Yahya Kemal, bir gün Kadıköy’de bir dost evinde Tanbûrî Cemil Bey’i dinlemiş ve mest olmuş. O günkü izlenimlerini sonradan Cemil Bey’in oğlu Mesud Cemil’e anlatan Yahya Kemal izlenimlerinin sonunda şunu söylüyor: “O zaman karşımda altından bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim.” Gerçekten de öyledir; ruhunuzun aç olduğu, arayışınızın devam ettiği bir zaman, ansızın ya bir musiki eserinin içinde bulursunuz kendinizi ya bir ince davranışın karşısında, ya da şöyle bir fotoğraf karesinde, sizi ‘altın kapı’dan içeri buyur eden: “Eskiler tekin değildir diye gerekmedikçe aynaya bakmazlardı.
Öyle ki o gümüş işlemeli oval aynalar duvara ters asılırdı. Aynadaki suretine bakmaya çekinen bu eski zaman adamları fotoğraf makinasının objektifine, o soğuk nesneye nasıl bakabilirler? Elbetteki tedirgin olarak. Çünkü makina onların suretini çıkaracak. Asılları orada dururken bu suret ne işe yarayacak?
Yansıyacak suret endişelendirir
Tedirginlik bazen had safhaya ulaşır. Fotoğrafı çekilen kişiler neredeyse esas duruşa geçer, eller düzgün bir biçimde dizlere konur; dudaklar büzülür, kaşlar çatılır, vücut ve zihin bir tehdit altında imiş gibi geriliverir. İşte bu doğal ile sanalın çatıştığı kriz anında, Necmeddin Hoca kendi yetiştirdiği güle sarılmış. Gariptir gülün sapını bir neyzenin neyine yapışması gibi tutuyor. İki eliyle birden, lakin incitmeye korkar gibi. Ve herhalde neyden neyzene intikal eden o ferahlık ve güven duygusu; gülden Necmeddin Hoca`ya intikal ediyor. Fotoğraf tam o anda çekilmiş. Hocaefendi `nin tehlikeyi savuşturup gülümsediği anda.” Mustafa Kutlu, bu fotoğrafın fotoğrafını çektiği bir yazısında böyle söylüyor.
Peki söz konusu fotoğrafta kimler var: Sağ baştan Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman ve Eşref Ede.
Üsküdar’ın dost ışıkları
Bu üç isim eski Üsküdar’ın dost insanlarıdır. Onlarsız bir Üsküdar tarihi herhalde sırrının epey büyük bir kısmını söylemekten aciz kalır. Hele Düzgünman’sız bir Üsküdar, o meşhur attar dükkanı’ndan mahrumdur, hani merhum Ahmet Yüksel Özemre Hocamızın kütüphanelerimize ve yazılı belleğimize kayıt düştüğü Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı kitabında anlattığı dükkandan. Ki bu dükkan sadece her derde deva bitkilerin, merhemlerin, şimdi kolaylıkla ıvır zıvır deyip bir kenara atabileceğimiz onlarca malzemenin satıldığı bir yer değil; aynı zamanda yerine göre tasavvufa, yerine göre günlük hâdisâta, yerine göre sanat ve musikiye kapıların ardına kadar açıldığı bir sohbet mekanıdır. Ve Düzgünman sadece babasından devraldığı attarlık geleneğini devam ettiren birisi de değildir.
Mustafa Düzgünman’ı, 1953’ten 1979’a aralıksız 26 sene Aziz Mahmud Hüdâyî Dergahında türbedarlık yaparken görürüz aynı zamanda. Türbedarlık görevini –kendi deyimiyle- “bir müzeci hassasiyetiyle” yerine getiren Düzgünman, “Üsküdar’ın Üç Sırlısı”ndan biri olan Eşref Ede Efendi’nden de tasavvuf zevki ve neşvesini kendi kabınca alır. Hafız Muhittin Tanık, Üsküdar’daki Çarşamba Rifâî Dergâhı şeyhi Hayrullah Tâcettin Yalım ve Üsküdar Rifâî Âsitânesi şeyhi Hüsnü Sarıer gibi kıymetli hocalar da Düzgünman’ın istifade ettiği diğer zatlardan birkaçıdır. Aziz Mahmud Hüdâyî Camii’nde ezan ve ilahi okuyuşuyla iyi bir musiki icracısı olarak da tanınan Düzgünman’daki bu tasavvufî neşvenin görünürdeki verimi, bir kısmının güftesi de kendisine ait olmak üzere değişik makamlarda bestelediği yirmi kadar ilahi ve muhakkak davranışlarına sinmiş olması lazım gelen incelik, zarafet ve yumuşaklıktır.
