiharlar Ne camların ardında ne uçurumlarda Kalbin yaşamak için vardır
Ahmet Ada
aşktan yeni çıkmış bir intihar annesizdir herkes birbirinden kaçar, konuk gidilir ve balkon kimseyi almaz olur güzelliğine
çünkü anılarla ölmeyecek kadar eskidir güz balkonlarında bir düşün içgeçirmesi
aşkı sen kazandın küçük kız ve güzelliğin bir vedayı kazanacak kadar tehlikeliydi.
Haydar Ergülen
kimbilir hangisiydi yanmadı eskidendi o süslü intiharlar hilmi! gel akşama hüzün var! bir de gül, bir kibrit!
Hilmi Yavuz
gülün dilinden kim anlar büyücü zaman ve intihar diken üstünde çiy tanesi düşmekle ışımak arasında naz güle yakışıyor nasılsa gül de yalan söyler diyor bahçıvan kokusu geç gelir dikeni erken yorgundur uykusuzdur dünkü geceden
Arife Kalender
Rüzgâr sabaha yürüdü seherinde teninin kokusu dalında çürüdü vişne suya düştü bir çakıltaşı intihar nöbetinde vuslat
Refik Durbaş
Bil ki vardiyalarda intiharlar gizleniyor bil ki ekmeğinden vuruluyor çocuklar Ağız dil vermeyen külrengi adamlar iplerle tuzaklarla kol geziyor
Ahmet Günbaş
emperyal oteli’nde bu sonbahar bu camların nokta nokta hüznü bu bizim berheva olmuşluğumuz bir nokta bir hat kalmışlığımız bu rezil bu çarşamba günü intihar etmiş kötümser yapraklar öksürüklü aksırıklı bu takvim ben hiç böylesini görmemiştim vurdun kanıma girdin itirazım var
Attila İlhan
Geçip gidiyor günler Evim uzak, yol yakın Ölüme kedere, acıya Cinnet, cehennem, intihar…
Ahmet Erhan
Sana ulaşacağım bütün yollar kapalı çığ düşmüş yalnızlığıma, ruhum tarumar ömür defterinin son sayfası da doldu ömrümün sahibidir artık intihar
Refik Durbaş
ben böyle hiçkimsesiz değildim yer altı aşklarının gömü törenlerinde şiir güzelliğinde intiharlarım vardı
Ayten Mutlu
hayata katlanmak bir intihardır tek başına yaşamak bunca zorken ortadoğuda
insanım işte düşler kurarım güllük gülistanlık olsun diye küçük mutluluklar çalarım sokaklardan kaçarım da kaçarım
Şerif Temurtaş
selâm duruyor sokak lâmbaları bu vakitsiz intihara tüm levhalar yokluğunu işaret ediyor küsüyor şiir sesler susuyor her gidişinde bu şehir biraz daha ölüyor
Arzu Eşbah
Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim. Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım. Bir kediyi okşasam ellerim yumuşardı Biri okşasam bir yumuşardı. Bire “BİR” olamadım.
Didem Madak
intihardım bilekleri kanayan bu hayatta ruhunu ısıran akrep çiftleşti son soluğunu alırmış gibi kahkahanın içindeki acıyla
Ayten Mutlu
Aşk İki insan arasında yeniden tanınmasıdır gerçeğin Atom bombası ve intihara karşı Evet aşk Yapacağım her şeysin.
Yelda Karataş
kovulmuşken hayatın bir yerinden yalnızken, umarsızken öfkeni dillendirecek bir eylem ararken kendine diyelim gecelerin o tekin olmayan serüveninde paranoya kıvamında ilişkiler yaşarken imtiyazsız karanlıkların suçlu zevklerine yasağın büyüsüne, hayatın ve gündüzün öte – yüzüne sığınırken ve intihar manifestosu gibiyken bütün duyarlıkların ansızın bir dize gelip takılır diline bir can simidi gibi en kurtarıcı keyfiyle bir zaman seninle kalır, yanıbaşında, Zaman
Murathan Mungan
koştuğum bu son şarkı dedim başa sarar mı intiharla yaşam arasında bir tasvir okyanus var gibi orada ıssız ovaya salındım
koştuğum bu son şarkı dedim başa sarar mı intiharla yaşam arasında bir tasvir okyanus var gibi orada ıssız ovaya salındım
Betül Tarıman
Hasretime vaha, çölüme serap ol kendine başka anlam bulsun intihar son istasyonda beklerken ömrüm seni sevdim, ne söylesem, hepsi inkâr
Giderken, elvedana sar beni
Refik Durbaş
Bir harf daha intihar ediyor kaleminin ucundan Narinsin, parmakların yok
Bensu Bulut
İçten değilse saat, kapı tokmağı balarısı köpüren kahve, savrulan sağnak intiharlar, esriklik, bir tutam başak susturulan rotatif, konuşan bu kız; yaşamak, sevmek ve acı çekmek bir günde bin parçaya bölünmek bir boşlukta sallanmaktır o zaman…
Özgen Seçkin
Yüzümde bir yama gibi duruyor zaman Bütün aşkların kan grubu aynı olsa da Ayrıdır çıkmazları son sözleri farklı Gözlerinin rengine uymaz intiharları
A. Hicri İzgören
Kendinin zalimi bir kent kendinin zalimi bir kadınla nasıl arkadaş olabilir biri ötekine uzandığında öteki kaçmaya ya da intihara
Gülten Akın
Günleri Yaşam süsü verilmiş bir intihar
Erdal Alova
yalnızlık sızıntısı zehirli yeşil kaygılar kahverengi sokuluyor bütün yüzler silinmiş kim kimdir belli değil büyük bir intihardan korkuluyor
Attila İlhan
Senden sonra ne gelir? Bir martı örneğin: İnatla, inatla uçardı ufka: kim bilir belki de intiharıydı, ölüm ki ne güzeldir o an mavi üstünde!
Cenk Koyuncu
Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın devriyeler basıyor karartılmış evleri yine
Ahmet Telli
Güz erken geldi, sen gelmedin gelecektin, ben sigarayı bırakacaktım nikotin bantları yerine yağmuru akıtacaktım damarlarıma Bir de intiharını ihtiyarlığımın Gençliğimin geçmiş baharlarını bir de…
Refik Durbaş
soruyorlar, – abi, neyin var? nasıl anlatsam menekşelerin intiharını ne mektuplar ne de kar
aşklar da bir bir bitiyorlar. işte kaç yıl sonra izmir’deyim yine sevda bile kâr etmiyor gökyüzünün unuttuğu uçurumlar terkedilmiş bir aşiretin şarkısı gibi ne mektuplar ne de kar.
içimde bir exodus’un gezdirdiği.
Behçet Aysan
denemeseniz de, bilirsiniz hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar
Murathan Mungan
Gören yaksın her kimse o anı defterini Bu hayata bir intihar borcum var biliyorum Yarım kalmış bir yürüyüş oldum hep Açıyorum yeniden kapının çengelini Gören hayra yorsun beni
A. Hicri İzgören
Hüzün tayfının soluk renklerinde Sulara özgü bir sarışınlıktı hisar İncecik ölümlere yürürdük her gece Torbadan ne çekersek o olurdu intihar
Tozan Alkan
Artık cennet düşleri yeni cehennemler doğuruyorlar. Yoksullar yine varoşlarda beraber ve solo şarkılar söylüyorlar; yine kargalar pisliyorlar mezarlıklara…Hep incinen, ama incelemeyen kadınlar, her yeni güne bir Prozac’la katlanıyorlar ve rüyalarına intihar süsü verilmiş çocuklar, artık düşlerini gıcırdatmıyorlar…
Yılmaz Odabaşı
Kanadının altına sığınacak bir kuş arayan eskimiş saçak gibiyim sensiz ya da bütün balinaların kıyıya vurup intihar ettiği bir deniz
Sunay Akın
Gittikçe yalnızlaşıyorum bir sen varsın karşılığı olmayan sorular düşüyor aklıma ve kuşların intihar tasarısından söz ediliyor kentte soğuyan ellerinde kalıyorum bir kırlangıç gibi Ellerin bir mecnun yurdu, upuzun bir sessizlik birlikte okuduğumuz kitaplar kadar sımsıcak
Ahmet Telli
buradayım işte; durmadan yırtılan göğün altında daha ne olsun ki bu dehşete düşmemek için. yaşadıklarımın diyeti bile olmayacaksa intiharım
Selami Karabulut
Haziranım sarı gülüm yaz güneşim özlemim Nice nice sular geçti bildin mi köprülerden Kaç bahar kaç sonbahar kaç çocuk kaç intihar
Hasan Hüseyin Korkmazgil
bacaklarından başlar atların intiharı ..
kırıldı bacağı içimdeki atın
beni vur
azad et artık
bırak beni sulara ..
Akide U. Türkelli
Kimse ölmedi bu ay ne de şanslıydı kimse yabancı bir ülkede çalışma izni alacak kadar. Çorbayla doyuruyoruz karnımızı samanlıkta yatıyoruz. Kasımda olağan sayma dışında intiharı düşünen yok. Söyle bana kanayan ne sen, gözleri karanlıkta gören.
Kâr uğruna kolu bacağı kesilen dünya kanıyor kan deryası sokaklarda.
John Berger
Ve bizle hâlâ alay eden bir Tanrı Evimizin penceresi kadardı oysa her şey Her şey inkârında sevdanın bir büyük soru Çok sorular ötesinde Selim-i Aşk’la yürüyen o büyük intiharı Silemedik kaç kitaptan
Sırtımızda hâlâ acısı
Yelda Karataş
işte o gün bu gündür gözlerimde çıldıran bu yorgun isyan kiliseye havraya camiye gitmez sessiz iç geçirişlerle kıyısında bir nehrin cuma cumartesi pazar üç kez intihar
ah limon çiçeği yalvar bir yere yalvar üşümesin üşümesin ne olur cansinemin kalbinde musalla taşım dizlerde künyeme şu mil çeken yıllarım her dikenli çalıdan gül koparır şiirlerde ağlarım
Nazir Akalın
kim bilir, belki de ölüm ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı belki de yürüyorken, iki taşıt arasında belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı
Edip Cansever
Böyle bir çağda ağırlaşıyor sorunları kalemin, iyi ama, gösterin bana sizi ey zavallı hortlaklar sürüsü, hadi Nerede görülmüştür ve ne zaman yüce bir kişinin, Dikenli yolları bırakıp da gül bahçelerini seçtiği?
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski
Bu şiir unutulmak için yazıldı son cümlede kendi intiharını yazmak ve bir daha hatırlanmamak unutmayın her şiir kendi kalemiyle vurulur…
Dilek Akın
Sevdiğim insanları tanımak istemiyorum!
Her sabah enseme çivi gibi çakılan soğuk nefeslerin intiharımı bekleyişiyle uyanıyorum. Ölümü sevişim yanıltmasın, daha değil… Hayat toplasan yazılacak iki şiir kadardı; bir geceydi, kirpiklerinden sallandığım imgelerden, ve yarı bele kadar sarktığım dizelerden bir şiir yazdım.
Son şiirim, yazılmadı!
Dilek Akın
uzun şiirlerden sözeden şairlerden korkacaksın hani bir de intihar fiyakalı bir sustalı gibi duruyorsa arka ceplerinde!
Küçük İskender
ve gel beraber kaybedelim bu mor savaşı
benimle birlikte intihar et anne
Küçük İskender
adam-atacağından bir adam tepetaklak yukarı çıkıyor antik bir intiharın silüeti
Lale Müldür
her sabah bir intihardır çıkışlarım, dünyada üstüme sinmişliğin var
Turgut Uyar
tam üç gün sırtüstü yattım ölmeyi düşündüm ölümü değil ölmeyi sular kara kara denizler hiçbir şey olmamanın yeniliği o arada radyo da dinledim gazete okudum içki bile içtim bolca bir boşluk gibi iyi vatandaş iyi bir koca oldum derken birden bildim gülü değil ölüyü gözlüyorlar hüseyin doğru söylüyorum gülü değil ölüyü gözlüyorlar ilk günden bekliyordum ama gene bekledim gülü değil ölüyü gözlüyorlar ölümle gül kardeştir çünkü bizim şiirimizde biri öbürüne kan verir
Turgut Uyar
Ecelin kucağında erirken çocukluğun, Âleme sırdı senin varlığın ve yokluğun; Hâla bilinmez nedir kalbindeki bu talan!
Lambanı yaktılarsa lambanı kendin söndür, Söndürmekle oyalan, Gir geceler koynuna, deme yarın gündüzdür,
Belirecek gündüzler gecelerden yüzsüzdür!
Cahit Sıtkı Tarancı
Uyumaya gidiyorum hemşirem, Yatağa yatır beni. Baş ucuma bir lamba koy; Bir yıldız kümesi; ya da nasıl istersen; Her şey olur; birazcık kıs ışığını.
Yalnız bırak beni: Duyuyorsun tomurcukların yarılıp açıldığını…. Göksel bir ayak sesi sarsıyor seni yukarıdan Ve bir kuş çiziyor bir izleği senin için.
Alfonsina Storni
(Storni son şiiri olan Voy a dormir (“Uyuyacağım”) eserini Ekim 1938’de La Nación gazetesine yolladı. 25 Ekim 1938 tarihinde gece yarısından sonra Arjantin’deki Mar del Plata’da yer alan La Perla kıyısına geldi. Ertesi sabah iki işçi yazarın cesedini sahile vurmuş halde buldu. Ancak biyografi yazarlarına göre sanatçı bir dalgakırandan denize atlayarak deniz derinleşip boğulana kadar denizde yürüyerek intihar etti.)
soğuk olur anneciğim.. soğuktur beklemek soğuktur kör umut biriktirmek sağır beyinlerde yeni yükünü yıkmaya benzemez ama en az senden eksilen kanlar kadar kutsal ve yardan, yarenden yoksun, öylece, birbaşına, sebepli bir intihar sebepli bir koyverip kendini, arkadan geleceklere.. yani anneciğim soğuk olur dizinden uzak her yer ölüler.. ölümler artar ömründe kaygıyla bültenleri izlersin.. soğuktur bahar gelmez soğuktur, ihanet artar.. soğuktur, iftira.. ve ben cüzamlı bir yolcuyumdur kimsenin konuk etmediği düşümde bir sevda bulurum, adı: Tamara!
Selim Temo
Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın, Onların tohumunu havaya savurarak Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine, Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu. İşte o zaman an kendini, Kıyılarda bile boğulan seni. Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini, Çeliğinden kemik oyan gövdeni. İçinde bir kaçakçı yaşar senin, Kayıkla dolaşır göllerinde, Beynine tabanca ve şiir satar, O kaçakçının bakışını sakın unutma
Ülkü Tamer
İyi nişan alırdı kendini asan zenci, Bira içmez ağlardı, babası değirmenci, Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci… — Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.
Ülkü Tamer
Yağmurun intiharıdır Toğrağa düşmesi
Bülent Parlak
hey ne yaman bir savaşım var geceyle gece sağnakları üstümde alabora en keskin bıçaklar bile kanatmıyor artık kalbimi delilik gömleğim üstümde renk değişti satmayacağım artık intihar senaryolarımı düştüm kalktım düştüm kalktım kanatlarım yaralı gecenin ipini çektim yuvadan uçup gitti kuş
Müştehir Karakaya
sırtımda araf taşları kurşun döktüler, tütsü yaktılar giderken incelen ben miyim, sevdikçe öldüren ben kıyısız serüvenimi sürüklerken değirmen intiharlarında ve sözcük barikatlarında tükenen
Orhan Alkaya
ölümlerden ölüm beğendim, üzerime olmadı zor günler için sakladığım bir intihar vardı cebimde çıkarttım baktım, kurtlanmış sebebi var elbet bu gözyaşlarının anlamaya çalışmayın, anlayın
Pelin Onay
Bu hayata bir intihar borcum var biliyorum Yarım kalmış bir yürüyüş oldum hep Açıyorum yeniden kapının çengelini Gören hayra yorsun beni
A. Hicri İzgören
kimbilir hangisiydi yanmadı eskidendi o süslü intiharlar hilmi! gel akşama hüzün var bir de gül, bir kibrit
durup da saysam da çoğu da bir’dir şiirler da, da, da şenlik ateşleridir dizelerden yanık kokusu gelir bir de harf, bir kibrit
Hilmi Yavuz
Kuşlar gelsin hafız; onlara dair kötü hatıraları yoktur gökyüzünün onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler
şimdi taze yenilgiler bekletiyorum pirüpak yenilgiler,bayat yengiler peşinde
Bir ozanı yanlış dizelerle sorguluyorum ve şimdi herkesi kendi çarmıhında geriyorum
Ey ülkeler mimarı. Ülkeler ve imgeler mimarı Potemkin’de gölgemi görüyorum, gölgeni görüyorum
Zafer Ekin Karabay
kentin baskısı kaldı bize ve ışıkları trafiğin ya da kazası
oysa biz hep bir düş kazasında yitirdik arkadaşlarımızı
karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki son gülümsemesiydi annemizin
sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!
Zafer Ekin Karabay
vazgeçmek intihar etmektir bazen:
intihar etmekse kabullenmektir her zaman yazgıyı -değiştiremediğin, değiştirmediğin, değiştirmek istemediğin- .
Reha Yünlüel
intihar eden şairleri hatırla hatırla bazen yorulur insan kendisi olmaktan
Ümit Aydın
intihar etmeme izin verme beni terk et!
Ümit Aydın
İnsan ki hasreti kadar: belki bin sevda bin ayrılık fakat bir aşk bir intihar bir ömre ancak sığar.
Nihat Behram
Gittiydik… kuşlayın konduk omzuna Kışkışlarken bulutları sakin bastonu düşüverdi sakalından gizli güncesi Akrebini arayan naif intihar zehriyle yarenliği aman aman
Ah Dede, akıl almaz zakkum bilmecesi!
Ahmet Günbaş
Tek hamlede mat olup yenilirsem yazgıma Göklerden öteleri ayağıma bağlarım Gözlerin yıldızlardan dağılırken saçıma Yeryüzüne mil çekip kenterlerle oynarım
Benden uzak düşerse göğsümdeki mabede Lalelerin çiçeği siyah açar her yerde Düşürür depremlerden bir deprem içime Yıkılan şehirlere hayalini saklarım
Bir mavi üzüntünün siyahlarında ülkem Darmadağın olurken gözlerimi eritsem Saçlarının telinde yıldız kalır mı bilmem Bir satranç taşı olur gökler gibi ağlarım
Nazir Akalın
bir insan düşün nerde kimbilir ve nasıl sancısı ne, neyin gizini çözer düşlerinde, nedir seçenekleri yoksa intihar mı eder şiir kırıntıları var yüzlerinde o sabırsız insanların çiçekler gamlanır canevimde erken ölmek ölmek değil ölümsüzleşmektir ah çatlayacak sabrımız, sezgimiz yorgun demek
Kaan İnce
Yarın senden beni soracaklar önce mektuplarımı göster beni ele veren gözlerim ve sesimi sonra konu eder ‘aslında orda herşey var’ dersin intihar şerbetine bayılırdı her kapışında kadehi tam o esnada
Murat Kapkıner
Git. En fazla hırçın kayalarda parçalanır teknen, kalbimdeki fener söner. Ah şairdir bütün fenerciler. Kaza süsü verilmiş bir intiharla içini çeker fitilin ucundaki alevi, tedavülden kalkmış … Peşinen kayalara oturacak biliyorsun teknen gitsen, gitmesen ölü bir balık olarak kıyıya vuracaksın.
İbrahim Baştuğ
Bir serpilmiş dışarısızlığın Serpilmiş içerisizliğinde. Bu dağılmışlıkta, Bu yayılmışlıkta, Kendisizliğinde bu uzanmışlıkta. Ancak bildiğim yokluğun yokluğu. Yaşadığın ancak yokluğun yokluğuna doğrucu
Canın bir ara bu bende yolculuğu.
İlhan Şevket Aykut
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön! Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön! Eve dönmek kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? orada, arada bir beni yoklar intihara ayırdığım zamanlar bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır düzgün sabuklamalardan bana kalan..
İsmet Özel
onunki intihar karasıydı benimki cinayet kırmızısı tek tek saydım soluklarını akşamla ikindi arasında: aşkın nedensiz bir cinayete eklenen sızısı
kandırdım kendimi, nasıl mı? yalnızlık ettim yaptım bir hata: yalnızlığımı çıplaklıkla giydirdim aşk zehirdir, dedim: cezayir menekşesinin kanında
bir ağıt söyledim kadına, ölüme ve tekbaşınalığa ipi, ağacı, kadını ve akşamı kendim seçtim
bir kadını astım, sonra oturup ağladım altında
Baki Ayhan T.
bir seyahat çıktı gittikçe kuzeylere eski bir atlas, çizgileriyle bir allah’ın kulu çıkmadı öpüşecek artık bir intihar çıktı çantasından
Baki Ayhan T.
Baba yerde. Upuzun. Kendi kanına sarılmış Baba: kendini ölmüş –tüfek bir yöntem sadece
harita baktık kanı aktık –akit tamam
çeksem tetiği ölürken bari kendim olsam
Ergun Tavlan
Sen büyük bir yanlışsın, içimi sarmalayan, Yüreğime bulaşan gözlerin tehlikeli. Ömrümün kıyısına sorgusuzca sokulan, Yüzünü bilmemeli, seni hiç görmemeli..
Eskide bir eylülde ben kefenledim kalbimi, Bir yağmurla savruldu, göğe çaktığım yıldız. Yabancı ağızlarda hırpalanıyor şimdi, Eti ve kemiğiyle bizim olan aşkımız..
Sen korkunç bir çığlıksın, göğsümü tırmalayan, Aynalar tutukluyor imkansız sevgimizi Esmer dudaklarınla gözyaşıma dokunan, Her öpüşün ruhumda kanlı bir parmak izi…
Ömer Karayılan / İntihara Parelel
Bir akşam çelenk taşıdılar şehirden. Tabut çaktılar bizi yeniden öldürmeye. Sonra her gece intiharlar başladı. Bizi bırakmayan kartal döktü tüylerini akşama. Bir akşam mezarlarımızı örttü tüyleri.
Ülkü Tamer
peki beni kim intihar etti kim tedavülden kaldırdı böyle erken inlerken görülmem hoşlarına gitmedi mi
Orhan Alkaya
Benim bir köyüm olmadı. Hiçbir şehir karlı sokaklarıyla bana Pazen gecelik giymiş bir anne gibi sarılmadı. İstanbul’u evlat edinsem Benimsemezdi nasıl olsa otuz yaşında bir anneyi Yüzyıllarca yaşamış bir çocuk olarak. Mütemmim cüz olamadım hiçbir aşka Pollyanna Bir kitaba bir cüz olamadım. Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim. Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım. Bir kediyi okşasam ellerim yumuşardı Biri okşasam bir yumuşardı. Bire “BİR” olamadım.
Didem Madak
…yaşam
bir bir geziyorum ölümleri, gecenin bakışları arasında. sabah göğe yelken açıyorum, gündüzler tanımıyor beni nasılsa. ayna- larda yürüyorum bazen, martılarla düşüyorum denize; dudak- larımı siliyor acılar. soluk alışımı duyamıyorum. sokak lambaları gibi geç yanıyorum. gölgeler yürümüyor artık. kıvrılan yollarda şarap lekeleri, sabahın ilk izi. ezanla dönüyor evine yüzü külrengi gececikler. kaç kuytuda paslanıyor yalnızlık? üşüyorum. gideceğim.
ve ben güzün ağlayacağım sulara çekileceğim dönerken balıkçılar yakamoz göreceğim dümensiz simsiyah gözleri öleceğim ve ben…
Kaan İnce
ve kimse kilitleyemez yüreğini ölümcül aşkına olsa da gaddar şiirin yazgısı düşsel intihar acıya bulanmış şairler yazar
aşklar şiirle kanar…
Ahmet Necdet
düzensiz intiharlar çiziyorum kağıda nasıl çizilir deme, bari sen deme bunu bulduğun ilk ipi dola boynuna, bulduğun ilk yarasayı koynuna al, beni hatırla, beni acıt ya!
göğsünden havalanan göçmen bir kuş kadar bari sen kabul et, yakışıyorum aşka!
Altay Öktem
Şehrin ortasındaki kır çiçekleri Çekildiler diyorum Metin Abi örneği Ah hepimiz oluyoruz giderek İntiharların çünkü biçimleri değişti
Büyük kalabalıklardaki yalnızlık intihardır Görkemli caddelerin açılması uçuruma Yapma çiçekler götürmek sevdiğimize Yazmamak intihardır duyumsayıp da
Abdülkadir Budak
İntihardır bu çağda ağlamayı bilmemek
Metin Akbaş
Kişi ancak kendi kendini atlatarak var olabilir; kendini tam ve sürekli bir bilinç içinde tutmaya çalışan kişi, ölümün kapısına dayanır…intiharın.
Oruç Aruoba
Ölüm niye bir “üzüntü” konusu olsun ki? – Birisinin ölümüne sevinilemez mi? Ne bir “vah vah”, ne de bir “oh olsun”… – Ya da kendi ölümüne sevinemez mi insan? – Mutlu bir intihar —— olamaz mı?
Oruç Aruoba
Kusurlu dünyamızda, Yer yoktur kusursuzluğa. Demir pas tutar, Gümüş kararır, Kurtlanır kar bile, Alev is yapar Ve insan içinde Bir kafesle yaşar. İnilti gibi, kimi zaman Bir garip ses duyar.
Bunun için intihar Parçasıdır hayatın. Unutmayı deneyin Gizleyin istediğiniz kadar; Bir çekmecede kilitli Pırıl pırıl bir anahtar Gününü bekler sabırla, Bilincinizi kurcalar Nasıl olsa elinizde Başka bir anahtar var.
Metin Altıok
(çağı deştiğimde o yüz diyor yoruldum -aynalar gösterebilir mi hiç -bana sonumu nedensiz başladım oyunculuğa bitireceğim raslantıyla -oyunumu dostlarım da var -intiharlar her akşam ıslak-yapışkan saçlarıyla girip odama paniğimden pay toplarlar)
İlhami Çiçek
İLHAMİ ÇİÇEK’İN ANISINA
hayır intihar ettiğine evet ayrılığın yakıcılığına ve acıya hayır umutsuzluğa kardeşim bizim çocuklar böle şey yapamaz açık ve net söylüyorum yok gölgesi hayır şiddetli bir ünlemeyle
kara siyasanın malum etiketi yapıştırılır cesedin göğsüne faili kendisi ölenin ölümünde azrailin görevine evet senin azrailin olduğuna hayır
Mürsel Sönmez
arsız ölüm adım adım rahvan gölgemim peşinde arsız ölüm birden beni yılan dişiyle sokacak
Hüseyin Alacatlı
“…ve her şey bir kader iledir.” ey atını uçurumlara süren çocuk terkisinde taşıdığın rüzgarla acının ağacından “toy bir yaprak” düşürdün
ölüm de bir miraçtır tersinden kıyası mukassim olsa da ey uçurumlarda açıp uçurumlarda solan çiçek
ye’sin infazı gerekti mat ve cinnet: yazıldı çünkü o kitap levh-i mahfûz ve muktezî “bir ilkyazdan koca bir güz yontan adam” köpürttün akıl atını kapaklandın hükmünde âdil olan yalnız o’dur çünkü “kadim kabarık bir öyküdür alınyazısı” ve her şey kaza ve kader mühründe kazılı
Arif Ay
koparın yaprağını, üryan bırakın gülü rüzgârda savurup da uyarmayın, yazıktır! itekleyin giysimden, ağır geliyor bana hafiftir tenimden düşürülmek böylesi. uçurumda herkes için bir korkuluk mevcuttur uçmak çünkü biraz da meleklerin hevesi.
itekleyin konuşursam muayyen bir kekemeyim konuşmasam müntehir bilecekler beni
Kanlı bir gömlek Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan Alıp sürükleyerek, O dem ki refref-i hestîye semt olur kâim Ve bir günün dem-i âlâyiş-zevâlinde Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümmîde adem, Bir derin sesle “Haydi!” der uçurum, O dem, Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek Oradan, Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.
Ahmet Haşim
Kesin olan şu: Kur’an’ın da İncil’in de kovulmuşu’dur müntehir. Büyük Yetke’nin amansız muhalifi’dir de ondan. Bir de şu: umut besleme olanağı kalmamışsa, yaşamın anlamı da kalmaz. Eğer verdiğimizin dışında verebildiğimizin dışında bir anlamı varsa.
Ahmet Oktay
dalından düştüğünde nasıl çatlarsa nar incir nasıl akıtırsa sütünü, yapışkan sakıncalı bir göbek adı edinirsin kendine üstelik hiç de komik olmayan bir bektaşi fıkrası âh ayrık derdimizin koyu masalı başını duvarlara vurduğumuz kırgın heves işte bu ruh aşınması, tehlikeli iyimserlik neşesinden kovulmuş bir şelale gibiyiz seninle aklımızı kırılgan bir fısıltıyla kaçırıyoruz
her intihar girişimi ölümle sonuçlanır abi!
Gökhan Arslan
yalnızlık konuş artık ne zaman koptu kıyametin ne zaman dayandı intihara merdivenlerin yok’luğunun var olan apartmanında intihara çıkıyor tüm pencerelerin
susuyorum …
çocuk sustu şimdi bilekleri ağlıyor
İrfan Çınar
bir haftadır her gün pazartesi ben artık ne ölüyüm ne diri pıhtılaşmış kana vuruldu mührüm güzelim ben seni gözlerimle sevdim, ellerimle gördüm şimdi ölüm bile istemiyor beni intihar mektubumu yırttım, yanmış bir bilet gibi.
Alper Çeker
Aşktan kesildik, daha ne olsun? Son kez öksürdü ölüm, gerisi bahane! Gelmezin çatlağına kıstı ufkun eteğinde intihar çiçekleri!”
Ahmet Günbaş
Erken ölümlü şairlerin çetelesi onda, Ahmet Günbaş’ı artık intihar ettirmeyin!
Şükrü Kırkağaç
Düştü, dalın yaprakları arasından Oluşunu tamamlayan bir meyva Ağaçlarda, köklerde, toprakta… Misafirliği bitti!
Sustu, hastaların başı ucunda Hatıraları fısıldayan bir şarkı Gönüllerde, içerde, ruhlarda… Misafirliği bitti!
Öldü, yatak yorgan arasında Aramızda yaşamış bir kişi Evlerde, sokaklarda, kahvelerde… Misafirliği bitti!
Celâl Sılay
Git. En fazla hırçın kayalarda parçalanır teknen, kalbimdeki fener söner. Ah şairdir bütün fenerciler. Kaza süsü verilmiş bir intiharla içini çeker fitilin ucundaki alevi, tedavülden kalkmış
İbrahim Baştuğ
artık sevda şiirleri yazmıyor delikanlılar intiharı seçiyorlar apartman boşluklarında.
Ahmet Veske
Gözümün retinası yırtıldı, biri iki görüyorum. Eyvallah ben gidiyorum
İlhan Şevket
Gökte olsun, yerde olsun dostu ve sığınağı mutsuzların, intihardan başka bir şey değil…
Giacomo Leopardi
Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi… Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden, Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!
Nilgün Marmara
Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm bu solgun yürek için. Sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir, bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi.
Nilgün Marmara
Yitiyor işte gözardı edilen bedenim, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi… Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!
Nilgün Marmara
Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi… Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden, Kalıvermeliyim öylece kaskatı!
Nilgün Marmara
Son günbatımını seyrediyorum şimdi. Son kuşu dinliyorum. Kimseye hiçbir şey bırakmıyorum.
