Işık daha loş düşüyor dağın şu yanına. Süzülüyor mor
bulutlardan. Aşağıdaki taş ev
doğduğum yer. Geniş kemerlerle birbirisine açılan
iki iç oda… Zeytinlik,
yanındakine dokunamasın diye uzakça dikilmiş ağaçlar, ne tuhaf
yamaçta bitiveriyor birden.
Büyüyen bir his var şu ıssızlıkta çocukluğumu hatırlatan
bir koşma isteği… Uzun uzun
duruyorum oysa, dağın loşluğunda koşuyormuş gibi
kalbim. Galiba derim çocukluğumdur
koşan. Beş hafta var geleli ilk konuşurum kendimi birisiyle.
Sınırüstü bir köy. Harabeleri de asker bekler
ve konuşmaz… Fotoğraflar
çektiğimi görmesinler derim turist gibi doğduğum köyde ne tuhaf.
Hiçbir şey yapmam burada. Günbatımı oldu mu
tutuşur tarlalar ve söner kendiliğine.
Ta ötede bir derecik yılan yılan kıvrılır sazlığa… Dağdan akan
turuncu ışık-kuşlarına dönüşür günler öğle güneşi altında.
Toprak beyaz ama, sağlam yani
üzüm bağı için… Öğrendim burada horozlardan önce uyanmasını da.
Bu akşam kal, fotoğraf-makinesiyle yürüyelim sabaha.
(Ama o kadar kısa sürdü ki gündoğumu çekemedik fotoğrafını.)