I Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;Aşındırarak bütün güzel duyguları.Bir yarım umuttur elimizde kalan,Göğüslemek için karanlık yarınları.Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,Damağımda kösnüyle gezinirken;Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,Dışarda rüzgar acıyla inilderken.Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,Seninle bir döşekte …
‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin. Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’ İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, …
İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağGibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdiSeyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlarBir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzündeHerkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariçHiçbir …
kendimden başkakimseye kızmıyorumkendime yakıştırmadığım her davranışher sözkalbimiiçinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyoryaşamaktansınıfta kaldımoysasınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim ölüm hak, ecel gerçekancak merhametsizlikten deölüyor insanlar omuzlarımda dağlaravuçlarımda ardıç kuşutaşıyorumve kalbimde umudum Allah’ım…her hatamdan sonra merhametinleyeniden …
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun. Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce …
Ud, felaketlerdeki yoldaşım İç çekişlerimin kusursuz şahidi Tüm haykırışlarımın sadık kâtibi Ah ne çok kederlendin benimle Acılı gözyaşlarım seni öyle çaresiz bıraktı Hoşa gidecek seslerin peşinden koşar oldun Ama bulduklarını da birer ağıda çevirdin hünerle İşte şu eski dost, acılar, yeniden çalar oldu Eğer farklı bir ezgi çalmanı istersem Yayların gevşeyecek bir bir ve ben sersem Oysa görüyorum çektiğim bütün ahları Hüzünlü veryansınlarımın keyfine bırak beni Acının içindeki keyfe mecbur et beni Böyle tatlı bir keder tatlı bir sonu hak eder
İlim yolunda karşılaşılan güçlüklere bir örnek verilse, muhtemelen Prof. Dr. Hüsamettin Arslan verilir. Doktoraya başlayanların bazı hikâyelerini okumuştuk. Karşılaştıkları güçlüklerin her bir safhası sizi hayrete düşürüyor.
Hüsamettin Arslan, farklı bir kişilikti. Nevi şahsına münhasır, diyebiliriz. “İtirazî” hüviyeti ve kendisince dosdoğru gördüğü prensipleri onu köşeleştiriyordu.
Yahya Kemal‘in “Acıların Tadı” yazısını okudunuz mu? Hangi kitabına alındığına bakmadım ama ben Dergâh‘ta çıkan yazıyı okumuştum. Yahya Kemal daha girişinde der ki:
“Siyah kitabı okuduktan sonra, zehir gibi acı bir ilâcı içmiş kadar ürperdim; bu ilâcı bütün acılığıyla bir an kalbim tadıyor, lâkin zâikam reddediyordu. Bu kitaptaki havanın hayali içinde bile uzun bir zaman nefes alamayacağımı anlıyorum, daha sakin bir göğe, daha tatlı bir rüzgâra, daha gözü okşar manzaralara ihtiyacım var; maamafih en temiz yürekli insanlar bile, zannederim, bu kadarcık hodgâmdırlar.” (“Acıların Tadı”, Dergâh, S. 4, 1 Haziran 1921.)
Hüsamettin‘in kitabı yazılsaydı, sonu istediği gibi bittiği için bütün acıların tat verdiğini okuyacaktık.
Hüsamettin Arslan, önce İstanbul’da Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Ardından Hacettepe Üniversitesi’nde lisansını tamamladı. “İlim ve kültür merkezi” İstanbul’a geldi. Ben de aynı düşünceyle ondan önce gelmiştim. Ve ikimiz de İ. Ü. Edebiyat Fakültesi’nin koridorlarını adımlıyorduk. Ben Edebiyat koridorunu, o Sosyoloji koridorunu. 12 Eylül’e ramak kalmıştı ve her ikimiz de büyük bir hengameden çıkmıştık. O kadar söyleyeyim! Karmaşık bir hayattan ilme yönelmek!.. Öyle kolay değil.
Hüsamettin‘le başlangıçta Beyazıt ve Laleli arasında bir aradaydık ve sanırım, en çok Fakültenin karşısındaki Koska Çay Ocağı’nda. Bir ara aynı gazetede. Sonra koptuk. Rastlaştıkça konuşurduk. Çoklukla konferanslarda karşılaşırdık.
Cemil Meriç neredeyse HüsamettinArslan orada idi. Zaten kızı Sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç‘in yanında akademik hayata adımını atmıştı. Konferanslarını hiç kaçırmazdı. Yüz yüze de görüşürdü. Konferanslarında sorular sorar, kitaplarından alıntıları ezbere yapar ve “Şu kitabınızın şu sayfaları arasında…” diyerek dipnotunu da düşerdi! Belki Cemil Meriç‘i en iyi tanıyan o idi.
Onunla bir mülâkat yapmıştı. Mülâkat 1986 tarihli. Cemil Meriç‘i 1987’de kaybettik. Son mülâkat, herhâlde, Hüsamettin Arslan‘ındır. Bu mülâkata, “Cemil Meriç’i anlama kılavuzu” diyebiliriz. Türkiye Yazarlar Birliği’nin yayını Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1986 kitabı içinde yer alan bu uzun mülâkatı ben de “Mülâkat”a örnek olarak “Edebiyatımızda Terimler” kitabımda vermiştim.
Hüsamettin‘le sonra, temel değerlerimiz aynı olmakla beraber, “çizgilerimiz” farklılaştı. Yıllar var ki karşılaşmadık. Amansız bir hastalığa yakalanmış ve kısa sürede, Beşir Ayvazoğlu‘nun dediği gibi, âdeta ayakta son yolculuğuna çıkmış.
Hüsamettin Arslan‘ın doktora tezi “Epistemik Cemaat”. Bildiğimiz adlandırma değil cemaat… Gökalp‘in kitaplarında ve makalelerinde ele aldığı “cemaat” olarak düşünebiliriz.
Prof. Dr. Hüsamettin Arslan, Türk sosyolojisine bir çentik atarak bu dünyadan göçtü. Allah rahmet eylesin.
Arslan Tekin
HÜSAMETTİN ARSLAN’IN CEMİL MERİÇ’LE MÜLÂKATI
Hüsamettin Arslan: Üstadım, izninizle, sorularıma, hayat konusundaki görüşlerinizi alarak başlamak istiyorum. Şimdi hatırlayamadığım bir yerde “hayat” der Levi Strauss, “bir bunalımlar serisidir”. Onu, yani hayatı, Allah katında bir imtihan olarak niteleyenler de var, tabiî ayıklama kanunuyla açıklayanlar da. Sizce nedir hayatın anlamı?
Cemil Meriç: Hugo’nun bir sözünü not etmiştim. “Hayat mezarların çözdüğü dolaşık bir yumaktır” diyordu. Buna mukabil şöyle söyler Neyzen Tevfik: “Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü/ Yaratan………. bilir ancak onun iç yüzünü/ Bir delikten çıkarak bir deliğe girmekteyiz/ Önü zulmet, sonu zulmet……………mişim gündüzünü.” Bu sözlerin hiçbiri mutlak olarak ele alınmamalı elbette. Hayyam, “Efsane söylediler uykuya daldılar” diyor. Hepimizin söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu, suale sualle cevap vermek. Bu suale cevap verilmez. Zor sualler bunlar. Münker Nekir sualleri gibi. Bir şairde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü… İlham var. Sokrat, bütün düşüncelerinin demon’dan geldiğini söyler. “Benim bir demon’um var, beni o konuşturuyor” derdi. Herkesin bir demon’u var. Yukarıdaki mısraları böyle anlamalıyız. Belli anlarda doğar şairin içine bunlar, bazen bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı. İnsan aydınlandığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde daha koyu bir karanlığın içinde kalır insan.
H. Arslan: Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Ölümün sizdeki tedaileri nedir? Benim aklıma Camus geliyor. O, “Bu dünyada her şeyden ölüm akıyor; duvarlardan, gazetelerden ve insanların yüzlerinden” diyordu Başkaldıran İnsan adlı kitabında. İslâmiyet, “ölüm, insanın canını Rabbine emanet etmesidir” diyor.
Cemil Meriç: Ölüm, ister istemez karşılaşacağımız bir sual işareti! Ziya Paşa’nın dediği gibi “Halledemedi bu lügazın sırrını kimse / Bin kafile geçti ulemâdan füzelâdan.”