Jorge Luis Borges
Adam yalnızlığını çözdü sokaklara, umutsuzluğun güçlükle işlettiği yüreğini gizilce ayarladı ölüme, anlamsız düşlerin çözülen yükü sırtında çağrışımların bin yıllık dinamiti; intiharı yakasına takılı, kim selâmlar artık onu?
Sedat Umran
her insan aklında en az bir kez öldürür kendini çünkü biliniyor artık tek içgüdü değil yaşam içgüdüsü
Ahmet Oktay
Yürekte Büyüyen Eylem
şairsem bedelini ödedim zamana kaybetmenin mantığını öğrettim yokluğun kandilini yakıp astım zindandaki mihraba ah rüzgâr okyanusunda özlemleri saçlarıma üşüşen bir uçurtma kalbime denizlerin utancını koydu da aradığım hiçbir şeyi bulamadım rüyada elbet günü gelir â gülüm çeker gider de ruhum gölgem kalır dünyada
Nazir Akalın
En iyiler genellikle intihar ederler, sadece kaçmak için. Ve geride kalanlar asla tam olarak anlayamazlar; neden biri onlardan kaçmak istesin ki!..
Charles Bukowski
Bazı intiharlar işgâl edilmiştir.
Küçük İskender
İşte, adımdan iğreniyorlar, Yaz günlerinde gökyüzü çok sıcakken Çürüyen etin kokusundan iğrendiklerinden daha fazla.
İşte, adımdan iğreniyorlar, Aleyhinde kocasına yalan söylermiş Bir kadından bile daha fazla.
Ölüm önümde bugün Mür kokusu gibi, Rüzgârlı bir günde yelken altına oturmuş gibi.
Ölüm önümde bugün Nilüferlerin kokusu gibi, Sarhoşluğun kıyısına oturmuş gibi.
Ölüm önümde bugün Yıllarını tutsaklıkta geçirmiş bir adamın, Evini özlemesi gibi.
(Mısır’da 4 bin yıl önce papirüse yazılmış bir intihar mektubu)
Elveda dostum benim, elveda Can dostum seninle dolu göğsüm, Çok önceden belirlenen bu ayrılık Buluşmayı vaadediyor ileride bir gün.
Elveda dostum el sıkışmadan, konuşmadan, Üzülme ve kaşlarını eğme mutsuz. Ölmek yeni bir şey değil dünyada, Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.
Sergey Yesenin
Ey gece, acımın önündeki sessiz kapı sen Kan kaybediyor bu azgın yara Ve acının başdöndüren çanağı eğilmiş tam tamına! Ey gece, hazırım ben! … Benim zavallı gülüşüm, seni isteyen, Hıçkırık dolu şarkım karanlıkta yitip giden. Artık varmak istiyorum ben yolumun sonuna.
Georg Trakl
6 Haziran 1973 Pırıl pırl bir yaz günüydü Aydınlıktı, güzeldi dünya Bir adam duştu o gün Galata Kulesinden Kendini bir anda bıraktı boşluğa Ömrünun baharında Butun umutlarıyla birlikte Paramparça oldu Bir adam duştu Galata Kulesinden Bu adam benim oğlumdu
Ümit Yaşar Oğuzcan
Beni mi adasalar iyi olan beni diledikleri yerine gelsin diye kurban çünkü hep budanmışım gibi koyun bazen horoz gibi algılıyorum bazen omuz etlerimi “intiharla (oysa mı) bir çelişmeydik eskiden yasaktık intiharla canımızın hakkı üzerine varamazdı elimiz
Cahit Zarifoğlu
Gece Yarısından Sonra
Yarabbî benim için mazi hiç… Hâl elîm! İstikbâl ise muzlim… Ben ne yapayım! Kimden istimdâd edeyim?
Yarab benim günlerim gecelerim her saatim her dakikam ne suretle güzerân eylediğine ancak sen vâkıfsın senden başka nâzır senden başka hâkim yokdur binâ’en aleyh senden başka da fâ’il olamaz… Al Yarabbi vedî’anı al….! Ben o bî-çareler o bî-kudretler zümresindenim ki onlarca derd-i elîm hayata nihâyet vermekde yed-i ihtiyarda değildir! Vesait-i helâk o bedbahtlara gelince hikmetten sâkıtdır. Denize düşseler emvâc-ı kazâ onları gark etmeksizin yine bir kenar-ı felâkete isâl eder. Hâlbuki sen muktedirsin yârabbi al vedi’ânı benden benim şu hasta vücudum cemiyet-i beşeriye arasından eksilirse ga’ib neden ibâret olduğu bile fark olunmaz!
Beni sevenler bulunup da gaybubetimle müteessir mi olacaklar heyhât!… Benim ber-hayat kalmaklığım valideynimin yegâne evlâdı olduğumdan iftirâkımla hâsıl edecekleri kederden masun olmalarına mebni lâzım ise şübhe yokdur ki varlığımla beraber da’ima çekmekte olduğum elem ve ızdırabın çehremden nümâyân olan renk-i hazînî onları her an ve dakika dil-hûn eder! Öyle olduğu halde varlığıma ale’d-devâm müteessir ü bizâr olmadınsa bir az müddet vefâtim için eşk-rîz olmaları elbette ehven görünmez mi?
Ah benim çekdiklerim mertebe-i tahammülü pek çok geçmişdir. Ben niçin yaşamalıyım!… Ümitsiz hayât olur mu? Bana bu kalb-i hassası veren Allah bu dünyada bir ân-ı bahtiyarîye lâyık olacak faziletten bütün bütün mahrum mu yaratmış…
Yoksa… Ah kalemim ileri gitme… Sen de benim kadar sabırlı ol baht-ı dûnumdan iştikâya başladığım sırada kalbimden beynimden geçen feci’ serâ’iri kâğıd üzerine koyma… Mümkün ise yanık yanık ahlarımı tercümeye çalış çünkü bedbahtlığımın nişânı ancak o sûzişli âhlarımdır… Ey kalem cenâb-ı hakka tazarru ve niyâzda sen de benimle hem-zebân ol ki bu meş’um hayâtımı temdîd etmesin… Evet sen bana meded-hâh ol zirâ dünyada hiçbir istinâdgâhım olmadığı gibi senden başka da mahremim kalmadı…!
Yoktur benim için ümid-i bahtiyarı yoktur… Canım bana bir bâr-ı sakildir… Âl yarabbi vedi’anı al!
Nigâr Hanım
Mezara şimdi tahassürle girye-nâkım ben Mezâr! Piş-i nazârımda o siyeh toprak; Hayâl ü fikrimi işgâl eden bütün medfen;
Mezâr, mevki-i mâder, ne fikr-i dehşet-nâk! Mezâr, sakin ve sakit, hakîkat-i dehhâş Şu bir avuç kemiğe sende fikr-i istimlâk; Nedendir, âh! Ey hâk-zâr-ı sine-hırâş?
Mezâr, canımı ateşlere eden ilkâ Mezâr, oldu benim şimdi matmah-ı nazarım; Mezâr, validemi eyleyen bugün ihfâ, Niçün beni sana isâl etmiyor kaderim?
Hayat düşdü nazardan bütün bütün heyhât! Ne sûd olur bu devam-ı azâb-ı mübremden?
Efkârımı fennin nazariyatına saldım Bir namütenahiliğine, bir boşluğa daldım Bir zulmeti hiçii bürutdetde bunaldım Yevmü’lademi o şebbi yeldayı düşündüm
Şâkir Efendi
Yüce surları ören taş değil, düşüncedir. Kişiye uzluk veren, yaş değil, düşüncedir. Suç onun eseridir, yasa onun eseri; Darağacına giren baş değil, düşüncedir.
Turgut Günay “(Turgut Günay) Ölümünden iki gün önce, ‘şiirlerimi bir araya getir; başına bir etüd yaz ve bastır. Ben bu hafta gideceğim… Unutursan, bunları bir kağıda yazayım”demiştir.
Ünlü bir romancıya atfedilen bir hikaye: Evinde uzun zamandır romanı için çalışmakta olan yazarı, yakın bir dostu ziyaret eder. Hüzünlü ve içlenmiş bir halde bulur onu. Ağladı ağlayacak. “Nedir Üstat bu hal?” dediğinde aldığı cevap: “Romanımın kahramanlarından biri intihar edecek! Ona üzülüyorum. “Senin elinde değil mi Üstat, öldürmezsin olur biter.” Cevap, kurmacanın gücünü anlatıyor: “Ah! Keşke. Ama, benim elimde değil ki bu. O, ölecek çaresiz. Böyle istiyor çünkü.”
Ercan Kesal
“Mouchette” Fransız yönetmen Bresson’un başyapıtlarından biridir. Filmde, 15 yaşında bir genç kızın yoksulluk ve acılar içindeki hayatı anlatılır. Filmin final sahnesinde Mouchette intihar etmek için bir göl kenarına gider. Suya atlayarak boğulacaktır. İlk denemenin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra etrafa bakınırken, yoldan geçen bir traktör görür. Traktörü kullanan çiftçiye kırılgan bir şekilde elini kaldırarak selam verir. “Hayata tutunma isteğinin küçücük de olsa bir karşılığını bulmak istiyordur, bir merhamet ifadesi…” Çiftçi selamı gördüğü halde karşılık vermeden geçer gider. Mouchette intihar eder. “Mouchette, hayatımızdaki en büyük acımasızlıkları, vurdumduymazlıkları sadece “kötü” insanların değil, aynı zamanda normal hayatlarını yaşayan “iyi” insanların da yaptığının; yaptığımız ya da yapmadığımız küçücük şeylerin bir insanın hayatında yaratabileceği devasa etkileri görmek konusundaki körlüklerimizin yüzümüze vurulmasıdır. “
Ercan Kesal
Müntehir’ler birtakım meseleleri olan ve bunları “iki taraflı azap hâline sokanlar”dır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Suat’ın Mektubu
İlâhi kaynaklı dinlerin hepsinde intihar, Tanrı’ya öncelik vermemekle eş anlamlıdır. Dini kurulları sekteye uğratan, sosyal hayatın işlerliğine çomak sokan bu eylem, hem beden ve hem de ruhî anlamda cezaya çarptırılır. Antik Yunan’da bir dönem salgın haline gelen kadın intiharlarını önlemek için ceset ibret olsun diye soyularak şehrin meydanına dikilirmiş. Ortaçağ Avrupa”sında da benzer bir uygulama dikkat çeker. Müntehirlerin bedenleri kazıklara çakılarak yol kenarlarında sergilenirmiş.
Adem E. Yılmaz, (Gözbebeğinin Boşluğa Devrildiği An)
Havayı değiştirmek için de, yüzme bilenlere, denizde intihara kalkışmamalarını tavsiye ediyorum. Bu gece sürekli dalgalarla boğuştum. Çok fazla su yuttum ama arada bir, bilmediğim bir sebepten dolayı, ağzım su yüzeyinin üstüne çıkıyordu, kesinlikle bir gün fırsatı bulduğumda, boğulmaya çalışan bir adamın izlenimlerini yazmak istiyorum.
Kostas Karyotakis
Yıkıcı karakter, yaşamın yaşanmaya değer olduğu duygusundan ötürü değil, intiharın bile uğraşmaya değmez olduğu duygusundan ötürü yaşar.
Walter Benjamin
Hoşça kal dostum, hoşça kal. Aşkım, kalbimdesin. Ayrılmamız da bir kader. Çok geçmeden bir araya gelecek olmamız da. Hoşça kal: el sıkışmaya gücüm yok. Üzülmek, kaş çatmak yok. Şu anda ölmek yeni bir şey değil. Çünkü yaşamak da yeni değil.
Sergei Aleksandrovich Esenin
Kendi isteğimle bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever bir şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolmasından, ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.
Stefan Zweig
Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.
Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık.
Cemil Meriç
İntihar kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakal’ın Kırkıncı Odası’nı açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim, ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp’la Gazalî arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp, batının sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa’nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa’ya ve İttihat Terakki’ye meselâ. Tarihin şımarttığı bir adamdı.
Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni dâussılâ gibi takip etmiştir. Şimdiyse intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam’ın dediği gibi bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. Tanpınar bahtiyar bir adamdı. Bu soruya cevap vermiş. İnanıyorum da inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tanrı olmazsa hayat bir curcuna oluyor. İntihar tam bir hal çaresi oluyor o zaman. Camus’nün yaptığı da bu. Sisyphos Efsanesi’nde söylediği gibi, ya inanacaksın, ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hâl çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır bilinmez. Tanpınar benden aydınlık görüyor ve “Evet” diyor. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim.
Cemil Meriç, Hüsamettin Arslan röportajından
Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, Korkak olduğum için intihar edemedim.
Cemil Meriç
Bugünlerde intihar bile umutsuzluk içindeki kişinin kendisini öldürmesi anlamına gelmiyor. Müntehir, son adımı o kadar uzun süre boyunca ve dikkatlice tasarlayıp atmıştır ki, sonunda tastamam düşünceyle boğulur. Hatta hayatını elinden alan düşüncenin ta kendisi olduğuna göre, bunun hâlâ intihar olarak anılıp anılamayacağı tartışılır. O düşünme ile ölmemiştir, o düşünme dolayısıyla ölmüştür.
Soren Kierkegaard, Başkaldırının Ölümü Üzerine
Ziya’ya (intihar teşebbüsünden sonra) Diyarbakır’da elimden geleni yaparak kurtulması için büyük çaba sarf ettim. Tanrının lütfû ile kısa zamanda iyileşti. Onun daha sonraları “Türkçülük” gibi geri fikirleri yayacağını kestirebilseydim, hiç alakadar olmazdım. Şimdi düşünüyorum da Ziya’nın “Türkçülük” fikirlerini yaymasında, onu kurtarmak girişiminde bulunmakla, hiç arzulamadığım halde benim de dahlim vardır.
Abdullah Cevdet
İstanbul’un Fatih ilçesinde dört kardeş, kapılarına bir “dikkat” notu asarak, siyanürle intihar etti. Polislerin olay yerinden ayrılmasından sonra BEDAŞ, 2 aydır faturası ödenmediği gerekçesiyle elektrikleri kesti. Sonra ailenin bakkal defterine kalem kalem işlenmiş borçları, intihar eden kardeşlerden Oya Yetişkin’in borcu ödeyememişliğinin mahcupluğuyla bakkala söylediği “Maaşıma haciz kondu” cümlesi çıktı ortaya. Mimar Sinan Üniversitesinde canlı model olarak çalışıyormuş Oya Yetişkin, yani yarın ne olacağının belli olmadığı güvencesizliğin tüm sorunlarıyla, saatlerce kıpırdamadan, kazancı aya vursan bir asgari ücret etmeyecek paraya… İki kardeşin obezite sorunları varmış, günümüz yoksullarının dertli hastalığı; son aylarda günde 6 ekmekten 10 ekmeğe çıkmış bakkal alışverişleri, domates, soğan, fasulye değil artan, en kolayından ve en ucuzundan ekmek… Ölen anne babalarından borçlar kalmış kardeşlere, ödenemeyen, büyüyen… Belki aynı dertlerden muzdarip ama yine de bir nebze mutlu olunan günlerden, pırıl pırıl eski fotoğraflar yansıdı sonra. Arkadaşlarının dostlarının dile getirdiği “Çok gururlulardı, hiçbir yardım istemediler” sözleri…
İntihar, netameli bir konu. Tek bir belirleyeni, profili, nedeni yok. * İstanbul Fatih’te, 4 kardeşin intiharından daha kötü bir şey varsa o da ezici oranda tekelleşmiş medyanın bunu doğru dürüst haber yapamamasıdır…
Ender Helvacıoğlu
İntiharla cinayet arasında bir fark yoktur; her ikisinde de bir insanın yaşama hakkını elinden almış oluyoruz. Nitekim İslâm dini bu yüzden intihar eden insanı katil sayar ve onun cenazesi için dinî tören yapılmaz. Yalnız akıl hastalarında görülen intiharları bunlardan ayrı tutmak gerekir; zaten hem kanunlarımız hem de törelerimiz onları ahlaklı davranmakla yükümlü kılmaz. Basit bir ifadeyle söylersek, aklı olmayanın ahlakı olamaz.
Erol Güngör, (Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak)
İslâm bilginleri intihar eden Müslümanın, intiharı sebebiyle ahirette çok çetin ve şiddetli bir azap göreceğini hatta cehennemde ebedi olarak kalacağını ifade etseler de intihar edenin imandan çıktığını ve kâfir olduğunu söylememişlerdir. Çünkü, iman ve küfür davranış bozukluğuyla değil inanç ve düşünceyle alâkalıdır. İntihar edenin inanç durumu ise kendisiyle Allah arasındaki bir meseledir. İntihar eden Müslüman, diğer Müslüman cenazelerinde olduğu gibi yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve Müslüman mezarlığına gömülür. İslâm hukukçularının çoğunluğunun görüşü bu yöndedir. Çünkü kelime-i tevhidi söyleyen herkese yaşadığı sürece öldüğünden mezara gömülünceye kadarki işlemlerde Müslüman muamelesi yapmak, bundan ötesini Allah’a havale etmek gerekir. Bazı İslâm bilginleri ise Hz. Peygamber’in intihar eden bir kimsenin cenaze namazını kıldırmayışından (Müslim, “Cenâiz”, 37) hareketle, intihar eden kimsenin cenaze namazını devlet başkanının kıldırmayacağı; fakat halktan birinin kıldırabileceği görüşündedir. Resûlullah’ın bu uygulaması, tıpkı borçlu olarak ölenlerin cenaze namazını kıldırmayışında olduğu gibi, Müslümanları konunun hassasiyeti hakkında uyarmaya ve eğitmeye yönelik bir önlem ve yöntem olarak değerlendirilebilir.
İlmihal – II, s. 184
Herkesin intihar etmek için iyi bir nedeni vardır.
Cesare Pavese
Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.
Albert Camus, Sisifos Söyleni
Bütün hayatım boyunca ölüm musallat oldu bana, ama bundan söz etmiş olmam sonucunda…, ölüm hâlâ kafama musallat oluyor ama daha az. Bunlar çözülemeyecek sorunlar, bunlar haklı nedenleri olan saplantılar –saplantı değiller, muazzam gerçeklikler bunlar… İntihar üzerine yazdım, ama her seferinde de izah ettim. İntihar üzerine yazmak, intiharı yenmektir. Bu çok önemli. Yazmış olmasaydım intihar edeceğime kesinlikle kanaat getirdim. Bundan kesinlikle eminim. Ama yazmakla bu şeyleri dışarı yansıttım, balgam çıkardım.
Cioran
Kendi kılıcımın üzerine düştüğüm zaman, ölümümü, tıpkı karşıma bir aslanı, bir uçurumu ya da bir ateşli hastalığı çıkardığında olduğu gibi, Tanrı’nın ellerinden alırım.
D. Hume
Keşiş dünyayı terk etmekte ve toplumsal hayattan vazgeçmektedir. Daha somut olarak, keşişlerin, manastır mensuplarının ve bazı laiklerin kendilerine dayattıkları fizikî acılar, kimi yazarlar tarafından intihar eylemlerine benzeyen kendini sakatlama biçimleri olarak kabul edilmektedir.
Eric Volant
Genellikle özkıyım eyleminin başlama yaşı 8’dir. Bu yaştan önce özkıyım girişimlerine rastlanmadığı yazılır. Çocuklar 5 yaşına dek ölümü geriye dönüşlü bir olgu olarak tasarlarlar. Bu yaşa kadar ölüm “bir yere gitme” olarak algılanır. Bu “bir yere gitme”nin dönüşü de bulunmaktadır. 6 – 7 yaşlarında “ölüm tasarıları” çocuklar için aynı zamanda ölümün bilişsel ve duygusal olarak araştırıldığı bir dönemdir. Ekşi (1990) çocukların ancak 8 yaşına doğru ölümün geriye dönülmez bir olay olarak bilincine varmaya başladıklarını belirtir. Araştırmaların ciddi bunalım içindeki ya da ruhsal bozukluk gösteren çocuklarda ölümün, sıkıntı ve acının bitişi zevk veren hoş bir durumun ortaya çıkışı biçiminde algılandığı görüşünde olduklarını da ekler.
Celal Odağ
İstatistiklere göre intihar eden erkeklerin oranı, intihar eden kadınların dört katıdır, ama intihar girişiminde bulunan kadınların sayısı erkeklere kıyasla daha fazladır. Erkeklerin çoğu kendini asarak ya da ateşli silahlarla (tüfek) intihar ederken, kadınlar birtakım ilaçlar alarak kendilerini öldürmektedirler.
Eric Volant
İntihar, her ne kadar cana kıymak olarak tanımlansa da, bireyin intihara sığınmasının ana sebebi canına kıymak değil; acılarına son vermektir: “İnsanlar genellikle çeşitli sorunlara bağlı olan dayanılmaz duygusal acılardan kurtulmak için intihara başvururlar. İntihar, çoğunlukla bir “yardım çığlığıdır.” İntihar girişiminde bulunan kişi, öylesine bir sıkıntı içindedir ki bu durumdan kurtulmasını sağlayacak başka seçenekleri göremez. İntihar eyleminde bulunan pek çok kişinin ortak amacı yaşamlarına son vermek değil acılarına son vermektir.
Cahide Günay
İntiharı düşünen bir insan için en kötü şey kendisini öldürmesi değil, bunu düşünüp yapmamasıdır. İntihar düşüncesine – bir alışkanlık haline gelen intihar düşüncesine – yol açan manevi çöküntü kadar aşağılık bir şey yoktur. Sorumluluk, vicdan, irade gelişigüzel yüzüp durur bu ölü denizde, sulara gömülse bile rasgele bir akıntıyla yeniden ortaya çıkar.
Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı
İntihar büyük bir sanat eseri gibi yüreğin sessizliğinde yaratılır.
Albert Camus
İntihar da boşanma gibi bir başarısızlığın itiraf edilmesidir.
Nurullah Ulutaş
Açık bir başlangıç noktası olan intihar notları çoğu kez ortaya çıkarabileceklerinden fazlasını vaat eder. Hiçbir şey intihar gerçeğine kendini öldürenlerin bıraktıkları not ve mektuplardan daha yakın olamazmış gibi görünür ancak gerçek böyle değildir; kendi ölümleriyle yüzleşen insanların nasıl hissetmeleri ve davranmaları gerektiğine dair beklentilerimiz onların ne yaptığı ve niçin yaptığı gerçeğinden daha fazladır. Örneğin, intihar otoritesi Ed Shneidman , intihar notlarının düş kırıklığına uğratıcı sıradanlığını anlatırken yaşamın kaydedilen son dakikalarının ölümün derin ve trajik bir görünümünü verebileceği gibi yaygın bir umudun kayıp gitmesine de izin verir: “Çoğu zaman intihar notları,” diye yazıyor, “Büyük Kanyon’dan (The Grand Canyon), yeraltı mezarlarından ya da piramitlerden aslında âdet yerini bulsun diye eve gönderilen ve tasvir edilen sahnenin ihtişamını ya da bu ihtişamın insanda yaratması beklenilen hissiyatın derinliğini katiyen yansıtmayan kartpostalların gülünç birer taklidi gibi görünür.
Kay Redfield Jamison, Erken Çöken Karanlık
Yaşamaya değer olduğu sürece hiç kimsenin hayatına son vereceğine inanmıyorum.
David Hume
Savaşmayı bırakıyorum, bunu veda say.
Johann Wolfgang Von Goethe, Genç Werther’in Acıları
Bir insan, bir baba kızabilir mi? Hiç beklenilmediği bir anda yanına dönen oğlu boynuna sarılsa ve haykırsa: Döndüm, baba! Senin öngörmüş olduğun süre kadar dayanamadığım ve bu yolculuğu yarıda bıraktığım için kızma bana. Dünya her yerde aynı: Çabalıyor ve çalışıyoruz, karşılığında da ücretimizi alıyoruz ve seviniyoruz; ama bundan bana ne? Ben, yalnızca senin olduğun yerde huzur bulabilirim, yalnızca senin huzurunda acı çekmek ve sevinmek isterim. Ey göklerdeki Babam, gelsem beni kovar mısın?
Johann Wolfgang Von Goethe, Genç Werther’in Acıları
“Goethe’nin iki hafta içinde yazdığı, son derece akıcı ve yankı uyandırıcı Genç Werther’in Acıları isimli romanı 1774 yılında yayınlandığında inanılmaz bir popülerlik yakalamış ve ardından intihar vakalarında hızlı bir yükseliş yaşanmıştı. Çok sayıda insan romanın kahramanı Werther gibi giyinerek (mavi ceket, sarı pantolon), onun gibi veda notu bırakarak, onun yöntemini kullanarak intihar edince Goethe’nin romanı bazı bölgelerde yasaklanmıştı. 1974 tarihinde sosyolog David Philips, “Werther etkisi” terimini bu bağlamda literatüre kazandırdı.”
Uzun zamandır intihar üzerine çalışıyorum. Geçtiğimiz yüzyıl ve içinde bulunduğumuz yüzyıl, nihilizm yüzyılları olduğu gibi, intihar yüzyıllarıdır da. İçinde bulunduğumuz bu çağ, kaygı, korku ve çaresizlik çağıdır. Ve tüm intiharlar şöyle motive olur: “Başka türlü olmayacak!”
Hamza Celâlettin
Kesin olarak biliyorum ki tekrar delireceğim: o berbat zamanlardan birine daha dayanamayacağımızı hissediyorum. Bu sefer iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım ve hiçbir şeye yoğunlaşamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şeymiş gibi görüneni yapıyorum. … Canım, Bana kusursuz bir mutluluk yaşattığını söylemek istiyorum. Kimse senin yaptığından fazlasını yapamazdı. Lütfen buna inan. Fakat asla bunun üstesinden gelemeyeceğimi biliyorum, hayatını zehir ediyorum. Bu delilik yüzünden. Beni kimse vazgeçiremez. Bensiz çok daha iyi olacaksın. Görüyorsun, bunu bile yazamıyorum ki bu da haklı olduğumu gösterir. Sadece şunu söylemek istiyorum, bu hastalık ortaya çıkana değin çok mutluyduk. Bu tamamıyla senin sayendeydi. Ta ilk günden bugüne kadar kimse senin kadar iyi olamazdı. Bunu herkes biliyor.
Virginia Woolf
Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar bile yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor; kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.
Cesare Pavese
İlahi Komedya’nın yazarı, intihar etmişleri, cehennemin “kendi kendilerine şiddet uygulayanların (intihar edenler) ve kendi varsıllıklarına karşı şiddet uygulayanların (savurganlar)” işgal ettikleri ikinci basamağına yerleştirir. Dante, intihar edenleri mahkûm etmeksizin ve onların sonlu acılarına saygı duyarak, anlatısına ahlakibir anlam aktarmak istemektedir. Ruh ile bedenin şiddetli ayrışımı olan gönüllü ölüm, selâmete götüren yol değildir. Tam tersine edebî mahkûmiyete götürür.
Eric Volant, İntiharlar Sözlüğü
Flaubert’in dehası, Emma figürüne, her çağın erkek ve kadınlarını heyecanlandırabilecek klasik bir yücelik vermesini bilmiştir. Madame Bovary, Flaubert’in kendisidir, çünkü o da Emma’nın kişiliğiyle büyülenmişti. Nitekim Hippolyte Tain’e şöyle demişti: “Emma Bovary’nin zehirlenişini yazarken ağzımda arsenik tadı vardı.
Eric Volant
Yapabileceğim tek şey kendimi asmaktı.
Tolstoy
Üstün bağımsızlığı isteyen her kişi kendini öldürebilir. Kendini öldürmeye gücü yeten, aldanışın, yanlışın gizini öğrenir. Bunun ötesinde özgürlük yoktur; hepsi bundadır, bundan öteye hiçbir şey yok. Kim ki kendini öldürmeyi becerir, o Tanrıdır. Şimdi herkes Tanrı olmayınca bir şey olamaz diyebilir. Ama henüz kimse o şey için intihar etmedi.
Dostoyevski, Ecinniler
Beşir Fuad’ın intiharı dönemin Tarık Gazetesi’nde şu şekilde yayınlanır:
“Muharririn – i Osmaniyeden Beşir Fuad Bey evvelki gece Babıali civarında, Nallı Mescit Mahallesi’nde vaki hanesinde facialı bir surette intihar etmiştir. Bu babda merci – i resmisinden istihsal ettiğimiz malûmata nazaran mumaileyh leyle–i mezkûrede saat üç raddelerinde hanesine gelmiş ve icrasını evvelce kararlaştırmış olduğu madde –i intiharın fiiliyatına başlamıştır. Kabl’el intihar bazı mahallere suret – i intiharına dair zabıtaya müteaddit varakalar yazıp kütüphanesinin üzerine bırakmış ve badehu kokain namındaki mübtil – i his cismi mahlûlu kat’edeceği noktalara vehle – i ulâda şırınga ederek o noktaların hissiyatını mahvettikten sonra kolundaki şiryan – ı adûdu dört yerinden kat’ettiği gibi artère carotide nam damarı dahi keserek ve kalemi eline alarak seyelan etmeye başlayan kanın vücuduna bahşetmekte olduğu tesirat – ı hissiyat – ı mevtiyyeyi tahrir etmiştir ki Zaptiye Nezaret –i Aliyyesinde mahfuz olan ve hun – alûd bir halde bulunan varakada aynen şu ibarât mündemiç bulunmuştur:
Suret-i Varaka
“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum kapıyı kapadım, diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.”
Müteveffay-ı mumaileyh hilal-i intiharda son tarihçe-i hayatı olmak üzere şu varakayı yazabildikten sonra saat sekiz raddelerinde bir halet-i bihuşide düşerek saika-i evca-ı mevt ile bağırmaya başlamış ve binaenaleyh feryad-ı canhıraşı efrad-ı ailesi tarafından işitilmekle derhal Nuru Osmaniye civarında sakin doktor miralay İzzetlû Nafiz Beyefendi celbedilmiş ise de hatim-i kelâmı olmak üzere “Doktor! Ne uğraşıyorsun, beş dakikalık ömrüm kaldı.” diyebilerek tekmil-i enfas-ı ma’dude eylemiştir. Gerek mahalli-i intihar ve gerek odanın dışarısı ve hele elbisesi al kanlara boyanmış idi.’
* Onun intiharının ardından Tıp hocalarından Ömer Bey’in de şah damarını keserek intihar etmesi büyük bir infiale yol açar. Peşpeşe gelen intihar haberlerinin gazetelerde yayınlanmasını doğru bulmayan dönemin idaresi intihar haberlerinin yayınını yasaklar.
Orhan Okay, Beşir Fuad
artık anlaşılmıştır günün akşamlılığı kesin mat yok iyi oyun vardır sadece ve satranç aslında dalgınların oyunudur dalgının ölüm karşısındaki sükuneti düşmana ölümün dehşetinden korkuludur
“1897’de beş Servet-i Fünûn yazarının kendi el yazılarıyla cevaplayıp imzaladıkları bir ankette Mehmet Rauf hülya-ı saâdetim hanesine beraber ölecek bir kadın bulmak diye yazar. Bu anketten on üç yıl sonra, yani 1910’da yapılan diğer bir ankette ise Mehmet Rauf, “ Nasıl Ölmek İstersiniz?” sorusuna “Onun kollarının arasında ve onunla intihar ederek…” cevabını vermiştir. Mehmet Rauf bir aşk vakası sebebiyle intihara yeltenmiş ancak arkadaşları Hüseyin Cahit Yalçın ve Halit Ziya’nın zamanında onun Büyükada’daki evine gitmeleri üzerine kurtarılmıştır.
Nahit Sırrı Örik, “50 yıl Önce Türkiye’de yapılan İlk Edebi Anket: Mehmed Rauf’ Fikir ve Düşüncelerini Söylüyor
Bu keşmekeşten, bu ıztırabtan, bu ümidsiz hayattan kurtulmak için yalnız bir çare görmekte idi: İntihar!
