O gün, bütün çabalarına rağmen bir tek kişiyi bile tevhidle buluşturamamış bir peygamber evine nasıl bir hüzünle dönerdi?

Şair Erdal Çakır’la Hece Yayınları’dan çıkan “Hüznün Efendisine” kitabına dair konuştuk. Düşüncenin şiire ayna tuttuğu “Hüznün Efendisine” kitabı, aynı zamanda irşad işlevi görüyor. Çünkü peygamber yaşantısının şiirdeki yansımalarına şahit oluyorsunuz okudukça…

Şiir dilinizin ifade gücü düşünce ağırlıklı ve bunu tüm şiirlerinizde görmek mümkün. Şiirinizin bir düşüncenin savunuculuğunu yaptığı hususunda neler söylemek istersiniz?

Her varlık, kendini ifade etmek ister ve her varlığın bir ifade biçimi vardır. Bu, fıtratın ona yüklediği çok esaslı noktalardan biridir. Kendisini ifade edemeyen bir varlığın sorumluluk taşı(ya)mayacağı aşikardır. Bu sebeple beyan esastır ve beyanı ortaya koyan da dildir. ‘Dil’se, en geniş manasıyla içine doğduğu, varolduğu toprağın, iklimin, düşünce ve inancın sesiyle konuşur.

Söz konusu olan şiirse, bu salt bir form ortaya koyma eylemi olarak anlaşılmamalıdır. Her şiir, köklerinden aldığı mesajı taşıyan, ne olduğuna ve nereye ait olduğuna ilişkin haberler veren kanlı-canlı bir manzumedir. Şiir, salt olarak nedir, nasıl olmalıdır, sanatın bir dalı olarak nasıl anlaşılmalı ve hangi bilinçle yazılmalıdır tartışmalarını bir tarafa bırakarak söylüyorum bunları. Bir fıtrattan bahsediyoruz. Hiçbir şeyi, sahibinden ve kaynağından soyarak tanımlayamayacağımız açıktır.

Bir derdim ve davam var. Bunu her hal ve şartta dile getirmekten kesinlikle imtina etmem. ‘Ben kimim’ sorusunun yapışık olduğu hakikati ve kaderi dışarıda bırakarak bir niyet, bir düşünce ve eylemi ifade etmekten Allah’a sığınırım. Şiirimi, sahip olduğum inancın ve düşüncenin alanı haline getirdiğimi söylemem, bir nosyon olarak ‘insan’ hakikatini eksik hatta vebale varan bir sorumsuzlukla idrak ettiğimi gösterir. Çünkü, insan yapıp ettikleri ve kendisinden sadır olanların çok daha fazlasıdır. Ancak, ne iş yaptıysam, ne konuştu ve ne söylediysem, rengimin, tadımın, kokumun ve toprağımın ne olduğunu ayniyle vermesini de kat’iyyetle isterim. Eğer ben bir elmaysam, genel çerçevesiyle meyve olarak tanımlanmak istemem. Evet, ben bir insanım ve Allah’a aitim. Gerisi, dünyanın bilindik işleridir. Hepsi bu.

“Hüznün Efendisine”, Peygamberimizin yaşadığı hayatı geniş bir yelpazede okura sunuyor. Ve kitabınızın ismi peygamberimizin çileli hayatını temsil etmesi açısından seçici bir isim. İsmin serüvenini anlatır mısınız?

Allah Resûlü’nün hayatı muhteşemdir. Hû’yu yazarken beni günlerce bırakmayan bir duygu vardı: Bir peygamber güne nasıl başlar ve nasıl bitirirdi? Onun için gün biter miydi? Bütün gün Hazreti Allah’tan aldığı vahyi kavmine tebliğ etmekle memur bir peygamber, evine dönerken hangi duygularla dönerdi? O gün, bütün çabalarına rağmen bir tek kişiyi bile tevhidle buluşturamamış bir peygamber evine nasıl bir hüzünle dönerdi? İşte Hû’yu yazdığım o günler içerisinde neredeyse isimlerini bildiğim bütün peygamberlerle o anları yaşadım. Ne yaşıyorlardı, hissetmeye çalıştım. Adeta kollarına girdim, onlarla ağladım ve irkildim. Gerçekten o nasıl bir hüzündü? Keyfiyetini anlamaya çalıştım. Gördüm ki, anlamaya çalışmanın hüznünü bile taşımaktan acizim. Ya onlar ne yaşamışlardı? Kâbe’de, Efendimiz hazretlerinin sırtına deve işkembesi bırakıldığında o varlığın en şereflisi neler hissetmişti peki? Resûlüllah Efendimizi yazarken de bu duygularla hemhaldim. O, yaratılmış olanların en kutlusuydu, hüznün de.

“Bize şöyle söylenmişti/ Bu çöllerin leylası henüz leyla değil” Çağımızın en ürkütücü yönü de Leyla’nın Leyla olduğunun bilincinde olmayışı. Leyla’nın şahsında sorumluluklarını unutan her bireyi örnekleyecek olursak neler söylemek isterseniz? Örneğin şairin sorumluluğu?

Evet. Leyla, Leyla değil; Mecnun da Mecnun. Leyla’yı sadece haz ve lezzette arayan bir Mecnun; Mecnun’u averaj erkekte arayan bir Leyla. Çöl, zaten kayıp. Leyla’nın da, Mecnun’un da bulundukları zemin ayaklarının altından çekildi ve ayakları kaydı. Yaratılış olarak birbirlerinin özelliklerini giyinerek felah bulacaklarını zannetmeye başladılar. Temel özellikler olarak birbirlerine yaklaştıkça da kendilerinden uzaklaştılar. Asli fonksiyonları itibarıyla Mecnunlaşan Leyla’lar, leylalaşan Mecnun’lar haline geldiler. Yani bu bozukluk sadece Leyla’ya yüklenecek bir sorumluluk değil, her iki tarafın fıtrî kayıplarıyla ortaya çıkan bir bozukluk. Her durumda mırıldandığımız o mutad soruyu soralım mı? Ne olacak şimdi?