H. Arslan: Ölümden korkar mısınız?
Cemil Meriç: Aksini söyleyemem. Somutlaştırarak anlatmak mümkün değil. Mahiyeti meçhul bir korku. Aslında bu sorular, benim bütün hayatım boyunca kendime sorduğum sorular. Hiçbir zaman cevap veremedim. Kimse verememiş.
H. Arslan: Ebediyet neden sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı olsun? “Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı.” (Bu Ülke, sf. 182) diyorsunuz. İnanmıyor musunuz ebediyete?
Cemil Meriç: Ebediyet diye bir şey yok yer yüzünde. Burada şöhret söz konusu. Bütün şöhretler yalandır! Ebediyeti şöhret mânasına kullanıyorum. Napolyon mu, Marks mı?
H. Arslan: Kültürler, genellikle içlerinde yaşadıkları insanların bunalımlarını çözen kurumlar yaratmışlar. Gazalî böyle bir meseleyle karşılaştığında tekkeye koşar; oysa Gökalp bunalımlarını çözmek için intihara başvurur. Mesele bir tercih meselesi. İnsanın fikrî ölçülerini değiştirmesi bence bu. Gökalp, Durkheim’i, yani modern düşünceyi tercih etti. Ben, sizin de aynı tercih problemiyle zaman zaman karşı karşıya olabileceğinizi düşünüyorum. Bu konuda bizi biraz aydınlatır mısınız? Aklıma gelmişken söyleyeyim, meselenin çağrışımları beni Tanpınar’a götürüyor. Ölmeden on beş gün önce günlüğünde şu soruyu soruyor kendisine: “Tanrı’ya inanıyor muyum? Evet…”
Cemil Meriç: Ziya Gökalp, Gazalî değildir. Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkânlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakal’ın Kırkıncı Odası’nı açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim, ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp’la Gazalî arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp, batının sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa’nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa’ya ve İttihat Terakki’ye meselâ. Tarihin şımarttığı bir adamdı.
Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni dâussılâ gibi takip etmiştir. Şimdiyse intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam’ın dediği gibi bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. Tanpınar bahtiyar bir adamdı. Bu soruya cevap vermiş. İnanıyorum da inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tanrı olmazsa hayat bir curcuna oluyor. İntihar tam bir hal çaresi oluyor o zaman. Camus’nün yaptığı da bu. Sisyphos Efsanesi‘nde söylediği gibi, ya inanacaksın, ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hâl çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır bilinmez. Tanpınar benden aydınlık görüyor ve “Evet” diyor. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim.
H. Arslan: Cemil Meriç külliyatında el atılmayan düşünce devi yok gibi. İbn Haldun’la Marks; Cevdet Paşa’yla Weber; Cemalettin Efgani ile Ali Şeriati iç içe bu külliyatta. Yani idealizmle materyalizm, laiklikle din, doğu ile batı. Bence zorlu ve çetin bir yürüyüş bu. Eklektik bir düşünür; kendini parçalanmış, çatlamış aynalarda seyreden ve bunun verdiği acıyla kıvranan bir aydın diyebilir miyiz sizin için? Arkasından söz konusu parçalanışınız ülkemizle ilgili yanları sökün ediyor. “Benim trajedim şu bir kaç satırda; sevebileceklerim (yani sosyalistler) dilsiz, dilimi konuşanlarla (yani sağcılarla) konuşacak lakırdım yok” –parantez içleri soruyu soranın- “Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor.” Nasıl oluyor da hem Büyük Doğu kadrosundan hem de Yön kadrosundan olabiliyorsunuz? Neden buna mecbur hissediyorsunuz kendinizi?
Cemil Meriç: Bu kelimeleri tarif etmeden kullanmak hata. Ben Türkiye’de gerçekten sosyalist olabileceğini sanmıyorum. Bir parça eklektiğim. Her aydın bir parça eklektik olmak zorundadır. İnsan bütündür. Evet derseniz biter. Halbuki aydın olmak başka şey. Aydın olmanın insana yüklediği büyük sorumluluklar var. Bu sorumluluğun idraki başka, uygulama imkânı başka. Belki ben aydın olmanın sorumluluğunu idrak ediyorum ama icaplarına ne kadar uyuyorum bilemem.
İnsan çok meçhullü bir problemdir. Mesela dilimle Büyük Doğu’ya mensubum. İnançlarım bir kısmıyla da öyle. Yön de bir tarafım benim.
H. Arslan: Yön’le paylaştıklarınız?
Cemil Meriç: Önce pozitivizmim. Akla fazla önem verişim. Meselâ Rıza Tevfik, Tevfik Fikret zaman zaman bir anlamda Yön’cüdürler. Bu problemde o kadar meçhul var ki… İnsanla ilgili hiçbir problem basit değil. Mesela Necip Fazıl’ı severim, ama Doğan Avcıoğlu’nu sevmem.
H. Arslan: Geçmişte sosyalist olmanızla Yön arasında bir bağ kurulabilir mi?
Cemil Meriç:Ben hiçbir zaman sosyalist olmadım. Bilhassa materyalist hiç olmadım.
H. Arslan: “Kimim ben?” diye soruyorsunuz günlüğünüzde kendinize ve insanı kanser edecek ağırlıktaki bu soruyu şöyle cevaplandırıyorsunuz: “Hayatını Türk irfanına adayan münzevî ve mütecessis bir fikir işçisi”. Sene 1974. Türkiye gibi Ortadoğu’nun göbeğindeki bir ülkede, bu yamalı bohçada bir düşünür için yukarıdaki cevabınız yeterli mi? Kimsiniz siz? Kimlik söz konusu olduğunda sorulacak bütün sorulara cevap verebilecek bir düşünür mü, yoksa arafta bir yalnız mı?
Cemil Meriç: Arafta bir yalnızım.
H. Arslan:Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızdaki müthiş makalenizi, Ruşen Eşref’in “Diyorlar ki” adlı kitabını esas alarak yazdığınız “Diyorlar ki” başlığını taşıyan yazınızı düşünüyorum. Elimden gelse herkese okurdum bu yazıyı. Benim çağdaşlarım Gökalp’ın bir Delf kâhinine benzediğini sizden öğrendiler. Peki ama hocam, orada sözünü ettiğiniz Türk aydınlarıyla sizin aranızdaki fark nedir? Bu ülkede Peygamberden “Muhammed” diye söz etmiyor musunuz? Bir batılının konuşma veya yazma biçimi bu. Hemen arkasından, İslâmiyetle ilgili olarak yazdığınız hepsi birer manifesto niteliğindeki yazılarınız geliyor aklıma. Çelişki bu.
Cemil Meriç: Benim Peygamberin şahsına saygım çok büyük. O kadar büyük ki… Muhammed isminin önüne bir sıfat eklemek saygısızlıktır. Böyle düşünmüşümdür hep. “Hazret” herkes için kullanılabilir. Bu kadar fani sıfatların O’nu vasıflandıracağına kani değilim.
H. Arslan: Büchner’in “Madde ve Kuvvet” adlı kitabının düşünce dünyanızı, bir anlamda kişiliğinizi en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylüyorsunuz. İslâmiyet’in size açıklamadığı şey neydi de bu kitaba dört elle sarıldınız? Kaderiniz bence, kimlik bunalımlarını okudukları kitaplarda çözümleyen binlerce insanın -sağcı, solcu, idealist veya materyalist olmaları bir şey değiştirmez- kaderleriyle aynileşiyor. Okumakla olmak neden aynileşsin? Bir düşünceyi öğrenmek aynı zamanda bir yaşama biçimini öğrenmektir. Doğru. Ancak, o yaşama biçimini icra etmek değil. Pratik hayatta kendilerini yaşayabilmek imkânını sağlamıyor bize okuduklarımız.
Cemil Meriç: Biraz fazla altını çizmişim “Madde ve Kuvvet”in. Sözün gelişi öyle yazmışım. Onsekiz yaşında bir insanı çarpar elbette. Bütün hayatımı etkileyen bir tesiri olmamıştır. Belli bir çağda etkilemiştir beni. Hayatıma şâmil değildir. Bülûğ çağında, ilk defa rastlanan güzel bir kadının insan üzerindeki etkisi bu. Ama babam için aynı şeyi söyleyemem. Babama okuttum, ruh dünyasında kötü akisler yaptı. Babam hacıydı ve mûtekid bir insandı. Üzerinde resim var diye eve gelen kibritlerin resimli kapaklarını yırtardı. Onun üzerinde tesirli oldu bu kitap, benim üzerimde değil. Evladım, kelimeler hiçbir şey ifade etmiyor, görüyorsunuz, yani hem, yalan hem doğru bunlar.