Nabizâde Nazım, Zehra
Ben bir âciz kadınım. Fakat saikım muhabbetiniz oldukça her şeyi göze aldırmaktan çekinmem. Yaşarsam sizinle yaşayacağım… Ölürsem yine birlikte öleceğim. Menfurunuz oluşuma sebep boynumdaki nikâh tasması değil midir? Onu pederim geçirdi. Lâkin kariben görürsünüz. Ya boynumu parçalarım ya o felâket rabıtasını…
*
“O kadına karşı son mağlubiyetimi hissedince onun sahte nüvazişlerine bedel bir revolver kurşunile beynimi bu aşk marazından kurtarmak…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Bir Muadele-i Sevda
“Baksana namusum ayaklar altına alınmış. Hınzır kahpe bir de tutmuş da nur topu gibi oğlan doğurdum diye göğsünü gere gere bana saçından da göndermiş… (Bir çok vakit dalgın dalgın sükûttan sonra)
Olmaz, olmaz. Artık âleme karşı bakacak yüzüm kalmadı. “Bari kendimi öldürüp kurtulmalıyım.”diye adeta hiddetinden telef-i nefsi göze aldırmış idiyse de hele fikri bir inkilap edip “Ne demek ben kendime niçin kıymalıyım? Kabahat benim mi ki? O hınzır kahpeyi paralayıp şimdiki halde kendisinin karalamış olduğu yüzünü al kanlara boyamalıyım. Yapar mıyım? Yaparım. Bıçağım hakkı için yaparım. Bari ayıbımızı kara yer örtsün” diye sabrı ehem görmüş idi.”
Ahmet Midhat Efendi, Letâif-i Rivâyat- Yeniçeriler
“Birden hayatını uzun bir çöl gördü. Yaşamaktan azim bir yorgunluk hissetti ve “Acaba vakit geldi mi?” diye düşündü. Zira o kendini mutlaka intihara mahkûm görürdü. Kendinde bu kadar ateş varken, bu kadar esir-i mehâsin, bu kadar müştâk ve müncezib bu kadar ihtirâs ile beraber herkes gibi sâlim bir hayat içinde bir gün ölüvermek ona pek müsteb’id gelirdi. “Ah, tifodan niçin ölmedim?” diye düşünüyordu.”
*
“Evet, artık ölmek istiyordu, mâdem ki herşey bu derece bitmişti, artık ölecekti. Hem de ne bitiş, hem de nasıl bitiş yârabbim! O bütün bir saflık ve soylulukla bir kadını o kadar azizleştirip yücelttikten sonra, şimdi , ah şimdi ne kadar, onu da öbürleri gibi hafiflikle, hakaretle düşünüp, iki konuşmadan sonra eskiyip atılan bir kundura gibi bırakmış olmayı ne kadar istiyordu… Ve onun ayaklarının altında kanlar içinde ölmekte bir intikam vahşiliği var gibi geliyordu. Önce bu düşünceye tutuldu. Ne olursa olsun, onun önünde kendisini öldürecekti…”
Mehmet Rauf, Eylül
“Ah, öyle bir şey yapmak istiyorum ki, onlar da, bütün dünyada şaşırıp kalsın… Öyle bir şey, öyle acı, öyle kanlı, öyle yerli yerinde yapılan bir şey ki, içinde çırpındığım tatsızlık ve iç sıkıntısının derecesini onlara göstersem de yansınlar, ağlamaktan perişan olsunlar. Bir şey, bir şey acımasız, zalim ve korkunç bir şey…
Yapabilsem, ah yapabilsem? Hayatta bütün düşüncelerin, bütün hareketlerin, bütün niyetlerin, hatta bütün inançların, hepsinin, hepsinin yanlış ve zararlı olduğunu onlara gösterebilsem… Onlara insan böyle yaşamaz, hayat böyle boş yere ziyan edilmez diye çığlık çığlığa haykırsam. Bize yazıktır. Bizde dünyanın öteki mutlu insanları gibi yaşamağa bakmalı, acı içinde geçen hayatlara acımalıyız.
Evet, anlatsam ki, çocuk böyle büyümez, kız böyle yetiştirilmez ve böyle kocaya verilmez ve kanıtlasam ki, böyle büyütülen çocuk, böyle eğitilen ve böyle evlendirilmek istenen kız, son derece aziz bildiği hayatını köpeklerin ağzına atılan kokmuş et gibi feda etmektense canına kıyar, intihar eder, geberir gider.”
Mehmet Rauf, Genç Kız Kalbi
“Raci’nin ağabey namını verdiği bu ahlaksız mecnûnun gidişi ne gidişti!… Ailede ne servet, ne rahat, hatta ne de namus hiçbir şey kalmadı…. Aman ya Rabbi, ne rezalet… Bu kadar kepazeliği ıslâha Raci, tek başına nasıl muktedir, muvaffak olabilecekti? Bu tefekkürât-ı muzâllime te’siriyle bazen zihni o mertebe kararıyordu ki intihara tasdiye kadar varıyor ve sonra biraderinin hıyâneti yoluna kendinin kurban gitmesini pek muvafık bulmuyordu.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar , Şıpsevdi
“Hava açık, sert bir poyraz esiyor. Maksadım intihar. Lâkin nerede? Nasıl? Daha bunu pek kararlaştıramadım… Romörkörde giderken beyaz köpüklü dalgalar nazâr-ı iştihâmı celb etti. Bir hareket-i seri ile küpeşteden kendimi bunların arasına salıvermek…
Fakat ölmek için bu sureti pek emin bulamadım. Arkamdan bir iki çımacı atılarak beni zırıl zırıl sularım aka aka vapura alırlar…”
*
“İffetsizliği kesinlikle anlaşıldığı gün, bu fenalığı tedavi için hazırladığım çok basit bir ilaç var. Üç tane kurşun… Biri bana, biri sevgili karıma, biri de kocalık haklarıma ortak olma küstahlığında bulunan haine mahsus… Üçümüz de hissemizi yutarız. Böylece dava biter.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar , Sevda Peşinde
“Ben şimdi Rıdvan Sabih’e muhabbetnâme yazıyorum. Ona kısmet olmayıp da başka bir erkeğe vardığım vakit ileride bu mektupları onun ne suretle istimal edeceğini bu günden hiç düşünemem. Çünkü, Sabih’e varamazsam benim için diğeriyle izdivaç kabil değildir. İntihar ederim; izdivaç etmem…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar , Son Arzu
“Böyle menhus bir akıbete düşmüş bu iğrenç herifi vaktiyle pek şiddetle sevmiş, onun için gizli gizli aylarca muhabbet ve kıskançlık yaşları dökmüş, derd-i iftirakından intihâr fikirlerine kadar varmıştı…
Ragıbe Hanım intihar etmiş olunaydı böyle iğrenç bir sefil için mi ölmüş olacaktı? Aşkın büyük bir cinnet olduğunu şimdi anladı. Kenan’ı artık sevmiyordu.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Tebessüm-i Elem
“Vapurdan köpüklü denize bakarken, trende gözlerimin önünden su gibi akan toprağı seyrederken düşmekten korkarak geri çekiliyorum. Sonra yine yavaş yavaş tehlikeye doğru uzanıyorum. O zaman bilinmeyen bir teşvikçi bana “Kendini aşağı at… at…” diyor. Çarpıntı geliyor. Sararıyorum. Kendimi kaybeder gibi oluyorum. Tehlike beni bir mıknatıs kuvvetiyle çekerken çok defa yanımda bulunanlar düştüğüm tehlikeli garipliğin farkına vararak kolumdan tutup beriye alıyorlar. Derin bir kuyu ağzında, bir uçurum kenarında aynı baş dönmesine tutuluyorum.” …
“-Size bu intihar arzusu nasıl geldi? Vakit vakit gelip geçiyor mu?
Doktor Bey, rica ederim beni hem bir hasta, hem de bir konsültan (Colsultant) gibi kabul ediniz. Bu arzu bana, nasıl geldi? Galiba ilk defa can sıkıntısından.. Kendini öldür, kendini öldür, diye kulağıma bilinmeyen yerlerden bir ses gelir gibi oldu. Ölmek nasıldır, bilmiyorum. Tatlı mı, acı mı? Ama bir önseziyle ben ölümde şehvetli büyük bir zevk ve son baygınlığa varacak ölçüde bir tat seziyorum. Ağzı kıvrık, ucu sivri bir kama, dolu bir tabanca, gördüğüm zaman âdeta büyülenip titrerim. Bir uçurum kenarında aynı tatlı yürek çarpıntısı ile sarsılırım. Bir ufak el veya beden hareketleriyle hiçbir kimsenin henüz sırlarına eremediği bir büyük hadise olup bitiverecek. Bir vapur bordasından pervanenin köpürttüğü sulara bakarken, raylarda yerleri sarsarak bir katar geçerken ölüm beni şehvetiyle çeker. Yine bilemem nasıl bir kurtarıcı bir el beni çeker, geriye iter.” …
“-Bir gün ben muhakkak intihar edeceğim.. Bu kesin..
-Bu kesinlik neden?
-Çünkü veraset yolu ile ben ölüme mahkûmum.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar , Ben Deli Miyim?
“Şeytan değil ben doldurdum anacığım. Korkma sana bir şey yok… Vursam vursam onu öldürürüm, bir de kendimi…(Tabancanın namlusunu önce şakağına, sonra kalbi üzerine çevirerek) Böyle mi şık kaçar?Şöyle mi?.. “Güm!” haydi bir varmış bir yokmuş… Şimdi ahrete gitmesi Boğaziçi’ne gitmeden daha kolay oldu. Pasaport yok. Tezkere harcı yok…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Tutuşmuş Gönüller
“- Doktor beyefendi, ıztırablara düştüğüm anlarda intihar ufukta yanan bir can kurtaran feneri gibi gözlerimin önünde parladı durdu. (…)
Evli misiniz
İkisini boşadım. Üçüncüsüyle de dargınım.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ölüm Bir Kurtuluş Mudur?
“… evlilik, erkeği ve kadını çözülmez bir beraberlik içinde kaynaştırır. Erkeğin ve kadının kişilikleri, bunun sonucu olarak, bir daha eski şekillerini almayacak derecede, değişikliğe uğrarlar. Bu bağlılık, bağımsız bir gerçeklik gibi düşünülen evlilikte sadık bir itaat yaratır. Bu karmaşık oluşun sonucunu bir kelime ile özetlemek için, evliliğin ‘yok edilmez karakterlerinden’ söz edilir. Gerçek bir evlilik söz konusu olduğu bütün zamanlarda eşlerde değişiklik meydana gelir. Fakat, insan bireyi aldanabilir. Beraber yaratılan yeni bir hayatı değişmeyen bir dünyada yaşamak her kadına ve erkeğe vergi değildir. Bunlar bazen, yeniliğini bildikleri kişilikleriyle ortaya çıkamazlar. Bu yüzden yeni bir çatışma kendini gösterir. Bu, gerçek trajik evlilik ve boşanma çatışmasıdır. Neden, kocanın karısıyla mücadelesi değildir. Partönerlerden her biri içinde bir parçalanma olduğunu duyar. Her ikisinin kalbi, kişiliğin evlilik bağlarında yer alan kesimi ile santrifüj güçler kesimi arasında devam eden savaşın bir sahnesi haline gelir. Bu savaş ne zafer, ne de yenilgi ile sona ermez. Uzun zaman sürüp gider veya hiç bitmez… Mutlu bir evlilik, hayatının en büyük mutluluğudur. Mutsuz bir evlilik ise insana bir cehennem hayatı yaşatır. Fakat, sözünü ettiğimiz çatışma daha da da beterdir. Kurbanlar zaman zaman bu çatışmayı önleyebileceklerini sanırlar. Fakat, bundan kurtulmanın şansını ve imkânını çoktan kaybettiklerini de gayet iyi bilirler ve böylece “Hayatlarının çizdiği yolda “yürümekte devam ederler.”
Oswald Schwarz, Cinsiyet Psikolojisi
O, çok defa dolu rövelveri şakağına götürdü. Parmağını tetiğe koydu. Hayatla ölüm arasındaki pek uzun ve pek kısa mesafeyi ölçmeye uğraştı. .. Gazetelerde tesadüf ettiği intihar vakalarını alelâde bir okuyucu nazarıyle değil bir müdekkik tetebbüiyle okuyor. Hayattan çıkmak için nevmidlerin en çok intihâp ettikleri ölüm nev’inin hangisi olduğunu bilmek istiyordu. Kurşun, ip, su, zehir… Bunlardan hangisi en ziyâde revacda?… Bunlardan hangisi en ziyade can kurtarıyor?…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar , Dirilen İskelet
“Handan’ın hırçınlığı artık bana kendimi astıracak. Bu ne çekilmez şey, efendim. Dır dır dır! Bu kadar acıya karşılık bari evde biraz rahat olsa…”
Halide Edib Adıvar, Handan
“(…) Ne yapayım senelerin bana ettiği pür-emel bir saadetin – uzun bir zaman için- ufûlü beni çıldırttı: Senin için… Aşkım için intihar… ama, emin olunuz bu intihar beni öldürmeyecektir, belki ebediyyen yaşatacaktır…”
Reşat Nuri Güntekin, Dudaktan Kalbe
“Zavallı Leonardo! O hâlâ Gizo’dan, İvet’ten bahsediyordu. Sevgili ve müsamaha için yaratılan kalbini nefretin ve hıncın doldurduğu şu günlerde bile gerçeğin ne kadar gaddar, ne kadar vahşi olabileceğini kestiremiyordu. Fakat çok geçmeyecek, Gizo ile İvet’in nasıl intihar ettiklerini öğrenecekti.”
Tarık Buğra, Siyah Kehribar
“Kendisini aldatmak istiyen o hain şeyi silkip atacaktı ölmeyecekti; bu güzel, genç, nefis kadın yaşayacaktı; sonra birden artık kırılmağa müheyya, çatırdayan kapının karşısında, bileğinin mukavemetine bir keselân geldi sanki onu bir kuvvet büktü, mağlûbetti, nihayet o siyah ağız kıvrıldı, bir yılan hıyanetiyle, karanlıkta, o elîm aşk cerihasiyle sızlayan noktayı buldu.”
Halid Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu
“Vicdan azabı, günden güne pençesini beyninde derinleştiriyor. Birdenbire gözünde, o zamana kadar hiç dikkat etmediği bir şey canlanıyor. Babasının âkıbeti! İkide birde, babam kendisini bir incir dalına asmıştı, diye söyleniyor. Muvazenesi gittikçe bozuluyor. Artık annesinin acısı onda mücerret bir ölüm korkusu haline tecelliye başlıyor. Ölüm; sağı, solu, önü, arkası, her tarafı ölüm.”
Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak
“Başka hastalıklarda olduğu gibi, aşkın da muayyen devrelerde kendini gösteren muayyen arazları vardır ve intihar galiba, onların her seven insanı velevki fantezi halinde mutlaka yoklayanlardan biridir.”
Fethi Naci , Ateş Gecesi
“İçecek, içecek çantasını eline alıp geceyi bekleyecek… Güverteye çıkacak. Mehtap denilen kepaze renkler ortalığa yayılmadan güverte parmaklığını aşacak, tabancayı beynine sıkacak ve kendini denize atacak.”
Aka Gündüz, Bir Şoförün Gizli Defteri
Bir hayata bundan fazla saldırı olmaz. Beni bu hayattan kurtarınız! Beni iki süngünün arasından çekip alınız, sonra isterseniz kuş başı, kuş başı parçalayarak kunduzlara fırlatınız!
(…) Bundan kurtulmak için intihar mı edeyim? İntihar çok sefil, çok rezil bir şey… Ben sefilim, rezilim, fakat intihar edecek derecede değil, o zilletle keskin ruhumu körletemem.”
Aka Gündüz, İki Süngü Arasında
“Vapurda dün intihar arzuları duyduğunu hatırlıyordu…”
Sait Faik Abasıyanık, Medarı Maişet Motoru
“Sevgi nesnesinin yitimi, yitirilen sevgi nesnesinin neden olduğu düş kırıklıkları ve yaralanmalar bir süreç başlatırlar. Melankoli ve yas tutma bu sürecin bir sonucudur. Sevgi nesnesi yitiminin neden olduğu düş kırıklıkları ve yaralanmalar, düşmancıl duygular doğurur. Bu düşmancıl duygu ve dürtüler sevgi nesnesinden öç alma, onu yok etme, onu öldürme istemlerinin kaynaklarıdır. Sevgi nesnesi yitiminden kaynaklanan kızgınlığın benliğe yönlendirildiğini ilk kez Freud söyler. Ama Freud Yas ve Melankoli adlı çalışmasında aynı zamanda gerilemenin etkisini belirtir, libido kavramından yararlanır, alt düzeydeki özdeşimi tanımlar ve üstbenliğin işlevlerini anlatır. Tüm bunlara ek olarak sevgi nesne yitimlerinden kaynaklanan saldırganlığın benliğe yöneldiğini söyler. Aslında saldırganlığın yitirilen nesneye çevrilmesi yerine benliğe yönlendirilmesi, yani yönlendirmedeki bu yanlışlık, üstbenliğin yitirilen sevgi nesnesi ile benliği karıştırmasından kaynaklanır.”
Celal Odağ
“Beni intihara, keder ve ye’s mecbur eylediğini belki işitmişsindir… Ye’sin son derecesine gelmekle intihar etmek üzere gece zevcimin hanesinden çıktım. Köşk denize yakın olduğu cihetle çok geçmeksizin sahile vardım. Artık vakit geçirmeksizin işimi bitirmek üzere oradaki kayanın üzerine çıktım. Hayatı arkamda bırakıp ölüme gitmek için yalnız bir adım atmaklığım kalmıştı. O anda içinde kardeşciğimin bulunduğu hâneye son bir nazar atfetmek için başımı arkaya çevirdim. Şefik’in odasındaki kandilin ziyası pencereden görünüyordu. Yüreğim sızladı. Metânetimi gâib etmekten korktum. Fakat sonra o hânenin içinde çektiğim mihnetleri der-hâtır ederek bana rahat göstermemiş olan dünyadan kurtuluyorum, diye memnun oluyordum. “Burada kardeşimi bırakıyorsam, orada vâlidemi bulacağım! En sonunda kardeşimin geleceği yer de orası değil mi? Ey cihân-ı fâni!.. Senden kurtuluyorum. Sen bana hiç güler yüz göstermedinse, işte şimdi senden müstağniyim! Zulmünü hangi ehemmiyetine güvenerek yapıyorsun? Fâniliğine mi? Ben ebedi olan bir âlemde saadet aramağa ve rahat etmeğe gidiyorum…”dedim ve melek gibi tabiatı ve ef’âl-i hasenesi sebebiyle ehl-i cennetten olduğunu kat’iyyen ümid eylediğim valdeciğime kavuşmak niyetiyle “Anneciğim! Beni al!”diyerek kendimi atmak üzereyken bu söylemiş olduğum sözün bana getirmiş olduğu hatıra icâbından olarak birdenbire durdum ve “ Ben nereye gidiyorum? dedim. Ve
“Valdemin yanına mı? Valdem ehl-i cennet olmalı. Ya benim şu hareketim, yani intihârım icâbınca cennet kapıları kapalı bulunacak! Valdem ve sevdiklerimden ayrı bulunacağım. Ben rahat etmeğe mi gidiyorum, yoksa bu dünyadaki muvakkat rahatsızlığı daha şedid ve medid olan bir azâb ile mi mübâdele ediyorum… İntiharı hiçbir şey yapmağa iktidarı kalmayıp, her şeyden nevmid olanlar irtikâp eyliyorlar! Halbuki hiçbir şey yapmağa isyana mı istimâl eyliyorlar?”
Fatma Aliye Hanım, Muhâdârât
“Bir kadın tarafından beğenilmeyip reddolunmak bana pek acı geldiği halde yine hâlâ o kadını sevmekte ve ondan vazgeçmemekte olduğumu görünce o hâl-i zillette yaşamak istemiyordum. Söz geçirmediğim gönlüme bir tabanca kurşunu geçirmekle, beni bu hal-i zillete getirmiş olan gönlümden ahz-i sâr etmek ve bu cihetle vakar ve haysiyetimi muhafaza ederek ölmek istedim. Peyman! Senin beğenmediğin adamın semahatini ve ulûvv-ı cenâbını sana göstermek için seni affettim. Tekmil servetimi sana hibe eyledim. Bilmem şimdi beğenebilecek misin? Parayı pek çok severdim. Onu sana fedâ etmekle, seni ne kadar sevdiğimi göstermek istedim. Belki beğenmediğin adamın beğenilecek bir adam olduğunu, sevilmeğe şâyân bulunduğunu anlayıp da arkamdanağlarsan, o da rûhum için bahtiyarlık olur.”
Fatma Aliye Hanım, Muhâdârât
“Mektubunu mağmumâne okudu, son demlerini yaşıyordu. Hafif bir ayak patırtısı onu daldığı tefekkürât-ı ademden uyandırdı. Birden bire başını çevirdi. Kanlı gözleri validesinin yaşlı nazarlarıyla karşılaştı, aciz ve bitâp sandalyesinin üzerine düştü, bir anda müdhiş bir fikir zihnini tırmaladı. Hemen revolveri kapıp beynine sıkıvermek istedi… Valide henüz lakırdısını itmam etmişti ki: Masanın üzerindeki silahı nazarı dikkatini celb etti..
“Ciğerpârem, kendini öldürmek istiyorsun… Öyle mi? Vicdansız çocuk hepimizi matemlerde bırakacaksın. Yazık… Yazık…”
Orhan Midhat, Kanlı Muaşaka
“(…) Noraliya evde çılgına dönüyor. O zaman kırmızı başlı kibritler vardı ya,onların başını eziyor, içiyor, zehirleniyor…”
Peyami Safa, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu
“(…) Geçen sene bir kıza vurulmuş, kız başkasına gitmiş diye bir tarafına tabanca sıkmış. Kurtarmışlar amma şimdi baştan aşağı vücudunun yarısı tutmuyor. Ah bu yok yere canlarına kıyanlar ah!…”
Aka Gündüz, Mezar Kazıcılar
“Evet, ölmekten başka çare yok… diye inledi. Hem ölmek şimdi bir vazife, bir berât olmayacak mıydı? Fevâid olsun Fahri Cemâl olsun onu ancak bu şartla biraz Merhametle düşünmeye layık olmayacak mıydı?…Birdenbire Taksim’den bir tramvayın süratle Pangaltı’ya doğru hareket ettiğini gördü… Tramvay yıldırım gibi geliyor, bu yağmurlu gecede katil bir heyûla gibi koşuyordu.
Fakat Perran ancak son yeislerin vereceği bir azim ile adeta uçarcasına, on adım ileride, şimdi kendini ezecek arabanın altına atıldı, ve: “ Ya Rabbim, beni sen affet… “ diye inleyerek çamurlara serildi yattı.”
Mehmet Rauf, Son Yıldız
“Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı. giderayak?) Başı öne doğru eğiliyordu. Kolları iki yana sarktı. Donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı aktı uzaya uzaya; dizine yakın bacağındaki kıllara bulaşarak ardarda yatağın üstüne düştü, yayıldı. Yukarıdan, sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çatırdadı.”
Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli
“(…) Ayağa kalktı, denizin tâ kenarına geldi. Derinliklere gitmek için suda biraz yürümek lazım… Bir adım attı. Su ayaklarına değiyordu. Fakat bir daha hiç kımıldayamadı. Cesaretinin bütün bütün kaçmasından korkuyordu…
Başını geriye çevirdi ve taşlığa baktı. Sonra gözlerini sımsıkı yumarak, suların içinde, hızlı koştu ve birden bire, denizin uçurumunda bir minare boyu kadar dibe çöktüğünü hissetti… Birden bire ayakları bir yere çarptı ve vücudu suyun üstünde yükselmeye başladı. Anladı ki, ayağından taş fırlamıştır. Fakat her taraftan kuvvet çekiliyordu. Bur saniye daha nefes almasa boğulacak. Tıkanarak, ölecek, su yutmak istemiyor…”
Peyami Safa , Mahşer
“Sen biliyor musun ki benim akrabamdan üç kişi intihar etti? Amcam Dovil’de, küçük oğlu burada ve halamın kızı da burada intihar ettiler. Hepsi de revolverle…” … -Yapamadım, dedi, çekemedim tetiği. Yapamıyorum, elimden gelmiyor, korkağım, müthiş korkak. Halbuki ne kat’î bir karar vermiştim. Beni hiçbir şey hayata bağlamıyordu, hala da bağlamıyor…”
Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı
Ebeveynlerinden birisinde uzun süreli bir psikiyatrik hastalık, özellikle depresyon öyküsünün olması, intihar davranışına yüksek oranda eşlik etmektedir. Yine ailede intihar davranışı veya fikrinin olmasıyla ergen veya genç erişkinlerdeki intihar davranışı arasında güçlü bir ilişki bulunmuştur. Çocuk ve ergen intiharlarındaki psikososyal risk etkenlerinin araştırıldığı karşılaştırmalı bir çalışmada, intihar kurbanlarında anne-baba ile iletişimin, özellikle de baba ile iletişimin yetersiz olması, ailede intihar davranışı öyküsü olması anlamlı derecede yüksek bulunmuştur.
Ertemir Vatanartıran, Genç İntihar Girişimlerinde Rol Oynayan Psikososyal Etkenler
“Yerinden fırladı. Kapının kilidini bir daha çevirdi. Tahta kanadın bütün zorlamalara dayanabileceğine aklı kesince yatağa döndü, oturdu. Cebinden çıkardığı tabancasını eline aldı. Parmağını tetiğe geçirdi. Namluyu şakağına dayadı…”
Orhan Hançerlioğlu, Yedinci Gün
Hayat yaşamaya değmediği için insan kendisini öldürür, işte bir gerçek şüphesiz, ama kısa bir gerçek, çünkü fazlasıyla açık. Ama yaşamaya yöneltilen bu hakaret, bu yalanlama, hiç anlamı olmamasından mı geliyor? Uyumsuz olması, umut ya da intihar yoluyla kendisinden sıyrılmayı mı gerektiriyor, geri kalan her şeyi bir yana atmalı ve bu konuyu gün ışığına çıkarmalı işte, bunu izlemeli, bunu açıklamalı. Uyumsuz ölmeyi mi buyurur? Bütün sorunlardan önce bu sorunu ele almak, bunu yaparken de bütün düşünce yöntemlerini ereksiz us oyunlarının dışında kalmak gerek. “Nesnel” düşüncenin ne yapıp yapıp her soruna karıştırdığı tinbilimin, ince ayrımların çelişkilerin bu araştırmada, bu tutkuda yeri yok.”
Albert Camus, Uyumsuz Yaşama
“Ey kızım! derim sana… Mutlaka intihar edeceksen ya Darülfünun felsefe, ilahiyat fakültesine gir, ya şairle nişanlan, ya muhalif bir gazetenin başmuharririne karı ol…”
“Seninle hiçbir alâkam kalmadı. Gönlümde öğürtü getiren pek müstekreh hatırandan başka bir iz bırakmadın. Sana bu mektubu yazışım artık hayır ve şerrine karışmak istediğim için değildir. Babanın nâmını sürüklediğin levsten kurtarmak için intihar et… Anlıyor musun safil hanım? Azrail’e sana temasla elini kirletmek istikrâhını verme… Zehir, bıçakla, kurşunla, ateşle, su ile kendi kendini temizle…
Müntehirler kafilesine iltihâkını hemân yarınki, öbürgünki gazetelerde okumalıyım. İffetin öldükten sonra, senin yaşaman ölü, diri ailen efrâdı için müdhiş bir ârdır. Bu ârdan onları kurtarmak da bir dakika gecikmeğe büyük cinayettir. Sâfil Hanım..” …
“Şimdi beni intihara doğru olanca şiddetinizle tekmeleyişinize cevap vereceğim: Bu işitilmemiş bir şeydir. Bir insan tehevvürle bir diğerini öldürür. Bu çok defa vâkidir. Fakat başkasına kendi kendini öldürtmek için icbârda bulunması ender bir fantaziyedir.
Eğer intiharlar içtimai, vicdânî ve kirli, âşikâre zâruri bir takım sebeplerle vuku buluyorsa bu lüzumu yalnız o fiile atılacak bî-çarelerin hisleri ta’yin eder. Hâricden bu emri kimse veremez.
İntihar Hâlık’ın kurduğu bir canlı binâyı kaidesiz belki de muzır görerek yıkmak demektir. Allah’ın hilkâtine karşı bu bir isyandır. Sen beni yarattın; fakat eserini bana beğendiremedin. Gönderdiğin âlemden de hiç hoşlanmadım…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Billur Kalp
“Kımıldamak için başkasının kolunu, bacağını isteyenler, bu kadar sakat olanlar, ölünceye kadar yaşamakta ısrar etmemeliydiler: İntihar böyle insanlar içindi.”
Midhat Cemal Kuntay, Üç İstanbul
“Ağladı, ağladı… O kadar ki, temiz gözyaşlarıyla bütün ruhunu yıkadı…
Bir aralık, başını mezara dayayarak, elini cebine soktu, ayın şu’âı altında bir demir parladı… Sonra, kabristanın boş, koytu yerlerine bir tabancanın gümleyişi aks etti!. İşte şimdi bu bir çift de beraber yaşadılar, beraber öldüler!..”
Mehmed Celal, Lemân
Bir yalan ve riya yığınından ibaret gördüğüm bu insanlar topluluğunun üyeliğinden intihar ederek ayrılıyorum. Beni intihara zorlayan husus, toplumdaki yalancı durumumdur. (….) Sensiz yaşayamayacağım. Aç aguşunu geliyorum. Dalgalar, zalim dalgalar, onu benden ayırarak hangi semt-i mechûle kaçırdınız ise beni de oraya, onun yanına, ta koynuna götürünüz.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Sevda Peşinde
“(…) Sonra alandaki sahipsiz atlardan birine, sol kolunda Ay Hanım olduğu halde atlıyarak batıya doğru sürdü… Urungu bir defa daha Ay Hanım’ın yüzüne baktı…Dudaklarını hiçbir zamanın görmediği, hiçbir çağın göremiyeceği o ilahî yüze değdirerek öptü ve hala sıcak olan o mehtap kadar, güneş kadar güzel olan bu yüzden ayırmadan, bir ah içinde bütün mazisini yıldırım hızıyla hatırlayıp, “Hoşça kal Ötüken” diye düşündükten sonra kendisini boşluğa bıraktı…Taçam’ın dudaklarından bir ağıt gibi: – “Ölüm Uçurumu” kelimeleri döküldü.”
Hüseyin Nihal Atsız, Bozkurtlar Diriliyor
“Kızımı da birlikte ölüme sürüklemek, bir bakıma, belki de doğru olurdu. Fakat, sonsuz acılarımı, teselli bulmaz zavallılığımı bilen Allah, gençliğime, hayatıma kıydığım için beni affetse de çocuğumu öldürerek bir cinayet işlediğim takdirde beni huzuruna kabul etmez. Bunu biliyorum. Hem, bu günahsız, bu güzel yavruya nasıl kıyayım? Onun tatlı gözlerindeki ışığı nasıl söndüreyim?
Bu dünyada çok acı çektim. Sevdiğimi bulmaya, öteki dünyada mesut olmaya… hiç olmazsa unutmaya gidiyorum.”
