daracık uzunca bir hol,
mutfak olarak kullandığımız
bir ‘tandır evi’ ve tandır evine açılan,
yoksullara vergi bir mizah zevkiyle
‘kuyu’ dediğimiz,
Yusuf ’un kuyusundan hallice,
yeraltında, eski kilerden bozma
on metre karelik o tek odada
tam on kişi yaşıyorduk:
yedi kardeş, anne-baba
ve ‘abla’ diye çağırdığımız,
ermeni tehcirinde
merhameti sonsuz Tanrı’nın
kuyuların bu en rahme benzeyeninde
‘sıtar’ ettiği, dulların en güzeli
inananların hası,
yetmişlik Fadime Abla.
sonra, bütün kış boyu köyden
kağnılarla oyunlara taşınan,
sahneye giren çıkan
dayılar, teyzeler, kuzenler…
ve cismiyle ‘kuyu’da yer kaplamayan,
tersine, alçacık sesi, utangaç doğası
ve kendisi gibi küçük
küçücük ‘hekâtları’yla
bize kuyu içinde kuyu, kuyu içinde
saraylar, has bahçeler armağan eden
‘böyükanam’,
o, bir insan yüreği büyüklüğündeki
‘khemeççik’ hatun,
sevgili anneannem…
bir de ‘Paşiko’muz vardı,
annemin halası ve hemen bütün
çocuklarının ebe anası…
gün aşırı uğrar, okuyup üfler,
şeytanlarımızı ‘kışkış’lar,
biber sürerdi, bizi azdırmaya niyetli
cinlerin, ifritlerin ağızlarına.
tandır gününde un eler
bir aylık ekmek için, söylene söylene
yufka yetiştirirdi,
gün boyu dumandan,
sıcak istimden
yanakları nar gibi kızarıp pişen,
gözleri kan çanağına,
cennetin tan ağartısına dönen anneme.
ve kuşkusuz, komşularımız vardı,
bize gönlümüzün kapısı kadar yakın
rol arkadaşlarımız, oyun şeriklerimiz…
onlar da günün yarısını kapıda, sövede,
ve – babamın iflas edip de,
kunduracı tezgâhını,
doldukça genişleyen mucize ‘kuyu’muza
taşımadan önceki günlerde –
çat kapı tandır evinde,
‘kuyu’da, ‘seki’de
oyunlarımıza katılır,
repliklerimizi tazelerlerdi;
Hüsna eze, Hatice abla, Çatılo Bibi…
teravih namazında camide
kadınlar mahfelinden aşağı
horoz uçuran Çatılo Bibi, bu.
bir de Müşerref abla vardı,
takma bıyığı, kasketi,
kaytanlı ‘zığva’sıyla
tebdili kıyafet sokağa çıkan
ve ‘işmarlarıyla’
evde kalmış kızların,
o buz tutmuş çiçeklerin
yüreğini hoplatan Müşerref Abla.
ve Nano…
yalnız ‘Kuşbazlar’ın Ali’nin
ve ‘aşağı mahalle’nin
öteki bıçkınlarının değil,
paçalı kumru ve güvercin kılığında
dama inen cinlerin, perilerin de
bağrını yumruklatan,
ama sonunda babası yaşında
– at cambazı mıydı, neydi –
bir tufeyliyle kaçan*
çukur gözlü ‘nanaher’,
öksüzler güzeli Nano!
kapımızı sık sık ‘poşa’lar çalardı,
elekler, kalburlar satan
Çukurovalı ‘çingen’ler
ya da Türkmenler,
‘bohçacı’ kadınlar,
annemin dünya-ahret ‘bacılık’ları…
onları, eşikte, kapı önünde tutmak
annemin arına gider ve her seferinde
elekleri, kalburları, bohçalarıyla
‘yukarki oda’ya buyur ederdi,
büyük ablamın, oyaları, dantelleri,
‘kırlent’leriyle, Şeyhname gibi süslü,
‘leyal-i elf ve vahid’ kadar hülyalı,
ama, daha o yaşta,
o bilinç düzeyinde bile
insanda, bir ‘karanlık çağ’ etkisi
uyandıracak kadar gizemli
o girilmez gök katına,
ablamın her gün al baştan
silip süpürdüğü
ve içine gömüldüğü
‘tirendaz’ mahremiyetine yani…
ve o efsane sahnelerinin
gizemli figürlerinden biri,
cennetten geçerken memnu meyveye
tamah etmekten korkan
dünyanın en açık sözlü havvası
bir ‘Yıldız’ kadıncık vardı ki,
kalkıp gideceği zaman, insana,
“işte poşaların / çingenlerin Meryem Anası!”
dedirtecek bir safiyetle,
“beni kapıya kadar geçir, bacılık!”
derdi anneme
ve bir üçüncü kişiden bahseder gibi
hemen eklerdi,
“bakarsın şeytana uyacağı tutar,
bu Allahın poşası, kim bilebilir.”
gün boyu, yalnızca ekmek isteyen
ve verilen eski püskü ‘esvap’lar için
dualarıyla oğlanlara göğün kaftanlarını,
kızlara göğün fistanlarını bağışlayan
dünyanın en cömert dilencileri,
bazen de onların kılığına girmiş
Hızır İlyas döverdi kapımızı;
ama her seferinde, ancak gittikten sonra
anlardık onun kim olduğunu.
. . . .
ah, ebediyen yitirdik, yitirdik hepsini,
o on metre karelik odaya
ve ‘kırlangıç’ tavanlı tandır evine
sığdırabildiğimiz sayısız hikâyeyi,
sayısız kahramanı, sayısız yüzü
ve sayısız kozmik maskeyi?
şimdi belki onların dualarının bereketiyle,
yedi kardeş, hemen her birimizin
kaftanlarımız, fistanlarımız,
‘üçodasalonsalonmanje’
meskenlerimiz,
bazılarımızın çardaklı bahçe içinde
gösterişli, asude konaklarımız var;
ve bazılarımızın, fantezilerinde,
bir tek, ‘Mısır Azizi’
yahut ‘Bizans Tekfuru’
yahut ‘Şiir Sultanı’ rolünü
oynamadığı kaldı…
ama çalmıyor kapısını artık,
hiç birimizin
ne poşalar, ne çingenler,
ne hızır ilyaslar,
ne bize düşlerimiz kadar yakın
hatırlı, ülfetli komşularımız,
ne başka gök katlarından,
başka gezegenlerden
misafir oyun kişileri…
ah yitirdik mi sahiden, yitirdik mi hepsini?
yoksa, bilgelerin dediği gibi,
bir kere yaşanan ya da seyredilen,
oyuna giren, sahneden geçen
bir daha yok olmaz mı, ebediyen?
ve izleyip duruyorlar mı
sonraki oyunlarımızı
içimizin ‘kuyu’larından,
tandır evlerinden,
‘seki’lerinden,
eski benliklerimizin,
eski maskelerimizin
karanlıkta parıldayan
gözevlerinden?
6 Aralık 2007
*
Nano tam böyle değildi, biliyorum,
Ve mesela, gerçek hikâyeye bağlı kalınsaydı,
sadece ‘yaşlı bir tufeyliye varan’ gibi bir ifade
Nano’nun evlilik macerasını anlatmak için yetecekti.
ama şiirin ve oyunun stilize kostümleri içine sığabilmesi için,
kahramanımızın böyle ufak ve dramatik bir değişim
geçirmesi kaçınılmazdı.
Cahit Koytak