H. Arslan: Günlüğünüzde yazdıklarınızla kitaplarınızda yer alan düşünceleriniz arasında çelişkiler var. Russel, “Bir düşünce sistemi” der, “Eğer yüzde yüz tutarlıysa, o düşünce sistemi toptan tutarsızdır ya da ilmî değildir.” Bu tespit “Batı Felsefesi Tarihi”ndeydi. Sanırım. Çelişkileriniz son tahlilde normal olarak da kabul edilebilir. Kitaplarınızdan birinde, “Yobaza düşmanlık tarihe düşmanlık. Yobaz en güzel taraflarımızla biziz, biz” diyorsunuz. Eserlerinizde bu türden yüzlerce ifade gösterebilirim. Oysa günlüğünüzde, “Solun kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil, yanına itti” şeklinde beyanlarınız var. Gericilik nedir, sağ nedir, Yeni Devir gazetesi hangi çizgidedir? Müslümanlık nedir ki böyle söylüyorsunuz?
Cemil Meriç:Yeni Devir pek ciddî bir intiba bırakmamıştır üzerimde. Mesela, Cumhuriyet‘te yazmayı tercih ederdim. Gerici benim. Sağ’a antipatim yok. Sağ mezarlık bekçisi. Eskinin devamını ister sağ. Halbuki hayatın kendisi daima yeniye müteveccihtir.
H. Arslan: Marksizme yaklaşımınız oldukça farklı, sizce yalnızca bir düşünme biçimi. Ortodoks marksizme ateş püskürüyor yazılarınız. Ordodoks olmayan marksist düşünürler ise daima tam not alıyor sizden; Rodinson, Schumpeter ve diğerleri… Ancak, yine de marksist düşünceyle birçok şeyi paylaşıyorsunuz. Bunların başında düşünür biçiminiz var bence. Genç Cemil Meriç’ten olgun Cemil Meriç’e uzanan çizgide değişmeden kalan tek unsur düşünme biçiminiz, yani diyalektik yöntem. Bilgi problemine bakış açınız marksizmden izler taşıyor. Meraklı okuyucular, Mağaradakiler adlı kitabınızın 391., Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızın 231-261. sayfalarına bakabilirler. Ayrıca, Kırkambar adlı eserinizde, Proudhon’u yazarken yaşadığınız iç hazzı geliyor aklıma. Düşünürken ve yazarken, “Önce eylem vardı” diyorsunuz diğer sosyalistler gibi. Önce eylem vardı; yani hayat vardı, maddî gerçeklik vardı. Bilginin kaynağının materyalist açıklaması bu. Modern bilimin bu ilkeye dayandığını kabul ediyorum. Doğru, bilimin nesnesi, araştırma nesnesi maddedir. Ama bu düşünme biçimi, İslâmiyet, evet, kitaplarınızda sıkça, vurguladığınız İslâmiyet söz konusu olduğunda çelişkilerden birini doğuruyor. Tehlikeli bu, İslâmiyet açısından. Tehlikeli, çünkü vahyi dışarıda bırakıyor. Bir şey daha var: Umrandan Uygarlığa‘da (sf. 366. dip not), Marks’ı Şerif Mardin’e karşı savunabiliyorsunuz.
Cemil Meriç: Hayır, bende değişmeden kalan diyalektik değildir; insan düşüncesine saygıdır. Ben insan düşüncesini İbn Haldun gibi ikiye ayırıyorum: İnşa ve haber. Haber’e olduğu gibi inanılır. İnşa ise yorum demektir ve tartışmaya açıktır. Marks da İbn Haldun ve Farabî gibi büyük düşünce adamlarından biridir. İmtiyazlı bir mevkii yoktur. O da bir insandır ve hataları vardır. Düşünen bir adamdır. Bilhassa polemik içinde ve düşmanlarıyla savaşarak düşünen bir adamdır. Düşünen hiçbir insan tarafsız olamaz. Marks’ın da hataları vardır. Proudhon’u, Saint-Simon’u Marks’tan daha çok severim. Sert, dövüşken, haşin bir adamdır Marks, Musevî asıllıdır ve bunun düşüncelerine büyük etkisi vardır.
H. Arslan:“Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları, ihtiyar nazeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğru söylüyor galiba: Dilin görevi hakikati gizlemektir.” (Bu Ülke, sf: 197) Sizin otobiyografiniz için de geçerli mi aynı şey?
Cemil Meriç: Benimki için geçerli değil. Çünkü hiçbir siyasî hareket içinde bulunmadım. Ailem ve çocuklarım için de öyle. İlmî namusumu az çok muhafaza etmişimdir. Talleyrand bir politikacıydı. Tarihin en namussuz, en zeki adamlarından biridir. Talleyrand yükselmek istiyordu. Politikanın dili gizliliktir. Benim yükselmek gibi bir amacım olmadı.
H. Arslan: Mülkiyet karşısındaki tavrınız nedir? Daha önceki bir konuşmanızda, “Ben Müslüman sosyalistim” demiştiniz. Bu sözünüz bana gençliğinizin Tarık Mümtaz’ını hatırlatıyor. Onun, İslamî Sosyalizme Doğru adlı bir risalesini okuduğunuzu belirtiyorsunuz. (Bu Ülke, Beşinci baskı, sf: 29.) Müslüman sosyalizmi pek itibar görmüyor bugün Türkiye’de.
Cemil Meriç:Sosyalizm Türkiye’de yaşamak için İslâmî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır. İslâmiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.
H. Arslan: Stendhal eline kalemi alır, ilham gelmesini beklermiş yazarken. Siz nasıl yazarsınız?
Cemil Meriç: Özel bir merasime tâbi değildir. İlham da beklemem.
H. Arslan: En belirgin özelliklerinizden biri dil konusundaki hassasiyetiniz değil mi?
Cemil Meriç:Bir yazar olarak dili muhafaza etmeye çalışırım. Bu konuda titizim. Hayatımın mânası bu.
H. Arslan: Türk Sağı’na ve Türk Solu’na tavsiyeleriniz nelerdir?
Cemil Meriç: Türkiye’de sol’un sağlaşması, sağ’ın sollaşması gerekir. Sağla sol arasında büyük bir fark yoktur. Gurur dargınlıkları ve benzeri şeylerden doğan ayrılıklar. Birbirlerine yaklaşmalıdırlar.
H. Arslan: Ama, bugün bunun tam tersi ortaya çıkıyor.
Cemil Meriç: Ben bu kutuplaşmaya karşıyım. Kutuplaşma yobazlıktır.
H. Arslan: Üslubunuz efendim?
Cemil Meriç: Üslubum kendimdir. Benliğim, bütün hüviyetimdir. Yazdıklarım kadar yazış biçimim de önemlidir.
H. Arslan: Şiirin tornasından geçmiş bir düşünürün üslubu diyebilir miyiz?
Cemil Meriç:Yıllarca şiir yazdım.
H. Arslan: Cemil Meriç Türk nesrine Fransız sentaksını getirdi, deniyor doğru mu bu sizce?
Cemil Meriç: Olabilir. Fransızca’yla o kadar çok temasım oldu ki… Ben farkına varmadan bir etkisi olmuş olabilir Fransızca’nın. Edebiyata tercümeyle geçtim. Bir şuuraltı tesir.
H. Arslan: Yazılarınızı başka birine dikte ettiriyorsunuz. Konuşuyorsunuz yazılıyor. Yazılarınızda konuşma cümleleri ağırlıkta. Dikte ettirmenizden mi geliyor bu özellik?
Cemil Meriç: Üslubum kendim yazıyorken de, yani gözlerimin kapanmasından önce de böyleydi. Sanmıyorum.
H. Arslan: Üstadım, şiiri neden bıraktınız?
Cemil Meriç:Sevdiğim şairler vardı. Pınar başları tutulmuştu. Onlardan daha büyük olamayacağımı hissettim. Nâzım, Yahya Kemal, Necip Fazıl. Halbuki, nesirde bana rakip olabilecek bir zirve yoktu.
H. Arslan: Şiiri bırakışınızın tarihini hatırlıyor musunuz?
Cemil Meriç:Acaba bıraktım mı? Söyleyemem ki bunu. Nesri şiir haline getirmeye çalıştım.