Muazzez Tahsin Berkant, Büyük Yalan
“(…) Fıtnat me’yus olur. Hele o maceradan sonra me’yusluğu bin kat olur! .. Daha yaşamak istemez!.. Kapıyı kilitlediği gibi cebinde bulunan bir ufak çakı çıkarır! Göğsünü açar!.. Üzerinde saplar!.. yatar…“
Şemsettin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat
“Ben buse istemem. Ahirete gittiğim zaman Allah’ın huzuruna büsbütün nâmurad olarak çıkacağım! Bu kadar müddet gençliğimde bir buseden bile mahrum kalarak ömür geçirmiş olduğumu arz ile bu mahrumiyetim hürmetine olsun affını rica edeceğim. Çünkü ben affa muhtacım kardaşlarım! Kabahatim çoktur. Kendim gibi yedi nefer babayiğitlerin kanına girdim! İşte en sonra da Allah kendi kısasımı kendi elimle icra ettirdi! Bu!.. Bu… Şu kusurların… Allah!.. Na işte… Görüyorum!.. Allah!.. Aman ya Rab!… Sen… Sen… Allah!..”
Ahmet Midhat Efendi, Hüseyin Fellah
“Fakat kime söylemeli? Nehir Merhametsiz, ağaçlar hissiz, bulutların arasında büsbütün kurtulmaya çalışarak neşr-i ziyâ eden ay kayıtsız!
Ruhu i’tilâ ettikçe vücudu sükût ediyordu.
Şimşek gibi ani olarak güzâr eden bir zaman içinde nilin o soğuk, mühlik, girdâbları şarkın seması gibi saf, muhabbet gibi ma’sum olan Dilber birkaç kere ka’rine doğru çektikten sonra artık sathına çıkarmıştı. ..”
Sami Paşazâde Sezai, Sergüzeşt
“Ümran; babanı affet!.. Ve iyi bil ki, o yaptığı bütün kötülüklerin cezasını çekti… Ve son nefesine kadar da çekecek!..
Bu mektubu sana yarın göndereceğim… Ve artık beni hiç görmeyeceksin. Evet yavrum! Bundan sonra hayat benim için nedir?Seni bulduktan ve sevgini tattıktan sonra, senden mahrum yaşayamazdım!.. Annenin aşkını kalbimde bıkmadan, usanmadan yıllarca taşıdığım halde, senin hasretin bana, onun yokluğundan çok daha acı gelecekti!…
Ölüm beni bütün bu acılardan kurtaracaktır. Ümran!… İşte, mumların titrek aksiyle ışıldayan şu silah, bana bir halâs şuaı gönderiyor… O beni muhtaç olduğum ebedî sükûna kavuşturacak!..”
Kerime Nadir, Günah Bende mi?
“Kafam yavaş yavaş yerine geldi, kemiklerim ağrılarından kurtuldu. Yaşadığımı ölmediğimi anladım. İçimi bir sevinç doldurdu. .. ne halt yemeye kendimi gebertmeye kalkışmıştım. Hayat karşımda, saf, temiz ve güzel duruyordu. Bu hayat nasıl olursa olsun güzeldi. İster ekmek yedirsin, ister süpürge tohumu yedirsin, ister yalan söylesin güzeldi… Hayattan ayrılmak en büyük budalalıktı.“
Faik Baysal, Sarduvan
“Dün gece fukara kendini asmış… Yatağın örtüsünü ince ince kesmiş. Kız saçı gibi örmüş. “Ben uyuz olmuşum. İlaç yapacağım!” diyerek dün akşam yüz dirhem zeytinyağı aldırmışmış. İpi yağın içine bırakmış. Sonra pencerenin demirine bağlamış… kendini asmış.”
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları
“Şimdi artık bu satırlara son vererek ailemden görebildiklerimi göreceğim. Sonra yapılacak en doğru iş, Ada’ya bilek alıp son vapura binmek, kafaya bir kurşun sıkıp, kendimi denizin sonsuz derinliklerine, ölüme bırakmak… Güneşi, dünyada her şeyi son defa bugün göreceğim. Her şeyi… Caaanım İstanbulumu…”
Kemal Tahir / Esir Şehrin İnsanları
“ Muhterem zabıtaya,
Bu dünyada Allah’tan gayrı kimsemiz yoktur. İçine doğduğumuz ve ölümümüzden sonra döndüğümüz iki dünya da bir Rabbın malikânesidir. Ona daha yakın olmak için bu maddi âlemden mânevisine göç ediyoruz. Bize hırsızlık iftirasıü atanlar kulları inandırabilirler; ama Allah’ı aldatamazlar.
Masumane seviştik. Heyhat ki, birbirimizin olamadık. Medeniyetin kalp birliklerine mani insafsızca o kadar garip âdetleri var ki… Sevmeyi hak tanımayan beşerî kanunların istibdadından kaçıyoruz. Kurtarılmak tehlikesine uğramamak için sahilin en tenha bir yerini seçeceğiz. Pek çok aşkları örten büyük mezarın mavi suları, halâskâr dalgalarının kucağında bizi de uyutmak lütfunu gösterecektir. Ölümleri kimsenin ruhunu sızlatmayacak.
İşte iki imza: Veysi, Gülfem”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ölüm Bir Kurtuluş Mudur?
“Gördükleri şey, ikisinin de bütün ömürleri boyunca unutamayacakları cinstendi. Holde çok keskin bir ışığın altında tavana asılmış bir insan vücudu, kapıya doğru sallanıyordu. Mümtaz da, Nuran da ilk bakışta Suat’ı tanıdılar. İri kemikli yüzü garip ve zalim bir istihzada kısılmıştı. Sarkan ellerinde kurumuş kan parçaları vardı. Mümtaz biraz dikkat edince kanın holün seramiği üzerinde de bulunduğunu gördü. İkisi de kısa bir an bir şey anlamamış gibi baktılar. Sonra Mümtaz belki de bir daha bütün ömrünce gösteremeyeceği bir soğukkanlılıkla bayılmak üzere olan Nuran’ı evden çıkardı. Ne yaptıklarını bilmeden merdivenleri indiler.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur
(Suat) “Okuduklarımızla rahat değiliz.” .. “Düşün bir kere, intihardan başka çarem kalmaz… Ölmemi istiyorsan o başka…” … “Vakti olmayanlar acele ederler… Herkes kendi zamanının şuuruyla doğar. Benim işim aceledir… Tren yakında kalkıyor.
İşin fenası nedir biliyor musunuz? Tam hareket zamanını bilememek; hep bugün, yarın diye düşünmek. Ve böylece bu havadan gelen zamanı en manasız bir şekilde harcamak!”
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur
“İntihar ediyorum. Kendi kendimden nefretimin çevrelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.”
Peyami Safa, Yalnızız
“Ben bu ölüme şaştım. Hafif bir rahatsızlık insanı çabucak öldürür mü?Gerçi kendisinde kalb hastalığı vardı… Nihayet onu da öğrendim: İntihar etmiş! Morfin şırıngası ile kalbinin üzerine keskin bir zehir sıkmış.”
Aka Gündüz, Bu Toprağın Kızları
“(…) Mutbağın kapısını, aralığa bakan küçük pencereyi sımsıkı kapattı. Sonra, havagazı musluğunu ocağa bağlayan lastik boruyu bir çekişle kopardı. Musluğu açtı… Ölürken, havagazında, Argos güllerinin kokusu vardı.”
Orhan Hançerlioğlu, Oyun
Ama intihar eden kişiye özgü bir şey varsa, kendi ben’ini, haklı ya da haksız, doğanın pek tehlikeli, kuşkuyla bakılacak ve tehlikelere açık bir tohumu olarak duyumsaması, kendisini her türlü korunmadan uzak, her an başına bir iş gelebilecek biri gibi görmesidir; sanki bir kayanın incecik ucunda durmaktadır da, dışarıdan bir itme ya da içteki ufak bir güçsüzlük, soluğu boşlukta almasına elverecektir. Bu tip insanların kader çizgilerinin belirleyici özelliği, canına kıymanın kendileri için en olası ölüm çeşidini oluşturması, en azından kendilerinin bunu öyle bilmesidir. … İntihar aptalca, ödlekçe ve sefil bir eylemmiş, övülmeyecek, yüz kızartıcı bir çıkış yoluymuş, varsın olsun; bu acılar değirmeninde öğütülmekten insanı kurtaracak en aşağılık çare bile yürekten özlenmeye değerdi, büyüklük ve kahramanlık oyununa yer yoktu bu konuda; geçici, küçük bir acı ile akıl almayacak kadar yakıp kavurucu, sonsuz acı arasında kısaca bir seçme yapmam gerekiyordu. Öylesine eziyetli, öylesine kaçık yaşamımda sık sık o soylu Don Kişot gibi davrandım, onuru rahatlığa, kahramanlığı mantığa üstün tuttum. Yeter artık, bitsin bu!
Hermann Hesse, Bozkırkurdu
(Hüseyin Alacatlı’nın ölümü üzerine) Nazir’de bir yazı yazdı. Yazdığı yazıyı okuttu bana. Yazıdaki şu paragrafı çıkarmasını istedim: “Batılılar ‘ferd’in tek başına ‘insan ırkı’nı temsil ettiğine inanırlar. Ben de varlığımı idrak ettiğimden beri Hüseyin’in akıbetine mütemayil bir insan olarak inanmaya başladım ki, Hüseyin benim hayatıma ve sonuma da ‘ayna’ tutmuştur. Evet, hem ‘kendi’si hem de aynı anda ‘herkes’ olan Hüseyin’in açtığı kapıdan bir gün ben de gireceğim. Çünkü bu olayla bir basamak daha çıktığımı hissettim elinden tutmak için çaresizliğimin. Şimdi kendimi daha korkusuz, daha cesur hissediyorum.”
Adam düpedüz intiharını taahhüt ediyordu. Gülümsedi. Öyle gülümsedi ki bu satırları yazarken bile bütün acılığı ile gözlerime yansıyor. Ben şiiri Dergâh dergisine gönderdim, o da yazıyı. Andığım bölümü çıkarıp çıkarmadığını sordum sonra, “Hayır.” dedi, “dokunmadım yazıya.”
Mehmet Aycı İntihar Şairleri / Varlık Yayınları
Ben her şeyi intihar eder gibi yaptım! Sinemayı ben intihar eder gibi yaptım! Bunu beceremediğim taktirde kendi içimde de saygımı yitirecektim.
Ahmet Uluçay
İntihar hareketini böylesine etkin bir toplumsal silah haline getiren şey, intihar hareketlerinin düşünsel (refleksiv) boyutudur. Sanırım şudur kastedilen şey: ‘Hiç kimse yaşamında bir yanlışlık olmadığı sürece intihar etmez’. Bu gerçek o kadar açıktır ki, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Böylece hareketin önemli bir ögesi gözden kaçırılmıştır: İntihar, geride kalanlara işlerin ne kadar kötü gittiğini göstermeyi amaçlar.
A. Alvarez
Seni düşünerek intihar etmedim. Yirmi beş yıldan beri senin için yaşıyorum Lamiam.
Cemil Meriç
Öldüğümde; üzerimde güneşli Nisan ayı. Yağmurda ıslanmış saçlarını sallarken, kalbi kırık bir şekilde üzerime kapanmış olsan bile, aldırmamalıyım. Huzur bulmam için, yağmur dalları eğdiğinde, yapraklı ağaçlarınki gibi bir huzur. Ve senin şimdi olduğundan, daha sessiz ve acımasız olmalıyım.
Sara Teasdale
Hiç yalnız hissetmedim kendimi. Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim… ya da birkaç kişinin. … Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.
Charles Bukowski
Baba Hudeyda Yalçın gazetecilere yaptığı açıklamada, “Kızım intihar ettiği gün, öğretmenlerinin kaybolan kitaplardan kendisini sorumlu tutması nedeniyle hayatına son verdi” dedi. Yalçın olay günü Ebru ile hayvanlara bakmaya ahıra geldiklerini anlatarak, şöyle devam etti:
“Kuzuları ve oğlakları kucağına alarak öptü. Ahırdaki işlere severek, gülerek yardım etti. Yarım saat kadar burada kaldık ve ben eve gittim, o ahırda yalnız kaldı. Kardeşi gelmiş bakmış, kovanın üzerinde oturup düşünüyormuş. Kardeşine ‘sen eve git ben geliyorum’ demiş. Sonra bekledik, gelmeyince annesi merak etti, ahıra bakmaya gitti. Ahırın kapısını açtığında Ebru’yu tavandan sarkan ipte asılı görmüş. Eve geldi bana haber verdi, ben de koşarak geldim baktım ölmüştü.”
Ebru Yalçın
Âşık olduğu adam öldüğünde tabutun içine bir demet çiçekle beraber kendi el yazısıyla bir not koymuş. “Beni unutma” yazıyormuş o notta.. Ölmüş bir adamdan kendisini unutmamasını istiyormuş. Aslında bu, beni orada bekle, geliyorum yanına demekti bir bakıma. Ve evet, çok kısa bir süre sonra öte dünyaya, sevdiğinin yanına gitmek için Veronica Micle intihar etti.
Teodora Doni
Hedeften Namluya Dönen Mermi: Yaşam denilen yankıda kendi sesini bulamayanlar için bengi göçebe 16 bir hâl alan her geçen günde yaşam, hedeften namluya dönen bir mermi oluverir. Şu an için bizim intihar olgusunu anlamaya çalışmamız, bu eylemin sebepleri üzerinde düşünmemiz bu tespitin doğruluğunun işaretidir. Enis Batur intihar etmiş sanatçılar hakkındaki görüşlerini belirtirken bu gerçekliğe dikkat çeker (Batur 1991: 91).
Tülay Kale
Gençken sürekli bunalırdım. Ama intihar hayatımda bir olasılık olmaktan çıkmıştı artık. Benim yaşımda öldürülecek pek az şey kalmıştır. İyiydi yaşlı olmak, kim ne derse desin. Bir tür berraklığa ulaşabilmek için bir yazarın en az elli yaşına gelme gerekliliği son derece mantıklıydı. Ne kadar çok nehir aşarsan o kadar çok şey öğrenirdin nehirler hakkında- deli gibi akan suya ya da gizli taşlara yenik düşmediğini varsayarak. Azgın akar bazen nehirler.
Charles Bukowski
Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.
Şükûfe Nihal’in, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmadı, unutamadı… … Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.
“Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı? Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı? Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine… Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan. Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…”
Osman Aydoğan
“Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz).
Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim…)
Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi… Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.
Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?
Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum.
Beni affedin.”
Zafer Ekin Karabay
(Nilgün Marmara) Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Cemal Süreya
“Ölüm, yaşayabilmek için sonsuza kaçındığımız, ama sözcükleri yaşatabilmek için kucak açtığımız…”
“KAĞAN
‘Hayat yine de üzülmeye değer!’
NİLGÜN
‘Hayatın neresinden dönülse kârdır!’
“Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer… Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniği kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.”
“Doğmuş olmak bir referans mektubunu nereye ve kime götüreceğimizi bilmemektir.”
‘Benden istediğinizi yapmayacağım. Annemin babamın yaptığı gibi ne sizin okulunuza gideceğim, ne dükkânınızdan mal alacağım. Kendimi cezalandırarak sizi cezalandıracağım. Okula gitmeyeceğim; haydut ve cahil olacağım. Kendi varlığımı tahrip ederek sizin geleceğinizi çalacağım.”
Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter
Bazı geceler televizyon denen nesnenin düğmelerine dokunmamayı elzem bilmeli şiire gidecek kişi. Ben bu cümleye “birçok geceler” diye başlamalıydım…. Çünkü deneyimlerim, televizyonun şiir için, şiir zamanı için intihar aracı olduğunu öğretti bana. O nedenle televizyondan korkuyorum şiire durduğum daha doğrusu yüreğimin, beynimden şiire amade olduğu zamanlarda. Uğraşlarımın güme gideceğini çok iyi bildiğimden, korkuyorum ve sokulmuyorum güncel ayrıntılara, televizyon mekânlarına.
Hilmi Haşal
En iyisini yazmak, yalnız bir hayatı gerektirir. Yazar için yapılan organizasyonlar, yazarın yalnızlığını hafifletir. Bunun, yazarı geliştireceğinden şüpheliyim. Yalnızlığını dağıttığı sürece popülaritesi artar, ama o oranda da işleri kötüye gider. Sanırım bir yazar için çok uzun konuştum. Bir yazar, söylemesi gerekeni konuşmamalı, yazmalıdır. Teşekkürler.
Ernest Hemingway (Nobel ödülü töreninde yaptığı konuşmadan)
Bilgisayarımda ‘müntehir şairler’ adıyla sakladığım bir klasör var. Neden var bilmiyorum. Ama uzun zamandır var. Klasörün içinde de neler neler var. Arada açar bakarım, eklerim, okurum, kopyalar yapıştırırım…
Zehra Betül
Bazı önsözlerde başarısız bir yazar olacağım: ilk eserimin ilgi görmemesi üzerine ümitsizliğe kapılarak intihar edeceğim. Bazen de, o kadar meşhur olduğum halde anlaşılmamış olmanın ıstırabını duyacağım gene: insanlardan kaçacağım.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Dostlarım alay ediyor benimle. Bu çocuğun sonu ne olacak, diyorlar. Hiç olmazsa kitaplardan kitaplar çıkarmalıyım. Bunu da yapamıyorum yazamıyorum. Kitapları işimde kullanılacak bir mal gibi göremiyorum: kapılıyorum onlara. … Seni seviyorum fakat neresini düzelteceğimi bilmediğim bu yaşantımı sürdürmenin anlamsızlığını seziyorum yok olmayan doğru hızlı bir gidişin farkındayım henüz koruyabildiğim bazı özelliklerim varken daha insan olduğumu hissederken bu gidişe bir son vermeliyim yoksa çok geç olacak ve kendimi affetmeyeceğim.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Bu uykunun ölümün yaklaştığına işaret olduğunu biliyordum. Etrafıma bir kez daha baktım. Hareket eden hiçbir canlıyı fark etmedim. Ölümle gerçek bir yüzleşme anına doğru ağırlığını artıran uyku ile birlikte giriyordum
A. Vahap Kaya Bir İntiharın Önsözleri
İntihar etmeden, çıldırmadan, siyaset konuşarak ümitsizliğe kapılmadan, teslim olmadan yaşam mücadelemi sürdürüyorum.
Osamu Dazai, İnsanlığımı Yitirirken
Sevgilim… Her gün kötücül bir düşü kurmak ve onu taşımak, artık kılgıyı gerektiriyor… Sana böyle bir yük bırakmak istemezdim; ama sen akıllı ve güçlüsün, çabuk unutursun… Bu durumdan; kimse kimseyi ya da kendini suçlu, sorumlu saymasın… Çünkü suç yok… Yalnızca; ırmağın akışına, bir müdahale söz konusu… Her ânın niye’sini sorgulayan bir varlığın, saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu…
Çocukluğun kendini, saf bir akışına bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte…
Kalbin; ya paramparça kırılmak, ya da taş gibi katılaşmak zorunda kaldığı bu dünyayı REDDEDİYORUM…
Bu tükenişle, hiçbir yeni yaşama başlanamaz…
Bu nedenle, tüm sevdiklerime “Elveda” diyorum… … Sahneden çekilirken, yaşamıma karışmış herkesi selâmlıyorum…
Nilgün Marmara Önal
İntihar düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümü bekleyeceğim.
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri
“Elimde enjektör, öylece kalakaldım. Çok klasikti, ama ben de arkamda bir şeyler bırakmalıydım. En azından ölümü tercih ettiğimi bilmeliler, diye düşündüm.”
… “Bu onun en doğal hakkıydı ve ben de ona yardım edebilecek tek insandım. O ÖLMEK İSTİYORDU! Her şeyini hazırlamış, değil onu, beni bile öldürecek kadar madde edinmiş, bir önceki geceden beri beni bekliyor ve uçurumun kenarında duruyordu ki üflemem bile yeterliydi. Onu vazgeçirmeye çalışmıyorum, aksine teşvik ediyorum.”
Kanat Güner, Eroin Güncesi
“Eroin Güncesi, Türkiye’deki alt kültür edebiyatının nadir örneklerinden biri olmakla birlikte yazarın intiharını haber verdiği için de ilginç bir kitaptır. Yani kitap bir yandan yazarın geçmişini anlatırken bir yandan da geleceğe dair planlarını içermektedir ve yazar kitapta tasarladığı gibi intihar ederek hayatına son verir.”
Halime Öcal Oğulu, Türkiye’de Yeraltı Edebiyatının İzleri: Kanat Güner
VASİYETİMDİR
Bu 30 parça kitaplaşsın. Bir tanesini de mezarıma gömün. Öpücük sesi.
Özge Dirik 18.03.2003
Vedat, Tiran’da elçilik görevindeyken uyku ilacı içerek intihar etmiştir. Halit Ziya oğlunun acısını, duyduğu hayal kırıklığı ve çaresizliğini Bir Acı Hikâye adlı eserinde şu şekilde dile getirmiştir:
“Dediler ki evlat acısını ölçecek bir ölçü aleti yoktur. Bu da doğrudur; ama belki yalnız bir tek ölçü vardır: O acıyı kavrayıp kuşatan anılar ne kadar çok zengin ise, harcanan emekler ne kadar ağır ve bol, bunlardan ortaya çıkan sonuçlar ne kadar olgun ve mutlu ise duyulan acının ateşi de o oranda yakıcıdır. Analar ve babalar için çıkarılacak ibret dersi de buradadır: Çocuklarına fazla bağlanmasınlar, onlarla fazla sarmaş dolaş olmasınlar; her şeyi alın yazısının yazgısına ve onların varlıklarına errahmanirrahim korumasına bıraksınlar. Onları çok sevme. Ah! Acaba bu mümkün müdür? Her halde çok sevmek için çalışma, onlarla pek fazla uğraşma, kendi hallerine bırak. Büyüsünler, serpilsinler daha çok kendi kendilerine yetişsinler.”
Halit Ziya Uşaklıgil, Bir Acı Hikâye
İntihar düşüncesinin bulaşıcı biçimde geçtiği kuşku götürmez. … Çünkü intiharın gerçek nedenleriyle birlikte öykünme de orada etkisini gösterdiğinden, olaylar elbette daha çok olacaktır. İkinci olarak, yayılma merkezlerinin kendilerine yakıştırılan işlevi yerine getirmeleri ve bunun sonucu olarak çevrelerindeki olguları onların etkisine bağlayabilmek için, her birinin komşu bölgelerin gözünü diktiği bir nokta olması gerekir. Görülmezse taklit de edilmeyeceği besbelli bir gerçektir. Bakışlar başka yere çevrilmişse, intiharlar istediği kadar bol olsun, bilinmeyecekleri için yok gibidirler. Kopyalanmayacaklardır da. Toplumlar yöresel yaşamda önemli bir yer tutmayan bir noktaya böyle gözünü dikip bakamaz.
Emile Durkheim, İntihar
Hizmetkâr görevini onurla sürdürmelidir, eğer görevinde başarısız olursa veya efendisine karşı yeterince sadık olamazsa bir intihar ritüeli olan seppuku ile hayatına son verirdi Samuray onurunu korumak adına seppuku’yu gönüllü olarak kabul edecektir. … Buşido anlamını ölümle kazanır. “Ölüm kalım durumunda, çabucak seçilecek olan ölümdür. Tereddüde yer yoktur. Kararlılıkla ölüme ilerlemek gerekir.” İlkelere uygun olmayan bir şekilde yaşamaktansa savaşçı ilkelere uygun bir ölümü yeğlemelidir. Savaşçı gündelik yaşamında da kaçınılmaz olan ölümü her sabah meditasyonla düşünmeli, zihninde her gün bir kez ölmelidir.
Kubilay Akman, Japon Samuraylarının Felsefesi
Sadece, böyle bir iş yapmış olmama şimdi gülesim geliyor. Ama denenecek son şeyin eşiğinde de ciddi olmayı beceriyorum. Ölüm bazen o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor. Gülünecek en uygun anda gülmeyi kasıklarıma hapsedişim bundandır belki. Ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini düşünmemişim.
Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak
Ve artık hoşça kal: Tanrı sana benimkinin yarısı kadar olsa bile, keyifli ve tarifsiz mutluluk içerisinde bir ölüm bahşetsin: Bu senin için düşünebildiğim en içten ve en büyük dilek. Hakikat şu ki, bana bu yeryüzünde hiçbir yardım eli uzanmadı… Yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum. Elveda!
Heinrich von Kleist
İntihara izin verilirse, her şeye izin verilir. Hiçbir bir şeye izin verilmezse, intihara izin verilmez. Bu, etiğin doğasına ışık tutar; çünkü intihar, deyim yerindeyse, temel günahtır.
Wittgenstein
İntihara teşebbüs edenlerin çoğu keskin acılar ve bunalım geçmişte kaldıktan sonra bunu inkar eder veya küçümserler. Örneğin roman yazarı Evelyn Waugh, yirmi yaşlarının başlarındayken iki mesleki başarısızlık yaşadı, eserleri için neredeyse üstesinden gelinemez eleştiriler aldı. Son derece mutsuzken her şeyi sona erdirmeye karar verdi. Waugh, yıllar sonra intihar girişimini anlatırken yaptığının ne kadarının “gerçek” ne kadarının “rol kesmek” olduğunu sorguladı:
“Bir gece… tek başıma ölüm dolu düşüncelerimle sahile indim. Elbiselerimi çıkardım ve denize açılmaya başladım. Gerçekten kendimi boğmaya mı niyetlenmiştim? Kafamdaki kesinlikle buydu ve elbiselerimle birlikte bir not bırakmıştım, Euripides’ten denizin insanı tüm kötülüklerden arındırdığıyla ilgili bir alıntı. Hiç üşenmemiş, vurguları ve her şeyiyle doğru olması için okul kitabından bakmıştım. Şimdiki yaşımda size bu kısa yolculuğa ne kadar gerçek umutsuzluk ve iradi eylemin, ne kadar rol kesmenin yol açtığını söyleyemem.
Güzel bir yarımaylı geceydi. Yavaş yavaş açıldım fakat henüz geri dönülemez bir noktaya ulaşmamıştım ki Shropshire’lı Delikanlı omzunda bir acıyla altüst oldu. Bir deniz anasına çarpmıştım. Birkaç darbeden sonra daha çok acıtan ikinci bir sokma. Sakin sular bu yaratıklarla doluydu. Bir alamet? Sağduyuya bariz bir çağrı mıydı?..
Geri döndüm, ay ışığının izinden kumsala yüzdüm… Niyetim ciddi olduğu için havlu getirmemiştim. Güçlükle de olsa giyindim ve gösterişli klasik intihar notumu küçük parçalara ayırıp denize savurdum. Euripides’in bile benzerini görmüş olamayacağı kadar güçlü dalgalar o kasvetli sahile vurarak temizlik görevini yerine getirdiler. Sonra önümdeki bütün yıllara çıkan o dik yokuşu çıktım.“
Waugh, maksat ve eylem hakkındaki kuşkularında yalnız değildi. Aslında “intihar teşebbüsü” ile ne kastedildiği konusunda tutarlı bir tanım yoktur; kararlılık düzeylerini ayırt etmek ya da teşebbüsten doğan tıbbi tehlike derecelerini sınıflandırmak amacıyla evrensel olarak mutabık olunan bir kriter de yoktur. Bir kişinin ölme isteğinin ciddiyetini tespit etmeye çalışan ya da bir intihar ediminden doğan tıbbi komplikasyonların boyutunu değerlendirmek zorunda olan klinik tedavi uzmanları veya araştırmacıların birçok şeyi göz önünde bulundurması gerekir.
Kay Redfield Jamison, Erken Çöken Karanlık
Kendimi böyle bir sona hazırlamamıştım. İyi bir insan olmaktı dileğim, başaramadım. Saatlerce, günlerce yazabilirim ancak bu hiçbir şeyi geri getirmez. Ben, şu saatten sonra eşimin, evlatlarımın, dostlarımın yüzüne bakamam. Kimse tamamıyla suçlu değildir lakin başkalarına söylediğim, “kendimize yakışanı yapalım” düsturunu kendim için tutamamış olmama gerçek bir pişmanlığım var. Beni seven, beni gözeten tüm dostlarıma, hassaten kahrımı çeken eşime ve evlatlarıma hayırla kalın diyorum.
İbrahim Çolak
Genç ölmeyi ve mümkünse en küçük bir acı duymadan ölmeyi becerebilecek miydi? Zarif bir ölüm; tıpkı cilalı bir masaya rastgele fırlatılmış süslü bir kimononun, masanın üstünden yerin karanlığına kendiliğinden kayışı gibi. Zarafet yüklü bir ölüm.
Bahar Karları
Yaşam korkusu ölüm korkusuna ağır bastığında genellikle insanın yaşamını bitirdiği görülmüştür.
Al Alvarez, İntihar: Kan Dökücü Tanrı
Boğazını kestiği halde, hayata geri döndürülen bir adamı astılar. Onu, intihar ettiği için astılar. Doktor onu bu şekilde asmanın imkânsız olduğunu, gırtlağı açılıp oradan nefes alacağını söyledi. Ama onu dinlemediler ve adamı astılar. Boğazdaki yara hemen açıldı ve adam asılı olduğu halde nefes almaya başladı. Belediye meclis üyelerinin soruna bir çözüm bulmak amacıyla toplanmaları zaman aldı. En nihayet üyeler toplandılar ve yaranın altını adam ölene kadar sıktılar… …Ne çılgın bir toplum, ne budala bir uygarlık.
Al Alvarez, İntihar: Kan Dökücü Tanrı
Geçmiş albeni kazanır, gelecek seni kendine çeker, şimdi üstüne çökerdi.
Edouard Leve, İntihar
Gecenin içine ipince bir İstanbul minaresi, bir kır kahvesi, bütün bir mayıs günü çizgilendi. Yanımda birisi olsaydı ağlayacak kadar mesut olurdum. Kimsesiz, terk edilmiş, işsiz, serseriydim. Şimdi geçmiş ağustos öğleleri, akşamları, mavi deniz, karpuz kokuları duyuyordum. Halbuki buraya girmeden evvel her şeyden tiksinmiş, çok uzakta da olsa bir intihar havası koklamıştım.
Sait Faik Abasıyanık, Bir Bahçe
Ne zaman bir güçlükle ya da acıyla karşılaşsam, hep intiharı düşünmeye yargılı olduğumu biliyorum. Beni korkutan da bu: Temel ilkem intihar, gerçekleştiremediğim, hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim, ama düşüncesi duyarlığımı okşayan intihar…
En beylik, en umutsuz anlamıyla bir enayiyim ben. Nasıl yaşayacağını bilemeyen, ahlaki olgunluğa ulaşmamış, kendini bir şey sanan, intihar düşüncesinden bir şeyler uman, ama bunu gerçekleştiremeyen bir adam. … İntiharı düşünen bir insan için en kötü şey kendisini öldürmesi değil, bunu düşünüp yapmamasıdır. İntihar düşüncesine- bir alışkanlık haline geline intihar düşüncesine- yol açan manevi çöküntü kadar aşağılık bir şey yoktur.
Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı
“Kanal 40’ın sizlere en taze ‘kan ve şiddet’ haberlerini sunma politikası gereğince bir başka ilke daha canlı canlı şahit olacaksınız – intihara teşebbüs.”
Christine Chubbuck (Masasının altında tuttuğu kukla çantasından 38 kalibre bir tabancayı çıkarır, sağ kulağının arkasına dayar ve izleyenlerin gözü önünde tetiğe basar.)