İnsan, insanlığını giyinecek. Fıtratının ne olduğu hakikatine dönecek. Erkekler, Leyla’nın bir yatak figürü olduğu sapkınlığını terkedecekler. Bunu özellikle de müslüman olduğunu söyleyen erkekler için söylüyorum. Parayı, mevkiyi, makamı bir şehvet seyahatine dönüştüren müslüman erkeklere söylüyorum. Yani Mezopotamya şiirlerimin yedincisinde dediğim gibi:

“Kumsal tepelerin ardına otağ kurmuş ceylan söyleşileri,
Kays’ı çağdışı ilan eden Leyla’ya övgülerden bir mezar kazmakta
Leyla, bir cafede papirüs gerdan,
Yağmurun içinde kurumuş hayalet
Ve kadın Leyla, Kays’ı sınır ötesi hikayelerin kahramanı yapan
Kerbelâ’ya gömülmüş kuyularda makyajlı balçık”

Bizim kadına olan aşkımız yani Leylamız, ne gökten bir türlü indirilemeyerek dokunulmaz kılınan Leyla’dır, ne de et-kemik yığınıdır. O, sevildikçe bizi Allah’a yaklaştıran, Allah’a yaklaştıkça da kendisine dokunabildiğimiz ve daha çok sevdiğimiz kadındır. Bunu Leyla’nın Mecnun’a bakışına da aynen uyarlayabiliriz.

Çağın koşullarından dolayı şiir yaşlılık dönemini yaşıyor. Çünkü şiiri sığdırabileceğimiz alanlar işgal edilmiş durumda. Tabi bu şahsi bir düşüncedir. Siz şiirin geldiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz?

Hani bir söz vardır: “Bu gök kubbenin altında söylenmemiş hiçbir söz yoktur”. Bu sözü kesinlikle reddedenlerdenim. Söylenecek sözü kalmamış bir dünyanın kıyametinin çoktan kopmuş olması gerekirdi. Sünnetullah’a da tamamen aykırı. Her insan yeni bir yaratılış demekse, bu, her insanın, yeni bir potansiyel olduğu anlamına da gelir.

Şiir de bitmeyecektir. Hep aynı hızda ve isteriyle varlığını sürdürecektir. Zaman zaman yaşanan savrulmalar, şiirin bugünü ve geleceği ile ilgili bir karamsarlık içerse de şiir durmayacak, özel yeteneklerini ve dehalarını çıkarmaya devam edecektir. Çağın getirdiği olumsuzlukların, şiir için bir dezavantaja dönüşmüş olabileceği tezleri kıyasıya tartışılabilir. Ancak, ben bunun şiir için daha büyük imkanlar doğurabileceği kanaatini taşıyorum. Yola gelmesi ve içindeki insanın bulunmasını gerektiren daha çok kelime ve problem varsa, şiirin de o nispette daha çok işi var demektir. Ayrıca bana göre şiir hiçbir zaman bir noktaya gelmedi. Yani bir durak ve karar belirlemedi kendine. Yoluna devam etti hep.

Son olarak “Muhammedi” kavramı için neler söylemek istersiniz?

Resûlüllah Efendimiz bizim desturumuzdur, düsturumuzdur; mürşidimiz ve rehberimizdir. Biz, O’nunla öğrendik Kur’an’ı, nefsi, nefesi, kudreti ve aczi. Ona ittiba ve itaatin bir emir olduğunu Kur’an bize söyledi. Başka ne söyleyebiliriz ki. Muhammedî olan her şey bizatihi insan ve hayattır. Bu, sözün, insanın ve hayatın kemale erdiği noktadır. Önemle belirtilmesi gereken husus, Efendimiz hazretlerinin hayatının ve kendisinden sadır olanların bir argüman yığını, şahsiyetinin de bir nostalji, bir mitos olmadığıdır. Bakmalıyız, O bizim hayatımıza ne kadar dokunuyor, daha doğrusu hayatımızın ne kadar içinde; biz de O’na ne kadar dokunabiliyoruz. O asla ve asla Medine’de yatan bir nostalji ve mit değil. Resûlüllah Efendimiz bir efsane değil kesinlikle, bizatihi insan, Kur’an-ı Kerim’in ‘büyük bir yaratılış üzere’ olduğunu söylediği bir hakikat timsali.

O’nu olduğu gibi kavramak ve anlamak noktasındaki ifrat ve tefriti, Hazreti Allah şanlı Kitab’ında reddediyor. İslamlığımızda bir eksilme, bir eğrilme gördüğümüzde yönelmemiz gereken ilk ve tek şahsiyettir aziz Peygamberimiz. Öbür türlü, Kur’an-ı Hakim’in anlaşılması ve yaşanması hususu salt bizim inisiyatifimize bırakılacak olursa, muharref insan, muharref idrak kalıpları hayatımızın tümüne hakim olur. Rehber ve ölçü Muhammed Mustafa aleyhisselamdır. Muhammedîlik budur. Muhammedîlik bir din ve sistem taraftarlığı değil, kavramsal ve ontolojik boyutuyla insan olma tercihidir. Yani Rabbimizin olmamızı istediği o insan.

Hamdimiz, bütün güzel isimleriyle birlikte Hazreti Allah’a; selam ve muhabbetimiz güzeller güzeli Resûlüllah Efendimiz’edir.

Salih Ağbalık konuştu
Kaynak: dunyabizim

Bir yanıt yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.