H. Aslan: Büyük yazar olmak için sizin hayat çizginize benzer bir yolu katetmek gerekir mi?
Cemil Meriç: Gerekir. Acılar insan ruhunu biliyor. Acı çekmeyen, insan olamaz.
H. Arslan: Sizin için demokrat diyebilir miyiz?
Cemil Meriç: Elbette evladım. Gerçek bir demokratım. Liberal ve demokratım.
H. Arslan: Yazılarınızdan birinde “Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede” yaşadığımızdan söz ediyorsunuz.
Cemil Meriç: Evet. En kötü yanımız müsamahakâr olamayışımız. Herhalde Moğol’lardan kalma bize.
H. Arslan: Liberal terimini hürriyet anlamında mı kullanıyorsunuz?
Cemil Meriç: Evet.
H. Arslan: Aydınlarımız konusunda söyleyecekleriniz var mı efendim?
Cemil Meriç: Bu konuda söyleyeceğimi söyledim galiba. Türkiye’de aydın yoktur. Çünkü mesuliyet yoktur. Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz.
H. Arslan:Bir denemenizde kitapları kadınlara benzetiyorsunuz. Neden başka bir varlığa değil de kadına?
Cemil Meriç:Hayatımda iki önemli varlık var: Kadın ve kitap. İkisi de insan. Yani, bunları teke irca edebiliriz. Kadın da insan, kitap da insan.
H. Arslan: “Her kitapta kendimizi okuruz, kendimizle yatarız her kadında” diyorsunuz. Neden kendimizle yatarız her kadında?
Cemil Meriç:Kadınla bir parça bize yakın olduğu ve bizi sevdiği için yatarız. Hayvanlar çiftleşir, insanlar birleşir, tekleşir. Her insanda binlerce insan vardır. Kadın ve erkeğin bir araya gelmesinde bu binlerce insandan yalnızca birer tanesi birbiriyle kaynaşır ve anlaşır. Aynileşirler.
H. Arslan: Kitabı kadına benzeten başka bir düşünür hatırlıyor musunuz?
Cemil Meriç: Hatırlamıyorum.
H. Arslan: “Bana okuduğunuz kitapların en güzelinin hangisi olduğunu soruyorsunuz, söyleyeyim: Annemdir” der Abraham Lincoln. Annenizden hatırınızda kalanlar neler?
Cemil Meriç: Muhterem bir hanımdı annem. Babamla akrabaydılar. Babamın dedesi Dimetoka müftüsüydü. Benim soyadım aslında Hocazâde’dir. Soyadı Kanunu’yla değiştirildi. Bu soyadı Hafız İdris Efendi’den geliyor. İlk mektebi bitirmişti annem. Çok zengin bir masal dünyası vardı ve masallar anlatırdı bana. Hassas bir kadındı. Bende de var aynı hassasiyet ve bu annemin bendeki etkisidir.
H. Arslan:Zaaflarım diyebileceğiniz özellikleriniz neler efendim?
Cemil Meriç:Çok. Baştan aşağı zaafım. Lüzumundan fazla hassasım. Çabuk kızarım, çabuk darılırım, çabuk sevinirim. Okumaya düşkünüm. Her insan gibi, belli bir ölçü içinde kadınlara zaafım var. Beş kardeşiz. Ailenin yaşayan tek erkek evladı benim. Bu yüzden biraz şımarık büyümüşüm.
H. Arslan:Aşka inanıyor musunuz?
Cemil Meriç:Elbette. İnsanlar arasındaki biricik insanî his aşk. İnsanı insan yapan aşktır.
H. Arslan: Kadınlara bakış açınız nedir?
Cemil Meriç: Büyük bir saygı ve sonsuz bir sevgi. Kadın erkekten daha yüksektir bana göre. Erkek kadın eşitliği yoktur. Vazife taksimi vardır. Kadın vazifeleriyle üstündür. Fedakârlığıyla, sadakatiyle. Hayatımdaki önemli varlıklardan biri kadın, diğeri kitap.
H. Arslan: “Bir kadınla yemeğe mi çıkıyorsunuz” der Nietsche, “Sakın kırbacınızı yanınıza almayı ihmal etmeyin.”
Cemil Meriç:Budala. “İnsanın Tanrı olmadığının tek belgesi göbek altıdır” diyor bir yerde de. Küçüklük duygusundan ileri geliyor onun bu özelliği. Kadın bahsinde hiçbir zaman tatmin olmamıştır. Dâvet edildiği düğünde, geline evlenme teklif eder. Salaktı hazret. Dâhi bir salak. Tam bir erkek değildi; çünkü tam bir insan değildi. Farkında olmadığı bir zaafı vardı kadına. Delirdi zaten.
H. Arslan: Kadınlar bahsinde hayatınızdaki en büyük yeri işgal eden kadın kimdir efendim?
Cemil Meriç:Ölenlerden karım Fevziye, yaşayanlardan Lamia. Karımı çok severim. Kırk yılın üzerinde bir beraberliğimiz oldu onunla. Fevziye tam bir aile kadını, mükemmel bir anneydi. Daima rahmetle anarım. Sakin bir zevceydi. Roma’yı, Roma yapan asil ve büyük kadınlardan biriydi. Menteşoğulları boyundandı.
H. Arslan:Lamia Hanım’dan söz eder misiniz?
Cemil Meriç:Son derece sevdiğim ve son derece saydığım müstesna bir insandır. İnsanlar arasındaki yerini bulamamıştır. Talihsiz bir izdivaç yaptı. Hz. Ebubekir soyundan geliyor. Son derece fedakârdır. Hastalığımda bana gösterdiği şefkat emsalsizdir. İnsanlığın yüzünü ağartan bir fedakârlık. Mükemmel bir hocadır. Hayatımın en mükemmel arkadaşı. Talihim benim. Karım öldükten sonra onun yerini ancak Lamia Hanım doldurabilirdi. İngilizce öğrenimine dört yaşında başlamıştır. Ana mektebini ve Arnavutköy Kız Koleji’ni birincilikle bitirmiştir. Hasan Âli Yücel döneminde başarılı öğrencilerin diplomalarını Roosevelt imzalardı. Diplomasında Roosewelt ve Hasan Âli’nin imzaları var. Çok mükemmel bir İngilizce hocasıdır Lamia. Tanpınar’ın öğrencisidir, Reşat Nuri ile akrabadırlar.
H. Arslan: Kızınız efendim?
Cemil Meriç:Kızım mükemmel ve emsalsiz bir evlattır. Talihim bu. Bedbahtlık içinde bahtiyarım.
H. Arslan: Ne tür müzikten hoşlanıyorsunuz?
Cemil Meriç: Umumiyetle alaturkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sevdiğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim. İster otobüs müziği olsun ister klasik. Farketmez. Türkülere özel bir zaafım yok. Ama sevdiğim türküler de var.
H. Arslan: Hangileri meselâ?
Cemil Meriç: Şu anda sıralayamam.
H. Arslan: Sevdiğiniz yemekler neler?
Cemil Meriç: Lamia’nın pişirdiği yemeklerin hepsini severim. Bilhassa bulgur ve etle yapılan yemekleri. Bütün yemeklerini severim Lamia’nın. Ümit’in pişirdiklerini de severim.
H. Arslan: Sigarayla aranız nasıl?
Cemil Meriç: On yedi yaşımdan bu yana sigara içerdim. Günde üç paket. Sonra bıraktım. Lamia’nın yüzünden tekrar başladım. En son olarak da hastalanınca bıraktım. Şimdi içmiyorum.
H. Arslan: Lamia Hanım yüzünden?
Cemil Meriç: O içiyordu çünkü.
H. Arslan: Şu anda seyahat etme imkânınız olsaydı hangi ülkede olmak isterdiniz?
Cemil Meriç: Fransa’da.
H. Arslan: Neden Fransa’da?
Cemil Meriç:En çok Fransız kültürüyle temas halinde oldum. İnsanlarını severim. Altmış küsur yıldır Fransızca’yla uğraşıyorum. Lamia’yla onun memleketi olan Şam’a da gitmek isterdim mesela.
H. Arslan:Kitaplarınıza çocuklarınız hissiyle baktığınız oluyor mu?
Cemil Meriç:Fazlasıyla elbette. Onlar da çocuğum. Kafamın, gönlümün çocukları.