Bu yönüyle intihar, edebî eserde görülen bir materyal ve sanatçının gerçekleştirdiği ve hayatını sonlandırmak için giriştiği bir eylem olarak karşımıza çıkar. Üstelik, halk intiharı olarak adlandırılabilecek olan, yalnızlık, bunalım, ekonomik problemler gibi etkenlerin yanında, sanatçının intiharını etkileyen bir başka değişken daha vardır: entelektüellik. Analitik düşünme kapasitesi gelişmiş, doygun ve doyum halindeki bir zekaya sahip, münevver (aydınlanmış) kişi olarak da ifade edilen entelektüellik, sanatçı ruhta beraberinde bir yalnızlığı getirir. Bu yalnızlık, bunalım ve buhran haline de yatkınlık içinde olan sanatçı kişiliğin duyarlılığının kaynağı olarak nitelendirilebilir. Bunalım ve buhran kelimeleriyle ifade edilmek istenen, sanatçıların tamamının bunalım yahut buhran halinde oldukları değildir. Entelektüel sanatçı, duyarlı kişiliğe sahip olması hasebiyle, yaşamda karşılaşabileceği ve de karşılaştığı olumsuz durumlar karşında empati kurma ve yoğun içselleştirme özellikleriyle buhran ve bunalım haline daha çok yakındır. Nitekim edebiyat, hayattan gayrî değildir.
İrfan Polat Sanatçının İntiharı (Yüksek Lisans Tezi)
Kaufman şairlerin sağlıklarına dikkat etmeleri gerektiğini vurgulamış. Kaufman ayrıca kadın yazarların daha ruhsal sorunlu olduklarına değinmiş ve buna bir ad bulmuş: Sylvia Plath etkisi.
Nedir bu Sylvia Plath etkisi? Sylvia Plath etkisi daha çok özel yaşantıya, aileye, kocaya ve babaya yapılan vurguları içeriyor. Özel yaşantılardan çıkarılmış, bir günah keçisi olarak sunuluyor intihar.
Plath intiharı hiçbir zaman dramatize ederek anlatmıyor, ilk intihar girişimini kendine ait bir jest olarak değerlendiriyor. Sırça Fanus’un kahramanı uyku hapları alıyor, bu hapları almadan önce babasının mezarı başına gidip ağlıyor. Sylvia Plath babası öldüğü zaman ağlıyor, bağırıyor, Tanrı’ya sesleniyor: “Bir daha seninle konuşmayacağım.
Ve baba yerine geçen koca: Ted. Kendini evine veriyor, çocuklarına, ayrıldıkları zaman diyor ki, “Artık yazmaya devam edeceğim”.
Edebiyat, özellikle de şiir kıskançtır, başkasına gidecek hiçbir sevgiyi, hiçbir emeği kaldıramaz; şiir bakar ki olmuyor, şair onun peşinden koşmuyor, emek vermiyor, o zaman yapacağı tek bir şey vardır, gider. Nereye mi? Elbette ki kendisine emek verene, kendisi için geceleyin uyumayacak olana. Plath kocası gittikten sonra, şiirin kapısını çalıyor, odanın içindeki tek uğultuysa intihar. Bayan Lazarus bir deneme. Her on yılda bir yapılan bir denemeyi anlatıyor Plath, her seferinde yok edilen on yılı. On yaşında deniyor intiharı, ama bir kazaydı bu diyor sonra, ancak ölmek ‘bir sanat’a dönüşmüştür, her şey gibi ve o, ustalıkla bu sanatın üstesinden geleceğini söylüyor. İyileştirecek iğneler istemiyor Plath, dahası, kendisini iyileştirecek olanların eseri olduğunu söylüyor.
*
Plath’ı yaşatan elbette ki kocasının, Ted’in sevgisi. Bu sevgi būtün hayatını dolduruyor. Yemek yapmak, sofra kurmak pek hoşuna gitmese de bu sevgiyle ayakta kaldığını, direnme gücünü anlatıyor. Ama intihar ölüm biçiminde kulağından gitmiyor. Uğulduyor âdeta. Plath ölümle içli dışlı kitaplar okuyor, intihar eden bir yazarla, Woolfla buluşuyor. Üstelik Dalgalar’la. Eminim ki bu dalgalar hayatı boyunca kulaklarından gitmiyor. Dalgaları bitirdiği zaman tedirgin oluyor. Belki sevgiyle unuttuğu ya da askıya aldığı intihar düşüncesi tekrar canlanıyor.
Müslüm Yücel, Edebiyatta Ölüm ve İntihar
İç dünyası zengin bir insan, her şeyden önce acı çekmemeye, kendini ihmal etmemeye, dinginliğe ve kendi başına kalmaya yönelecektir, yani sakin, alçakgönüllü ama olabildiğince engellenmemiş bir yaşam arayacaktır ve buna göre, sözüm ona insanlarla kimi tanışıklıklardan sonra, kendi köşesine çekilmişliği ve hatta yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir kimse kendinde ne çok şeye sahipse, dışarıdan o denli az şeye gereksinir ve ötekiler de o denli az onunla olabilirler. … …. o zaman bu kişi, sürekli hoşnutsuzluğun doğurduğu, yaşamdan bıkkınlığa ve bunun sonucunda da intihar eğiliminin ortaya çıktığı üst dereceye ulaşabilir.
Arthur Schopenhauer, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar
Şair Empedokles kendini Etna yanardağının ağzına atarak intihar etti. İntihar eden ilk şair belki de Empedokles’ti. Cehennem burada bir dağdır ve âşık kendini bu ateşte sınar: Mısra bu dağın içinden fışkıran alevlerdedir. Nasıl bir yer bu cehennem? Müminin gitmemek için yapmadığı sahtekarlık kalmıyor, şair yanmak için dünden razı. Asıl cehehnem yeryüzü mü yoksa? Empedokles kendini bir yanardağın ağzına bırakmaktı, şiir belki de kendini bir yanardağın ağzına bırakmaktı. Yanardağın ağzında bir kuş olup uçmak, bu belki de sairin öldükten sonraki hayalidir. Sappho bu hayali gerçekleştirir, erkeklerin yanardağ ağzından, bir kuş gibi açar.
Müslüm Yücel, Edebiyatta Ölüm ve İntihar
“…intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği boyun eğiş dolayısıyla, onun tam tersidir. İntihar, sıçrama gibi, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir. Her şey tükenmiştir, insan temel tarihine geri döner. Geleceğini, biricik ve korkunç geleceğini fark eder ve ona doğru atılır. İntihar uyumsuzu kendince çözer.”
Albert Camus, Sisifos Söyleni
“Ruhsal yönden yoksullaşanlar da kendi cennetleri olan o cehenneme sevinçle dalarlar.”
Theodor Adorno, Minima Moralia
İntiharın artış nedeni, yoksullukla ilgili olmaktan öylesine uzaktır ki, bir ülkede gönenci birdenbire artıran mutlu bunalımlar bile intiharları ekonomik çöküntüler gibi etkilemektedir.
Durkheim
Ölmeye en çok yaklaştığımız an, belki de kaleme sarıldığımız anlardır. Yazmak, bir anlamda yaşamla vedalaşmaktır; olup bitenleri daha açık bir şekilde görebilmek maksadıyla dünyayı geçici olarak kaldırıp bir kenara koyduğumuz ve gölgesine sığındığımız bir meşgaledir. Yazarken, hayatı daha soğukkanlı bir şekilde, hem daha mesafeli hem de en ön sıradan izleyebilmek için geriye doğru bir hamle yaparız ve hayatın dışına çıkarız. Gözümüzü bir saniye ayırmadan hayata bakarız. İnsan, kaleme sarıldığında o nahoş şeyler, canımızı yakarak yaşadığımızı hissettiren hayaletler, heyulalar, pişmanlıklar ve anılar hiç yokmuş gibi davranabilir.
Simon Critchley
Dinler tarihi ve dinsel kavrayış dinamikleri üzerine Georges Minois, belirtilen kitabında Ortaçağ’daki intiharları kronolojik olarak sıralar. Dante’nin İlahi Komedya’sıyla başlayan Minois’deki yaptırımlara maruz kalmış müntehirler şu şekildedir:
1274: Boissy-Saint-Léger’li katil zanlısı, Pierre Crochet kendini öldürür. Saint-Maur-des-Fossés Manastırı’nın mahkemesi cesedin sürüklenerek ve asılarak cezalandırılmasına karar verir. […] 1278: Bir adam Reims’de intihar eder; Saint-Remi rahipleri adamın cesedini önce yerde sürükletir, sonra da astırır; ancak Paris Yüksek Mahkemesi onlardan, cesedi asma yetkisinin tek sahibi olan başpiskoposun yargısına iade etmelerini ister. […] 1288: Sainte-Geneviéve Manastırı’nın yargı alanı dahilinde bir adam intihar eder, manastır cesedi astırır. Hemen ardından kraliyet yargıcı, manastırdan infaza yeniden başlamasını ve ‘adı geçen katili’ bir atın arkasına bağlayıp sokaklarda ‘sürüklemesini’ ister, çünkü bu tören atlanmıştır.”
Georges Mınoıs, İntiharın Tarihi
Ayrıca Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi bazı din adamları tarafından istemli bir ölüm olması hasebiyle intihar olarak yorumlanmaktadır. Nitekim Hz. İsa kendisini neyin beklediğini bilmiş ve bile bile ölümüne yürümüştür:
“İsa Hamursuz bayramı için Kudüs’e çıktığında kendisini neyin beklediğini biliyordu; o bile bile ölümüne yürüdü, duruşma sırasında da, ondan kaçmak için hiçbir şey yapmadı. Peygamber ve insanlığın kurtarıcısı bağlamında düşünüldüğünde, İsa’nın intiharının sıradan intihardan farklı bir anlamı ve boyutu vardır. Ancak yoruma açıktır. Her konuda ‘muallim’ini örnek almak zorunda olan Hristiyan, canını vermeye de çağrılır. ‘Canını kurtarmak isteyen de onu yitirecek, canını benim uğruma yitiren ise onu kurtaracaktır.’
Matta, 16:25
‘Canını seven onu yitirir. Ama bu dünyada canını gözden çıkaran onu onsuz yaşam için koruyacaktır.’
Luka, 14:26
‘Hiç kimsede, insanın, dostları uğruna canını vermesinden daha büyük bir sevgi yoktur.
Yuhanna, 12:25
İrfan Polat Sanatçının İntiharı (Yüksek Lisans Tezi)
“Sanatçıyı sanatçı yapan temel değerlerden biri çevrelerinde var olma savaşımı veren insanların acısını paylaşmak ve gündeme taşımak, başka bir deyişle onların acılarını iliklerine kadar duyumsayıp kuyruğuna takmaktır.”
Aleks Sierz, Suratına Tiyatro Britanya’da In-Yer-Face Tiyatrosu
Bu yıl kendimi ölümün ellerine teslim ettim.
Herhangi bir planın var mı?
Aşırı doz alıp bileklerimi kesmek ve sonra da kendimi asmak.
Ölmek istemiyorum Ölümlü olduğum olgusuyla öyle durgunlaştım ki intihar etmeye karar verdim Yaşamak da istemiyorum.
Sarah Kane
“Paris’te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını; 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları, yanı başında, yerdeydi.”
Sadık Hidayet’in ölümünü böyle anlatıyor 25 yıllık dostu Bozorg Alevi; ve Kör Baykuş’un Almancası sonuna eklediği tanıtmayı tanıtmayı şöyle bitiriyor: “Ölümünden az önce bir hikaye taslağı kaleme almıştı, şuydu konu: Annesi, ‘Salgı salamaz ol!’ diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider.- Hidayet’in hayat hikayesi miydi bu?”
Behçet Necatigil, Doğumunun 75. Yıl Dönümünde Sâdık Hidâyet
“…ve intihar herkesi ilgilendiren bir konu haline gelmiş. … Yeryüzünde eğlence var, para var, şarap var, rüya var, unutma var, aşk var, koşuşturma, açlık, sıcak, soğuk, susuzluk, gezip tozma, hatta intihar umudu var. Ama bizim meşgul olacak bir şeyimiz yok burada. Yaşayanların hayatıyla mutlu oluyoruz ve bunu konuşarak kendimizi aldatıyoruz” … Bunalım, her seferinde belli ediyordu gelmekte olduğunu, ve bende apayrı bir ıstırap yaratıyordu. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. O zaman gerçek dünya benden uzaklaşıyordu, pırıl pırıl bir dünyada yaşamaya başlıyordum, yeryüzü dünyasından ölçülemez uzaklıkta, başka bir alemdi bu. … “Bundan fazlası mümkün değil… Dayanılır gibi değil…”
Sâdık Hidâyet, Alacakaranlık
Bizden geriye; üç beş cümle, çokça unutulmak ve bir de ölüm kalır.
İbrahim Çolak
Kötü kader diye bir şey yoktur; 21. yüzyıl vardır ve bu yüzyıl bir kelebeği bile intihar ettirebilir.
José Saramago, Filin Yolculuğu
İntihar etmek için atladığı suyu çok soğuk bulup yeniden kıyıya ulaşmaya çalışan bir adam gibiyim.
Van Gogh, Theo’ya Mektuplar
“Ağustos ayında bir Cumartesi günü, üstünde tenis giysileri yanında karın, evden çıkıyorsun. Bahçenin ortasına geldiğinizde, raketini evde unuttuğunu söylüyorsun ona. Almaya gidiyorsun, ama girişteki, raketini genelde koyduğun dolaba yönelmek yerine, mahzene iniyorsun. Karın bunun farkında değil, dışarıda bekliyor, hava güzel, güneşin tadını çıkarıyor. Birkaç saniye sonra, bir silah sesi duyuyor. Eve koşuyor, adını haykırıyor, mahzene giden merdivenlerin kapısının açık olduğunu görüyor, inince seni buluyor.”
Edouard Levé, İntihar
“Şiir varken bunca söze ne hacet, diyebilirsiniz. Lakin bu eserimi tamamladıktan sonra intihar edeceğimiz sizlere daha en baştan belirtmek istiyorum..[…] saçma damgasını yeme ihtimali de olan çalışmama başlarken, kendimi şiirin o dipsiz uçurumunda yapayalnız hissettiğimi belirtmek isterim.” … “Lütfen bunu alabildiğine zırvalayan aşırı özgüvenliğin zedelenmiş bir yansıması olarak telakki etmeyin. Haykırmanın gereksizliğini ve zavallılığını defalarca tatmış bir insan olmasaydım bu kitaptaki şiirlerimi ruhsal açmazlarıma karşı koyuş olarak sunmuş olmanın buruk tadını, böylesine sert şekilde duymazdım.” … “Zor olan şiir yazabilmek değil, hayatın içindeki şiiri görebilmektir. Geçende Arkadaşlar’la da bunu konuştuk. Arkadaşlar dediysem, hemen işkillenmeyin. Pek arkadaşım yoktur benim. Bu nedenle, annemin birkaç yıl önceki doğum günümde, armağan olarak kargoyla gönderdiği oyuncak turuncu pelüş tavşanın adını Arkadaşlar koydum. Fırsat buldukça dertleşiyoruz.” … “Kasabamızda en kırılmış kalp bana ait. Kimse bilmez. İşte bu yüzden böyle deha düzeyinde bir şair kimliğini kaparo olarak enterese ettim. Bu cümle tolere ettim diyerek de bitirilebilirdi. Yaşantımın monotonluğuna rağmen, sanat çevrelerinin şahsiyetimden habersizliğine karşın, şiirlerin sayesinde anıtsal bir efsaneye dönüştüğümde herkes ne kadar şaşıracak. Beni konuşacak şaşkınlıkla mahallemizdeki tüm esnaf. Kitap imzalamak için birbirlerini çiğneyecek kitap fuarlarındaki hayranlarım.”
Adem Yoksun Polat ONAT, İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü
“Kimse suçlu değil. Hepsini kendim hazırladım. Ben bu dünyaya uyamıyorum.”
Can İren
Kalbin ya paramparça kırılmak ya da taş gibi katılaşmak zorunda kaldığı bu dünyayı terk ediyorum.
Nicholas Chamfort’un intihar notu.
Hayır, hiç kimse intihar kararına varamaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar.
Sadık Hidayet
Vücudum ve beynim sağlıklı olarak, tek tek hayatımdaki keyif ve eğlenceleri elimden alacak ve fiziksel ve zihni güçlerimi azaltacak, benim enerjimi felç edecek ve hırsımı yok edecek, kendime ve başkalarına bir yük haline getirecek acımasız yaşlılık çağından önce hayatıma son veriyorum. Yıllarca kendime 70 yaşımdan sonra yaşamayacağıma dair söz verdim; ve hayattan ayrılacağım tarihi belirledim. Bu çözüm için bulduğum çözüm aracı siyanürdü. Gelecekte bir tarihte kırk beş yıl boyunca zafere oluşması için mücadele ettiğim gerçek zafere ulaşılacağı inancıyla ölüyorum.
Paul Lafargue
İntihar düşüncesi kişinin yaşadığı umutsuzluk ve acı ile ilgilidir. Kişi kendini o kadar umutsuz hisseder ki ölüm gibi tamamen bir yok oluş ona umut gibi gözükebilir. Yaşadığı acının bitmeyeceğine, düzelemeyeceğine inanan kişinin intihar düşünceleri, bir süre sonra intihar planına ve girişimine dönüşebilir.
Nevzat Tarhan
Örneğin intihar etmekten bahseden birinin gerçekten intihar etmeyeceği düşünülür. Oysaki intihar girişiminde bulunan insanların pek çoğu öncesinde bunun sinyallerini vermiştir, bu yüzden açık ya da kapalı bir şekilde kendini öldürmekten bahseden herkes ciddiye alınmalı ve hemen harekete geçilmelidir.
Dr. Dilek Sarıkaya
Edebiyat ve intihar ilişkisi özellikle son çeyrek asırda araştırmacıların genel vakalardan ayrı tutarak bilimsel olarak incelemeye başladıkları yeni bir alan olmuştur. Özellikle şairlerin yaşamları, ilginç ölüm metodları, geride bıraktıkları notlar bir bütün olarak incelendiğinde kaçınılmaz olarak toplumları meraklandıran gizemli bir ilgiyi de üzerine çekmiştir.
Pensilvanya Üniversitesi’nden araştırma görevlileri Shannon Wiltsey ve yazar James W. Pennebaker şairlerin intihar, ölüm ve akıl hastalıklarının nedenleri konulu bir araştırma yapmışlardır. Araştırma sonuçlarında birçok şairin intihara teşebbüs etmemiş olsa bile, hayatları boyunca bir çeşit depresif düzensizlik yaşadığı iddia edilmiştir. Şairler arasında intihar oranının diğer edebi yazarlar ve genel nüfusa göre daha yüksek olduğu belirtilen araştırmada, intihar eden şairlerin yazdıkları şiirlerde, intihar etmeyen şairlerden çok daha fazla oranda “ben, benim” gibi birinci tekil şahıs kelimeleri kullanmış oldukları gözlemlenmiştir. Ayrıca intihar eden şairlerin şiirlerinde, “konuşmak, paylaşmak, dinlemek” gibi sosyal bağlantı içeren kelimeleri olabildiğince az kullanmış oldukları da örneklerle ortaya konulmuştur.
Edebiyat, felsefe ve şiirle uğraşan yazarlarının ölüm ve intiharları üzerine kapsamlı araştırma yapan bir başka isimde Amerikalı bilim adamı Dr. James Kaufman’dır. Muhtelif dönemlerde ölen veya intihar eden 1987 yazarın hayatını inceleyen Kaufman; araştırmasına konu olan yazarları romancılar, şairler, oyun yazarları ve diğerleri diye sınıflandırmıştır. Aralarında Türkiye’den de edebiyatçıların bulunduğu araştırmaya göre şairlerin, edebiyatın diğer dallarıyla ilgilenenlerden daha erken ölümle tanıştığı, bunun sebebininse şairler arasındaki intihar oranlarının yaş ortalamasını düşürmesi olarak tanımlamıştır.
Dr Kaufman ‘Journal of Death Studies’ dergisinde yayınlanan araştırmasında, şairlerin ruh hastalıklarına yatkınlığında en temel sorunları “normal bir insandan daha fazla düşünme, yalnızlık hissini çok daha şiddetli yaşama, zirveye erken yaşta çıkma, içlerine kapanma ve sosyal hayatla olan bağlarının şiirle gitgide zayıflaması olarak sıralamıştır.
Şairlerin yaşamla bağlarını erken koparmalarınıysa ‘onların iç dünyalarında olup biten sancıları şiirle atlatmaya çalışmalarına ve bu duygular şiirin onaramayacağı bir dereceye eriştiğinde düştükleri ruhsal bunalımla kendilerini imha etmeyi son çare olarak görmeleriyle’ açıklamıştır.
Nurdal Durmuş, Şairin Son Sığınağı “intihar”
Yaşamayı seven insanlar, ölümden sonra olacaklara dair çok fazla kafa yorar. Ölüm, hayatımızı kendi ellerimizle tutmamızı, var olmamızın sorumluluğunu kabullenmemizi sağlar. İntihar etme arzusu, ben dâhil çoğu kişinin aklından geçmiştir. Her sabah kendimize bir soru sorarız: Neden yaşamalıyım? Irkımızı, milliyetimizi, dinimizi, anne-babamızı ya da tenimizin rengini seçemeyiz. Özgür irademizle seçebileceğimiz yegâne şey yaşamak isteyip istemediğimizdir. İntihar ihtimali, tek gerçek özgürlüğümüz, bu dünyadan kaçışımızdır. Bu özgürlüğü gerçekleştirmiyorsak eğer bütün güçlüklere rağmen hayatta kalmaya karar verdiğimiz içindir. Yaşamayı seçtiğimiz gerçeğini kabullendiğimizde, bu özgürlükle mutabakata vardığımızda çok daha neşeli bir hayat süreriz.
Abbas Kiyarüstemi
Kendimin yükünü nereye bırakayım?
Kostas Karyotakis
“Onun gerçekten yanınızda, sizinle birlikte olup olmadığını kestirmeniz pek olanaklı değildir. Çünkü hep uzaklardadır. Uzaklarda kalmayı sevmiştir. Her şeyi ile boşluğu sahiplenmiş, bir boşluğun parçası olmuş insandır karşınızdaki.. boşluğun ve bütün düşündüklerinin bir açıklaması var tabii Metin Akbaş için. Tabii var! ‘Ben gölgemle dövüşüyorum!’ Bu da sizi yanıtlamak için yeterlidir zaten.”
Halim Şafak, “Metin Akbaş İçin”
Barbusse’ün bir sözünü hatırlıyorum: «Savaşan iki ordu demek, intihar eden büyük bir ordu demektir.» Ya savaşan ordu tekse? Bu maşerî tahribe çılgınlıktan başka isim verilebilir mi? Bir kavga ki zafer meş’um, bozgun ağlatıcı. Yarayı dağlamak: İyi ama yara kalbimizde. … İdeal buhranı içinde kıvranan talihsiz yavrular; Işık diye ateşe koştunuz… ve kanatlarınız tutuştu. Yaşamağa susuzdunuz, ölüm saçtınız çevrenize. Kimse elinizden tutmadı. Bu ne korkunç beddua, ne meş’um alınyazısı… Kanlı mirasınız, sizden sonra gelen nesiller için de bir ibret dersi olamadı. Onlar da aynı hızla ölüme koşuyor. Ölüme ve cinayete. İntihar eden bir nesil bu. İntihar eden, daha doğrusu harcanan. Harcanan yalnız onlar mı? Gerçek suçlular, bu işitilmemiş faciayı fildişi kuleden seyredenlerdir. Gerçek suçlular biziz: Biz hocalar, biz eli kalem tutanlar, biz politika esnafı…
Cemil Meriç, Mağaradakiler
Yokedebileceği tek hayat kendi hayatı, intihar, kör bir yaşamak arzusuna karşı ruhun zaferi.
Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde
Esaretin Bedeli filminde Brooks karakteri intihar etmeden evvel bir not bırakır : “Brooks was here / Brooks buradaydı.” Bu öyle çarpıcı geliyor ki tüm çırpınışımız, sanat sepet adına yaptığımız her şey sanki bu şahitliği ifade etmek için. Aynı şeyi haykırıyoruz: “Ben buradaydım“
Anna Snitkina
Kendini öldüreceğini düşünmek iyi gelir. Daha huzur verici konu yoktur. Ona yaklaşır yaklaşmaz, nefes alır insan. Onun üzerine tefekkür etmek neredeyse bizzat eylem kadar özgürleştiricidir.
Kendini öldürmeyi hiç aklına getirmemiş kişi durmadan onu düşünen kişiden çok daha çabuk karar verecektir intihar etmeye. Can alıcı her eylemi düşünmeden gerçekleştirmek ince eleyip sık dokumaktan daha kolay olduğundan, intiharın el sürmediği zihin bir kez ona itildiğini hissetti mi, bu ani itki karşısında savunmasız kalacaktır.
Emil Cioran Yeni Tanrılar
E.B.C.: Bir gün intihar üzerine yazdım. İntihar üzerine bir şeyler yazana kadar bu mesele aklımdan çıkmıyordu. Her vakit düşünüp duruyordum. Bu meseleyi yazdıktan sonra bunu daha az düşünmeye başladığımı fark ettim. Bu bakımdan yazmak kıymetsizleştirmektir, konuyu öldürürsünüz. Şifa verir insana…
C.B.: O hâlde artık size şu soruyu sormak zorundayım. Niçin intihar etmediniz?
E.M.C.: Çünkü beni kurtaran şey, intihar fikri oldu. İntihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum. Yaşamaya devam etmemi sağlayan şey her zaman önümde böyle bir seçeneğin olduğunu bilmekti. Sahiden de bu düşünce olmasaydı bu hayata, bir yere veya bir şeye saplanmış olma duygusuna asla katlanamazdım. Benim için, intihar fikri, her zaman özgürlük fikrine dayalıydı. Kendi kendime dedim ki: “İntihar fikriyle her türlü şeye katlanabilirim çünkü her şey bana bağlı.” Demeliyim ki düşünülenin aksine intihar fikri olumlu bir fikirdir. İnsana istek verir.
C.B.: Kaçış değil midir?
E.M.C.: Yok, kaçış değildir. Ben intihar fikrinden bahsediyorum, intihar saplantısından. İntihar etmekten söz etmiyorum, intihar düşüncesinden bahsediyorum. Hristiyanlık intiharı kapı dışarı ederek psikolojik bakımdan büyük bir hataya düşmüştür. İntihar fikrini diyorum tabii. Çok önemli burası; hayatımdaki tüm zorlu anları bu çıkar yol fikriyle atlatabildim. Sahiden de intihar fikrine sığınarak yaşamak şartıyla her şeye katlanabileceğimize inanıyorum. Kendimizi öldürmemize hiç gerek yok, nihayetinde kendimizi istediğimiz zaman öldürebiliriz. Ama esas önemli olan şey bu fikri kafada taşımaktır. Ama Hristiyanlık bu fikri itibardan düşürerek muazzam bir sorumluluğu üsteniyor. Eski çağlarda, bunu tarihçilerden öğreniyoruz, yani sadece tarihçilerden de değil tabii, filozoflarda çok ilginç bir intihar tarzı varmış, artık bunun pabucu dama atıldı, kimse artık yapmıyor bunu, nefeslerini tutarak intihar ediyorlarmış, kendilerini boğuyorlarmış yani. Bence intihar etmenin çok zarif bir şekli bu. Ama mesele bu değil yani, intihar etmek değil, esas olan intihar fikridir. Bu fikri yasaklamamak gerek. Tam aksine bu fikirden yararlanmak gerek. Demeliyim ki gençken müntehirlerin biyografilerini büyük bir iştahla okudum. Nihayetinde de genç yaşında ölenler kahramanım olmuşlardı. Doğrusu ya, intihara olan bu düşkünlüğümden bir hayli de fayda sağladım, çünkü bu yaşıma kadar bu fikir sayesinde gelebildim. Bu fikir olmasa altmış yaşını hayatta göremezdim, imkânı yok gelemezdim bu yaşa, buna inancım tam, bundan dolayı da olumlu bir fikirdir.
Emil Cioran ile Christian Bussy’nin yaptığı röportaj, 1973
– Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Henüz yeni evlenmiştim. Belaların her türlüsü bizi buldu. Öylesine bıkkındım ki her şeye son vermeye karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden önce, arabama bir ip koydum. Kendimi öldürmeyi kafama koydum. Minaeh’e gitmek için yola koyuldum, 1960 yılıydı. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum hava hala karanlıktı. İpi dut ağacının üzerine attım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama kar etmedi. Ardından ağaca tırmandım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şey hissettim. Dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından ikincisini ve üçüncüsünü. Birdenbire güneşin dağların zirvesinden doğduğunu farkına vardım. O ne güneşti, ne manzaraydı! Ne yeşillikti ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallar mısın diye bana sordular. Dutlar düştü ve yediler. Kendimi çok mutlu hissettim. Ardından eve götürmek için biraz dut topladım. Bizim hanım hala uyuyordu. Uyandığı zaman dutları güzelce yedi. Ve hoşuna gitti. Kendimi öldürmek için ayrılmıştım, dutlarla geri geldim. Ağam, bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut, hayatımı kurtardı.
-Dutları yedin, eşin de yedi ve her şey düzeldi, öyle mi?
-Hayır, öyle olmadı ama ben değiştim. Böyle olunca elbet her şey değişmeye başladı. Çünkü düşüncelerim değişmişti. Daha iyi hissetmeye başladım. Yeryüzündeki her insanın hayatında sorunları vardır. Bu böyledir.
-İntiharın, en büyük günahlardan birisi olduğunu biliyorum. Fakat mutsuz olmak da büyük bir günah. Mutsuzken başka insanları incitirsiniz. Bu da bir günah değil mi? Başkalarını incittiğinizde bu bir günah değil midir? Aileni incitiyorsun, arkadaşlarını, kendini incitiyorsun. Bu bir günah değil mi? Eğer seni incitirsem bu bir günah değildir? Fakat kendimi öldürürsem öyle midir?
Abbas Kiyarüstemi Kirazın Tadı filminden
Galiba ilk kez “intihara ayrılmış zamanlar”dan söz ediyorsunuz. İntiharı hiç düşündünüz mü?
–40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun.
Bir tür nihilizm değil mi bu?
-Tam tersine, değer yüklediğin şey bunlar değil. Allah’tan başka hiçbir şeye değer vermemek var bunun arkasında.
40 yaşına kadar ne vardı peki?
-Aynı şey. Bir çıkış sağlayacağını umduğun bir insanla, bir imkânla karşılaşacağını düşündüğün için her gün erteliyorsun intiharını. Daha sonra da, bu çıkışı insanlardan beklemenin saçmalığını kavrayıp yine intihar etmiyorsun.
İsmet Özel (29 Ocak 2006 tarihli röportajından)
Bu kitabı, intihar eden birkaç arkadaşıma ve paranoyadan, şizofreniden mustarip birçok arkadaşıma ithaf ediyorum. Onlar öyle sanıyorum ki çağımızın (belki de bütün çağların) belasını en yakından görecek noktaya yaklaşmışlardı. Bu tehlikeli noktadan salim bir bölgeye adım atmaya yeltendiler belki; belki tekinsiz hareketleri yüzünden meş’um bir darbeyle devrildiler. Onlara isabet eden yıldırım bana çarpmadıysa, bunu önce şiir binasının saçağı altına sıçrayacak ataklığı göstermiş olmama ve sonra siyasi anlamda bir bağlanmanın hayat içindeki karşılığını arama çabasına borçlu olduğuma inanıyorum. Şiir ve siyaset bana verilen tekinlikti.
İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin?
Öyle intiharlar vardır ki, gayet net bir kararlılıkla planlanır, ancak sonra başarısızlıkla sonuçlanıp bir teşebbüsten ibaret kalır ve ardından yeni bir teşebbüs gelmez. Gerçekleşmeyen intihar, arındırıcı bir işlev görür gibidir: İntihar, öncesinde görünüşte yitirilmiş olan, kurumuş umutları yeniden canlandırır ve bu, çevresel durumun değişmesi olayından bağımsız olarak gerçekleşir.