Buraya kadar çizilen attar, türbedâr, müezzin, derviş, bestekâr bir Düzgünman portresi olsa olsa yarım kalmış bir eskiz olur. Onu bizim için asıl önemli kılan gelenekli sanatlarımızı geleceğe taşıyan bir üstad olmasıdır.
Gelenekli sanatlarımızın taşıyıcıları Annesinin dayısı olan hezarfen Necmeddin Okyay’dan eski tarz cilt ve ebru sanatlarını talim eder Düzgünman. Onun Necmeddin Hoca’ya çıraklık yaptığı zamanlar güç zamanlardır çünkü gelişen sanayiyle birlikte el emeği gözden düşünce, birçok sanat dalıyla birlikte, ebru da tarih sahnesinden silinmenin eşiğine gelir. Özellikle 1900’lü yılların ilk yarısında, gelenekli sanatlarımızda bu durum daha da kötüleşir. Sanatlar belki de unutulup gidecektir.
Necmeddin Okyay’ın, ebrû ve hat sanatında kendi bildiklerini bulabildiği birkaç talebeye ne kadar da istekle ve “gelecekte kaybolmasın” endişesiyle aktardığını, Uğur Derman Hocamız gayet güzel anlatır Türk Edebiyatı dergisinin 2006’nın Nisan ayı nüshasında yayınlanan “Toygartepesi’ndeki Ev” başlıklı yazısında. İşte, Necmeddin Okyay’dan el alan Mustafa Düzgünman da bu kötü gidişe tek başına direnir, üretir, talebe yetiştirir. Bu sayede ebru sanatımızın geleneksel tekniği ve bilgi birikimi, arada bir kopukluk olmadan, yeni
kuşaklara aktarılmış olur.
Ebru’nun bir gülümsemesi başa ne işler açar
Düzgünman’ın ebru ile ilişkisi o kadar ilerler ki hocası bile itiraf eder kendisini geçtiğini. Bunun bir göstergesi de şüphesiz Necmeddin Okyay’ın ebru sanatına kazandırdığı çiçekli ebrulara papatya ebrusunu da eklemesidir. Bu ilerleme muhakkak, Mustafa Düzgünman’ın ebruya âşık olup, ebrunun da yüzüne bir gülmesiyle başına açılan işler kabilindendir.
Düzgünman bu sıra dışı âşık-maşuk ilişkisini Ebrunâme adlı şiirindeki şu dörtlükle anlatır:
Ben ebruya âşık oldum, düştüm onun peşine,
Leylâ gibi nazlar etti, yaramadı işime,
Bir aralık isyan ettim, görmedim hiç iltifat,
İnsaf edip yüzün güldü, işler açtı başıma.
Bir ‘tecelligâh’ olarak ebru teknesi
Ahmet Yüksel Özemre’nin naklettiğine göre, eskiden teknenin başına oturan ebru ustası, “Ya Rabbi, senin sıfatlarına rücû ediyorum, suyun üzerine renkleri açarken beni koru, yoksa ben kendimi hâlık sanırım.” diye dua edermiş. Burada önemli olanın, ebrû ustasının tekne başına geçtiği zaman kendisini ve renklerin bir bir açıldığı ebrû teknesini, Allah’ın sıfatlarının tecelli ettiği birer ‘tecelligâh’ olarak bilmesi olduğunu söyleyen Özemre, muhakkak Mustafa Düzgünman’ın Ebruname’sinden ilham almıştır diyebiliriz:
Nazar kıldık kâinata baktım mutlak ebruya,
Vech-i yâri âyan gördüm salât ettim bu Ru’ya,
Kenz-i mahfi tezâhürü aşk-ı Hüdâ nümâyan
Ebru görüp Allah dedim irdim kalbi duyguya.
Ebrudaki görünen şu nukûşâta iyi bak,
Şuunât-ı ilâhîdir sıfatından ayan Hak
Nakş-ı sun’un pertevinden Hubb-u Rahman âşikâr,
Rûyetullah sırrıdır bu müsemmâdır her varak.
Besmeleyle tezgâh açıp ebru yapan kişiyiz,
Fırça ile su üstünde hüner satan kişiyiz,
Üstadımız Özbek Şeyhi hem Necmeddin hocadır,
Büyüklere boyun kesip Hakk’a tapan kişiyiz.
Ey Mustafa nakş-ı sevda sana neler öğretti,
Derûnunda duran nakkaş “Eynemâ”yı öğretti,
Bab-ı ebru rehnümadır vech- bâkî fehmine,
Ârif olan bu ezharı bir noktadan seyretti.
“Emek istiyor, sabır istiyor ebru sanatı. Hataları düzeltmede ise zarif bir dokunuş umuyor.”
Kaynak: http://www.dunyabizim.com/