H. Arslan: Kitaplarınız arasında tercih yapabilir misiniz?
Cemil Meriç:Yapamam. Ancak Hind Edebiyatı‘nı çok severim. Sonradan “Bir Dünyanın Eşiğinde” adıyla basıldı. “Bu Ülke”yi de severim. Düşüncelerim tohum halinde Bu Ülke‘dedir. Hayatımın bütün tecrübesi…
H. Arslan: Yeni bir çalışmanız var mı?
Cemil Meriç: Evet. Yeni bir kitap hazırlıyorum. “Umrandan Uygarlığa”nın tersi, “Kültürden İrfana”olacak adı. “Umrandan Uygarlığa” geçmişten bugüne idi, yeni kitabım bugünden geçmişe. İrfan biziz, kültür Avrupa. Batı’dan Doğu’ya gibi bir şey.
H. Arslan:Benim sormadığım, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Cemil Meriç:Her cevap noksan. Cevaplamak ayıklamaktır. İnsanlara verebileceğim mesaj bu.
Seninle kendimi bulur, kendimi kaybederim. Benim ifrat muhabbetimin adı sensin. Hep, sen, sen… diyorum. Çünkü her şey sensin Allâh’ım!
**
Eş geldi, dost geldi. Seni gezdirelim, eğlendirelim., dediler. Olmaz, dedim. Gitmem. Neden, der gibi yüzüme baktılar. Olmaz, dedim. Onunla kalmak istiyorum. O nerede, der gibi, gene tuhaf tuhaf etraflarını süzdüler. Şu insanoğlu ne tuhaf… Seni sağda, solda arıyorlar. Ebedî mihmânımın sen olduğunu bilen dahi yok Allâh’ım! Seninle kalamadığım zamanlar hiç değilse, hasretinle baş başa olduğumu dahi anlayamıyorlar.
**
Ne dersin, bir hakikati îtirâf edeyim mi Allâh’ım?
Evet edeyim: Ben nankör ve bencilim. Zîrâ seni çağırmaktan, seni istemekten, seni özleyip, perişan bir tahassürle etrâfımda araştırmaktan öte gidemedim. Elim erip gücüm yetmese de, ateş üstünde unutulmuş bir çömlek gibi, son katreme kadar buhar olup etrâfına yayılıyor, görünmezliklere karışıp gene de sana yol bulmuyor muyum?
**
Ne oldu bana? Bir mâmûre idim; vîrâne oldum. Taş taş üstünde bırakmayan bu zelzele nedir, Allâh’ım? Yıkıldım; yerle yeksan oldum, hâlâ sarsıp silkelemekten usanmıyorsun. Kim bilir, belki bana o harâbeyi de çok görüyor, yanar dağlar gibi indifâlarla, içimin dışa vurmasını istiyorsun. Ammâ insaf et… Ortaya dökülmedik, geri tepmedik, yüze çıkmadık nem kaldı? Söyle, ey asırlardır beklediğim, söyle!
**
Sen, istediğini düşün ve yap! Fakat bırak beni, yalnız seni düşüneyim Allâh’ım…
**
Anadan doğma kör bile, gün olup gözlerinin açılacağı ümidini besler. Yâ Rabbî, ben de senin sırlarını görmekte gözsüzüm. Benim de, basiret gözümü açacağın günü bekliyorsam, cür’etime kızıp bana darılmazsın, değil mi?
**
Ruh için ölmez, derler. Ölmez mi? Allah’la biliş tutmamış her ruh zâten ölüdür. Hakk’tan ırak olan ruh yaşar mı ki ölsün…
Ağlamak istiyorum; bana, gül… diyorsun. Başımı alıp dağ tepe giden ben olayım; diyorum. Yok, seni buraya ben bağladım, çözülemezsin, diye ayak diriyorsun.
Didik didik olmuş bir yüreğim var; kimden yedim bu silleyi, diyorum. Kanlı hançerini eteklerimin kıvrımlarına saklayıp: “Bilmem ki ben de onu arıyorum” diye, şaşırtmacaya kaçıyorsun.
Kimseyi istemiyorum, kimse ile konuşacak tek kelâmım kalmadı, diyorum. Sırtıma dünyâ kamçısını çalıp, beni zorla beşer nev’inin kesâtetlerine sürüyorsun.
Ah ne olur boşalsam, boşalsam, düşünmesem, duymasam… diyorum. İçime, biri çekilirken biri saldıran fikir dalgaları yuvarlıyorsun.
Azıksızım, can boğazıma geldi, beni doyur; diyorum. Ya! Demek hâlâ ölmedin, hâlâ candan söz açacak kudretin var, diye, sitemlerin en acısını revâ görüyorsun.
**
Yorgunum; yaşamaktan yoruldum, diyorum. Hakkın var, diye başımı okşayacağın yerde, koşup, bu durmak vakti yaklaşan hayat zembereğini kendi elinle yeniden kuruyorsun.
Öyle ise, gölgesini hazmetmiş bir ağaç gibi, ben de sırlarımı içime çeker, kimseye göstermem, diye serkeştik edecek oluyorum. Onlara ne efsûn okuyor, ne yapıyorsun ki, darıya koşan kuşlar gibi, bir işâretinle benden uçurup ayaklarının ucuna indiriyorsun?
O zaman sana küsüp, yüzümü gönlüme çeviriyor ve ona soruyorum: Nedir bu işkence, bu istibdat? Ben köle miyim, efendi mi?
Amma gene elin işe karışıyor, gönlümün dudaklarına basıp susturuyor ve gene sesin cevap veriyor: “Seni bilmem ammâ, ben hem oyum, hem de bu!.” diyorsun.
Ah, sen daha nesin, nesin sen? Bâri insaf et, insaf et de ilerisini söyletme bana…
**
Sağın neresi? Dedi. Senin olduğun yer… Dedim. Solun neresi? Dedi. Yine: Senin olduğun yer… dedim. Benim olmadığım yer neresi, diye soracağından korktum. Zîrâ senin olmadığın yer yok ki, diyecek olsam, belki de kaşlarını çatar, beni azarlardı.
**
Gene putperestliğim üstümde. Dîninden îmânından korkan yanımdan kaçsın. Ne yapayım, dudaklarının la’lini göremediğim zaman, ateşe tapıyorum. Güzelliğin, zaman bulutlarının arasına saklandığı vakit de, güneşe secde ediyorum. Karanlık yüzlü geceler gelip de, sen gelmeyince, aşktan benzi atmış ay, mâbûdum oluyor. Nâz edip avuçlarınla yüzünü örtünce de, kıblem, içimdeki nakşın oluyor. Tek mi, çift mi oynayan çocuklar gibi, bir eline hasreti, bir eline vuslatı saklayıp, benim de bu müstehzi avuçlara vurduğum, vurup da aldandığım, tek dediğim çift, çift dediğim tek çıktığı zaman ise, melâl ve hüsrânıma ibâdet ediyorum:
Öleceğim için gamım yok. Amma şu insanoğluna, hasretin ne demek olduğunu anlatamadan göçeceğim için mahzûnum.
Kalbimi, kâinâtın kalbi ile birleştireli beri, cümle âlemin sesinde yüreğimin atışını duyar oldum. Belki âlem, gözbağcılık eden bir gaflet içinde bunu tasdik ettiği kadar, inkâr da eder. Ammâ gene de ben, onun kavruk dudakları arasından kendi hikâyemi dinleyeceğim.
Ey benim isimden, cisimden münezzeh Allâh’ım! Bu viran gönüllü kuluna ne diye vücut verdin?
Mâdemki verdin, öyle ise şirkine de göz yum. O vücut ki aslında ikiliğin ta kendisidir. Senin hazırlayıp, senin yuğurduğun bu hamur, mayası gelip kabını taşınca kızma. Bırak, îmânına su katılmaktan korkan âlem halkı, tâundan kaçar gibi, şu putperestten de uzaklaşsın.
Amma sen ey benim mekânsızım!
Sen onlar gibi yapma. Bir zaman kâfir olsam da ne gam?
İman suyunun, sırasında kaskatı bir kayalıktan kaynadığını cihan ehli bilmese de, sen bilmez otur muşun?
Yok eğer murâdın, mutlaka tevhide dönmem ise, emret tekmil putları bir solukta ezip geçeyim. Tâ gönlümü, o hasretinle zerre zerre olmuş dîvâne gönlümü, hatta iki dünyâyı da çiğneyip, sana, yalnız sana tapayım.