Eugenio Borgna, Ruhun Yalnızlığı
Hayata Sığmayanlar
Onlarla karşılaştığınızda garip, kozmik bir ışın sarar sizi. Neden etkilendiğinizi bilemezsiniz. Yüzleri bir bütündür. Her parça diğerini amansız bir biçimde tamamlar.
Farklılıklarını kader gibi taşıyan bu insanlara tepkiniz, önce hayranlık, sonra öfke, daha sonra çığlık çığlığa kaçma isteğidir. Şaşırmazlar, sizin gibileri çok görmüşlerdir. Onlarla yaşamanın zor olduğunu iyi bilirler. Çünkü, bu dünyaya herhangi bir rolü oynamaya değil, hayatın kendisi olmaya gelmişlerdir.
İnsanlar, sık sık o büyük acılarını anlatmak için onları arar. Dinlemesini iyi bilirler. Kendi yaşamları sanki yoktur. Soluk soluğa başkalarının yaşamlarında koşarlar. Kendilerini doruklarda, yalnızca doruklarda tüketirler. Kişilikleri yoktur. Kişiliğin, kişiliksizlik olduğu bilincindedirler. Bu nedenle onları, sevdiğiniz her şeye benzetebilirsiniz; anne, sevgili, gökyüzü ya da bir film karesi.
Sanatçı olmasalar da sanatçı gibi yaşarlar. Sorularla. Yanıtını aldıkları bütün soruların, sorusunu sorarlar. Bütün kavramları, kendileri isimlendirirler. Ahlaksızdırlar. Sezdikleri her şeyi yaşarlar. Sürekli, sevinç ve keder içinde. Herkesin “yeter” dediği yerde, “yeni baştan” diyerek.
Kırılgan, ama umarsız değillerdir. Kendilerinden başka hiç kimseyi incitmeyi başaramadıkları için, bu dünyaya başarısız olmaya gelmişlerdir. “Tek savunmaları, savunmasızlık”tır. Kimseyi yargılamayı bilmezler. Hiç bir canlıyı öldüremez, zarar veremezler.
Öğretilerinde, “karşı koyma” sözcüğü yoktur. Bir çocuğun tek bir gözyaşına bile yaşamlarını vermeye hazır oldukları bu dünyaya, asla seyirci kalamadıkları için, çoğunlukla intihar ederler. İntiharı herhangi bir nedenle erteleyenleriyse, intihar biçiminde bir yaşam sürdürürler.
Kendilerini merkeze koymayı asla beceremezler. Baş eğişleri çaresizlikle karıştırılır çoğu zaman. Ama kendilerinin ya da başkalarının onurunu korumak söz konusu olduğunda, ” Bir karadağ tabancası” gibi sakladıkları başkaldırılarını gün ışığına çıkarırlar. Başkaldırırlar, çünkü, salt duygu olarak yaşarlar. Başkaldırırlar, çünkü, görev bilinci yerine sevgiyi koymuşlardır, ödünsüz ruhları başka türlü var olamadığı için.
İvan´ı anlar, Alyoşa´yı hisseder, Dimitri gibi yaşarlar ve arkalarında bir mor menekşe mutlaka bırakırlar; başkalarının acılarını sarsın diye. Onlar, bu dünyayı “güzeltmeye” gelmişlerdir. Umutsuzluktan yola çıktıklarını, daha çocukluklarında hissederler. Bize böylesine saf görünmeleri, çocukluklarını yaşatmaları değil, çocuk olmalarıdır. Kendinden başka rolü olmayan bir çocuk. Önünde diz çöktükleri tek şey mağara duvarına o resimleri çiziktiren insan elidir.
Bir gün, bir şarkıda, bir kokuda ya da aynada onlarla buluşursanız, ne olur kendinizi esirgemeyin. Bir an için bile olsa.
Çünkü onlar, “an” lara inanırlar ve o “an ” için yaşarlar.
Yelda Karataş
Biraz önce dışarı çıktım, yürüdüm, denize baktım. Pek o kadar hüzün vermedi bana, artık çıkıp gideceğim bu dünya.
“İntiharın helal olduğuna inanarak bir şekilde canına kıyan kimse ebedî cehennemliktir. Çünkü bu kimse, canına kıymayı helal görmektedir. Bu sebeple de ebedî cehennemde kalmayı hak etmektedir. Fakat nefsine uyarak intihar eden kimse ise ebedî cehennemlik değildir. Bunlar hakkında cehennemde ebedî kalmak, uzun müddet, orada yanmadan kinayedir.”
“Haccâc ibnu Minhâl da şöyle dedi: Bize Cerîr ibnu Hazım tah-dîs etti ki, el-Hasen ei-Basrî şöyle d emiştir: B ize C undeb ( R) ş u B asra Mescidi’nde Peygamber’den aşağıdaki hadisi tahdîs etti. Biz o hadîsi unutmadık. Cundeb’in yalan söylemesinden de korkmuyoruz (Çünkü Cundeb çok doğrudur). Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: “(Sizden evvel geçen ümmetlerden birinde) yaralı bir adam vardı. (Acısına dayanamayıp) kendisini öldürdü. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah: Kulum kendi kendisini öldürmeye davranmakla benim hükmüme sabırsızlık etti. Ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu”
Hz. Muhammed (s.a.v.)
“(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.”
Bakara / 195
“Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.”
Nisa / 29
“Her kim ona (Muhammed’e) Allah’ın dünyada ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa hemen tavana bir ip çeksin, sonra kendisini assın da bir baksın; başvurduğu (bu yöntem), öfkelendiği şeyi giderecek mi?
Hac / 15
İntiharlar böyledir; her intihar seni tanıyan herkese karşı düzenlemiş bir terör eylemidir. Seni sevmiş olan herkese. Sana en yakın insanlar, seni en çok sevenler; en çok acıyı, zararı onlar çekerler. Niye bunu yapasın? Seni sevenlere bunu niye yapasın?
The Blacklist
Köstekli şiiri ikide bir Cebinden çıkarıp bakan Şair ne oldu sana? Kaç dikiş atıldı Bileğindeki çentiklere? Örselenmiş onurunla Şimdi nerdesin? Çektiğin bunca acı Kefareti değil unutma Yaşadığın çaresizliğin.
Dostun kapısında iki bin secde ettikten sonra Ey aşk dinden nasıl uzaklaştırdın böyle beni?!
18 Öz nefsine geçiriyorsan sözünü adamsın, Körü sağırı aşağılamıyorsan adamsın.
Düşmüşü tekmelemek değil adamlık, Tutup kaldırırsan bir düşmüşü adamsın!
19 Verilenle yetin, adaletle yaşa Girme zorluklar altına özgür yaşa.
Senden iyilere bakıp da üzülme Senden kötülere bak, mutlu yaşa.
20 Akıl çimenliğinde hazan olsan da Aşk bahçesinin baharı sensin.
Aşkın peygamberisin, ancak Güzelliğin tanrısı sensin.
Rûdekî Semerkandî Çeviri: Prof. Dr. Nimet Yıldırım
İran’ın ilk büyük şairi ve Fars şiirinin mühendisi olarak kabul edilen Ebû Abdullâh Cafer b. Muhammed Rudekî, Avfî’ye göre IX. yüzyıl ortalarında Semerkand’ın Rudek kasabasına bağlı “Benuc” köyünde dünyaya geldi.
Gençliğinin ilk dönemlerinden itibaren hem şiirleri hem de musiki dalındaki yeteneğiyle ün kazandı. Uzun zamanlar Fars şiirinin en ünlü şairi oluşu ve bilge kişiliğiyle her zaman ön planda oldu.
Yaşadığı çağın tartışmasız en büyük şairi Rudekî Abdurrahman-i Camî’ye göre Maveraünnehirli, Devletşah’a göre ise “Rudek”lidir. Emîn Ahmed-i Razî; Rudekî’nin, Semerkand’ın “Rudek” kasabasından, dolayısıyla da Semerkandlı olduğunu kaydeder. Hulâsatu’l-eş’âr’a göre de Rudekî, Semerkandlıdır. Lutf Ali Beg Âzer ise onun Buharalı olduğunu belirtir.
Rıza Kulî Han Hidâyet, Rudekî’nin Nesef’e bağlı Rudek’te dünyaya geldiğini söyler. Ferheng-i Encümenârâ ise, Rudek’in Buhara’ya bağlı olduğunu kaydeder. Bu köy, Rûdek’in en büyük köylerinden olmasından “Benûc-i Rûdek” adıyla anılır. Yakût Hamevî, Mu’cemu’l-buldân’da bu köyden söz etmiş, Rudekî’nin burada dünyaya geldiğini belirtmiştir. Rudekî, değişik kaynaklarda bazen “Rudekî-yi Semerkandî” bazen de “Rudekî-yi Buharayî” diye anılır.
Samanî döneminin en ünlü şairi Rudekî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmez ancak H. III./ M. IX. yüzyıl ortalarında dünyaya gelmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Adı, künyesi ve nisbesi, ilk şairler tezkiresi Lubâbu’l-elbâb’da: “Ebû Abdullâh Cafer Muhammed-i Rudekî”; Çehâr Makâle’de: “Ebû Abdullah Cafer b. Muhammed-i Rûdekî”, Bezmârâ’da, “Ebû Abdullah Muhammed-i Rudekî”; Meyhâne’de, “Ebû Abdullâh Muhammed Rudekî-yi Semerkandî”; Tezkiretü’ş-şuarâ’da, “Ebû’l-Hasan-i Rudekî”; Mecmau’l-Fusahâ’da, “Ebû Abdullah/Ebû’l-Hasan Cafer b. Muhammed Rudekî”; Hulâsatu’l-eş’âr’da, “Hekîm Ebu’l-Hasan Muhammed b. Abdullah-i Rudekî” şeklindedir.
Kaynaklarda “Muhammed”, “Cafer” ve “Abdullah” adlarına rastlanır. “Ebu’l-Hasan” ve “Ebu Abdullah” künyeleriyle de bilinir. Nizamî-yi Aruzî, Avfî ve Devletşâh gibi daha eski yazarlar ile birçok şair kendisini “Üstad” nitelemesiyle anarlarken daha yeni tezkirelerde “Hekîm” diye geçer. Lubâbu’l-elbâb ve Heft İklîm’deki kayıtlara göre Rudekî “Sultanu’ş-şuara: Şairlerin Kralı” diye de anılır.
Bazıları da Rudekî’yi “Mecdüddîn” lakabıyla anarlar. Ortaya çıkışlarıyla şiirin de artık yatağına girmiş olduğu Samanîler hanedanı döneminde sadece bir tek şairin, Rudekî’nin adı egemendi. Hayatının ilk dönemleri ve öğrenimi konusunda net bilgiler yoktur. Sekiz yaşında Kur’ân’ı bütünüyle ezberlemiş olduğu, iyi ve köklü bir öğrenim gördüğü, kıraat dersleri aldığı, aynı çağlarda şiir yazmaya başladığı kaynaklarda aktarılır.
Bazı kaynaklara göre çocukluğundan beri gözleri görmüyordu. Genç yaşlarında dikkate değer bilimsel ve edebi bir birikim elde etti. Aynı zamanda musiki dalında da önemli bir yetenek olan Rudekî, İran tarihinde musikinin öncüleri olarak kabul edilen ünlü ustalar Bârbed ve Nekisa’yı bile geride bırakacak bir musiki tekniği, bilgi ve birikimi elde etmişti. Şiirleri belagat ve fesahat örneği olan şairin klasik tezkirelerin ifadeleriyle, ne Araplar ve ne de Farslar arasında bir benzeri vardı.
Musikişinaslığının yanı sıra iyi bir icracı da olan, şiirlerinin birçoğu musiki eşliğinde okunan Rudekî’nin şiirdeki tarzı, kendisinden sonraki Fars şairlerinkinden farklıdır. Bu arada, Rudekî’nin Horasan tarzı övgü şiirinin temellerini attığı, daha sonraki çağlarda Unsurî, Muizzî ve Enverî’nin de bu tarzı devam ettirdiği unutulmamalıdır. Rudekî’nin kahramanlık şiirlerinin sadeliği de son derece dikkat çeker.
Rudekî konusunda önemli çalışmaları bulunan Abdulğanî Mirzayev ve Said Nefisî, Rudekî’nin gözlerindeki görmemenin gerekçesini, Samanî sarayında yaşanan bir ayaklanma ve şairin İsmailî akımının görüşlerine meyletmesi nedeniyle ayaklanmacılara bağlamaktadırlar. Bunun yanı sıra Avfî ve Camî, Rudekî’nin anadan doğma kör olduğunu kaydederler.
Kedkenî de Rudekî’nin şiirleri konusundaki araştırmaları sonucu du durumu onaylamaktadır. Ancak Rudekî hakkında bilgilere yer veren yazarlardan Semanî, Nizamî-yi Aruzî ve Târîh-i Sîstân’ın yazarı, böyle bir konuyu asla dile getirmezler. Firdevsî’nin Şahnâme’de Rudekî’den söz ederken kullandığı ifadelerinden şairin görme yetisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak Rudekî’nin şiirlerinden onun bir zamanlar görme yetisine sahip olduğunu gösteren işaretler çıkarılmaktadır.
Bazı eserlerde de onun hayatının sonlarına doğru görme özelliğini kaybettiği önceden görme yetisi olduğu ancak erginlik çağlarında 18 ya da yaşlılık çağlarında bu özelliğini kaybettiği aktarılır. Bazılarınca, şiirlerindeki renklerle ilgili değerlendirmeleri ve nitelemeleri onun gödüğünün kanıtlarıdır.
Avfî bu konuda şunları dile getirir: “Rudekî’nin görme yetisi yoktu ancak basiretliydi. Beden gözleri kapalıydı ancak gönül gözleri alabildiğine keskin ve güçlüydü.” Onunla çağdaş olan Dakikî, Ebû Zuraa-yi Cürcanî ve Nâsır-i Hüsrev gibi şairlerin birtakım açıklamalarından, Rudekî’nin doğuştan görme yetisi olmadığı sonucuna varılmaktadır. Ebû Hayyân-i Tevhîdî ile Ebû Alî-yi Miskeveyh’in aralarında geçen bir konuşma ve Avfî’nin rivayeti de bu durumu onaylar. Ancak bizzat şairin dizelerine aktardığı ifadelerinde, onun bir ömür boyu görme yetisinden yoksun olduğunu, hayatının sürekli karanlıklar içerisinde geçtiğini gösteren kanıtlar yoktur. Renkler dünyası onun şiirlerinde bütün boyutlarıyla eksiksiz yer alırken, soğuk yaşlılık günlerini ısıtan gençlik çağlarının aşkları ve gönül maceralarının sıcak duyguları görmeyen birinden nasıl beklenebilir?
Öte yandan dizelerindeki teşbihler, tasvirler ve diğer değerlendirmeler de onun görebildiğini kanıtlayacak düzeyde güçlü ve eşsizdir. Rudekî’nin hayatı dört ayrı devrede ele alınabilir:
Rudekî’nin çocukluk çağı, Semerkand’ın Rudek kasabasına bağlı Benuc köyünde doğumundan, çoğu Semerkand’da geçen gençliğine kadarki dönemdir. Çocukluk yıllarında çağın geleneklerine uygun olarak hem Kur’ân’ı ezberlemiş ve hem de şiir söylemiştir. Yine aynı yıllarda, daha sonraları sarayda işine çok yaramış olan musikiye de ilgi duymuş, bu konuda da önemli birikim edinmiş, yeteneklerini sergilemiştir.
Hayatının ikinci dönemi Buhara’ya göç etmesiyle başlar. Söz konusu göçün gerçek gerekçesi bilinmez. Ancak öylesine bir yeteneğin hem ad, şan ve şöhret ve hem de iyi bir iş bulmak için o şehre gitmiş olması muhtemeldir. Bazı araştırmacılara göre, Rudekî’nin Buhara’ya gidiş amacı, başkentte yoğun faaliyetlerde bulunan edebi ve bilimsel akımların hareketlerine katılmaktı. Övgü şiirlerinin yanında kahramanlık anlatılarına yer vermeyen ulusal destanlar yazması da bu kanıyı onaylamaktadır.
O çağlardaki etkin ekol taraftarları şairlerin özellikle de emirlerin yanında bulunarak İran diliyle kültürünü koruma ve geliştirip yaygınlaştırma konusuna olan ilgileri dalga dalga yayılıyordu. Bu dönem Samanî emiri Nasr b. Ahmed (salt. 301-331/914-943) yönetiminin ilk yıllarına ya da biraz sonrasına kadar sürer. Ondan önce yönetime gelen İsmail ile Ahmed b. İsmail dönemlerinde de çoğunluğun görüşüne göre Rudekî yine saray yakınında bulunmakta, saraya çok fazla girememekte, ancak ünlü vezir Belamî onu himaye etmektedir.
Onun, Nasr b. Ahmed sarayına girişini de yine Belamî sağlamıştır. Nasr b. Ahmed’in sarayına girmesiyle hayatının üçüncü dönemi başlar. Bu dönem şairin çok önemli rüyaları ve hayallerinin gerçekleştiği devredir. Hayatının sonraki dönemlerinde bu devreyi özlemle anar durur.
Hayatının dördüncü ve son dönemi sarayda gerçekleşen bir ayaklanmayla başlar. Güçlü bir ihtimalle ayaklanmacılar, sarayda hükümdarın ya da başkalarının İsmailî akımına eğilim göstermesine karşı olanlardı. Emir Nasr, veziri Belamî ve sarayın birçok önde gelen kişiliği ile ünlü şair Rudekî, İsmailiyye inanışına eğilimli kişilerdi. Ayaklanmanın gerçekleştiği 326/938 yılında Belamî birdenbire görevinden alındı. Emir Nasr, bilinmeyen bir gerekçe ve şekilde bir köşeye çekildi. Rudekî de saraydan kovuldu, ardından da doğduğu köy Benuc’a geri döndü.
Şiirlerinden de anlaşıldığı gibi uzun bir hayat yaşamış ve yaşlılıktan dolayı dişleri dökülmüştür. Gençlik günlerini, o çağlardaki güçlülüğü ve mal varlığını dizelerinde hep özlemle anmaktadır. Gençlik dönemi Buhara sarayında eğlence, mutluluk ve bolluklar içerisinde, kara gözlü güzellerle aşk ve musiki meclislerinde geçen şairin yaşlılık çağları, tam tersine sakıntılarla geçmiştir. Bahtının ters dönmesi yüzünden hayatının sonlarında sıkıntılar ve zorluklar bir türlü yakasını bırakmamış, ünlü şekvaiyye kasidesini de o günlerde kaleme almıştır:
مرا بسود و فرو ریخت هر چه دندان بود نبود دندان، لا بل چراغ تابان بود سپید سیم زده بود و در و مرجان بود ستارۀ سحری بود و قطرۀ باران بود
Eridi ve döküldü bütün dişlerim Diş değildi onlar ışıldayan lambaydı Gümüş beyazıydı, inciydi, mercandı Seher yıldızıydı, yağmur damlasıydı
Şiirlerinde son günlerinde yaşadığı sıkıntıları ve eski mutlu günlerine özlemini şöyle dillendirir:
بسا که مست در این خانه بودم وشادان چنان که جاه من افزون بد از امیر و ملوک کنون همانم و خانه همان و شهر همان مرا نگویی کز چه شدهست شادی سوک؟
Bu sarayda nice günler sarhoş ve mutlu yaşadım Emirden de krallardan da üstündü makamım Şimdi de aynıyım, ev de aynı, şehir de aynı Bana “Neden mutluluk yasa dönüştü” demezsin?
Yine divanındaki şu dizeler onun hayatının son demlerinde yaşlılığı, gözlerinin görmemesi ve eskiye özlemini dile getirmektedir. Her halükârda son günlerinde, mutlu günlerinin artık geride kalmış olduğu ve bahtının tersine çevrildiği açıkça anlaşılmaktadır:
شد آن زمانه که شعرش همه جهان بنوشت شد آن زمانه که او شاعر خراسان بود که را بزرگی و نعمت ز این و آن بودی مرا بزرگی و نعمت ز آل سامان بود
Şiirini bütün evrenin yazdığı devran geçti Onun Horasan şairi olduğu zaman geçti Birileri için ululuk ve nimet şundandı, bundandı Benim ululuk ve varlığım Samanoğullarındandı.
Şairin ilginç maceralarla dopdolu olan hayatı, Rudek’in uzak bir köyünde başlayıp inişli yokuşlu bir seyir izleyerek aynı köyde sona ermiştir. Dikkat çekici bir gelişme de bu büyük söz ustasının öldüğü yıl (329/940) aynı bölgenin bir diğer köşesinde İran ulusal destanını yazacak olan Firdevsî’nin dünyaya gelmiş olmasıdır.
Şiirlerindeki birtakım dizelerinden anlaşıldığı kadarıyla, şair orta yaşlarından sonra evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Dizelerinde yaşlılık dönemlerinde artık ne hanımının ve ne de çocuklarının bulunmadığından söz eder. Bütün bu kaybettiklerini özlemle anar.
Suzenî-yi Semerkandî ve Edîb Sâbir gibi şairlerin bazı şiirlerinden Rudekî’nin “Ayyâr” adında bir sevgilisi olduğu anlaşılmaktadır. Said Nefisî; “Ayyâr’ın, Rudekî’nin satın almış olduğu bir gulam olduğunu, onu alırken de borçlandığı ve Belamî’nin onun borcunu ödediğini” belirtir. Rudekî’nin divanında da bu konuyu hatırlatan işaretler bulunmaktadır.
Samanîler döneminde bu hanedanın en büyük emirlerinden biri olan Nasr b. Ahmed’in nedimleri arasında yer alan ve döneminin en ünlü şairi olan Rudekî bazılarınca, musiki biliminde birikimli, aynı zamanda “rud/berbat” adlı enstrümanı en iyi çalan kişilerden biri olması nedeniyle “Rudekî” mahlasıyla anılmıştır. Bazı araştırmacılara göre de onun bu mahlasla anılmasının gerekçesi, Buhara’ya bağlı “Rûdek” adlı kasabada doğup büyümüş olmasıdır. Çok üstün bir edebiyat ve musiki zevkine sahip Rudekî, şiiriyle Fars şairlerinin en ön sırasında yer almıştır. Ancak “rud”u iyi çaldığı için bu mahlasla anıldığı doğru kabul edilemez. Çünkü iyi rud çalmasından dolayı böyle bir mahlas verilse “rudî” diye verilirdi.
Kaldı ki “rudî” de Farsça kurallarına göre doğru değildir. Çaldığı enstrümandan dolayı “Rudekî” değil doğru olarak “rudsâz”, “rudzen” ya da “rudnevâz” mahlası verilmeliydi. Şair, mahlası “Rudekî”yi günümüze gelmiş şiirlerinde sekiz yerde kullanmaktadır.
Rudekî, Emir Nasr’a, saray görevlilerine ve bürokratlara çok yakın oluşu ve onlardan aldığı hediyelerle önemli ölçüde servet biriktirmişti. Nasr b. Ahmed ile Herat’tan Buhara’ya giderken mal varlığını dört yüz deve taşımaktaydı. Bazı şairlerin aktardıkları bilgiler de bu durumu onaylamakta, ayrıca kendisi de aldığı hediyelerin miktarlarını dizelerinde yer yer aktarmaktadır.
Avfî’nin kayıtlarına göre iki yüz kölesi ve dört yüz deve onun mal varlığını taşırdı. Ondan sonra hiçbir şaire böyle bir servet nasip olmamış, hiçbir şairin bahtı böylesine açık olmamıştır. Elbette hayatının tamamında bu serveti ve mal varlığını koruyamadı. Yaşlılık dönemlerinde ailesinin geçimini sağlamada bile sıkıntı çekecek kadar çok yoksullaştı.
Elbette mal varlığı konusundaki bu rivayetlerin önemli bir kısmı çok abartılıdır. Ancak önemli miktarda servet sahibi olduğu kaynaklar ve çağdaşlarının da onaylamalarıyla gerçektir. Tahirîler ve Saffarîler dönemlerinde Hanzala-yi Badğisî, Firûz-i Meşrıkî ve Ebû Suleyk-i Gurganî gibi şairler Fars şiirinin ilk dönemlerinin önemli şairleri olarak bilinirlerken, Samanoğulları döneminde söz sancağı daha yücelere erişti. Bu dönemin en büyük öncü şairi Rudekî’ydi. Tertib edildiği şekliyle günümüze ulaşmasa da, Fars şairlerinden divanı olan ilk kişi Rudekî’dir.
Rudekî’nin ölüm tarihi olarak Hidâyet’in 304/917 40 yılını vermesi yanlış olmalıdır. Çünkü şair 325/937 yılında ölen Şehîd-i Belhî’nin ardından mersiye yazmıştır. Semanî, Rudekî’nin dünyaya gelmiş olduğu Benuc’ta 329/941 yılında öldüğünü aktarır.
İNANÇLARI VE DÜŞÜNCELERI
Rudekî şiirlerinde, bilgece düşüncelerini ve öğütleri de yoğun olarak işlemiştir. Günümüze kadar gelmiş şiirlerinden onun bu konuda ne denli yetenekli olduğu anlaşılmaktadır. Fars şairleri arasında öne çıktığı önemli konulardan biri de budur. V./XI. yüzyılın bilge şairi Nasır-i Hüsrev bir kasidesinde onunla ilgili kaleme aldığı dizelerinde onun bir “hüccet” olduğunu ve sözlerinin öğütlerle dolu olduğunu belirtir.
Rudekî’nin, İsmailî akımına eğilimli olduğu da bazı kaynaklarda aktarılır. Bu konu Nizamülmülk’ün Siyasetnâme’deki kayıtları ile de örtüşmektedir. Ona göre Rudekî’nin velinimeti Nasr b. Ahmed de İsmailîlere yakın ilgi duymaktadır.
Ayrılığı bir sözcük gibi andığın her an, geleceği bilme yeteneğimi elimden alıyorsun. Dönebileceğim bir kapı yoksa, gitmeyi öğrenmeliyim.
Rüzgârın ne güzel bir şey olduğunu anlatacaktım daha. Ortak harflerimizi daha iyi vurgulayarak bak bu “waran” (yağmur) bu da “roc” (güneş) diyecektim. Dağlarımızdan taşıyıp getirdiğin kekik kokusunu arayacaktım saçlarında. Kendimden bu kadar bahsetmeyecektim.
Kütüphanelere kırık bir eğriyle daldığım her saat, birtakım sakallı adamların ömrüne ekleniyor. İktisadiyat ilminin acayip sayıları ve mesela Spencer’a ne gerek varsa! Ama bende beni yok sayan kılıksız hocaların müstehzi sözleri kırıyor beni. Belki sen olmasan bu kadar alıngan olmazdım. Belki her şeyi ve bu dili bu kadar hırsla öğrenmezdim, ki Türkçe bir Kürt için düşünme ve yaratma dili değil, polis, asker ve mahkemeye ifade verme dilidir.
Seninle geçen her akşamın saçları var, neden inkâr edeyim ki şimdi? Daha güçlü, daha mesafeli mi olmalıyım? Yüzüme bir yolculuk anısı yakıştırıp başının üstünden uzaklara mı bakmalıyım? Anlıyorum, herkesin bir kalbi var elbet senin de. Haftada yedi gün, senede dört mevsim vardır, kabul ediyorum. Dünya diye bir yer var, dağ gölleri var, huzursuz yamaçlar var. Ama seninle kanıtlanan bir varlık isem, ısrarcı değilse de, kederli olmakta haklıyım.
Birinin balkonunda uzun uzun durmasını ciddiye almalısın. Evlere sığmayan her bir kişinin sözcükleri yayvandır. Başaklarla akraba olan dizlerimin bu devletlû şehirde ağrıması da bundan. Sığınmak için değil, sığmak için sana muhtacım. Soğuk ve gerçek sözcüklerinin bu kalbe bir çevirisi yok.
Gitmeliyim demek. Bir zerdalinin dalından kopması gibi çığlık çığlığa. Ama sesimi yankılayan bir vadi yoksa, bir sesim yok demektir. O halde ölgün harflerle gitmeliyim. O halde, artık sana değil, kendime seslenmeliyim:
Sen ki yoksun aşkın levhasında. Patikalara benzeyen sokaklara döktüğün yüzünde kıraç bir tarlanın teni var. Hatırla bir gecede bir geceyi özlediğini, bir ceylanın bir pınara indiğini. Suç yok turnaların güneye bakmasında. Ellerini ıslatan nehirlere müteşekkir olmalısın. Bilmeli, hatta öğrenmelisin ki hayat, iri laflara gelmez. Onun hakkında, sakın ha, bir şey söyleme.
Her aşk büyütür seni, hele bu ilk aşkınsa. Daha iyi anlarsın bulutların ovaya dağılan dilini. Bir güvercinle göz göze gelirsin bir vakit, o ana ikindi diyecekler, karşı çıkmamalısın. Bir sokak köpeği anlayacak seni, dizlerindeki başakların uykusunu bölecek “beni de sev” diyerek. Keder, bilmenin ilmidir, “keder ilmi” diyecek biri, anlayacaksın.
Bu gövdeyi attığın bir kuyudur aşk, ki sen Yusuf değilsindir hiç, hatta kurtsun. O gömleği kanına banacaklar. İyidir bu Yusuf olmaktan. Kusur, güzelliğin kendisidir. Öğreneceksin.
İzin verme hiçbir şey avutmasın seni. Kurusun ucuz şarapların masalardaki izi. Duyulsun sabaha yürüyen karıncaların telaşı. Her renk bir sözcük diye bilinsin. Kendini kuytulara çekip yarasını şevkle yalayan vahşi bir havyan gibi acele etmeden iyileş. Aşk senin emeğindir.
Döneceğin bir kapı yoksa gitmeyi öğrenmelisin. Gittiğin yol sana çıkacaktır!
DEM Mutlu bir batık gibi dibinde yaşıyorum onun Yalnızlığım onun hazinesi, o bilmese de!
“Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek: “Ya Rabbî, dedi, beni nefsime öyle hâkim kıl ki gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, Seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lütfedip beni hayırlı kulların arasına dahil eyle! ””
(Neml Sûresi 19. Ayet)
Nûrun dökülür, sahil erir, karşıki yerler Bir hâb-ı münevverde hep eşkâlini gizler; Sîmîn dumanlarda ölür ruh-ı menâzır, Bir ra’şe-i zerrin ta karşıda yer yer Mahmur ışıklar yüzer esrar üzerinde Yorgun sular üstünde kanar bir şeb-i hande..
Ahmet Hâşim
İşte Nesrin daha bir gonce-i nev-hande iken Geçti, makhûr-ı kazâ, hep bu dikenliklerden.
Tevfik Fikret
Kadın nedir?… O münevver menekşedir ki uçar, Samîm-i hüsn-ı bahârında hande-i âfâk, Çiçek nedir?… O da bir aşk-ı mütebessimdir ki Şemîm-i rûh-ı behîminde bir kadınlık var!.. … Kadın, semâ; o da bir nuhbe-î tesellîdir, Kadın, çiçek, o da bir hande-î nihânidir; Bu iki rûh-ı nefîsin meâli sevdâdır!..
