“Küçükken aldığım dışı güzel, İçi hep çürük çıkan elmalı şekerler gibisin. Aranızdaki tek fark; o elmalı, sen ise ‘el malı.” (Cemal Süreya’ya izafe)
“Kimse benim kimsesizliğimden cesaret bulmasın, en güçlü anımdır yalnızlığım! Çünkü ben daima tek başıma iktidarım.” (Oğuz Atay’a izafe)
Geçenlerde, “edebiyatsever gençler”in yeni manifestik dergisi Kafkaokur’u “Neymiş bakalım.” diyerek alıp okuma bahtsızlığına uğradım. İçindeki eleştiri metinlerinin sığlığını, bariz bilgi hatalarını bir kenara koyuyorum. Derginin “seçmeler” bölümünü açtığımda yüreğimi hoplatan şu alıntıya rastladım: “Sana verebileceğim pek bi’şey yok aslında; çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen.” Bu vurucu aforizmanın yanında da janjanlı bir “Veysel” imzası ve Âşık Veysel’in fotoğrafı vardı. “Eh,” dedim içimden, “imam sırıtırsa cemaat kırıtırmış.”
Bu örnekten yola çıkarak yapılabilecek ve tüme yayılabilecek bir eleştiriyi, Türkiye’de “popüler edebiyat dergileri” ile ilgili söylenebilecek on binlerce kelimeyi şimdilik dilimin altına atıp “kitsch” (Bundan sonra “kiç” olarak yazacağım.) nedir, popüler kültür nedir, internet nasıl bir edebiyat çöplüğüdür, ona değinmek istiyorum.
Popüler kültür, en amiyâne tabiriyle “tribünlere oynamak”tır. Derinleşmez, koyulaşmaz, hep “orada”, erişilebilecek bir menzilde durur. En temel insanlık dürtülerini hedef alır: “Üzünçlü”, acıklı, komik, şehvetli ya da heyecanlıdır. Bu yanıyla “insana dair” gibi gözükür fakat insanî içgüdüleri anonimleştirerek konformist “sistem adamcıkları” yetiştirir. En özet haliyle: Popüler kültür sizi, “size özel” görünümü altında “herkes gibi” yapmaya çalışan kültürsüzlüktür aslında.
Popüler kültürde sanat üretimi, bir eserin sıfırdan üretilmesine dayanmaz. İnsanların sanat yapıtını anlamaları için herhangi bir çaba göstermeleri beklenmez. Tam tersine, aslında üretilen her şey birbirinin tekrarıdır. Bu noktada, marketlerde bile satılmaya başlanan Şems-Mevlana tandanslı hidayet romanları, sosyal medyada üretilip piyasa dergilerine sızan acı dolu aforizmalar, farklı adlarla ve farklı kanallarda yayınlanan baş göz etme programları, aslında hiçbir özgünlük, yenilik ve düşünce kırıntısı içermeyen, birbirinin ucuz kopyaları olan “yeniden üretim” nesneleridir. İşte kiç de burada başlar.
Kiç, en basit sözlük tanımıyla, bir sanat yapıtının frapan, rüküş ve adi kopyasıdır. Kiç, bir popüler kültür ürünüdür. Gerçek sanat eserlerinin değil, onların kopyalarının, taklitlerinin, ucuz ve derinliksiz imitasyonlarının yaratılması esasına dayanır. Kiç, özellikle sanat yapıtlarının birer karikatür ikizini yaratma noktasında akılalmaz başarılara imza atan “kitle kültürü” ya da popüler kültürün en uzun menzilli silahıdır.
Kiç ürünlerde cevap aranmaz. Cevap aramak şöyle dursun soru, bile sorulmaz. Daha önce verilmiş cevaplar yeniden üretilir. Yukarıda bahsettiğim Şems-Mevlana tipi “İslamî arabesk” romanlar, insanlık durumuna dair yapılmış bin yıllık tespitleri ısıtır, genleştirir, onların içini boşaltır ve yeni bir şey söylüyormuşçasına paketleyerek piyasaya sunar. Kafasında, aslında kolektif bilinçaltı tarafından çoktan cevaplanmış soruların gezindiğini sanan okur, kalıplaşmış düşünce biçiminin rahatlığından ödün vermeden ve neredeyse hiçbir akıl yürütme zahmetine girmeden aradığı cevabı bu tip romanlarda bulur.
Buraya kadar tamam. O halde popüler kültür ve kiç’le sosyal medyadaki alıntıların bağlantısı nedir?
İnternetin olağanüstü kitleselleştirici gücü sebebiyle edebiyatın popüler kültürle, kitle zevkleriyle ve modernistlerin 20. yy. başlarında avam görüp tiksindiği “düşük sanat”la bunca iç içe geçmesi, iyi edebiyat-kötü edebiyat ayrımını da epey sekteye uğrattı. Her an milyonlarca vasat eserin basılması, gerçekten değerli eserleri ayıklamayı neredeyse imkansız kılıyor. İnternette gezen milyonlarca alıntı içinde yazarların “gerçek” cümlelerini bulmak da artık pek mümkün değil. Hepimiz sosyal medyada yaşamaya başlayalıberi hayatın kendisi hayatın bir kopyası oldu. Facebook’ta, twitter’da temsilî hayatlar yaşayıp emojilerle gülümsüyoruz artık. Bu temsilî hayatlar içinde -Ahmed Arif’in o mükemmel dizelerinde dediği gibi- “yıkıntılarda bir ad” olmaya mahkum yazarlar da. Bunun kabullenmek zor fakat imkansız değil. Buraya kadarını anlayabiliyorum. Anlamadığım, tüm sosyal medyayı esir alan bu “çakma alıntı” furyasının edebiyat dergisi olma iddiasında ortaya çıkan bir mecmuada yinelenmesi. Galiba kiç’in temel niteliğine geri döndük: Üretilenin sonsuz kopyası, taklidin taklidi ve dergide bile yansımanın yansıması…
Bir insanı gömmek, bir bedeni toprağın derinliklerine vermekten çok daha simgesel bir eylemdir. Bu kadim ritüel, gömülenle beraber onun zihnimizdeki ve kalbimizdeki imgelerini sonsuzlaştırır, ölümsüzleştirir. Bu bağlamda Lacan, yaptığı Shakespeare ve Sophokles okumalarında “öldükten sonra geri dönen baba” imgesine odaklanır. “Ölüler” der, “usulüne uygun gömülmezlerse simgesel bir intikam için geri dönerler. Antigone’un ve Hamlet’in babaları, cenaze törenlerinde bir şeyler yanlış gittiği için dönmüştür.”
Türkiye’de edebiyat eğitimi, birçok üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri de bu genellemeye dahildir, “aç parantez doğum, kapa parantez ölüm” şeklinde amaçsız bir biyografik ezberin berbat ve sonsuz tekrarından ibaret olduğu için “gerçek” imgesini kaybeden yazar, bir “simülasyon” halinde yaşıyor ve ölüyor. Böylece, Lacan’ın söylediği gibi, “cenaze törenlerinde” bir şeyler yanlış gidiyor.
Biz, müktesabatımız ve tevhid-i tedrisatımız gereği çoğu yazarı “usulüne uygun” gömemediğimiz için bugünlerde birçoğu geri döndü. Ne var ki kendileri yerine ucuz birer kopyalarını gönderdiler öte taraftan bize!
Artık şu Oğuz Atay’ı, Cemal Süreya’yı falan öldürsek mi, ne dersiniz? Yoksa intikamları düşündüğümüzden acı olacak.
Serdar Aygün