Ammâ bu taabbüde karşı da, adımın gene putpereste çıkmayacağına söz verebilir misin bilmem ki?
**
Sen, istediğini düşün ve yap! Fakat bırak beni, yalnız seni düşüneyim Allâh’ım…
**
Ne garipsin ey İlâhî kudret ki, kimine kendini göstermemek çilesini, bir gömlek gibi giydirmiş, ihtişam ve saltanatın mâmur ettiği bir tahta oturtmuş, ikbâlinin büyüsü ile seni görmekten kör bırakmışsın. Kimini ise, verdiğin akılla yükseltmiş yükseltmiş, tıpkı babasının kollarında havaya kaldırılmış bir çocuk gibi, bırakılıverince, düşüp parçalanacağını düşündürmeyen idrâk körlüğü ile, bir gülünç gurur boşluğuna asmışsın.
Kimini ise ihtirâsının direğine bağlamış, sonra da bu zavallının önünden salınıp geçerek, güzel yüzünü göstermişsin. Acabâ arkandan gelemeyenler ve hasretle haykırışanlar bunlar mıdır? Kimine ise, çilelerin tokmağını sırtlarında duyurmadan, adını andırmamış, yüzünü göstermemiş, kendini vermemişsin.
Kimi ise, budala bir gururla kendi fânî güzelliğinin hayrânı olup dururken, yüzüne yılların cefâ ve mihnetlerin aynasını tutmuş ve zavallıyı: “Hakkın var; artık güzel değilim!” diye inletmişsin. Ne garipsin, ne akıl yetmez sırlarla dopdolusun ki, kulun var, adını anmak için, çocuğun anasına sokulması gibi, her bahanede seni söyler, seni dinler olmuştur.
Kimine, duâ et icâbet edeyim, demişsin. Kimine, duâyı, bir şirk yolu olarak belletmişsin. Kimine, devesini kazığa bağlatmış, kiminin tatlı canını, başı boş sahrâlara sürdürmüşsün. Kimi, Zerdüşt’e gitmiş, seni orada aramış. Kimi puthâneye girmiş, sana orada tapmış. Kimi Kabe’ye sokulmuş, sana orada secde etmiş. Sen ki, o zaman da bu zaman da bize şah damarımızdan daha yakınsın, ya ne diye bu zavallı insan dalgalarını birbirini ezip yalanlayacak yollara sürer durursun, bilmem ki Allah’ım?..
**
İçimin karanlığında ayak sesleri var. Âb-ı hayâtı arayan Hızır mı dersin? Söyle Hızır’a çekilsin ordan… Âb-ı hayat, sensin. Ben ise sâdece zulmetim… Allâh’ım… Feyzinle nurlandır, aydınlat Allâh’ım!
**
Geliyorum. Beni çağırdığın yere geliyorum. Cennetten bir ses duydum. Beni dâvet eden sen misin? Cehennemden de kulağıma bir ses çarptı. Bana oradan da seslenen gene sen misin? Geliyorum. Çağırdığın yer neresiyse oraya geliyorum. Dere kenarında bir mırıltı var. Şâyet bu ses de senin ise, şâyet ordan da çağrılıyorsam, bekle biraz; sular gibi yeşiller giyip geleyim. Puthânede duâ kisvesine bürünen sese de senin sesin diyorlar. Doğru ise söyle de koşayım, acele edeyim… Meyhânede mahzun neş’eler, bağlantısız düşünceler kılığına giren gene sen imişsin. Öyle ise hemen gidip kadehlere dolayım, taşıp döküleyim, coşup coşturayım… Ne duruyorsun? îmâna çağır, îman edeyim.. Küfre çağır, kâfir olayım… Aşk acılarının yürekte kalmış sesi için de, gene sana iftira ediyor, bu da onundur, diyorlar. Şimdi de gazâ başlamış olmalı. Cenk ve gülbank sesleri yükseldi. — Gel, bana gel!., diye yanık yanık çağıran senden gayri kim olur? Zâten gönlüm dünyâlara sığmaz oldu. Hazırla şahâdet câmını, geliyorum; vallah billâh geliyorum.
**
Cehennem nedir, bilir misin? Cehennem nefstir. Azaptır. Keder ve gamdır. Yâ Rabbî beni cehenneme atma… diye duâ edeceğine, cehennemi, benim içimden söküp at, diye duâ eyle!
**
Dün seni tanımayanlarla akşamladım. İnsanlarla ağzına kadar dolu meclisler kadar yalnızlık çilesi çekilen nere vardır? Gözüm kulağım, elim ayağım onlarla idi. Gönlüm ise seninle başbaşa, yapyalnız. Güldüler, güldüm. Söylediler, söyledim. Verdiler, aldım. Aldılar, verdim. Süsleri, zînetleri, hevesleri, hülyâları, arzûları, ümitleri ile etrâfımı bulut bulut sardılar, yığın yığın kuşattılar. Amma ben gene de yalnızdım. Yalnız, yapyalnız… Allâh’ım! Sana biliş olmayanlarla ilişik etmek çilesini tadan varsa, gelsin de hâlimi diyeyim, hâlini sorayım, gönlümü açayım, derdimi yanayım. Bir söyleyeyim, bin dinleyeyim. Bin dinleyeyim, bir diyeyim. Ey insan! Neden şükredicilerden değilsin? İki sağlam göze mâlik olman bile kâfî saâdet değil mi? Aybım çok, günah tepemden aşkın. Cennete kapılanmak neme benim?
** Allâh’ım! Şu uçsuz bucaksız dünyâda ben ne kadar garibim. Gelmezsen, eğer bana gelmezsen, hüznüm bitmeyecek, derdim tükenmeyecek.
Ammâ he de tuhaf söylüyorum. Bu hüzün, bu dert bende iken, gurbet acısı pençeleriyle omuzlarımı çökertirken, bana ne diye gelesin? Böyle dağlanıp kavrulurken, kendi kanımı göz kırpmadan içer dururken, bu taş taş üstünde kalmamış vîrâneye seni nasıl da çağırıyorum, Allâh’ım? Ammâ ne yapayım? Çaresizim. Garip ve kimsesizim. Bir zamanlar: “Ben kimsesizim, senin de kimsesiz olmanı isterim!” demiştin.
İşte bunun için gönlümün kapılarını açarak, orada mekân tutmuş ne varsa, ellerine âzat kâğıtları verilmiş köleler gibi, hepsini uğurladım. Beni dünyâya getirenlerle, benden dünyâya gelenleri bile… Ama bir yandan, gönlüm yüklerinden hafiflerken, oraya dertlerin en zorlusunu yerleştirdim. Onun için de çâresizim. Şunu da biliyorum ki o yenilmez, baş edilmez çâresizlik, zaman gelir çârenin tâ kendisi olur. Sanki kaya içinden fışkıran pınar gibi, o öldürücü derdin bir devâ kesildiğine, yemîn ederim ki şâhidim ben, Allâh’ım…
**
Ne gizlisin, ne akıllara şaşkınlık vericisin ki, Şeytanla Âdem’i yan yana yarattın da, birinin hâsiyetinden ötekini nasipsiz bıraktın. Gülle fesleğen aynı tabiatın memesinden süt emdiler; amma kurtla kuzu kadar birbirlerine vahşî kaldılar. Her kuşa uçmayı senin hünerin öğretti; amma kumrunun hû hûsunu, sakanın hançeresine bağışlamadın. Atmacanın çıktığı yüksekliklere, serçeyi yabancı kıldın. Balık, sâhilde ömür süren mahlûklara şaştı ve acıdı: “Bunların cezaları ne büyükmüş ki, kupkuru toprakta yaşamaya mahkûm edilmişler!” Dedi. Güvercin de balığa acıdı: “Zavallıyı boğmak için denize atmışlar, vah yazık!” diye eseflendi. Erkekle kadını bir mayadan yaratmışken, cinsiyetlerini ayrı ayrı dokudun; sonra da bu ayrılığı, aralarında en şiddetli bir yakınlık ve ülfet vesilesi düzdün. Ah, senin oyununa bu dünyâda kimin aklı ermiş ki, benim ersin Devletlim…
**
O, etrâfına bakınıyordu beni görmedi Ben ona bakıyordum etrâfımı görmedim. O beni görseydi tanır mıydı acep? Amma bütün cihanda görüp seyrettiğim onu ben nasıl tanımaz olurdum?