Ahmet Hâşim
Çehrenden akan hüzn-i ziyâ, hüzn-i müebbed. Her rûha döker giryeli bir hasret ü gurbet, Bir hasret ü gurbet ki bütün geçmişe âid:
Günlerle ölen hâtıralar… her şeyi râkid. Her bir şeyi pür hande yapan mâzî-yi mes’ûd…
Ahmet Hâşim
Güldün; şeb-i şi’rimde bütün şi’r ü emeller Pür-hande, pür-aheng ü pür-âvâz döküldü; Mehtâb ü ziyâ, fecr ü şafak, nûr döküldü Reyyân-ı emel, mest-i hafâ… şûh u münevver…
Güldün; şafak-ı şi’rime altınlı ziyâlar Bir ufk-ı ezelden gülerek şimdi saçıldı; Güldün güzelim, rûhuma handân ü müzehher Gül-hande-i tâbân-ı lebin şimdi saçıldı…
Güldün; gülerek, güldü bütün şi’r ü hayâlim Güldükçe, hayâtım gülecek hep ebediyyen Hüznüm yine senden bana, mâtem yine senden!
Her lem’a-i aşkın bana her nûra bedeldir Her hande-i nûrun bana bir şi’r-i emeldir; Bir şi’r-i emelsin bana ey şi’r-i hayâlim!…
Bezmimiz rûyun ile reşk-i gülistân olsun Handelerle leb-i la’lin şeker-feşân olsun İ’tizâr etme Nedîmâ sana kurbân olsun Gel benim kaşı hilâlim bize bir ıyd edelim
Nedîm
Bir pür nemek kirişmesi bir tatlı handesi Bir şekkerin tekellümü bir hoş edâsı var
Nedîm
Gülü iltifâtı edüp hande-rûy Bahârâna ahlâkı bahş etdi bûy
Ol hande-i şîrîn leb-i handâna virilmiş Bu girye vü zârî dil-i nâlâna virilmiş
Enderunlu Hasan Yâver
Handeye ol dehen-i tengde çün yok imkân Bir tebessüm de mi mümkin degül ey gonce-dehân
Şeyhülislam Yahyâ
Her ne denlü olsa güllerle gülistân hande-rû Eylemez ârif gül-i sûrî safâsın ârzû Ehl-i dil olmaz na’îm-i reng ü bûdan hisse-cû Gâhi ammâ lutf-ı cüz’îden olunsa güft ü gû Ârife bir gül yeter dirler meseldür gerçi bû Bulmadum ben o güli gezdüm bu bâgı sû-be-sû
Cevrî
Âşık belâya kâyil bülbül legâna mâ’il Olmuş naşîb hande her kebk-i kühsâra
Hayâli Bey
Aglasam bülbül gibi kūyuñda tañ mı zār zār Bu benüm efġānuma gül gibi sende ḫande var
Muhibbî
Söz deminde òande-i laèlüñ ki bir gül-destedür Gûyiyâ bir âl nâzük rişte ile bestedür
(Konuştuğun zaman bir gül destesi gibi olan dudağının gülüşü, adeta kırmızı ince bir iple bağlanmış gibidir)
Üsküplü İshâk Çelebi
Kût-ı cânım idi takbîl şeker-hande şifâh İmtizâcıyla gelip sîneye sad-ruhb ü refâh
Diyarbakırlı Lebîb
Söz deminde òande-i laèlüñ ki bir gül-destedür Gûyiyâ bir âl nâzük rişte ile bestedür
(Sevgilinin gülüşü âşık için gül bahçesidir. Âşık la’l cevherinden meydana gelen gülüşe hasrettir.)
Üsküplü İshak Çelebi
Mecnūn gibi Rāif’i śaĥrāya düşür de Eyle yüzüne ħande ne derlerse desinler
Raif Bey
Âşık-ı şûrîdesin gah öldürüp geh dirgüren Gamze-i düzdîdesiyle hande-i pinhanıdır
(Aklı başından gitmiş âşığını kah öldürüp kah dirilten sevgilinin hırsız gamzesi ile gizli gülüşleridir.)
Ahmed Paşa
Oldu ser-mâye-i hayret bana bîm ü ümmîd Bilemem eyleyecek girye midir hande midir
Nâbi
Yadında mı doğduğun zamanlar? Sen ağlar idin gülerdi âlem; Bir öyle ömür geçir ki olsun Mevtin sana hande halka matem.
Sa’dî-i Şîrâzî
Rakîb-i hâr ile n’içün açılup gül gibi her dem Güzellik gülşeni içre idersin hâlüme hande
(Âşık, gül gibi güzel olan sevgilinin diken karakterinde olan rakiple birlikte olup kendine gülmesine şaşırmaktadır.)
Adlî
Eder îcâd-ı harf u savt mevce-i hande-i gülden Anı zîr-i lebinde ‘aşıka düşnâm içün saklar
(Hazan, gül bahçesindeki çiçekten askerleri yağmaladıkça, nakışı olmayan kadehten/ camdan/ balkondan (bakarak) güler.)
Nȃbȋ
Şîvesi nâzı edâsı handesi pek bî-bedel Gerdeni püskürme benli gözleri gâyet güzel
Nedîm
Eder îcâd-ı harf u savt mevce-i hande-i gülden Anı zîr-i lebinde âşıka düşnâm içün saklar
Nedîm
Senden evvel eğer ölürsem ben Gâhü bigâh aç bu defteri sen Bak şu nazmi şikesti besteye kim Bana bir hande yollasın senden! Şu kitabı hazinü piirhunu Aç da gör kalbi nâle meşhunu Semti resinde titresin ruhum Sen okurken bu şi’ri mahzunu.
Cenab Şehabeddin
Serv eder ders-i hırâm ol kâmet-i nâzendesin Meşk eder kû kûy-ı kumrî kâh kâh-ı handesin
Nedîm
Ey fecr-i hande-zâd-ı hayât, işte herkesin Enzârı sende; sen ki hayâtın ümidisin, Alnında bir sitâre-i nev, yok, bir âftâb, Sönsün mûebbeden.
Tevfik Fikret
Bütün bizimçündür Ne varsa aşk ile bidar-ı ra’şe, ya naim, Ne varsa aid olan leyl-i hande-me’nusa, Sana aid lebimdeki buse, Lebinin surh-ı bizevali benim.
Ahmet Haşim
Gönül ki hande yüzünden yaşar hayâta güler Hayâta hande eden rind kâinâta güler
Muallim Naci
Tîğ-i gam yaralarından ana dil kan ağlar Ol şeker-hande ile yaramıza tuz urur
(Gönül, gam kılıcının yaralarından sevgiliye kan ağlamakta; o ise şeker çiğneyerek(gülerek), yaramıza tuz basmaktadır.)
Hayretî
Şöyle gülşen pür-tarab kim gûşlar fark eylemez Kahkahâ-yı hande-i gülden nevâ-yı bülbüli
Nedîm
Arz-ı mihrinden rakibin hande el verdi bana Dildeki suz-ı gam-ı pinhanı andım ağladım
Himmet-i hubanı gördüm zikr eder erbab-ı aşk Sevdiğimden gördüğüm ihsanı andım ağladım
Ruhiya gülşende gördüm gülden ağlar andelip Ben heman ol gonce-i handanı andım ağladım
Bağdatlı Ruhi
Gehî gamzenle bîmâr olana handenle tîmâr it Yazıkdur kullara kıyma igende hey güzel hânum
Garîb girye ile eylerem mu’âmeleyi Nedîm-i hande ile gâh-gâhdur kârum
Nedîm
Ben ki zahm-ı tîg-i çeşmünden serâpâ handeyem Derde sabrum gıbta- fermâ-yı dil-i Eyyûb’dur
(Şair kendi sabrı ile Eyüp Peygamberin sabrını kıyaslar ve kendisinin sevgilinin gözünün kılıç yarasından baştan ayağa gülüş olduğunu, derde sabredişinin ise Hz.Eyüp’ün gönlünün kıskançlık emri olduğunu ifade eder.)
Fehîm-i Kadîm
Berg-i gül-i tebessümin gülbün-i la‟li itdi cem„ Gonca-misâl tâ ide bir gül-i hande sâhte
Fehîm-i Kadîm
Divâneyüz amma feleke hande-zenânuz Müstehzî-i sâhib-hıred-i bîhûde-pendüz
Fehîm-i Kadîm
Hep ettiği cefâyı unutturdu ol perî Bir nîm hande bir nigeh-i iltifât ile
(Hep ettiği cefayı unutturdu o peri, Bir yarım gülüş, gönül alıcı bir bakışla.)
Nâbî
Bâis-i hande olur setre çalışmak aşkı Vaz’-ı kufl etme gibi türbe-i Nasreddin’e
(Güldürür gizlemeye çalışmak aşkı, Kilit asmak gibi Hoca’nın türbesine.)
Şeyhülislam Atâ
Yüzüme güldü felek handesine aldandım Âh ol hande bükâ üzre bükâdır şimdi
(Yüzüme güldü felek, gülüşüne aldandım, Ah o gülüş, ağlayış üstüne ağlayıştır şimdi.)
Fâzıl
Goncenin gitti başı areye bir hande ile Var kıyas eyle bu gül-şende dem-â-dem güleni
(Goncanın gitti başı araya bir gülüşle, Var kıyas eyle bu gülşende hep güleni.)
Nevres-i Kadîm
Bir öyle ömür geçir ki olsun Mevtin sana hande halka mâtem
(Öyle bir ömür geçir ki olsun, Ölümün sana gülüş, halka yas.)
Muallim Cûdî
Cevheri handemizin girye-i bed-bahtândır Bu sebepten dolayı çok gülemez merd-i hakîm
(Gülmemiz kara bahtlıların gözyaşlarındandır, Bu sebepten dolayı çok gülemez bilge kişiler.)
Ferid Kam
Andelîb âh edip ağlar gül âna hande eder Böyle gelmiştir ezelden bu cihân böyle gider
(Bülbül inleyip ağlar, gül ona güler, Böyle gelmiştir ezelden, bu dünya böyle gider.)
Behiştî
Gönül ki hande yüzünden yaşar hayâta güler Hayâta hande eden rind kâ’inâta güler
(Gönül ki gülüşten yaşar, hayata güler, Hayata gülen rint, evrene güler.)
Yorgunum. Büyüklükleri anlaşılmaz insanlar pozunda “Beni anlamıyorlar” demek hoşuma gitmiyor. Ama şu gerçek ki beni anlamıyorlar. Anlamayanlar, uzak kişiler değil, en yakınlarım; karım, kızım, oğlum, arkadaşlarım…
Anlamadıkları öyle derin, karışık şeyler değil; yorgunluğumu, bitkinliğimi anlamıyorlar. Günde bir yıl yorulduğumu, yaşlandığımı, geçtiğimi; içimin bittiğini anlamıyorlar. Yorgunum, basbayağı yorgunum. Bu, ruh yorgunluğu değil. Bırakın ruh yorgunluğunu, önce bedenim, kolum, kafam yoruldu. Kemiklerim, iliklerim, kaslarım, sızım sızım sızlıyor.
Vücudumda ağrımayan hiçbir yerim yok. Yorgun yatıp yorgun kalkıyorum. Dinlendiğim hiçbir günüm yok. Gücümü, dinçliğimi yitirdim.
Daha da kötüsü, bu yorgunluğumu kimselere, karıma, çocuklarıma bile anlatamam. Ben onların dertlerini, hastalıklarım dinlemek anlamak zorundayım. Ama onlar beni anlamak zorunda değiller. Hepsinin dertleri ayrı ayrı toplanıp bende birleşiyor. Ama benim dertlerim, yorgunluklarını dağılıp onlara gitmiyor.
Her gün kuvvetli, güçlü olmak, onlara öyle görünmek zorundayım. Onlar da beni öyle biliyorlar. Doktora gitmeyen, ilaç almayan, hastalanmayan sapasağlam bir adam. Bu sapasağlam görünüşlü adamın nasıl yorulduğunu, içten çürüdüğünü, bir gün birdenbire yıkılacağım bilmiyorlar, anlamıyorlar.
Gözlerim, kulaklarım, gönlüm, beynim, ruhum, ellerim herşeyim yorgun. Bu yorgunluğumu anlatıyorum onlara. Anlatsam da anlayamazlar. Çünkü böyle bir yorgunluğun ölçüsü yok onlarda. Böylesi bir yorgunluk yaşanmadıkça anlaşılmaz. Onlar da anlamaz. Bir gün yıkılıp gidince, beni büsbütün yitirince belki anlayacaklar bunu, belki… O zaman da ben olmayacağım. “Ebedi istirahat” demişler, güzel bir söz bu…
“Ebedi istirahatgah…” Hiç karamsar, kötümser değilim. Ama içimde “ebedi istirahatgah”ıma uzanmak özlemi var. Bu yorgunluğu taşıyamaz oldum. Nemli, ıslak toprağa boylu boyunca uzanıp, etlerimden kemiklerimden tırnaklarımdan, saçlarımdan yorgunluklarımın akıp toprağa karıştığını duysam… Ne yazık, ebedi istirahatgahımda bunları duymayacağım.
Orada beş dakikacık dinlendiğimi duyâbilseydim… Bunu ne çok özlüyorum. İşte bu özlemimi anlamıyorlar. Beni nasıl yorup bitirdiklerini anlamıyorlar, anlayamayacaklar.
Kırkdört yıllık bir ömür belki bunca yorgunluğu gerektirmezdi. Ama ben bu kırkdört yılda kırkdört yaş yaşamadım ki… Kırkdört yılda dolu dolu on kişinin yaşamım yaşadım. Yaş kırkdört değil, dörtyüz kırk… Ah yapacağım işleri bitirebilseydim, hiç olmazsa dörtte birini… Ölüme hak kazanabilsem kendimce. Nasıl boşuna, hiçler uğruna yoruldum, bittim. Evet, göz göre göre bir sürü hiçler… Bu yaşama severek katlanıyorum. Yakınlarımı, karımı, çocuklarımı, güler yüzlü görebilmek için çırpınıyorum… Ama o da olmuyor. Bütün bu yorgunluğumun onlardan birer güleryüz görmek için olduğunu anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar, anlayamayacaklar da…
Gülseler, birbirlerine gülseler, seve seve katlandığım bütün yorgunluklarım gidecekti. Birçok gerçekleri anlayabildiğim zaman, dönülmez, dönülemez bir yola girdiğimi de anladım. Ben bu yolu geçmek zorundayım. Hem birşeyi değiştirmeye hakkım yok. Bu bir ödevdir, namus borcudur, kocalık borcu, babalık borcu, arkadaşlık borcu. Bu yorgunluğum, kendimden başka hiç kimseye haksızlık etmemek isteğimden ileri geliyor. 23 Ağustos 1959
*
Sevdiği erkek elinden gidince, kadının dişilik duygusuyla yapmayacağı, yapamayacağı kötülük yoktur. Daha önceki ilişkilerinde iyi olan herşeyi unutur. (Yalan, iftira, garaz, herşey…) Nâzım’’ın hayatında ve ölümünden sonra Münevver’in, Piraye’nin Galya’nın ve özellikle Münevver’in oğlu Mehmet aracılığıyla yaptıkları. Ayrılınca Meral’in bana yaptıkları..
Sevgilisinden yada eşinden ayrılan erkek -ne biçimde olursa olsun- genellikle kadının mutsuz olmasını dilemez, ona mutluluk diler… Ama kadın hep ve her zaman ayrıldığı erkeğin mahvolmasını, sürünmesini ister.
Kaynanalıkta da bu dişilik duygusu egemen. İyi kaynana olamaz bu yüzden.. Kızına, damadına değil bu duygu… Yalnız oğluna ve gelinine…
Uzun yazılacak daha. Gözüm ağrıyor, yazamıyorum.
*
Sevgi nedir? Yan yana olup da sustukları zamanlar bile konuşabiliyorlarsa, hatta tartışarak anlaşabiliyorlarsa, konuşmadan aynı düşü birlikte görüyor ve o düşü birlikte yaşayabiliyorlarsa, o iki insan birbirini seviyordur.
*
En mutsuz zamanım, ne kendisiyle birlikte olabildiğim, ne de kendimle kalmama izin veren birisiyle birlikte (iki kişilik yalnızlık) olduğum zamanlardır.
*
İnsanoğlu yapmadıklarından da sorumludur: Yapması gerekli olup da yapmadıklarından, yapması elinde olup da yapmadıklarından, yapmamak için türlü bahaneler uydurup kaytardıklarından ve hiçbir zaman yapmayı aklından bile geçirmediklerinden…
İnsanları, büyükleri, kahramanları, tarihi kişileri, yapmadıklarıyla yargılayan yeni bir tarih yazılmalıdır.
*
Yalnızlık, insanın kendisini başkalarıyla bölüşememesi, başkalarını kendisiyle bölüşmemesi, ortaklaşmaması demektir. Bizim çoşkularımızda başkaları susuksa, başkalarının acısına biz duygusuzsak, hepimiz yalnızız demektir.
*
Sen yokken tatsız herşey. Varken de tadını bırakmıyorsun hiçbişeyin.
*
Bir yazı için kağıdın önüne saygıyla oturunca, içime derin bir korku düşer, yazamayacakmışım, başaramayacakmışım korkusu…
*
Herhangi birisi, hele dostlarımız için, “Ama ne olmuş zavallıya, başına neler gelmiş?” diye merak ederek sorduğumuz zaman, içimizin ta gizli bir yerinde, merak ederek tasarladığımız belaların dostumuzun başına gelmesini isteyen gizli bir arzu saklıdır.
*
Yeryüzünde en büyük, en acılı dram, gülmececinin dramı… Onun için gülmececiler keyifli insanlar olmuyorlar, olamıyorlar.
*
İster yeni tanışınca, ister tanıştıktan çok yıllar sonra bir kadın, “Ne istiyorsun benden?” diye bağırdığı zaman, artık ondan hiçbir şey istenemez, demektir.
*
Nasıl anlamıyorsun senin için yok olduğumu artık!.. Seni benim sandığımın ikinci yılında yoktum sana. Başlamış bulundum, dönemem artık!.. Başladıklarımın sorumluluğunu ömrümce taşıyorum.
*
Kahroluyorum da beni sevmeyen kişilere, -Defolun!.. diye bağıramıyorum. Hep haksızlık edeceğim korkusu girmiş içime.
*
Bir insan kötüyse ona yaptığınız iyilik oranında kötülüğünü artırıyorsunuz.
*
İnsanların yarattığı tanrı, kendisini yaratan insanları kendi adaletsizliğinden korusun. Amin!
*
Nihai son…
Mezar taşıma Bütün yaşamımca huzuru araya araya, sonunda buraya dek geldim.
*
Yeryüzünde insan için en zor şey kendini sevmesidir… Kendini sevmeyen insan, hayatı da sevmez. Sevemediği hayatın isteklerini yerine getiremez Rahat, huzur içinde yaşamak olanağını bulamaz…
*
İnsanın budalalığını, kabalığını, bencilliğini mazur göstermek isteyen, sözüm ona halkçılar, yani halkçılığı halk dalkavukluğu sananlar. “Ne yapsın bu zavallılar, onlar okutulmamış, eğitilmemiş, onlara bişey gösterilmemiş ki…” diyorlar. Doğru…Ama bu onları sevmem için yeterli değil. Bok’un da bok olmasını gerçekleştiren gerekçeleri vardır. O gerekçeler olmasaydı bok da bok olmaz, insanın bağırsağına girmezdi. Böyledir diye boku mazur görüp, yüzümüze gözümüze sürmüyoruz…
*
Sonsuz yarınlarla kendimi aldatıyorum.
*
Güzel kitapları okumadan öleceğim diye korkuyorum, çünkü kitapları okumak benim için yaşamaktır, onları okumadan ölürsem, yaşamadan ölecekmişim gibi geliyor…
*
Kimi öyküleri başkaları, kimi şiirleri ise kendim için yazıyorum.
*
Seviyorsundur. Herkese söylemeyi gereksinirsin. Yoldan geçen tanımadıklarını çevirip söylemek istersin: Seviyorum…İşte bu istek, şiirdir.
*
Biz daha baştan yeniğiz arkadaş, daha doğarken Türkiyeli olmakla…
*
Kedi köpek sevgisi kimi insanlarda işte budur; insanın insanlardan kaçışıdır hayvan sevgisi…
*
“İntihar edenlerin çoğu yarı yolda kalmış katillerdir. Başkalarını öldüremedikleri için kendilerini öldürmüşlerdir.”
Miguel de Unamuno
*
En yakınlarım, en yabancı olup çıktılar. Yabancı bile değil, düşman.
*
İnsana saygım olduğu için, insanın inançlarına saygım var ve insanların da benim inançsızlık özgürlüğüme saygısı olması gerekir.
*
Hişt hişt, Yaşasanıza, Öleceksiniz…
*
Dost kalalım.. Dost kalabileceksek ne diye ayrılıyoruz? Elbet sevi ilişkileri salt dostluğa dayanmaz, ama sevi ilişkilerinin bozulma nedenlerinin başlıcası, dostluğa aykırı davranışlardan kaynaklanır. Dost kalalım diyenlerden de iğreniyorum. Çünkü bu sözün arkasına saklanan çıkarcılığı anlıyorum, darılmaktan, dargınlıktan korkuyorlar.
*
Kendimi hiç gizleyemeyen insanım! İçim dışımda, iç yüzüm dış yüzümde. Gerek fizik, gerek moral olarak bütün içim dışıma yansıyor. Elimde değil, kendimi dışa saklayamıyorum. … Böyle olmak istemiyorum. Ama elimde değil. Kendimi başkalarından saklayamaya çalıştıkça daha çok ele veriyorum.
*
Hadi kalk oğlum Aziz! Sana yardım edecek kimsen varmı? Yok!.. Nasıl olsa bu işleri yine sen yapacaksın, yapmak zorundasın… Öyleyse kalk çalış!
*
Öyle bir zaman geliyor ki biyere tutunmak istiyorum. Kendimi sınırsız bir boşlukta düşüşte duyumsuyorum, sürekli düşmek… Ve acılar içinde. Bişeye, ne olduğunu bile bilemediğim bişeye tutunarak kurtulacağımı sanıyorum. Nedir bu şey? Bir sıcaklık, sevginin ılıklığı ya da değininin yumuşaklığı ya da bir ses…
*
Ben bu yaşadığım dünyayı beğenmedim, beğenmiyorum, beğenmiyorum. Beğenmediğim bu çirkin dünyayı, yaşamımca değiştirmeye çalıştım. Çalıştım ama gücüm yetmedi, başaramadım ve başaramayacağımı anlayınca, kendime bir küçük dünya (cumhuriyet) yaratmak istedim.
*
İnsan öyle ağır haksızlığa uğrar ve bu ağır haksızlığa hiçbir biçimde karşı koyma gücü de olmaz ve bütün hak arama yolları da kapanır ki o zaman yumruklarını sıkar, başını duvarlara çarpmayı gereksinir, kimileyin çarpar da…
*
Yapayalnızım…Hep yalnızdım. Yalnızlıktan hiçbir yakınmam olmadı, yalnızlıktan kurtulamayacağımı artık iyice anladıktan sonra…
*
Yorgunum, çok yorgunum… Çalışmaktan değil böyle yorgunluğum. Mutlu olmak çabasından yoruldum.
*
Uykuda insan kaybolması var ya, güzel şey… Uyanıp da kendimi bulunca, üzülüyorum… O uyanıp da duyulan yaşama sevinci yok artık…
*
Her insanın hayalinde yarattığı bir mum insan var. Yalnızların hayalindeki mum dost, insanın bencilliğidir…
*
Herbert Marcuse’nin şu sözü üzerine bir oyun yazabilirim: “Bu yasa ve düzenin otoritesini, ondan acı duyanlara ve ona karşı savaşanlara övmek bütünüyle anlamsızdır, saçmadır.” Oysa hiç de öyle değildir, kimi zaman ve kimi yerde tam bunun tersidir. Örneğin Türkiye’de…İktidarın, ezdiği, sömürdüğü, sömürttüğü insanlara, o bozuk düzeni övmesi hiç de anlamsız ve saçma değildir, çünkü tutmaktadır. İnsanlar bilinçsiz oldukça da böyle sürecektir.
*
Asaf, birkaç gün önce sigaraya başlamış. Bu konuda çok önemli bir şey söyledi:
“Sigarayı bırakmak kesin kararıyla son sigaramı içtim. Sigarayı bıraktıktan sonra o son sigaranın tadı, zevki her an hep aklımdaydı. Sanki yıllarca içtiğim bütün sigaraların zevki içtiğim bu son sigarada toplanmıştı. Sigara içmediğim günlerde hep o son sigaranın zevkini, tadını özledim durdum. Korkunç bir özlemdi bu. Dayanılır şey değildi. Sonunda dayanamadım, o tada kavuşmak için, bir yıl sonra sigaraya başladım. Şimdi on gündür yeniden sigara içiyorum. Ama bu şimdi içtiğim sigaralar, eskiden içtiğim sigaralar değil; şimdikinde, bıraktığım sigaranın, o son sigaranın tadı yok. Oysa ben o son sigaranın tadının yoksunluğuna dayanamayarak yeniden başlamıştım sigaraya… Hayır bir türlü o eski sigaranın tadını bulamıyorum ne kadar çok sigara içsem… O son sigaranın tadına kavuşacağım diye, boşu boşuna yeniden sigaraya başlamışım.”
Bu gözlem bana çok önemli bir gerçeği özetliyor. Anılarımız, üstünden zaman geçtikten sonra, bıraktığımız yerden yeniden yaşayamıyoruz. Oysa, örneğin eski sevgileri, üstünden üç yıl, beş yıl geçtikten sonra, bıraktığımız, kopardığımız yerden başlayarak yeniden yaşayabileceğimizi sanırız ve o güzel sevgi anısının özlemi içinde yanar dururuz. Ama kavuşsak da o kişiye, sevgiliye onu bıraktığımız ve yıllarca özlemini çektiğimiz tadı artık bir daha bulamayız. Çünkü yaşamın organikliği bozulmuştur. Yaşamımızın o kopuk yerinden, aradaki boşluğu atlayarak, bu güne bağlayamayız. O anı artık içimizde salt doyumsuz bir özlem olarak kalacaktır, hiç kapanmayacak, hep işleyecek, kanayacak bir yara gibi…
*
Benim en büyük mutsuzluğum, seninle yalnızlığımdan kurtulacağımı sanışım oldu. Oysa, yalnızlığımı bile yitirdim.
*
Kendisine gülmeyi bilmeyen bir toplum, hastalıklı bir toplumdur.
*
Acılarıma sabırla, yakınmasız katlanmak zorundayım. Çünkü onları başkaları değil, ben yaratmıştım. Suçlu cezasını çekmek zorundadır! Hayat affetmez.
*
Niçin öğretmediler niçin, bize ağlamasını? Niçin ağlamak ayıptır, dediler? Niçin zehirleniyoruz içimizde kalan gözyaşlarımızla yoğrularak? 12 Temmuz 1968, Cuma
*
Bu akşam konuşup, dertleşmek istiyorum. Fakat kiminle konuşacağım? Bu hatıralar, bir bakıma da kendi kendimle konuşmalarım oluyor.
*
Niçin biraz alçak değilim, niçin biraz olsun namussuz değilim, niçin, niçin… Azı olmaz da ondan..
*
Yazar, yazamadığı yazıdan daha çok sorumludur.
*
Adı unutulmuş bir küçük ülkenin, adı duyulmamış en değersiz yazarı bile, kendi gücü içinde bütün dünyayı değiştirmek, yeniden yapmak çabası içinde değilse, yazık onun harcadığı mürekkebe, kağıda, yazık o yazıları okumak için okurların boşa giden zamanlarına…
*
Nasıl anlamıyorsun senin için yok olduğumu artık!.. Seni benim sandığımın ikinci yılında yoktum sana. Başlamış bulundum, dönemem artık!.. Başladıklarımın sorumluluğunu ömrümce taşıyorum.
*
Ebedi istirahatgah”ıma uzanmak özlemi var.
*
Korku, en beşeri duygudur. Benim iktidarlara başkaldırışımı görenlerden kimi beni korkusuz insan sandılar. Oysa ben korkarım. Ne var ki, bende, başkalarına yararlı olacaksa, doğru bildiğimi, inandığımı söylemek, açıklamak duygusu, korku duygusuna her zaman üstün gelmiştir. Korkarım, yine söylerim.
Korkmuyorum diyenler, ya başkalarına yalan söylüyorlar, ya kendilerine yalan söyleyip kendilerini kandırıyorlar yada bilmeyerek insan olmadıklarını söylüyorlar.
*
Dar yerden çıkanlar geniş yerlere sığmazlar.
*
Bu akşam yine konuşmak, dertleşmek istiyorum. Fakat kiminle konuşacağım? Bu hatıralar, bibakıma da kendi kendimle konuşmalarım oluyor. Yine elim tutuluncaya, parmaklarım kalemi tutamaz oluncaya kadar yazacağım. Son günlerde parmaklarım büsbütün isyankâr oldular.
*
Anadolu’yu otomobille, yaya, trenle, uçakla gezenler çok olmuştur. Ama benim gibi gezen var mı bilmem ki… Ben Anadolu’yu ellerimde kelepçe, süngülü ve tüfekli candarmalarla dolaştım bir uçtan bir uca…
*
Bütün yaşamımca, sevmek için, sevilmek için çalıştım. Ne sevebildim, ne sevilebildim..
*
Aşığım sana’ cümlesinin sonundaki ‘a’ harfi terk etti seni. O da üzülmüyor gittiğine, sen hâlâ ‘Aşığım san’ beni.
*
Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Ben Aziz Nesin’im…Değerimi anlamıyorsunuz.
*
Çocukluğumda dinlediğim masallardan birinden aklımda yalnız bir bölüm kaldı. O masalda dertli, üzgün, tedirgin bir adam vardı. Uyuşmazlık içindeydi. çevresindekilerle. Ama çevresiyle olan çatışmalarını gizli tutar, açığa vurmazdı. Her anlamda yalnız adamdı. Bir yoksul evde tek başına oturuyordu. İçini dökecek, kendini anlayacak bir dosta ihtiyacı vardı. Ama böyle bir dost bulamıyordu. Masalın bu yalnız adamı, balmumundan bir kadın vücudu yaptı. Adını da Mum Kız koydu. Yalnız adam Mum Kız’ın boynuna bağladığı ipi çektiği zaman, Mum Kız’ın başı evet hayır anlamına aşağı inip yukarı kalkıyordu. Masalın yalnız adamı, günün dış değişkenliğinden kurtulup kimsesiz evine girip kendi yalnızlığına kapanınca, Mum Kız’ı karşısına alır, oturur, ona içini dökerdi, anlatır anlatırdı. Kendi anlattıklarına Mum Kız’ın nasıl yanıt vermesini istiyorsa, boynundaki kurdelayı ona göre çekerdi. Sözlerine evet demesini istiyorsa, Mum Kız’a evet dedirtiyordu; hayır demesini istiyorsa kurdelayı ona göre çeker ve Mum Kız başını yukarı kaldırırdı. Her insanın hayalinde yarattığı bir mum insan var. (Kedi köpek sevgisi kimi insanda işte budur, insanın insanlardan kaçışıdır hayvan sevgisi…) Yalnızların hayalindeki mum dost, insanın bencilliğidir.