**
Beni bu dünyâ tuzağına kim düşürdü?
Sana rastlamak, seninle karşılaşmak için mi ayaklarım bir gizli ağa takılıp şu cihâna yuvarlandım? Bana bu çalkantılı yüreği kim verdi?
Suların bile uyuduğu bu dünyâda, gece gün demeden, sana akmak için mi, durulup yatışmaz oldum. Ne zaman doğdum, ne zaman büyüdüm? Doğmaya da ölmeye de inanmadığımı açığa vursam ne olur? Söyle… Dünyânın beşiğini sallayan âhenk ve sadâdan, şu hayat durağında, payıma, senin sesini kim düşürdü?
Şunu da söyle… beni bu dünyâ çarkına kaptıran da kimdir? Kendi eskisini yeni yapan, sağdan aldığını sola veren, kendi harcı, kendi hamuruyle olup biten dünyâ için, biliyorum ki çürüyen de doğan kadar bu dâimî devrin hizmetkârı. Yoksa bu mahkûmiyette, irâdenin irâdesini görmek için mi, hayretleri hikmetleri az bulur oldum?
Beni bu dünyânın bayağı ve süflî çileleri arasına kim arkamdan itti? Suçlara, günahlara ikrah ve nefretle bakıp, imtihanda sıfır almam için midir bu oyun?
**
Allah’ım! Beni neyle korkutuyorsun? Ayrılıkla mı? Söyle ayrılıkla mı? Ey seneleri sâniyelerin içine sığdıran! Bilmez olur musun ki seninle geçmiş bir solukta, bin bir ömür gizlidir. Bakıp da göremediğim, görüp de tutamadığım, tutup da durduramadığım anların kudsiyetine yemîn ederim ki ben bir şey kıskanıyorum… Söyleyeyim mi? Ben senden kendimi kıskanıyorum Allah’ım… O senden ki tâ ezel gününde bir mukadderat pençesi ile koparılıp ayrı düşürülmüşüm. Bunun hıncını, bunun öcünü almak yolunda çarpınıp çırpınırken, bana âsî, bana serkeş, bana hırçın, bana zâlim, hele vahşî, hele vahşî, derlerse sakın şaşma ve utanma, ne yapayım buyum işte.
**
Kâh zâlim derler. Desinler. Kâh mazlûm derler. Desinler. Sen, bende ol da, ne isterlerse onu söylesinler, onu desinler. Ne akıl almaz işlerin vardır, bilinmez ki… Hem beni bu dünyâya attın; hem de, sürüye saldıran kurtlar misâli, âlem halkını üstüme üşürdün. Dediler; dediler… dillerine her geleni söylediler. Söylesinler… Sen benimle ol da ne isterlerse onu söylesinler, onu desinler.
**
Ben derim ki: Ağlayan da haklı, gülen de. Veren de haklı, alan da. Şu garip kadını seven de haklı, söven de. Herkes, herşey haklı. Yalnız ben değilim. Ne zaman haklı olurum bilir misin? Senin istediğin gibi olursam Allâh’ım…
Gölgeye benziyordu yanımda giden Hermann; Dörtnala atlarımız sığınmıştık Allaha. Bulutlar gökyüzünde sanki birer mermerdi, Yıldızlarsa ateşten kuş sürüleri gibi Uçuşurdu dallarda.
Ben hasretle doluyum. Istıraplarla kırgın, Ümitsiz, bomboş kalmış derin ruhu Hermann’ın. Ben hasretle doluyum: uyuyun sevdiklerim!
Bu ücra yeşillikler arasından giderken: “Yarı açık mezarlar, dedi, geçer fikrimden!” O ileri bakıyor benim gözüm arkada. Atlarımız bir orman alanında dörtnala.
Uzak çan seslerini getiriyordu rüzgar. Hermann: “Dertliler, dedi, düşüncem; şu alemde Yaşayan, var olanlar.” “Ah, benim düşüncem de Dedim ki yok olanlar:
Pınarlar çağıldardı. Ne söylerdi pınarlar? Meşeler fısıldardı. Meşeler ne fısıldar? Çalılar söyleşirdi eski dostlarmış gibi. Hermann bana dedi ki: “dert insanı uyutmaz. Ne gözler var ki ağlar, ne gözler uyku tutmaz.” Ona dedim ki: “Heyhat, uyanmaz niceleri!”
O zaman dostum: “Hayat, dedi, dert, felaket bu! Ölüler artık azap çekmiyorlar. Ne mutlu Yeşeren, yapraklarla örtülen mezarlara! Gece onları tatlı ışıklarıyla okşar. Göklerin sükunundan, nurundan nasibi var Her ruhun her mezarda:’
“Sus, dedim, ölüm denen o sırra saygı göster! Ayak altında, toprak altındadır ölüler. Ölüler bir zamanlar seni seven kalplerdi: Uçup giden meleğin, baban, yahut da annen! Gönülleri kırılır bu acı sözlerinden, Rüya içinden gibi duyarlar sesimizi.”
Ne diyeyim allahım ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun. Ben bu şüpheyi sırtıma yük edindim, öyle yürüdüm, gocunmam da yükümden beni bilirsin. Ama bunlar çok iştahlı allahım ve görüyorsun nasıl da dünyevi. Bunlarmış senin kulların öyle diyorlar biz de kürenin üveyi. Öyle mi? Oysa allahım bilirsin ben en çok yeryüzünü, ve başımı yatırınca toprağa, gökteki yıldızları da, işte öyle allahım bilirsin çok güzel yapmıştın bu yeryüzünü. Bizim köydeki gibi. Allahım bunlar tokileri seviyor, betonları, hızlı trenleri. Oysa ne acelemiz var, ben ki bunca agnostiğim yine de biliyorum ordaysan nasılsa geleceğiz yanına geri. Diyor ki, yasalar getirdim, gıcır gıcır, delik deşikti eskisi Anlıyoruz ki yasalar dümdüz ediyor ciğerimizi Diyor ki, yasaklar getirdim ama senin iyiliğine canımın içi Diyor ki, üç beş ağacı kesmişim, indir bindir bütün yaz boyu, keseriz tabii bunda ne var, diyor Diyor, ben sana medeniyet getiriyorum tomar tomar. İnsan önce bi minnet duyar. Oysa allahım toprağa bassın ayaklarımız fena mı olur, istiyoruz ki sokağımızda bir ağaç gölgesi. Diyor ki, boynuzlu köprü yaptırdım gelip geçmeye haliçin ortasına bak nası’ seksi. Allahım sen bunlara akıl fikir ver diyeceğim ama vardır senin bir bildiğin illa ki. Allahım işte görüyorsun bunları, eyübün sabrı nedir, rızanın fazladan şeftalisi ne? Bilmiyor. Bilmiyor nedendir zeynebin yakarısı. Ben ki sana bunca platoniğim ama canıma yetti artık Yalla bak biz mi düşeceğiz hep iskelelerden Başlarına yık şunların bu metropolleri.
Bir evde oturmuştuk eskiden. Apartman denilen kül rengi yığınlarla örülü bir sokakta. Yer katındaydık. Küçük bir balkona açılırdı odan. Çalışan ana baba, okuyan çocuklardan kuruluydu evimiz. Biz de apartmanlar gibi, gereksinmeler sonucu, kuru bir yaşamın avuçlarında bozarıp kararıp duruyorduk. Çiçeğe yer yoktu acelelerde telaşlarda geçen ömrümüzde.
Sen sarmaşıklar üretmiştin. Azman fasulyeler yeşertmiştin. Pencerenin demirlerine sardırmıştın. Bütün bir yaz yemyeşil durmuşlardı orda.
Anımsıyor musun? Küçüktün. Köpek yavruları toplar sokaktan, büyütürdün. Öyle çabuk, öyle güzel büyürlerdi ki, kimse anasız diyemedi onlara. Kardeşlerinle, ana baba olurdunuz.
Yılanını anlatmıştın. İki yıl mı kaldı seninle. Daha mı fazla? Sütünü paylaştın onunla. Arkadaşlık ettin. Yalnız bırakmadın. Sonra artık sözünü etmez olduğunda, sezmiştim bir şeyler gelmiş yılanın başına. Salıverilen bir arkadaşına sormuştum. Anlattı. Kurallar. Yasaklamışlar yılanını. Söz almışsın, öldürmeyeceklerine dair. Ne oldu sonrası? Ne sen bilebilirsin, ne salıverilen, ne ben.