*
Eski karım bana “Beni, sevmiyor musun?” soruma, “Sen iyi adamsın” demişti ve beni sevmediği halde, sevdiği adamdan kötülük görüp yoksul, kimsesiz, korunaksız ve dayanıksız kalınca koşup bana sığınmıştı. İnsanlar borçlu olduklarını değil, alacaklı olduklarını, kendilerinden verdiklerini severler, bu yüzden insan, anasından, babasından çok, çocuklarını sever. Meral de 28 Nisan 1962 gecesi yatakta bana “Sen hep yalnız kalmaya, yalnızlığa mahkûm adamsın!” demişti. Nerde o günler (….), benim mutsuzluğum yalnızlığımı bile yitirmiş olmamda, yalnızlığım bile yok. 2 Nisan günü de “Var mı bir diyeceğin?” diye bağırmıştı. Yanıt: “Var tabii, ama şimdi değil…” Belki ona, onun gibi olan başkalarına, diyeceklerimi hiçbir zaman diyemeyeceğim, ömrüm buna elvermeyecek. Onlara iyilik yapmakla geçen ömrümde, onlara diyeceklerimi demek için bana zaman kalmayacak. Bir gün de şöyle demişti: – Sen ne kadar bencilsin… Kendini memnun etmek için başkalarına iyilik ediyorsun. Ah!.. Başkalarının memnun olmasından memnun olmak, başkalarını memnun ederek memnun olmak, işte insanlığın özü bu. 3 Şubat 1963
*
Mendilimin hangi cebimde, kibritimin, cıgaramın, dolma kalemimin hangi cebimde, gelen mektuplar dosyasının odamın neresinde, iğnelerin, eski jiletlerin, paketlerden çözülmüş sicim, ip yumaklarının masamın hangi gözünde, hangi kutunun içinde olduklarını ezbere bilmekten bıktım artık. Hangi işi ne zaman yapacağımı, kimlerle neyi nasıl konuşmam gerektiğini önceden düşünmekten bıktım artık. Başkalarını mutluluğa kavuşturacağım diye çalışıp didinmekten, sevdiklerim uğruna kendime sevimsiz olmaktan, sevgimi yitirmemek için hep vermekten, boyuna vermekten, kendimi vermekten bıktım artık. Durmamasıya kendi üstüme eğilmekten, gözümle gözümü görmeye çalışmaktan bıktım artık. Hiç durup dinlenmeden, bir yontu çamuru gibi kendi kendimi kendim yapmaktan, yapıp bozmaktan, bozup yapmaktan bıktım artık. “İşte bu ben’im!” diyememekten, ben olmayan başka biri olmaktan, sevdiklerim uğruna kendimi harcamaktan bıktım artık. Ama bütün bu bıktıklarımdan kurtulamayacağımı da biliyorum. Çünkü bu, bütün bıktıklarım ben’im, kendimim. Ben buyum.
*
Oysa yorgunum… Yanlışlarımla, yorgunluğumla, güçsüzlüğümle görünmek istiyorum. Bir yardım istiyorum, bir küçücük şımarmak istiyorum, bir kapris yapmak istiyorum, nazlanmak istiyorum… Amayok, dinç, diri, sapasağlam durmak zorundayım ki, üstüme atılıp beni parçalamasınlar. Bırakın beni kendime artık… 18 Aralık 1967
*
_ Beni özledin mi? diye soracak. Ama hiçbir zaman, _ Seni çok özledim! demeyecek. _ Beni seviyor musun? diye sorar. _ Seni seviyorum! demez. Hep ister. Ama istediği şeyi, kendisinin de vermesi gerektiğini hiç düşünmez. … Hiç vermeden hep al! Korkunç bencillik!
İnsanın iki yaşamı oluyor. Biri dışındaki yabancılaştığı, profesyonel olduğu, kanıksadığı bir iş yaşamı, biri de kendisinin amatör olduğu yaşam… İkincisi derim yaşamak. Derin sevmek… Acısını çekiyorum, tadına varıyorum, sevinciyle coşuyorum, coşkulanıyorum.
*
İşte şu anda şöyleyim: Şiire sığınıyorum. Benim şiirim, benim kendi yalnızlığımdan boşu boşuna kaçma çabalarımdır.
*
Yaşamak gerekli… Yaşamak, haksızlık yapanlardan intikam almak için güzel… Evet, utandırmak için… Ama bugüne değin, bunların içinde bir utananını görmedim.
*
Seni, annen kadar sevecek ve baban kadar merak edecek hiç kimse yoktur; o yüzden kimse bana aşk’tan bahsetmesin.
*
“Sen beni hiçbir zaman sevmedin…” demişti. Ben ona, “Sen hiçbir zaman kendini bana sevdirtmedin!..” diyememiştim. Ama “Sen beni hiçbir zaman sevmedin…” sözü büyük bir acıyla içime çöküp tortulandı. * Dün şöyle bir not yazmışım: “Bir günde üç öykü, bir günde bir köşeyazısı, bir roman tefrikası, bir öykü ve bikaç mektup yazdığım günler, şimdi nerdesiniz?” * Artık tek başıma içmekten korkmayacak denli yaşlandım. Ne akşamcı olmaktan, ne her akşam içmekten korkum var. İster kadında ister erkekte, yaşlılık insanda kimi korkulardan korkulmaya da yarıyor. Her akşam içsem ne olur ki. Hatta sürekli, uyuyup uyanıp içmeyi sürdürerek, azar azar sürekli içerek, uyanıp uyuyuncaya dek tatlı ve rahat içerek bütün günümü, günlerimi, zamanımı böyle geçirerek yaşamak bile istiyorum. Ama istemek başka yapmak başka. Nereye gideceğini bilmediğim taşıtlara atlayıp taşıtlardan taşıtlara geçerek de gezip dolaşmak isterim yıllardanberi, ama yapabilir miyim? Hayır. * Yaşamı üretmesindeki hız azalınca insan artık yaşlanıyor demektir. Tam yaşlılık, insanın artık yaşamı üretememesi, eskiden ürettiği yaşamın anılarına gömülmesidir. Yaşlılık belleğin geviş getirmesi oluyor. Bir anlamda yaşam, yaşlılıkta anı olabilecek gereçleri önceden üreterek toplayıp biriktirmektir. Küçük yaşam zenginliği, sonsuz anılar dünyası yaratacak kertede zamanında yaşam üretebilmiş olmaktır. * Sevmediğim, yüzünü görmek istemediğim, kendisinden korktuğum ama sözüne güvenilir birisi geleceğim diye söz vermiş de ben de her an onun gelmesini bekler durumda tedirgin bir insan olarak yaşıyorum. Yine gelmedi… Ama gelecek… Gelir elbet… Nerdeyse gelir.. Ölümü böyle bekliyorum. Sanki ölüm geldikten sonra da (öldükten) sonra da o gelecek olanı beklemeden yaşayacakmışım gibi.. Ölümü Beklemek. * Şimdi yaşlılığımda benimle arkadaşlık kurmuş sevgilim olmuş kadınları düşünüyorum: İyi, ÇCyi, Yyi, Yu’yu, Uş’u, Ügü, Gyi, Uz’u… Aynadaki çıplaklığıma bakıp onları düşündükçe bu güzel ve genç kadınlardan hakkım olmayandan çok şeyler istediğimi ve onların ne denli iyi ve cömert olduklarını anlıyorum. En iyisi bundan sonra sık sık aynaya bakmalıyım. Bundan sonra aynadaki kendimle yakın olmalıyım, arkadaş, dost olmalıyım; öyle ki aynadaki yansımamı görünce onu biyerlerden tanıyıp da kim olduğunu anımsayamadığım birisi sanmamalıyım. İşte bu ben’im demeliyim. Yani kendime yabancı olmamalıyım. Artık yaşlı olduğumu, yaşlılığın çirkinliğini, gün geçtikçe daha yaşlanıp çirkinleşeceğimi, salt söz olarak değil, bu gerçeğe inanarak bilmeliyim. Ve artık yaşıma göre davranmalıyım… Hayır, işte bunu yapamam. Yaşıma göre davranırsam asıl o zaman ben olamam, asıl o zaman başkası, kendime yabancı biri olurum. Ben yaşıma göre değil, yaşıma karşın kendime göre, kendim olarak yaşamaya yargılı ve yazgılı bir insanım. Yaşıma göre yaşamaya kalkarsam işte o zaman aynadaki yansımamı tanımadığım gibi, yine tanımadığım, kendime yabancı biri olurum. Yaşlıyım; ne yazık ki doğru, evet… Yaşlılık çirkinleştirmiş; ne yazık ki doğru, evet… Yaşlılıktan eski gücüm kalmamış; ne yazık ki doğru, evet… Öyleyse yaşıma ve yaşlılığıma göre davranmalıyım; iyi ki olanaksız, hayır, işte bunu yapamam. Ben kendimim. Gözüm görüp elim tuttukça, beynim durmadıkça kendim olarak çalışacağım, hasta olsam bile yüreğim durmadıkça kendim olarak sevip sevileceğim. Bunları yapamazsam asıl o zaman yaşlı bile kalamam, ölürüm. Ne şaşılası şey! Bu masaya başka bişey yazmak için oturmuştum, aynada yansımamı görünce bunları yazdım. İyi oldu, kendimi bikez daha tanımış oldum. Şimdi memnunum kendimden. Başımı kâğıttan kaldırıp önümdeki aynaya baktım. Aaa… Gülüyorum. Gençleşmişim, güzelleşmişim de.. * Mum Hala’dakiler ne tür yazılardır? Deneme mi? Tam değil. Günce mi? Pek değil. Anı mı? Hiç değil. Gelecekte (yarın, gelecek hafta yada ayda) yapılacak işler dizelgesi mi? Ama tam o da değil… Belki bunların hepsi. Belki de kendi kendimle konuşmalarım. Evet, daha çok kendimle konuşmalarımdır bu yazılar. Yollarda kendi kendilerine yüksek sesle konuşan insanlar görür, onlara deli diye bakarız. Kimileyin kararsız ve ikircimli konuşanlar, “Yüksek sesle düşünüyorum,” derler. Bunlara girebilir Mum Hala’daki yazılarım. Kendi kendimle konuşmalarımdır daha çok, ama sözlü değil de yazılı konuşmalar. Öyleyse Mum Hala’ya kendimle mektuplaşmalarım diyebilirim. İnsan kendi kendine mektup yazar mı? Yazar. Kimileyin insan iki kişi olup kendisiyle konuşur. * Vakıf, 1 Kasım 1987 Pazar, saat 11.05 Sevi nedir? Sevi insanın karşı cinsten kendisine çekici gelen biri karşısında kendi kendini büyülemesidir. İnsan kendini büyüleyince karşısındakini olduğu gibi, onun gerçekliğiyle değil, kendi görmek istediği gibi, gönlüne göre görmeye başlar. Sevgili bir bulut arkasında, bir tül altında, ay ışığında görünür. Herşeyi güzeldir, her davranışı, her sözü güzeldir. İnsan sevdiğinin kendini büyülediğini sanır; oysa insan kendi kendini büyüler. Bu büyü ve büyülenme nice uzun zaman sürerse sevi de sürer. Büyü bozulunca karşı cinsler birbirlerini, gönüllerinden geçirdikleri gibi değil, kendi oldukları gibi görürler. Tıpkı ay ışığı altında ayın yansıdığı çok güzel görünümlü suyun, güneş çıkınca pi bir su birikintisi olduğunun görülüp anlaşılması gibi. Sevi denile bu büyüyü elden geldiğince bozmamaya çalışmak, uzatmak gerekir. İnsan kendi kendini büyüler. Büyüyü bozan yine kendisi olabilir ama daha çok karşı cins olur. Büyüyü bozmak demek kendisini seven insanın üstüne örttüğü tülden sıyrılması, buluttan çıkması, ay ışığından gün ışığına geçmesi demektir. O zaman büyü bozulur ve işte o zaman büyülüyken bize güzel gelen aynı davranış, ayni söz, aynı tutum, aynı organlar bu kez çok çirkin gelmeye başlar. Birbirlerine büyülüyken evlenen çiftler evlendikten bir zaman sonra büyüleri bozulup da kendilerini gerçeklikleriyle görünce ayrılamazlarsa, ayrılma olanakları yoksa, türlü nedenlerle, örneğin çıkarlar yada çocuk gibi, ayrılmak ellerinde değilse, biyanın bozulan büyüsü öbür yanca bozulmamışsa, işte o evlilik bir cehennem azabı olarak sürer. Cehennem azabına çevirmemek için evliliği o eski seviyi yaratan duyguların yerine aklı koyarak evlilik sürdürülebilir. * Bir insanı tanımak iyi mi kötü mü diye düşünüyorum. Bunun düşünülmesi gereken bir sorun olduğunu ancak bu yaşımda anlayabildim. Şu sonuca vardım: Sevmek tanımaktır. Sevdiğim kadınları bir bir gözümün önünden geçirdim. Niçin o kadınları sonradan sevmez oldum? Çünkü onları zamanla yakından tanıdım. Elbet onlar da beni tanıdılar. Evliliklerin sonuna dek sürmemesinin, sürse de mutsuzca süregelmesinin ana nedeni bu: Eşler zamanla birbirlerini tanıyorlar. Bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeyerek kendimizi birbirimizden saklıyoruz. Zamanla o sakladığımız çirkin ve kötü yanlarımız ortaya çıkıp birbirimizi tanıyınca artık sevgi de kalmıyor. Örneğin ben onu bu denli yakından tanımasaydım yaşamımın sonuna dek sevecektim. Buyüzden sevdiğim kadını tanımaktan korkar oldum. * Ankara, 12 Eylül 1991, saat 2.33 İyice anladım: Nice seversem seveyim hiçbir sevgiliyle artık yaşamı üleşemeyeceğim. Olanaksız! Zamanı bellisiz bir insan oldum. Kimi gece sabaha kadar uyuyan, kimi gece erkenden uykusu gelip yatan, kimileyin geceyarısından sonra kalkıp çalışan, kimi gece, gece lambasını açıp saatlerce okuyan bir erkek… Hangi kadın dayanabilir böylesine başına buyruk yaşayan bir adama.. Ve ben böylesine izlencesiz, takvimsiz bir kadına, onu nice seversem seveyim sürekli dayanabilir miyim? Hayır! Bu ne demektir? Ben artık hiçbir sevgiliyle yaşamımı sürekli üleşemem. Ben yalnızlığa yargılıyım. Üstelik… Zamanımın geri kalanını da sevgilime veremem… Çalışan, hep çalışan bir adam! Salt kendi keyfine göre -ders teneffüsleri gibi- sevip sevişecek ve sevilmek isteyecek bir bencil! Bu bencillik o büyük, o boyutsuz özgeciliğin bencilliğidir. Belki şöyle anlatabilirim: “Ben” için, kendisi için bencillik değil, topluluklar, toplum, insanlar için bencillik! Bu başka bişey…
* Kasım 1991 Ölüm Yoklaması
Ölümün beni bu kaçıncı yoklaması? Ya yedi, ya sekiz.. Her sonraki yoklaması bir öncekinden şiddetli, korku verici ve uzun sürüyor. Korku veriyor, ne korkusu? Hele bu kez, uzun sürmüş olduğundan olacak, iyice ayrımsadım ki bu güzel dünyadan sonsuzcasına ayrılıyorum diye değil bu korkum… Korktuğum ve ilk aklıma gelen, yazmakla kendimi borçlu bildiğim pekçok oyun, roman, öykü, çocuk öykü ve romanları gibi daha pekçok yazı tasarılarımı yazamayacağımın korkusu… Evet, hele bu kez… Paris’te Montreau’da BI. Paul Vaillent Couturier üzerinde Modern Hotel’de 10 numaralı odadayım. Sabah saat 10. Yataktayım.. Gittim gidiyorum… Öldüm ölüyorum… Birden, “Yahu o dosyalar dolusu yazı notlarını kim yazacak? Yazık olacak onlara..” diye düşündüm ve arkasından o yürek ağrısı içinde kendi kendime güldüm. Ölüyorum, ölürken ne düşünüyorum… * Güzel anne adayı sevgili Uşkun’um. Sen artık öykülerimde ve şiirlerimde kaldın. * Aranmış olmak beni sevindirdi. Telefon ettim. Sesi gülüyordu. Bu sabah Aşkım Dinimdir kitabıma şu adamayı yazdım: “Sevgili Uzanbara, Sesindeki mutluluk tınısı beni sevindiriyor. Sesin hep gülsün dilerim.” * Geçmişten pişmanlık duymayanlara öyle şaşıyorum ki… Gerçekten ve içtenlikle pişmanlık duymuyorlar mı, yoksa herkesi kandırmak mı, yoksa kendilerini mi kandırmak istiyorlar? Ben geçmiş yaşamımda öyle çok yanlışlıklar yaptım ki ve öyle pişmanım ki… Ne var ki o yanlışlıklarımdan dersler aldım. Dersler aldım demek yeni yanlışlıklar yapmadım demek değil. Öyle ayrıntılı labirentleri var ki yaşamın, hangibir yanlışından ders alıp da yeni yanlışlıklar yapmayacaksın. Hep yanlışlar yapıyorum ve hep yaptığım yanlışlardan ders alıyorum ve üstelik yanlışlarımdan da yararlanıyorum. Yazılarımın büyük çoğunluğu yanlışlarımdan esinlenilerek yazılmıştır. Şimdi düşünüyorum da yanlışlarımın başkalarına da zararı olmuştur; ama ençok kendime zararım dokundu. * “Şiir Adam öbür dünyaya gider. Allah (sesiyle) yargılar: – Niçin kendini öldürdün, en büyük suçu işledin? – O koca dünyada öyle yapayalnızdım ki benden başka kimsem yok. Bir cellât bulamadım kendime başka. Kendi kendimi asmak zorunda kaldım. – Niçin asılman gerekiyordu?” Ne zaman bu notu yazdığımı anımsamıyorum. Ama bu not şiirden çok öykü olabilir. * Teşvikiye, 18 Ocak 1993 Olmayan Allahın, sonsuz gücüne inanıyorum, inanıyorum ve iman ediyorum, amenna ve saddakna* diyorum. Çünkü Allahın ne karısı vardır ne kocası, ne oğlu vardır ne kızı, ne babası vardır ne anası, ne vatanı vardır ne milleti.. Yalnız ve yapayalnızsındır, salt yalnızsındır. Bizim olamayacağımız denli salt yalnızlık. Böyle bir yapayalnızlığın sonsuz güç olmasında hiçbir olağanüstülük görmüyorum. Müslümanların Allahı kadir ve kahırdır; çünkü insanların aptallığına kızıyordur. Hıristiyanların Allahının ise sevecen olması çok doğaldır, çünkü onun bir annesi var, üstelik babası da yoktur yada yok olduğu sanılmaktadır. * Amenna ve saddakna: “İman ve tasdik ettik”.
*
Sevgili Metin Altıok masada tam karşımdaydı. O masada önceden tanıdığım tek kişi olarak salt onu unutmuyorum. İnsan, biraz sonrasını bile bilemiyor. Sevgili Metin Altıok’un, yirmi saat sonra Madımak Otelinde canlı canlı yakılacağını ama ölmeyeceğini, hastaneye kaldırılıp iki-üç gün daha acılar çekerek kıvrandıktan sonra, gericilerin 37. kurbanı olarak öleceğini nasıl bilebilirdim. Fizik yapısı ince, ruhsal yapısı da incelikli, şair denilince imgelenebilecek, hiç şair görmemiş bir insanın onu ilk gördüğünde “işte şair bu olmalı” diyebileceği bir insandı. İlk şiir kitabındanberi onun şiirlerini seviyordum. Hele Yerleşik Yabancı, Kendinin Evinde, Küçük Tragedyalar, Gezgin, hele hele İpek ve Kılabtan, Gerçeğin Özyakası kitapları… Gerçekler ve Desenler adlı kitabı için ona gönderdiğim mektupta, eski şiirlerini daha çok sevdiğimi yazmak kabalığını göstermiştim. Sivas’ta buluştuğumuzda bana o mektubu anımsattı, hem de hiç incinmiş görünmeden… Beni haklı bulmuş muydu? Bilmiyorum. * Cevat Geray, karısı. Beni kaçırmaya çalışıyorlar. Sanıyorum ki onlar, bu saldırının salt benim için yapıldığına içtenlikle inanıyorlar. Ben kaçıp gitsem kurtulacaklarını sanıyorlar. Böyle de düşünmekte haklılar. Çünkü, “Sivas Aziz Nesin’e mezar olacak,” diye bağırıyorlar. Ben de onlara, “Sizi bırakıp kaçamam,” diyorum. Bıraksam da bırakmasam da kaçamam. Ben olmasam kurtulacakları umudu var onlarda. Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâla içimde şöyle yada böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı var. Buyüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyorum. * Sanki ne diye bu dosyalar dolusu notları hep eski Türkçe (Arap harfleriyle) tuttum? Günün birinde gözlerimin böyle görmeyeceği hiç aklıma gelmemişti. Kitaplarımdan birinin adını GİDERAYAK koymalıyım. Belki son şiir kitabımı.. Giderayak Arap harfleriyle yazılır mı? Benden sonra bu notları hiçkimse okuyamayacak. Yazık!. Üstelik öyle bir eski harflerle (Arap harfleriyle) yazdım ki çok acele ve ayaküstü yazdığımdan benden başkasının okuması da çok güç… * 21 Mart 1995
Artık Sonra Kalmadı “Tembellerin çalışma günü yarındır.” Bu çok sevdiğim özdeyişi ilk duyduğumda kaç yaşımdaydım? Ya oniki ya onüç.. Bu özdeyişi bile bile gençlik günlerimde, yapılması, hatta hemen yapılması gereken işlerimi sonra yaparım avuntusuyla ertelediğim çok olmuştur ki sonraya ertelediğim bu işlerimin çoğunu, nice sonralar sonrası hiç yapamamışımdır. Yaşamımdaki en büyük pişmanlıklarım, ille de yapılması gereken işlerimi -ki daha çok bunlar yazmam gereken yazılarımdır-nasıl olsa sonra yaparım diye belirsiz bir sonraya ertelemiş olmamdır.
Yirmi-otuz yaşlarımda bir gençken nasıl olsa sonra yaparım diye belirsiz bir sonraya ertelediğim işlerim çok oluyordu. O gençlik yaşlarımdaki bu sonraya ertelemelerimi şimdi doğru bile buluyorum. O yaşlarımdayken benim önümde o denli çok sonralar vardı ki sayısız sonralar… Ama şimdi seksen yaşımdayım. Bu yaşta olmanın, yaşlılığın en acı dramı sonraların tükenmekte oluşu ve çok azalmış olmasıdır. Sonralar nerdeyse bitti bitiyor.
Şimdi yazdığım bu konu 21 Mart 1995 günü öğle sonraları uykumdan uyandığımda, yataktan (kanepeden) dahaca kalkmadan aklıma geldi. Önce bu tükenmiş sonralar konusunu şiir olarak yazmayı tasarladım. Yattığım yerde tasarımı geliştirdim. Sonra gençliğimde olduğu gibi, “Sonra yazarım,” diye içimden geçirdim. Birden aklım başıma geldi. “Hangi sonra?” diye kendi kendime sordum. Hangi sonra? Bundan sonra artık sonra mi kaldı? Bütün sonra tükendi tükenecek. Hadi, kalk da yaz! Sonralar büsbütün tükenmeden… Yine de bu sonra konusunu belki şiirleştiririm. Ne zaman? Ne zaman mı? Sonra… * Nesin Vakfı, 11 Nisan 1995
Devlet gücüne, para gücüne, makam ve mevki gücüne dayanarak sizi korkutmak, sindirmek, yıldırmak isteyenleri siz doğrulukla, akılcılıkla, sağduyuyla, mantıkla gerçekten korkutacaksınız. Bu alçaklar korkudan tir tir titreyecekler. * 24 Aralık 1974 Salı, saat 15 30
Yaşamın öyle bir çizgisine geldim ki, mutlu olmak benim için gittikçe daha zorlaşıyor. Üstelik, mutlu olmayı ençok gereksindiğim bir yaşta böyleyim. Herşeyi demeyeyim ama, çok şeyi görüp anlamak, karşımızdakinin neyi, niçin yaptığını, neden, nasıl davrandığını bilmek, görünenin altında gizli olan görünmeyeni görmek, mutlu olmamı engelliyor. Gözlerim, göz olmanın üstünde bir röntgen aygıtı gibi, hem kendi ruhumun, hem karşımdakilerin (başkalarının) ruhlarının üçüncü boyutlarını oluşturan çıkarları, bencillikleri, hayınlıkları görüyor. Oysa mutluluk -hiç de bilisizlik, aptallık değil– saflıktır. 60 yaşımın ikinci günü, çocuk gözleriyle, çocuk ağzıyla, Çocuk yanaklarıyla gülmek, sevmek, sevinmek istiyorum, buna gereksiniyorum. Ne yazık ki olanaksız artık!.. Mutlu olmak için kazandıklarım, mutluluğumu önlüyor. Bu düşünceleri ilk ben söylemiyorum elbet. Ama ilk söyleneni söylemeyelim deseydik, ağzımızı hiç açmamamız gerekirdi.
Gözlerim neleri görüyor? Ortada görünenleri mi?.. Hayır, görünenlerden, ortada olanlardan daha çok, gizlenenleri, saklananları; altta, derinde, çok derinlerde olanları görüyorum. Gizlenenler de güzel şeyler değildir. İnsan, güzel olan şeylerini ortaya koymak, göstermek ister. Oysa gözlerim bir burgu, insanların ruhlarının gizli derinliklerine iniyor. Ne korkunç bir tedirginlik bu… Bir sözden, bir sözcükten, bir duruş, bir davranış, bir susuştan, karşımdaki insanın labirentlerinde. mağaralarının karanlığında, bodrumlarının rutubetlerinde çürümüş, gizlenmiş yanını görmek!..
*
7 Temmuz 1974 Pazar
Mutlu olmak için boşu boşuna çırpındığımı, birdenbire değil, yavaş yavaş anladım. Bu güzelim gerçeği anlamam kolay da olmadı, çabuk da. Elli yaşımı buldum bu güzelim gerçeği bulana dek… Elli yaşımdan bu yana, dokuz yıldır – yine herzamanki gibi mutlu değilim ama- dinginim, rahatım. Çünkü bu dokuz yıldır ille mutlu olacağım diye artık çırpınmıyorum, çırpınmaktan vazgeçtim. Bütün insanların mutlu olmaları elbette olanaksız. İnsanların pek, pekazı mutlu olabiliyor yada mutlu olduğunu sanıyor yada zaman zaman mutluluğa kapılıyor. Öte yandan büyük çoğunluk mutsuz. Ben, mutsuzlardan olduğumu anlayınca, mutlu olmak tutkusundan da kurtuldum. Aman ne erinçlik duydum böyle olunca. Eskiden ille de mutlu olmamın gerektiğini sanıyor, bunun için uğraşıp, çırpınıp duruyordum. Oysa mutlu olmak; askerlik görevi, savaşta yurt savunması, alınan borcu ödemek gibi bir “mecburi hizmet”, ille de yerine getirilmesi gereken bir eylem, bir işlev değildir. İlle de mutlu olmam gerekmez. Ben mutsuzum… Oldum olasıya mutsuzum ama, dokuz yıldanberi mutsuzluğa razı olarak mutsuz olduğumdan erinçlik duydum. İnsanlar mutlu olmaya hiç de mecbur olmadıklarını benim gibi anlasalar, ne erinç[li] olacaklar.
* 4 Ocak 1973 Ancak yaşlandıktan sonra yaşamın iki güzelliğinin bilincine vardım: Biri kırk yaşımdan sonra dünyayı renkli olarak görmek, öbürü elli yaşımdan sonra ânı (çerçeveli olarak, donmuş olarak, geçmişe geleceğe bağlanmadan) yaşamak! Ama o denli az ki, zor ki ânı yaşayışlarımız. * Sizin öykülerinizi de bir günümű verip dikkatle okudum.
Beni bir ağabeyiniz bilerek sözlerime darılmamanızı dilerim. Yazık ki öyküleriniz için başarılıdır diyemeyeceğim. Oysa bunu söylemeyi çok isterdim. Bu öykülerle, katıldığınız yarışmayı kazanabileceğinizi hiç ummuyorum.
Bu sözlerim sizi düş kırıklığına uğratmasın. İlle de öykü yazmak istiyorsanız size öğütlerim şunlar olacaktır:
Tıpkı konuştuğunuz gibi, hiç kendinizi zorlamadan, rahatlıkla döndürüp dolandırıp, evirip çevirip söylemeyin. Uzun tümceler ille de daha güzel, daha değerli olmaz. Anlamını iyi bilmediğiniz yada bildiğinizi sanıp da bilginizi sınamadığınız sözcükleri, kavramları, deyimleri kullanmayın. İlle de büyük sözler, yüksek düşünceler söylemek zorunda değilsiniz. Çok yalın söylenmiş sözlerde de büyük ve derin düşünceler bulunabilir. Rahat yazın, zorlamayın ve çok iyi bildiğiniz şeyleri yazın. Çetrefil yazmayın. Gereksiz yerlerde gereksiz noktalama işaretleri yazınızı değerlendirmez, tersine, acemiliğinizi ortaya koyar. Ayraç içinde ünlem işareti yada yan yana üç ünlem işareti yazınızı daha çok anlamlaştırmaz. Öykülerinizde okurlarınıza ille de bişey öğretmeye kalkmayın; bilgiçlik taslamak okuru yazıdan soğutur. Öykülerinizde gerçekten öğrenilecek bişey varsa okurlar bunu kendiliğinden öğrenirler.
* Max Frisch’in Stiller’inden, 26 Nisan 1970 Pazar
Şimdi söylediği her söz, yaptığı her hareket yanlıştı, masadan kalkıp mutfağa giderken kirli bir tabağı götürmeyince onu azarlıyor, biraz anlayışlı olsaydı, ondan biraz bir şey öğrenseydi harcadığı enerjinin yarısını harcayabileceğini inatla söyleyip duruyordu.” ..
Bunaltılı dönemindeki bir evli çifti hiç kimse ziyaret etmek istemez; bunaltıya ilişkin bir şey bilmeseniz bile bunaltı havadadır ve konuk bir mütarekede hazır bulunduğunu, kendinin bir amaç için biraz sömürülüp kullanıldığını sezinler; konuşmalar tehlikeli bir hal alır, şakalar ansızın biraz çok sert kaçmaya, bir zehir etkisi yapmaya başlar, konuk ev sahiplerinin sırlarını açıklamaya pek hevesli olduklarını fark eder; bunalım dönemindeki bir evli çifti ziyaret bir mayın tarlası kadar neşe vericidir, hiçbir şey patlamasa bile her şey sıcak bir kendi kendini denetleme kokar.”
* 23 Ağustos 1959
İnsanlar, ilk evliliklerinde kendileridir, oldukları gibidir, herneyse, herkimse odurlar. İlk evliliklerdeki geçimsizlikler de buyüzden çıkar. İkinci evliliklerinde kişiliklerinden, olduklarından, kendilerinden indirim yaparlar. Bir erkek, ikinci kez evlenmiş, karısının da ilk evliliğiyse, bu kadın, kocasının kendisinden, kendi oluşundan, kişiliğinden nasıl indirim yaptığını bilmez, bilemez. Buyüzden ikinci evlilikler uyumlu sanılır. Gerçekte bu uyum değil, ikinci evliliğini yapanın kendinden indirimidir.
Üçüncü evlilikte indirim daha da artar. Her yeni evlilikte indirim arta arta, kişilik hiçe iner.
Uzun süren birinci evliliklerde, bu indirimler eş değiştirilmeden yapılmış demektir. Kişilikten indirim bir insanı hiçe indirir. Gerçekte o insan, olduğu gibi, yani kendisi olan insan değildir.
Bir erkek, kişiliğinden indirim yaparak ikinci evliliğinde mutluluğa kavuşmuşsa, bu, yapma bir mutluluktur. Kendinden bu indirimi ilk evliliğinde yapmış olsaydı, çok daha mutlu olurdu.
İlk kocaya varan bir kadın, kocasının ikinci evliliğiyse, karşısında gördüğü adamı, o adamın kendisi sanır. Oysa o erkek, gerçekte olduğunun yüzde kırk, yüzde elli indirimlisidir, kendisi değildir. Birinci evlenmeden elde edilen deneyle, kendinden, oluşundan, kişiliğinden fedakârlık etmektedir. Çok pahalıya satın alınmış yapma bir mutluluktur.