Sonra, çiçeksiz ve yılansız bırakıldığın, ellerin dizine yapışık, gözlerin karşı duvara dikili, kıpırtısız yaşamak zorunda olduğun, kimseyle tek sözcük konuşamadığın o uzun günlerde ne yaptın? Hatırla. Kendi beyninin içinde yolculuğa çıkıyordun. Her istediğin yere gidiyor, her istediğinle görüşüyordun. İstediğin hayatı oracıkta kuruveriyordun. İlişkiler varediyor, onları kesiyordun. Canının istediğini yapıyordun.
Özgürdün. Dışarıda olduğundan daha özgür. Sonsuz, kısıntısız kesintisiz bir özgürlük.
Bana öyle söylemiştin. İnanmıştım. Senin gücüne, direncine inanmıştım. “Benim oğlum yıkılmaz.”
Şimdi de öyle düşünüyorum. Yıkılmaz benim oğlum. Küçük sevgiler miydi önce yaşadıkların, yoksa içerde oluşundan mı bu kadar tutkunu oldun, bu kez sevda seni nece yaraladı? “Dostun gülü yaralar gibi”.
Yiğittir, dayanır her acıya, her yoksunluğa da, bir sevdadan sarsılır. Sıcağa gösterilmiş kar gibi, buz gibi erir gider.
Aylarca sustun. Aylarca yüzün açılmadı. Gülmedin, gülümsemedin. Yemedin, içmedin. “Ben artık yaşamıyorum,” diye yazdın mektubunu. Ben de eridim seninle. Ben de öldüm. Ama inancımı hiç mi hiç yitirmedim. Eser bir yel, yağar bir yağmur, alır götürür seni inciteni, yüreğinden. Demedim. Diyemedim. Dedim ki, gün gelir o geniş yüreğinin içine siner sevdan da. Acıların gibi.
Senin bir parçan olur. Ama susar tedirgin etmez seni artık. Toplarsın dağıttıklarını. Yüzünü yüzüne bedenini bedenine yakıştırırsın. Sen sen olur, bana yeniden gülümsersin.
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum! Saflık sayılıyor dürüst söz. Kırışıksız bir alın Duygusuzluğa yoruluyor. Gülen Korkunç haberi Almamış daha. Ne biçim günler bunlar, şöyle Ağaçlar üstüne iki söz etmek nerdeyse cinayet sayılmada Çünkü sayısız yolsuzluğun üstü bir susuşla örtülü! Şurada kendi halinde yolunda yürüyene Yaklaşamayacak mı dostları artık Başları darda kaldı mı? Doğru: Hayatımı kazanıyorum daha. Ama inanın bana: Sırf bir rastlantı bu. Hiçbiri Yaptıklarının tıka basa doymamı haklı gösteremez. Zarar görmemiş olmam bir rastlantı. (Şansım bir ters gitti mi işim tamam demektir.) Diyorlar ki: Yemene içmene bak sen! Dua et bulduğuna! Ama nasıl yiyebilir, içebilirim, Açların önünden çekip alarak yiyeceğimi, ya İçtiğim bir bardak suyu susuzlar bulamazken? Yine de yiyorum işte, içiyorum. İsterdim ben de bilge olayım. Bilgelik nedir yazar eski kitaplarda: Yeryüzünün kavgasından uzak durmak, bu kısa zamanı Gün etmek korkusuzca Hem de güç kullanmadan başarmak bir işi Kötülüğe iyilikle karşılık vermek Kendi isteklerini yapmamak, hepten unutmak, Bunlar bilgelik sayılıyor. Ama yapamıyorum ben: Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!
II
Kargaşalık günlerinde geldim şehirleri Açlık kol gezerken. Ayaklanma günlerinde katıldım arasına insanların Onlarla birlikte karşı koydum. Böylece geçti günlerim Yeryüzünde bana verilmiş olan. Boğazlaşmalar arasında yedim yemeğimi Uykuya katiller arasında yattım Sevgiyi hiç önemsemedim Sabırsızca baktım doğaya. Böylece geçti günlerim Yeryüzünde bana verilmiş olan. Yollar bataklığa çıkardı benim zamanımda. Dilimin belası düştüm kasapların eline. Öyle güçlü biri de değildim. Yine de baştakiler Bensiz daha güven duyacaklardı yerlerinde sandım; Böylece geçti günlerim Yeryüzünde bana verilmiş olan. Kuvvetler pek sayılıydı. Hedef Uzaktaydı çok İyice seçiliyordu, benim için ulaşması Pek zor da olsa. Böylece geçti günlerim Yeryüzünde bana verilmiş olan.
III
Sizler, yüzüne çıkıp da kurtulan Bizim içinde boğulduğumuz selin Çıkarmayın aklınızdan Zayıflıklarımızın sözünü ederken O karanlık günleri de İçinden kaçıp kurtulduğunuz. Durmadan yürüdük ayakkabıdan çok ülke değiştirerek Sınıf kavgalarının arasından, şaşa kaldık Ortada hep haksızlık, hiç karşı koyan yok. Biliyoruz da üstelik: Alçaklığa karşı duyulsa da nefret Burar yüzünü insanın. Haksızlığa karşı olsa da öfke Kabalaştırır sesini insanın. Ah, Dostluk tohumunu atmaya kalkan bizler Dost olamadık biz kendimiz. Ama sizler, her şey düzelince İnsan insana yardım edecek kadar Hoşgörürlükle Getirin bizi aklınıza.
Bir erik ağacı durur avluda Öyle cılız, inanmak zor. Çevresinde bir çit var da Kimse ezmiyor neyse. Bizim küçük boy atamaz. Oysa gönülden ister bunu. Ama nerde, sözü olmaz Güneş gördüğü yok ki. Erik ağacı olduğuna inanmak zor Hiç erik vermez çünkü Ama yine de erik ağacı işte Yapraklarından belli.
Kendine sürgün Bir garip kişiyim; Sabah akşam imza veren. Bilmemem gereken Şeyler öğrendim; Taraf tutmaz Tanrı bilirim Kaybetmekten Korktuğu için. Sorular sordum Sormamam gereken. Kendime bir Kefen biçtim Kendi tenimden. Sınırlarımı aşmak Yasaktır bana. Yoksul yüreğim En kuytu kahvem. Acıya tezhibim, Hüzne redif. Yalnızlığın gözlerine Sürme çeken. Öyle biriyim ki; Geceleri uykusuz Kuyuları dinleyen. Adım büyücüye Çıktı bu yüzden. Kendine sürgün Bir garip kişiyim; Kutsallığı zincir gibi Parmağında çeviren. Umudu depremden, Aşkı külden Bekleyen benim Aranızda Yerim yok zaten Heybesinde yılan İşaretleri, Baldıran zehiri Yüzüğünün içinde Ve yanında Kav taşıyan ben; Tekinsizim size göre ibret için Yakılması gereken Merhabam kalmadı Kimseyle. Haç çıkardım Namaza dururken. Herkes tanır beni Alnımdaki döğmelerden. İnançsızım, dinsizim Yeminle yalan İkiz kardeşken Kendine sürgün Bir garip kişiyim; Bulanık sularda Yüzünü ararken sevda, Bir tutam saç derisiyle Uçuşurken rüzgarda. Her şey ne kadar Kendisidir düşünün Hızla kokuşurken dünya! Rıh dökülürken Kan damlalarına, Cesetler gördüm Irmak boylarında Çalıların arasında. Faili meçhul Cinayetler bilen Çaresiz bir adamım Adını bile kekeleyen. Bilmemem gereken Şeyler öğrendim. Sorular sordum Sormamam gereken. Gördüm apaçık Görmemem gerekeni. Söylenmezi söyledim. Suçum büyük Ve taammüden.
Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman; Aşındırarak bütün güzel duyguları. Bir yarım umuttur elimizde kalan, Göğüslemek için karanlık yarınları. Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı, Damağımda kösnüyle gezinirken; Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı, Dışarda rüzgar acıyla inilderken. Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri, Seninle bir döşekte sevişirken bile. Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri, Çarşılarda, pazarda ellerinde file. Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka; Bir şey yok paylaşacak acıdan başka.